Anlatacaklarım var! Vaaz vermek değil niyetim, duyduğumu söylemek. Söylemeye değer şeyler duyuyorum zira.. Belki hayatı daha yaşanır kılmak için, ya da belki sade.. Ama sade anlatmak için.. Sen anlat dedi Tanrı bana; anlaşılsın diye değil, hiçbir mükafat istemeden anlat.. Çünkü bir mükafattır artık bir anlatıcıya doğru düzgün anlaşılmak! Sen anlat dedi; sen sade anlat.. Umudu hatırlatsın diye umutsuzluğu, çareye yol açsın diye çaresizliği anlat.. Ders verme dedi kimseye, çünkü hoca denmez öğrenmesini bitirene. Çırakları olan bir çıraktır usta olsa olsa.. Sen anlat dedi bana Tanrı; sen sade anlat....
genel bakış acısıyla:potanensıyelinin farkında bunu kulnamak ıcın kendıne zemınde kurabılmış kulanadabılmış tuketedebılmış ama yenı potansıyelere yelken cabılecek ortamlardan kopmuş ve artık sınekten su cıkarabılme asamasında kendını yenıleme ıhtıyacında olan bır turkıye ınsanı
her şey yapılabilir bir beyaz kağıtla uçak örneğin uçurtma mesela altına konulabilir bir ayağı ötekinden kısa olduğu için sallanan bir masanın veya şiir yazılabilir süresi ötekilerden kısa bir ömür üzerine.
bir beyaz kağıda her şey yazılabilir senin dışında güzelliğine benzetme bulmak zor sen iyisi mi sana benzemeye çalışan her şeyden bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor belki tabiattadır çaresi senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin ve benim bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim anlarım bitkiden filan ama anlatamam toprağın güneşle konuşmasını sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla
sen bana ışık ver yeter bende filiz çok köklerim içimde gizlidir gelen giden açan soran bere budak yok bir şiir istersin “içinde benzetmeler olan” kusura bakma sevgilim heybemde sana benzeyecek kadar güzel bir şey yok
uzun bir yoldan gelen tedariksiz katıksız bir yolcuyum yaralı yarasız sevdalardan geçtim koynumda bir beyaz kağıt boşluğu her şeyi anlattım olan olmayan acıtan sancıtan bilsem ki sana varmak içindi bütün mola sancıları bütün stabilize arkadaşlıklar daha hızlı koşardım severadım gelirdim gözlerinin mercan maviliğine
sana bakmak suya bakmaktır sana bakmak bir mucizeyi anlamaktır
sağa sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır aşk sorgusunda şahanem yalnız kelepçeler sanıktır ne yazsam olmuyor çünkü bilenler hatırlar hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar bahçıvanlar değil tüccarlardır sen öyle göz sen öyle toprak ve güneş ortaklığı sen teninde cennet kayganlığı iken sana şiir yazmak ahmaklıktır
bir tek söz kalır dişlerimin arasından ben sana gülüm derim gülün ömrü uzamaya başlar
verdiğim bütün sözler sende kalsın isterim ben sana gülüm derim gül sana benzediği için ölümsüz yazdığım bütün şiirler sana başlayan bir kitap için önsöz
sana bakmak bir beyaz kağıda bakmaktır her şey olmaya hazır sana bakmak suya bakmaktır gördüğün suretten utanmak sana bakmak bütün rastlantıları reddedip bir mucizeyi anlamaktır sana bakmak allah’a inanmaktır
Ütopyam... Yılmaz'ım... Sinirin, şiirlerin, oyunlarında ki hicivin... Odamın duvarında ki bir çift gözün... Bilseydim ki sana varmak içindi tüm yollar, koşar adım gelirdim... 'Sana bakmak Allah'a inanmaktır....'
