Adam ölmek istiyordu, ama bu ölümü hızlandırmak gibi bir gayesi yoktu... Bu çok görkemli bir eylem olurdu... O ise mütevazi bir kimseydi... Ecelinin geleceği günü bekliyordu sıkıntıyla... Olucağı size söyliyim; bu uzun süre içinde birileri elinden tutacaktı... Onu kurtardıklarını sanıcaklar, onları bunun böyle olduğuna inandıracaktır... Bilginiz olsun; değişen bir şey olmayacaktır, bu? intihar girişimi? gün gün, yıl yıl devam edecektir... Ara ara kendi gibi birine rastlayıp, onu yaşama bağlamakla oyalanacak, kendi intiharını bir süre unutacaktır... Bunu düşünemeyecek kadar meşgul olacaktır; vakit harcıycaktır...
Şekspir’in, Galile’nin, Dekart’ın, Spinoza’nın, Nevton’un çağı. Kurumlarıyla, bilim ve sanatıyla, devlet örgütlenmesiyle, ekonomik yapılanmalarıyla batı kültürünün bugüne dek uzanan genel karakterinin şekillendiği 17. yüzyıl. Bütün Avrupa’yı kasıp kavuran Otuz Yıl Savaşlarının ardından Tanrı adına öldürme fikri belleklerden silinmeye yüz tutmuş, dinsel bağnazlığın yerini rasyonellik almaktadır. Nüfus artmakta, köylerinden, topraklarından edilen, akrabalarından kopan insanlar kentleri doldurmakta, zenginleşme fırsatı bulan bir orta sınıf gelişip güçlenmektedir. Kilise dahil bütün denetimi bir elde tutan mutlakıyetçi devletler dönemidir. Geleneksel toplumsal bağlar ve ilişkiler baştan aşağı şiddetli darbelerle sarsılmakta, Avrupa ihtilallerinin yolu döşenmektedir. Thomas Hobbes (1588-1679) , işte bu gelişmelerin dönüm noktası sayılabilecek bir tarihte, 1651’de, Ejderha’yı (Leviathan) yayınladı. Ejderha devlettir. Özellikle de Fransız devleti. “Kendini tanı.” Kitabın sunuş bölümünde okuyucusuna bu tavsiyede bulunuyor. Aslında bu, insan doğasına ilişkin ileri sürdüğü önermelerine okuyucusunun da katılacağına duyduğu güvenle, onu kendi kendisiyle yüzleşmeye bir çağrıdır. Geometrik bir tutarlılıkla inşa etmeyi denediği yapıtı, insan psikolojisine ilişkin çok temel iki kabule dayanır: İnsandaki dinmek, doymak bilmez güç arzusu ve (başkasının elinden) ölüm korkusu.
“Bencil doğarız.” Bu söz, yirminci yüzyılın en çok okunan ilk yüz kitap arasına girmiş, “Bencil gen”in yazarı Richard Davkins’e ait. Kitap, 1976 yılında İngiltere’de basılmış. Genlerimizin, 'başarılı Şikago gangsterleri' gibi, son derece rekabetçi bir dünyada nasıl milyonlarca yıldır yaşamda kaldıklarının öyküsünü anlatıyor. Ona göre insan dahil her organizmanın bedeni, satranç maçını kazanmak için programlanmış bilgisayarlar gibi, bu bencil molekülleri taşımaya ve yaymaya yarayan makinelerden başka bir şey değil. Ama bu genler, her biri organizmanın bir kısmını yapan, ideal boncuklar gibi değildir. Gen, iki organizma arasındaki tek farkı yaratan şeydir, yani genetik kod veya enformasyondur. İşte beden, enformasyon biçiminde kendilerini kopyalayıp duran bu puslu, ele gelmez genleri üretme ve yayma aracıdır. Beden ölür gen kalır. Davkins, “bencil” terimini kesinlikle bir eğretileme olarak kullanmadığını söylüyor. Özellikle sosyobiyoloji ve genel olarak modern biyoloji bu terimi, güdülere (motivasyonlara) veya duygulara değil, davranışlara dayandırarak tanımlıyor: Bir varlık kendi iyiliğini veya yaşamda kalma olanaklarını arttıracak şekilde, kendisi gibi başka bir varlığın aleyhine davranıyorsa bu bencil bir davranış oluyor. Örneğin, pek çok türde, annenin yavrusuna yaptığı yardım bütünüyle karşılıksız kalır. Birey açısından, ananın yavrusuna bakması özveridir. Ama gen açısından, anayı yavrusuna baktıran genler, bakılan yavrunun bedeninde yaşamda kalacak olan bencil genlerdir. Bu merhamet bilmez aman dinlemez genlerin mahkumu muyuz? Davkins’e göre hayır. “Siz de benim gibi bireylerinin cömertçe ve bencil olmadan ortak bir iyi doğrultusunda elbirliği yaptığı bir toplum kurmak istiyorsanız” diyor Davkins, “cömertliği ve özveriyi” öğrenmek ve öğretmek zorundayız.
