Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu andan ibaret Giderine bırak işte ayağına kadar gelmiş muhabbet,Bu yüzden kaçırmamak lazım aşk gelince Gitti mi gidiyor elden zalim zaman el koyunca...
Ne günü kurtarmaya bakanlar, Ne de yarına plan yapanlar, yaşıyor aslında. Yaşıyanlar, Saniyeleri sayıp, Saliselerde boğulan değil, Soluk aldığını hissedebilir olanlardır... İşte bu...
Bazıları, eski çağlarda yaşamın daha kolay olduğunu savunur… 'Oh mis gibi'dir… Tak önüne bir asma yaprağı, al eline bir mızrak, doğanın güzelliğinde huşu içinde avını yap, akşama gel onu ateşte kızart ve ye… Sonra, gene asma yaprağından başka kıyafeti olmayan ve ha bire 'ayakkabı isterim, kürk isterim, deri etek, merserize kazak isterim, kıl isterim, yün isterim' demeyen bir hatun bul... Akşamları da onunla çiftleş… Zıbar yat.. Ne kredi kartı borcu, ne trafik kazası, ne modayı takip etme telaşı, ne okul masrafı, ne maaş zamlarının oranlarını hesaplama, ne kimlik sorunu, ne depresyon, ne moda, ne diyet, ne hatunun dırdırı, ne erkeğin kariyeri, ne aldatmak, ne borsa, ne zart, ne de zurt... Asmayı tak, avını yap, çiftleş babam çiftleş.. İşte hayat bu! .. Değil öyle! .. Tamam onların sorunları bizim kadar karmaşık değildi ama kendi çaplarında onların da büyük problemleri vardı…Mesela bakır mızrak uçları sık sık yamuluyordu. Buna bir çare bulmaları lazımdı… Kalayla bakırı karıştırıp bronz yapmayı akıl etmeselerdi, bükülmez mızraklara sahip olamayacaklardı. Ve bir gün insanoğlu altını fark etti… Paslanmaz, kararmaz, hep ışıltılar saçan bir madde. Göz kamaştırıcıydı… Kamaştırdı da… Altının büyüsüne kendini kaptırıp kafayı çizenler, dağ tepe altın arayanlar bir yana, bir de -tıpkı bronz gibi- bir takım maddeleri karıştırarak altın yapabileceğini sananlar da olmuş o devirlerde… Simya ilmi nereden çıktı sanıyorsunuz? …Eh, her çağın ideali kendi içinde tutarlı, bir sonraki çağlar içinse salakça olabilir… Bundan ikibin yıl sonra 'Atalarımız aya gitmek için amma kafa kırmışlar, ne salaklarmış' diyecekler.. Ya da ne bileyim, kanserin tedavisinin ne kadar da basit olduğunu söyleyip, bunu bulamamış olduğumuza şaşarak sonu gelmez geyik muhabbetlerine meze yapacaklar mevzuuyu… (Allah'tan bilim adamı değilim, bilime kafayı fazla takmıyorum. İşin ucunda, yılar sonra züppelere alay konusu olmak da var.) … Neyse işte, simyacılar 'altın yapacağız' diye debelenirlerken, bir sürü metot ve deney aleti icat etmişler ancak altın yapamamışlar. Sonuç hüsran olmuş anlayacağınız… Yıllar sonra, Rönesans rüzgarları eser ve bilim adamları eski defterleri sorgular iken anlaşılmış ki, altın bir elementtir ve başka metalleri karıştırarak altın elde etmek imkansızdır… Şimdi biz simyacılara 'Saaaaaa-laaaak, saaaaa-laaak' diye gülüyoruz değil mi? Gülmeyelim… Günahtır... Ellerindeki veri ve tecrübeler, altının bir takım karışımlarla elde edilebileceği yönündeydi... Altının bir element olduğunu o devirde bilmelerine imkan yoktu... 'Eeeee nerede bu yazının mesajı? ' derseniz, aha aşağıda: 1- İnsanoğlu her zaman kafaya takacak, kasavet yapacak, strese kesecek hedefler, idealler, meseleler bulur… Derdin biri unutulurken, bir diğeri yola çıkar… Ama her şey bir gün mutlaka unutulur… 2- Hayatta yapılan bazı gaflar ve -yanlış yörünge seçilse dahi- uğruna kelle koyulan hedefler, ilerisi için yeni keşifler yapmanıza olanak tanır… Elinizi ürkek alıştırmayın… Deneyin, yamulun... Yamulurken bir şeyler öğrendiğinizi göreceksiniz... 3- Bazı gerçekler değiştirilemez… Tıpkı altının element olması gibi… Bu son mesaj çok önemli… Bütün yazı o mesaj için yazıldı aslında... İnsanları değiştirmeye uğraşmayın… Değişmezler… Onları olduğu gibi kabul edin, yoksa laboratuarlarda ömür tüketir ve sonuçta altın elde edemezsiniz.. Bak şu değişmez gerçeği de yazın bir kenara: Ben olmasam, sizin haliniz harap! …)))
Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına girdi.Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezartaşlarının üzerindeki rakamlara takıldı. Mezartaşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 örneği, birbiriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardi. Uzun uzun düşündü, fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona sordu: 'Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına? ' dedi. 'Bu rakamların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir? ' Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı: 'Bizler bebeklerimiz doğdugu zaman, bellerine bir ip bağlarız' dedi. 'Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise, bellerindeki düğümleri sayar, düğümün sayısını mezartaşına yazarız.' Bilge kişi, karşısındaki keşişin birşey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü: 'Böylece onun, ne kadar *'yaşamış'* olduğunu anlarız.'