Bu ufukta bitiyor yüzün Ve başka bir gökyüzü başlıyor Komşu ellerle sarmalanıyorsun Yanıyorsun Ne kadar övünsen az Avazım çıktığı kadar susuyorum ismindeki sesli harfleri Mayınlı bir gülümsemeydi senin karasularında olmak Üstünde ilkbahar bilen tarih.. Sanki yeniden eski bir öyküye başlamak... Yüzündeki o billur akşam kahvaltısı Sürgülerken özümü... Ne kadarını sustuk konuştuklarımızın...?
Yerle yeksan,ıslak saçlı,kem gözlü, Kavim göçlerinden bu yana ağlayan Ve durmadan cep kanyağı yakıcılığında ezgiler çalan; çaldıran.. Yakalatan,adı bende gizli bir kadındı İstanbul,
Biz ne zaman içsek; köfte geç gelir ve oturur muhabbetin terkisine çıplak bir efkar söcüğü Biz ne zaman içsek; sabah akar meycinin cebine,günde kaç kez öpüşür ki akrep ile yelkovan Biz ne zaman içsek; iç değilizdir aslında...dışımızda bronz bir akşam sözcüğü çırıl bir efkar sözcüğü,eften püften bir kar beklentisi,delikanlı kıvamında sevda değilse de,tabansız sevişmelerdeki; el değmemiş pişmanlık... Biz ne zaman içsek; iç değilizdir aslında... Bu alkol ikindisi şiirle şimdi burada açılsaydım; adının baş harfi gibi...belki ağustos kokardı ağustos. Sen; fikrini ipotek etmiş kiralık sevdalara...senine boyuna sevilmiş sen,yalanı sevdasından büyük sen,bir bil sen... Biz ne zaman içsek; seni düşünüyoruz,genzimizde göl...gözyaşları Biz ne zaman içsek; iç değilizdir aslında Biz ne zaman içsek; dışımızda bronz bir İzmir akşamı.
bir tek söz kalır dişlerimin arasında,ben sana gülüm derim gülün ömrü uzamaya başlar verdiğim bütün sözler sende kalsın isterim ben sana gülüm derim; gül sana benzediği için ölümsüz... yazdıgım bütün şiirler sana başlayan bir kitap için önsöz.;
belki tabiattadır çaresi senin bir çiçege bu kadar benzemenin ve benim bilinci nasırlı bir bahçivan çaresizliğim anlarım bitkiden filan ama anlatamam topragın güneşle konuşmasını sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla...
yol bir yere gitmez içerde düz saçlara uğrar ayak üstü bir akşamüstü her plansız ürperişin sonu hüsran ve hüsran çok sanat müziği bir kelimedir
yol bir yere gitmez o bir durma biçimidir yol yoluyla gidebilir yare yoldan çıkabilir apansız ve ömür bitebilir yoldan once ama yol bir yere gitmez o bir durma biçimidir yaşamak hızlı bir ölme biçimidir düşünce ışıktan yavaşsa erken gidilmelidir gerdan sözcüğüne bir kuyumcuda da rastlayabilirsin bir kasapta da kalbin sızlamaz bir kuzu yüreğini vitrinde görünce o bir beslenme biçimidir ama korkarsın kurdun sevdiği havadan ayakkabı yaparsın yılandan
yol bir yere gitmez o bir durma biçimidir her garantiyi istersin hayattan oysa ölümle yaşam arası uzun malum ince bir yol bir yere gitmez o bir ölme biçimidir
iyi yolculuklar denmez bir gidene yapılamaz çünkü çok yolculuk bir seferde yolcu denmez her gidene herkes o yolun taraftarı olmayabilir hiç bir sürgün gittiği yolu sevmez mesela
yol bir yere gitmez o bir susma biçimidir soğuk bir taşıtın uğultusunda
ADAM - Kadınların sıradan bir evden çıkış hadisesini neden bu kadar ciddiye aldığını anlamıyorum. Sanki bir daha dönmeyeceğiz. Gidip bir evin bahçesinde köfte yiyeceğiz, hepsi bu! KADIN - Ona barbekü partisi deniyor canım. ADAM - Öyle mi? Köftelerin bundan haberi var mı? Yoksa bizim salak köfteler aşağılık bir mangalda can vereceklerini mi düşünüyorlar? Halbuki ne kızarması, parti kuruyor angutlar haberleri yok. KADIN - Amma konuştun ha... Geliyorum tamam. ADAM - Gitmek istemediğim bir yere sayende acele ediyorum ya, ben asıl ona yanıyorum. KADIN - Neden gitmek istemiyormuşsun? ADAM - Çünkü köfteleri mangala dizecek olan kişi senin eski sevgilin. KADIN - Yine mi aynı konu? ADAM - Evet aynı konu! KADIN - Aşkım o yıllar önceydi. ADAM - Ama o yıllarda da sevgililer sevişiyordu. KADIN - Eee? ADAM - Ne demek eee? Adamın senin memelerine bakıp, siz bir de bunları benim zamanımda görecektiniz, diye düşünmesi beni rahatsız ediyor. ...