Bir fil tırnaklarını kırmızıya niye boyar? Kızıl erik ağaçlarının arasında gizlenebilsin diye. Bu gibi sado-mazoşist amerikan fıkralarını, ilk kez volksvagen-fil örnekleriyle tanıdık. Altmışlı yıllar bu tür fil şakaları patlamasına tanık olmuş. Nedeni hala tartışılıyor. Psikanalize dayanan bir yoruma göre, fil, baba figürünün yerine geçiyor; sanırım, altı tonu bulan ağırlığı, şahlandığında beş metreyi geçen boyu ve iki küsur metrelik mızrağı andıran dişleriyle kızışmış erkek Afrika fili olsa gerek bu fil. Fillerin insan dışında düşman bilmez bu heybetli yapıları yanında, insan yaşamına bir perspektif sunan ve memeliler dünyasında ender görülen bir özelliği daha var. Anasoylu bir topluluk yaşamı sürdürüyorlar. Hatta buna ana erki bile diyebiliriz. Çünkü, ana filin kızları ve onların yavrularından oluşan takımın, nerede duraklayacağını, nerede konuşlanacağını, hangiyönde yayılacağını bu baş ana belirliyor. İlk yürüyen o oluyor, otlamaya, su içmeye önce o başlıyor ötekiler onu izliyor.Çok kuvvetli bir dayanışma var dişi takımında, ölmekte olan bir file yardım çabaları öldükten sonra bile epey bir zaman daha sürüyor. Ortak annelik yapıyorlar, bir kısım dişi uyurken ötekiler yavruların gözetimi ve korunması için bekçilik ediyor. Dişiler arasında önderlik dövüşü olmuyor. Bazen ananın kız kardeşleri de takıma katılıyor ama hep en yaşlı ve dolayısıyla en deneyimli olan önder oluyor. Baş ana öldüğünde yerini alan ya en yaşlı kızı oluyor ya da kalanlar başka bir takıma geçiyorlar. Nüfus arttıkça genç dişiler ayrılıp başka takımlar kuruyorlar.
Üç adıl Bey sayesinde üç adıl tarihe geçti. “Ben” “Biz” ve “O.” Ben; yarı tanrı, firavun. O; uyruk, köle, serf, işçi, kadın. Biz; soy, kast, ulus, sınıf, din, ırk, mezhep, parti. En az O’ların üzerinde konuşulmuştur; “sürü,” herde; keyfimizi, rahatımızı o'ların sırtından çıkarırız. Sonra Biz gelir; “güç istenci,” der Wille zur macht; mikro/makro güç ilişkilerini soluruz. En çok Ego üzerinde durulmuştur; tanrı katili “üstün-insan,” ubermensch; tanrının halefi. Zavallı “Sen! ” bir komuta küçüldü. Sert tane yekpare bir asker egosu kurulurken, dişi, cephe gerisinde son sayılan, kalınla mübadele edilen oldu. İki dokunulmaz, mübadele ve komuta, bu iki malgöz cangöz, armağanı, imeceyi ve aşkı lanetlediler. Lambadaki cin meşhur feylosofun güç istenciyle dopdolu “üstün-insanı” değildir. Verme-istençli gönül insanıdır. Sen-ben/ben-sen insanıdır. Tek eksik bir çulsuz Alaaddin!