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi? Hiç vaktiniz yok, 'Fast live', 'Fast food', 'Fast music', 'Fast love'...
Dikte ettirilen 'yükselen değerler', 'in' ler, 'out' lar... Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını? İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza? Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız? Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir? Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında? Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
guzelikleri yaratmak icin yasamak,kendi kendisiyle yuzlesmek gibi yasamak,tirnaklarinla zorluklar karsisinda direnerek yasamak,ozgurluk dediginiz yalan ve aldatici kavrami yirtarak bir cilgin cocuk gibi sesini nehirlere birakarak yasamak,toplumu kendinle butunlestirerek yasamak,
Yaşamak hissetmektir.
bir günde olsa, sadece yaşamak yetmez.. dedi kelebek.
gün ışığı, özgürlük ve küçük bir çiçek de gerek ...
hep bir adım önde..
Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu andan ibaret
Giderine bırak işte ayağına kadar gelmiş muhabbet,Bu yüzden kaçırmamak lazım aşk gelince
Gitti mi gidiyor elden zalim zaman el koyunca...
SEZEN AKSUUUUU
Yaşamak fırsattır yararlanmayı bil...
Yaşamak güzelliktir, kıymetini bil...
Yaşamak mutluluktur, tatmayı bil...
Yaşamak rüyadır, gerçekleştirmeyi bil...
Yaşamak meydan okunmasıdır sana, karşı çıkmayı bil...
Yaşamak görevdir, tamamlamayı bil...
Yaşamak oyundur, oynamayı bil...
Yaşamak servettir, korumayı bil...
Yaşamak aşktır, sevgidir, keyfini çıkarmayı bil...
Yaşamak bilmecedir, çözmeyi bil...
Yaşamak verilmiş bir sözdür, tutmayı bil...
Yaşamak hüzündür, aşmayı bil...
Yaşamak şarkıdır, söylemeyi bil.
Yaşamak mücadeledir, kabullenmeyi bil...
Yaşamak trajedidir, göğüslemeyi bil...
Yaşamak maceradır, göze almayı bil...
Yaşamak şanstır, kullanmayı bil...
Yaşamak çok kıymetlidir, mahvetmemeyi bil...
Yaşamak, yaşamaktır, uğruna savaşmayı bil...
Ne günü kurtarmaya bakanlar,
Ne de yarına plan yapanlar, yaşıyor aslında.
Yaşıyanlar,
Saniyeleri sayıp,
Saliselerde boğulan değil,
Soluk aldığını hissedebilir olanlardır...
İşte bu...
A yaşamda başarıysa: o zaman:
A = x + y + z
X = İşimiz
Y = eğlencemiz
Z = Çenemizi kapalı tutmak gerekliliğidir...
Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu andan ibaret!
Bazıları, eski çağlarda yaşamın daha kolay olduğunu savunur… 'Oh mis gibi'dir… Tak önüne bir asma yaprağı, al eline bir mızrak, doğanın güzelliğinde huşu içinde avını yap, akşama gel onu ateşte kızart ve ye…
Sonra, gene asma yaprağından başka kıyafeti olmayan ve ha bire 'ayakkabı isterim, kürk isterim, deri etek, merserize kazak isterim, kıl isterim, yün isterim' demeyen bir hatun bul... Akşamları da onunla çiftleş… Zıbar yat.. Ne kredi kartı borcu, ne trafik kazası, ne modayı takip etme telaşı, ne okul masrafı, ne maaş zamlarının oranlarını hesaplama, ne kimlik sorunu, ne depresyon, ne moda, ne diyet, ne hatunun dırdırı, ne erkeğin kariyeri, ne aldatmak, ne borsa, ne zart, ne de zurt... Asmayı tak, avını yap, çiftleş babam çiftleş.. İşte hayat bu! ..
Değil öyle! .. Tamam onların sorunları bizim kadar karmaşık değildi ama kendi çaplarında onların da büyük problemleri vardı…Mesela bakır mızrak uçları sık sık yamuluyordu. Buna bir çare bulmaları lazımdı…
Kalayla bakırı karıştırıp bronz yapmayı akıl etmeselerdi, bükülmez mızraklara sahip olamayacaklardı.