Kalabalık geceleri bekleyen yalnız kahvaltılar için hep acele ediyorduk. Yağsız beyaz peynir tadında ilişkiler kuruyorduk. Seviyorduk. Sevmeyi seviyorduk. Bazı elele yürüyüşlerde yağmur yağsın istiyorduk. Hangi sevdanın üstüne yağmur yağsa, biz onu aşk belliyorduk. Hijyene önem vermiyorduk. Beyaz çarşafların üstündeki lekeler aşklarımızın haritalarıydı. Hangisi biz, hangisi yavru vatan orada anlıyorduk.
kimse keman çalmaz belki ama çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış gri sisli binalar...
alnının ortasında ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar, bu zulüm bu sevda bitmezmiş sevmek bir halkı sevmekse aşk o zaman sevmekmiş! (biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?) kahve önü çatlak mozaik bel kemiğine tehdit kürsüler üstünde çok sigara içen öğrenciler
bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken hep onu sevmeyenleri severek hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak karışarak toplumcu gerçekçi yalnızlıklara, yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını bir izmirli güzele dayatmak varken (hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililîğî!) soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan dağda çoban, şehirde şark çıbanı sayılan, fırat'ın büyük elleri ararat'ın kız yelleri cilo'nun derin nefesleri hülasa kente hukuk mukuk okun mümkünse o arada da memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları,
ankara' ya
öyle yakışırdı ki kar
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar
(belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar çok dibimiz donmuştur ve çoğu zaman bu kar mevzuu kızlara yeterince ilginç gelmemiştir
hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar hüzünlü gelmez insana ankara'da, yoksa bugün bir hayat yaşanmayacakmı duygusu çöker bütün bozkıra.
Kimse keman çalmaz belki Belki bu fiim hiçbir zaman o kadar fiyakalı olmayacak ama Hiçbir lahmacunda o okul yolundaki üçüncü sınıf lokantadakinin tadını vermeyecek bir daha Çok daha iyilerini yedim sonra bizzat Urfa'da hatta Ama hiçbirinde o kadar aç oturrnadım sofraya ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar
çok yabancı bir soluk duyulur bazı bilinmez bir dilin ıslığından anla ki sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar öyle deme ankara'yı sevmeyene bir zulümdür bu kadar insanın neden ankara'yı sevdiğini anlamadan ankara'da yaşamak
yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama biz her duvara bilvesile onların adını yazarak yaşadık kül ve betondan mürekkep yaşadıkça yaşanılası gelen o tuhaf bozkır kokusunda.
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp hiçbir şey sunan rakıyı bol sulu içen dokunmasın için deği! çabuk bitmesin dîye devletimin tekel rakısı, hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak hem neşet ertaş' ı hem bülent ersoy' u aynı anda sevmeyi başararak, karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı çok beğenmeyerek ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken hep bir şeylere birilerine küsmüş gibi yürüyen...
memurlar.......