Vermek kendini eksiltmektir Vermenin büyüsü buradan gelir: Arzuladığını arzulayan başkasına vermek. Vermek kendi olmaktan başkası olmaya, öz olmaktan el olmaya geçmektir. Her vermenin bir almayla tamamlandığı toplumsal devrelerde bile vermeyle alma arasında geçen süre ölçüsünde risk vardır. Risk oldukça her verme öz-veridir, el-olmadır (feda ve feragat) . Feda ve feragatın yerine itimat ve emniyeti öndeleyen günümüzün risk fobiği toplumlarının başlıca kaygısıdır bu süreyi sıfırlamak hatta eksilemek. Uzatırsınız parayı alırsınız meşini. Ürkek ruhunuz durulmuyorsa, riskin eşitsiz dağılımından parsa toplayan risk göze alma şirketlerine başvurabilirsiniz. Bu toplumda verme, başkasını ve başkasının olanı kendileştirmenin yoludur. Alma-verme döngüsünün santrifüj etkisiyle bireyleri bağlanmalarından kopararak savurur. Otosentirik, egoist, narsist, otistik bireyleri çökeltir. Almaya güdülenmiş, hırslı, uzakgörüşsüz, saydamsız, yenisever, kendisiz, diyalogsuz, itirafçı, fırsatçı, hasetçi, kurnaz bu bireylerin ellerinde bu çember giderek hızlı çevrilir. Eğer bir çalıntının, elkoymanın, değerlenmenin, adam çalıştırmanın, miras kalmanın sonucu değilse ne kadar fazla verebileceğinizin haddini başta bireysel gücünüz belirler. İlk kez daha fazla verme dürtüsüyle çizilir çalışma zamanı serbest zaman ayrımı. Giderek daha fazla serbest zamanınızdan yersiniz. Sonuçta ya bu diyarı terk edeceksiniz ya da başkasından alacaksınız. Hep verme hep almanın olumsuzundan başka bir şey değildir. Hep veren varsa bir hep alan vardır. Beyle birlikte başladı daha fazla verme tutkusu. Hepimiz birimiz birimiz hepimiz için
Nietzche’nin öykülediği, dağ doruklarının ıssızlığındaki inzivasından çıkıp sıradanların arasına inen bal yüklü güneş yüzlü Zerdüşt, veremez. Verdiğini söylediği, ne vermedir ne armağan. Bir kere, dinmiştir elinden çıkardığına arzusu. Yükünü boşaltacaktır. Arzuladığı verdiği değil, başkasıdır. Vermeyi istediğini alanı arzular ama sadece bir köprüdür o. Öğrencilerin heves dolu olmaları yetmez. Ona minnet duymalarını da istemez zaten. Öğrenci olarak kalmamalıdırlar, ancak o zaman balını değil onu arzulayabilirler. Zerdüşt’ün arzuladığı kendisini arzulayandır.
Saf verme saf almadır: sevdiğinizin saçını aralayarak kulağına bir çiçek iliştirirken gülümsemesiyle gönlünden size akan sıcaklık gibi. Saf alma saf vermedir. Sıcaklık sizi sararken kollarınızın da gayri ihtiyari ona sarılıvermesi gibi Saf alma, almadan vermedir; saf verme, vermeden almadır. Vermeden alma, saf eylemsizlik; almadan verme saf eylem. Yokluk ve olma. İkisi de düşünülemeyen, ama olanaksız değil.
Aşıklar yüz yüze, arkadaşlar sırt sırtadır. Yokluk olmaya, olma yokluğa geçer aşkta. Zamanda değildir aşk, bu yüzden düşünülemez, ama olanaklıdır çünkü zamanı doğurur. Kendinizin, kendi ve başkası diye yarılışını, ikametgahınızın hangi yaka olduğunun ayırt edilemezliğini yaşarsınız. Kendiniz başkasına, kendi-başkanız başkasının kendine geçer döner. Vicdan işte böyle bir döngünün belleğidir kırık ilişkileri onaran, eli öz kılan. Aşk biz olmadan bir esrimedir. Üçüncü kişiyi kaldırmazlığı bizciliğinden gelmez, ne ki bir bedeli vardır bunun; biten aşklar tazelenemez.
Aşklar geçer arkadaşlıklar kalır. Başkalarına açıktır arkadaşlık da ondan. Dayanıklılığı, ömrüne bereket uzun ömrü buradan gelir. Ama zamanda olduğundan, kusurludur bütün arkadaşlıklar ve bütün sevgiler.