Ve bir gün insanoğlu altını fark etti… Paslanmaz, kararmaz, hep ışıltılar saçan bir madde. Göz kamaştırıcıydı… Kamaştırdı da… Altının büyüsüne kendini kaptırıp kafayı çizenler, dağ tepe altın arayanlar bir yana, bir de -tıpkı bronz gibi- bir takım maddeleri karıştırarak altın yapabileceğini sananlar da olmuş o devirlerde… Simya ilmi nereden çıktı sanıyorsunuz? …Eh, her çağın ideali kendi içinde tutarlı, bir sonraki çağlar içinse salakça olabilir…
Bundan ikibin yıl sonra 'Atalarımız aya gitmek için amma kafa kırmışlar, ne salaklarmış' diyecekler.. Ya da ne bileyim, kanserin tedavisinin ne kadar da basit olduğunu söyleyip, bunu bulamamış olduğumuza şaşarak sonu gelmez geyik muhabbetlerine meze yapacaklar mevzuuyu…
(Allah'tan bilim adamı değilim, bilime kafayı fazla takmıyorum. İşin ucunda, yılar sonra züppelere alay konusu olmak da var.) …
Neyse işte, simyacılar 'altın yapacağız' diye debelenirlerken, bir sürü metot ve deney aleti icat etmişler ancak altın yapamamışlar. Sonuç hüsran olmuş anlayacağınız… Yıllar sonra, Rönesans rüzgarları eser ve bilim adamları eski defterleri sorgular iken anlaşılmış ki, altın bir elementtir ve başka metalleri karıştırarak altın elde etmek imkansızdır… Şimdi biz simyacılara 'Saaaaaa-laaaak, saaaaa-laaak' diye gülüyoruz değil mi? Gülmeyelim… Günahtır... Ellerindeki veri ve tecrübeler, altının bir takım karışımlarla elde edilebileceği yönündeydi... Altının bir element olduğunu o devirde bilmelerine imkan yoktu...
'Eeeee nerede bu yazının mesajı? ' derseniz, aha aşağıda:
1- İnsanoğlu her zaman kafaya takacak, kasavet yapacak, strese kesecek hedefler, idealler, meseleler bulur… Derdin biri unutulurken, bir diğeri yola çıkar… Ama her şey bir gün mutlaka unutulur…
2- Hayatta yapılan bazı gaflar ve -yanlış yörünge seçilse dahi- uğruna kelle koyulan hedefler, ilerisi için yeni keşifler yapmanıza olanak tanır… Elinizi ürkek alıştırmayın… Deneyin, yamulun... Yamulurken bir şeyler öğrendiğinizi göreceksiniz...
3- Bazı gerçekler değiştirilemez… Tıpkı altının element olması gibi…
Bu son mesaj çok önemli… Bütün yazı o mesaj için yazıldı aslında... İnsanları değiştirmeye uğraşmayın… Değişmezler… Onları olduğu gibi kabul edin, yoksa laboratuarlarda ömür tüketir ve sonuçta altın elde edemezsiniz..
Bak şu değişmez gerçeği de yazın bir kenara: Ben olmasam, sizin haliniz harap! …)))
Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına
girdi.Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna
inanıyordu. Gözleri birden mezartaşlarının üzerindeki rakamlara takıldı.
Mezartaşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 örneği,
birbiriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardi. Uzun uzun düşündü,
fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona
sordu:
'Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına? ' dedi. 'Bu rakamların gösterdikleri ay
mıdır, yıl mıdır, saat midir? '
Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı:
'Bizler bebeklerimiz doğdugu zaman, bellerine bir ip bağlarız' dedi.
'Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise,
bellerindeki düğümleri sayar, düğümün sayısını mezartaşına yazarız.'
Bilge kişi, karşısındaki keşişin birşey anlamadığını görünce açıklamasını
sürdürdü:
'Böylece onun, ne kadar *'yaşamış'* olduğunu anlarız.'
-alıntı-
bir çocuğun gözlerindeki ışıltı..
bir kaç kısa mutlu andan ibaret....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür...ve bir orman gibi kardeşcesine...
bazen sadece nefes alıp vermekten ibarettir...
ŞİMDİ YAŞAMAK ZAMANI
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, 'Fast live', 'Fast food', 'Fast music', 'Fast
love'...
Dikte ettirilen 'yükselen değerler', 'in' ler, 'out' lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere
ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size
sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program
verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki
akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı
yetmiyor?
Müşfik KENTER
yaşamak dediğin bir körebe
bir kaç ayrıntı
guzelikleri yaratmak icin yasamak,kendi kendisiyle yuzlesmek gibi yasamak,tirnaklarinla zorluklar karsisinda direnerek yasamak,ozgurluk dediginiz yalan ve aldatici kavrami yirtarak bir cilgin cocuk gibi sesini nehirlere birakarak yasamak,toplumu kendinle butunlestirerek yasamak,
iyi bi sevişmeden sonra bi çay demleyip iki yumurta kırmaktır bence................................:P
bir bakış açısından ibaret..
:)
:(
:)
:(
:)
bööle işte.....
Nefes almaktan ibaret.
küçük bi oyundu, hepimizin kaybettiği.