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar...
biz, şimdi kapalı birr kuruyemişçi
dükkanının -ki bütün plan kar altında tuzsuz ay çekirdeği çitieyip yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden umutsuzca içeri bakan, kimliği gereğinden fazla sorgulanmış, merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği zırt pırt geri istemektedir- doğduğu yer yüzünden doğuştan kavgacı zannedilen ama pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı esmer cesur korkak çoğu kürt çoğu türk çocuklardık...
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki ahmed arifin aklına hiçbir şairin aklına gelmeyecek -çünkü hiçkimse bir daha ankara' yı
O'nun kadar sevemeyecek -bir şiir islenir:
kar altındadır varoşlar hasretim,nazlıdır ankara.....
ustam yine sen bilirsin ama hangi aralıkta bir şair ölmüşse işte o,en netameli aydır bence.
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...
şimdi ve sonra ne zaman ankara'ya kar yağsa elim gönlüm, çocukluğum buz tutar.
Ne yaparsa yapsın çooook sevimsiz bir insan... Ve konuştuğu gibi yaşamayan insanlardan.
Anlatacaklarım var!
Vaaz vermek değil niyetim, duyduğumu söylemek.
Söylemeye değer şeyler duyuyorum zira..
Belki hayatı daha yaşanır kılmak için, ya da belki sade..
Ama sade anlatmak için..
Sen anlat dedi Tanrı bana;
anlaşılsın diye değil,
hiçbir mükafat istemeden anlat..
Çünkü bir mükafattır artık bir anlatıcıya doğru düzgün anlaşılmak!
Sen anlat dedi;
sen sade anlat..
Umudu hatırlatsın diye umutsuzluğu,
çareye yol açsın diye çaresizliği anlat..
Ders verme dedi kimseye,
çünkü hoca denmez öğrenmesini bitirene.
Çırakları olan bir çıraktır usta olsa olsa..
Sen anlat dedi bana Tanrı;
sen sade anlat....
Ben sevmeyi beceremedim, belki de sevilmeyi...
Benim sevmeye engel evcil acılarım vardı...
genel bakış acısıyla:potanensıyelinin farkında bunu kulnamak ıcın kendıne zemınde kurabılmış kulanadabılmış tuketedebılmış ama yenı potansıyelere yelken cabılecek ortamlardan kopmuş ve artık sınekten su cıkarabılme asamasında kendını yenıleme ıhtıyacında olan bır turkıye ınsanı
SANA BAKMAK
her şey yapılabilir
bir beyaz kağıtla
uçak örneğin uçurtma mesela
altına konulabilir
bir ayağı ötekinden kısa olduğu için
sallanan bir masanın
veya şiir yazılabilir
süresi ötekilerden kısa
bir ömür üzerine.
bir beyaz kağıda
her şey yazılabilir
senin dışında
güzelliğine benzetme bulmak zor
sen iyisi mi sana benzemeye çalışan
her şeyden
bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor
belki tabiattadır çaresi
senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin
ve benim
bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim
anlarım bitkiden filan
ama anlatamam
toprağın güneşle konuşmasını
sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla
sen bana ışık ver yeter
bende filiz çok
köklerim içimde gizlidir
gelen giden açan soran bere budak yok
bir şiir istersin
“içinde benzetmeler olan”
kusura bakma sevgilim
heybemde sana benzeyecek kadar
güzel bir şey yok
uzun bir yoldan gelen
tedariksiz katıksız bir yolcuyum
yaralı yarasız sevdalardan geçtim
koynumda bir beyaz kağıt boşluğu
her şeyi anlattım
olan olmayan acıtan sancıtan
bilsem ki sana varmak içindi
bütün mola sancıları
bütün stabilize arkadaşlıklar
daha hızlı koşardım
severadım gelirdim
gözlerinin mercan maviliğine
sana bakmak
suya bakmaktır
sana bakmak
bir mucizeyi anlamaktır
sağa sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır
aşk sorgusunda şahanem
yalnız kelepçeler sanıktır
ne yazsam olmuyor
çünkü bilenler hatırlar
hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar
bahçıvanlar değil tüccarlardır
sen öyle göz
sen öyle toprak ve güneş ortaklığı
sen teninde cennet kayganlığı iken
sana şiir yazmak ahmaklıktır
bir tek söz kalır
dişlerimin arasından
ben sana gülüm derim
gülün ömrü uzamaya başlar
verdiğim bütün sözler
sende kalsın isterim
ben sana gülüm derim
gül sana benzediği için ölümsüz
yazdığım bütün şiirler
sana başlayan bir kitap için önsöz
sana bakmak
bir beyaz kağıda bakmaktır
her şey olmaya hazır
sana bakmak
suya bakmaktır
gördüğün suretten utanmak
sana bakmak
bütün rastlantıları reddedip
bir mucizeyi anlamaktır
sana bakmak
allah’a inanmaktır
Yılmaz Erdoğan
'ben sana gülüm derim, gülün ömrü uzamaya başlar'
kendi sesinden dinleyin.
film çekmeye kalkıp eline yüzüne bulaştırmış başka işlerin adamı..
Ütopyam... Yılmaz'ım... Sinirin, şiirlerin, oyunlarında ki hicivin... Odamın duvarında ki bir çift gözün... Bilseydim ki sana varmak içindi tüm yollar, koşar adım gelirdim...
'Sana bakmak Allah'a inanmaktır....'
böyle zamansız güneşli,umulmadık mavi günlerde
bir bekleme salonu yalnızlığına bürünüyorum..
iliklerimdeki yitik aşkı
sarhoş bir unutkanlığa ilikliyorum...
sanki şiirini bilmediğim
bir Fransız akşamında
kaldırım taşlarını sayıyorum kalbimin..
içimde ayak izlerin,
aylak bir yaz geçiyor avuçlarımdan...
ve ben ne zaman,kiminle sevişsem,
hala seni aldatıyorum!
Ben sevmeyi beceremedim
Belki de sevilmeyi...
Benim sevmeye engel evcil acılarım vardı
Yardan düşmüştüm
Yaralarım yardan armağandı
Kutsal kitabımdı ziyan edilmiş sevgililer atlası
Bu ufukta bitiyor yüzün
Ve başka bir gökyüzü başlıyor
Komşu ellerle sarmalanıyorsun
Yanıyorsun
Ne kadar övünsen az
Avazım çıktığı kadar susuyorum ismindeki sesli harfleri
Mayınlı bir gülümsemeydi senin karasularında olmak
Üstünde ilkbahar bilen tarih..
Sanki yeniden eski bir öyküye başlamak...
Yüzündeki o billur akşam kahvaltısı
Sürgülerken özümü...
Ne kadarını sustuk konuştuklarımızın...?
Yerle yeksan,ıslak saçlı,kem gözlü,
Kavim göçlerinden bu yana ağlayan
Ve durmadan cep kanyağı yakıcılığında ezgiler çalan; çaldıran..
Yakalatan,adı bende gizli bir kadındı İstanbul,
Biz ne zaman içsek; köfte geç gelir ve oturur muhabbetin terkisine çıplak bir efkar söcüğü
Biz ne zaman içsek; sabah akar meycinin cebine,günde kaç kez öpüşür ki akrep ile yelkovan
Biz ne zaman içsek; iç değilizdir aslında...dışımızda bronz bir akşam sözcüğü çırıl bir efkar sözcüğü,eften püften bir kar beklentisi,delikanlı kıvamında sevda değilse de,tabansız sevişmelerdeki; el değmemiş pişmanlık...
Biz ne zaman içsek; iç değilizdir aslında...
Bu alkol ikindisi şiirle şimdi burada açılsaydım; adının baş harfi gibi...belki ağustos kokardı ağustos.
Sen; fikrini ipotek etmiş kiralık sevdalara...senine boyuna sevilmiş sen,yalanı sevdasından büyük sen,bir bil sen...
Biz ne zaman içsek; seni düşünüyoruz,genzimizde göl...gözyaşları
Biz ne zaman içsek; iç değilizdir aslında
Biz ne zaman içsek; dışımızda bronz bir İzmir akşamı.
kalbim bir etten organ sadece
kalbim yüreğim olur,
sen gelince...
bir tek söz kalır dişlerimin arasında,ben sana gülüm derim
gülün ömrü uzamaya başlar
verdiğim bütün sözler sende kalsın isterim
ben sana gülüm derim; gül sana benzediği için ölümsüz...
yazdıgım bütün şiirler sana başlayan bir kitap için önsöz.;
belki tabiattadır çaresi senin bir çiçege bu kadar benzemenin
ve benim bilinci nasırlı bir bahçivan çaresizliğim
anlarım bitkiden filan ama anlatamam topragın güneşle konuşmasını
sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla...
gözlerin bir içimçaydı bizansta,
gözlerin,
ela teneşir uykularıma kapanan kırık pencere..
Bu Yol Nereye Gider
bir kuğunun boynuna dokunurken…
yol bir yere gitmez
içerde
düz saçlara uğrar
ayak üstü bir akşamüstü
her plansız ürperişin sonu
hüsran
ve hüsran
çok sanat müziği bir kelimedir
yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
yol yoluyla gidebilir yare
yoldan çıkabilir apansız
ve ömür bitebilir yoldan once
ama yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
yaşamak
hızlı bir ölme biçimidir
düşünce ışıktan yavaşsa
erken gidilmelidir
gerdan sözcüğüne
bir kuyumcuda da rastlayabilirsin
bir kasapta da
kalbin sızlamaz
bir kuzu yüreğini vitrinde görünce
o bir beslenme biçimidir
ama korkarsın
kurdun sevdiği havadan
ayakkabı yaparsın yılandan
yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
her garantiyi istersin hayattan
oysa ölümle yaşam arası
uzun malum ince bir yol
bir yere gitmez
o bir ölme biçimidir
iyi yolculuklar denmez bir gidene
yapılamaz çünkü
çok yolculuk bir seferde
yolcu denmez her gidene
herkes o yolun taraftarı olmayabilir
hiç bir sürgün
gittiği yolu sevmez mesela
yol bir yere gitmez
o bir susma biçimidir
soğuk bir taşıtın uğultusunda
kendini komik sanan adam bir de şiir yazmaya başladı bunların ailesinde vardır örneğin kardeşi irlanda motiflerini çaldı anadolun ateşi dedi adına
ADAM - Kadınların sıradan bir evden çıkış
hadisesini neden bu kadar ciddiye aldığını anlamıyorum.
Sanki bir daha dönmeyeceğiz. Gidip bir evin bahçesinde
köfte yiyeceğiz, hepsi bu!
KADIN - Ona barbekü partisi deniyor canım.
ADAM - Öyle mi? Köftelerin bundan haberi var mı? Yoksa
bizim salak köfteler aşağılık bir mangalda can vereceklerini mi
düşünüyorlar? Halbuki ne kızarması, parti kuruyor
angutlar haberleri yok.
KADIN - Amma konuştun ha... Geliyorum tamam.
ADAM - Gitmek istemediğim bir yere sayende acele
ediyorum ya, ben asıl ona yanıyorum.
KADIN - Neden gitmek istemiyormuşsun?
ADAM - Çünkü köfteleri mangala dizecek olan kişi
senin eski sevgilin.
KADIN - Yine mi aynı konu?
ADAM - Evet aynı konu!
KADIN - Aşkım o yıllar önceydi.
ADAM - Ama o yıllarda da sevgililer sevişiyordu.
KADIN - Eee?
ADAM - Ne demek eee? Adamın senin memelerine bakıp,
siz bir de bunları benim zamanımda görecektiniz, diye
düşünmesi beni rahatsız ediyor.
...
...Yoksulluk, kirden rengi tanınmayan bir beyaz
tutsaklık... İnsan kendine iltica edebilir mi?
...Hiç düşündün mü belkiyi? Belki, eline en yakışan
takı benim elim. Belki de en belli olacak yalan, benim
söylediğim... Belki sen ve belki ben...
Kalabalık geceleri bekleyen yalnız kahvaltılar için hep acele ediyorduk. Yağsız beyaz peynir tadında ilişkiler kuruyorduk. Seviyorduk. Sevmeyi seviyorduk. Bazı elele yürüyüşlerde yağmur yağsın istiyorduk.
Hangi sevdanın üstüne yağmur yağsa, biz onu aşk belliyorduk. Hijyene önem vermiyorduk. Beyaz çarşafların üstündeki lekeler aşklarımızın haritalarıydı. Hangisi biz, hangisi yavru vatan orada anlıyorduk.
Ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında
diye yapılmış
gri
sisli
binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm bu sevda bitmezmiş sevmek
bir halkı sevmekse aşk o zaman sevmekmiş!
(biz bir şeyi delicesine severiz
ama tanrım neyi?)
kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen
öğrenciler
bir daha asla yaşayamayacağı
aşkları teğet geçerken
hep onu sevmeyenleri severek
hep onu sevenin gözlerinden
kalabalıklara kaçarak
karışarak toplumcu gerçekçi yalnızlıklara,
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını
bir izmirli güzele dayatmak varken
(hep kardeş olacak değiliz ya,
yaşasın halkların sevgililîğî!)
soyut bir sevdaya
beşik kertilmiş olan
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan,
fırat'ın büyük elleri
ararat'ın kız yelleri
cilo'nun derin nefesleri
hülasa kente hukuk mukuk okun
mümkünse o arada da memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları,
ankara' ya
öyle yakışırdı ki kar
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar
(belki balkona
kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur
ve çoğu zaman
bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir
hiçbir şey
kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana
ankara'da,
yoksa bugün bir hayat
yaşanmayacakmı duygusu çöker bütün bozkıra.
Kimse keman çalmaz belki
Belki bu fiim hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
Hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha
Çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat Urfa'da hatta
Ama hiçbirinde
o kadar aç oturrnadım sofraya
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından
anla ki sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar
öyle deme ankara'yı sevmeyene bir zulümdür
bu kadar insanın neden ankara'yı sevdiğini anlamadan
ankara'da yaşamak
yollarına hep sevdiğimiz insanların
adlarını vermediler ama
biz her duvara
bilvesile onların adını yazarak yaşadık
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda.
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için deği!
çabuk bitmesin dîye devletimin tekel rakısı,
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak
hem neşet ertaş' ı hem bülent ersoy' u
aynı anda sevmeyi başararak,
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek ama
yine de bu tasarrufunu takdir ederek
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere birilerine küsmüş gibi
yürüyen...
memurlar.......
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz,
şimdi kapalı birr kuruyemişçi
dükkanının
-ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitieyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen ama
pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı
esmer
cesur
korkak
çoğu kürt
çoğu türk
çocuklardık...
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki ahmed arifin aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara' yı
O'nun kadar sevemeyecek
-bir şiir islenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim,nazlıdır ankara.....
ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o,en netameli aydır bence.
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...
şimdi ve sonra
ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim gönlüm,
çocukluğum buz tutar.
Yılmaz Erdoğan
ve gecenin sessizliği ile kulaklarımı parçaladıgı anda selam ederim bu özel şahsa...