Adam ölmek istiyordu, ama bu ölümü hızlandırmak gibi bir gayesi yoktu... Bu çok görkemli bir eylem olurdu... O ise mütevazi bir kimseydi... Ecelinin geleceği günü bekliyordu sıkıntıyla... Olucağı size söyliyim; bu uzun süre içinde birileri elinden tutacaktı... Onu kurtardıklarını sanıcaklar, onları bunun böyle olduğuna inandıracaktır... Bilginiz olsun; değişen bir şey olmayacaktır, bu? intihar girişimi? gün gün, yıl yıl devam edecektir... Ara ara kendi gibi birine rastlayıp, onu yaşama bağlamakla oyalanacak, kendi intiharını bir süre unutacaktır... Bunu düşünemeyecek kadar meşgul olacaktır; vakit harcıycaktır...
Şekspir’in, Galile’nin, Dekart’ın, Spinoza’nın, Nevton’un çağı. Kurumlarıyla, bilim ve sanatıyla, devlet örgütlenmesiyle, ekonomik yapılanmalarıyla batı kültürünün bugüne dek uzanan genel karakterinin şekillendiği 17. yüzyıl. Bütün Avrupa’yı kasıp kavuran Otuz Yıl Savaşlarının ardından Tanrı adına öldürme fikri belleklerden silinmeye yüz tutmuş, dinsel bağnazlığın yerini rasyonellik almaktadır. Nüfus artmakta, köylerinden, topraklarından edilen, akrabalarından kopan insanlar kentleri doldurmakta, zenginleşme fırsatı bulan bir orta sınıf gelişip güçlenmektedir. Kilise dahil bütün denetimi bir elde tutan mutlakıyetçi devletler dönemidir. Geleneksel toplumsal bağlar ve ilişkiler baştan aşağı şiddetli darbelerle sarsılmakta, Avrupa ihtilallerinin yolu döşenmektedir. Thomas Hobbes (1588-1679) , işte bu gelişmelerin dönüm noktası sayılabilecek bir tarihte, 1651’de, Ejderha’yı (Leviathan) yayınladı. Ejderha devlettir. Özellikle de Fransız devleti.
“Kendini tanı.” Kitabın sunuş bölümünde okuyucusuna bu tavsiyede bulunuyor. Aslında bu, insan doğasına ilişkin ileri sürdüğü önermelerine okuyucusunun da katılacağına duyduğu güvenle, onu kendi kendisiyle yüzleşmeye bir çağrıdır. Geometrik bir tutarlılıkla inşa etmeyi denediği yapıtı, insan psikolojisine ilişkin çok temel iki kabule dayanır: İnsandaki dinmek, doymak bilmez güç arzusu ve (başkasının elinden) ölüm korkusu.
“Bencil doğarız.” Bu söz, yirminci yüzyılın en çok okunan ilk yüz kitap arasına girmiş, “Bencil gen”in yazarı Richard Davkins’e ait. Kitap, 1976 yılında İngiltere’de basılmış. Genlerimizin, 'başarılı Şikago gangsterleri' gibi, son derece rekabetçi bir dünyada nasıl milyonlarca yıldır yaşamda kaldıklarının öyküsünü anlatıyor. Ona göre insan dahil her organizmanın bedeni, satranç maçını kazanmak için programlanmış bilgisayarlar gibi, bu bencil molekülleri taşımaya ve yaymaya yarayan makinelerden başka bir şey değil.
Ama bu genler, her biri organizmanın bir kısmını yapan, ideal boncuklar gibi değildir. Gen, iki organizma arasındaki tek farkı yaratan şeydir, yani genetik kod veya enformasyondur. İşte beden, enformasyon biçiminde kendilerini kopyalayıp duran bu puslu, ele gelmez genleri üretme ve yayma aracıdır. Beden ölür gen kalır.
Davkins, “bencil” terimini kesinlikle bir eğretileme olarak kullanmadığını söylüyor. Özellikle sosyobiyoloji ve genel olarak modern biyoloji bu terimi, güdülere (motivasyonlara) veya duygulara değil, davranışlara dayandırarak tanımlıyor: Bir varlık kendi iyiliğini veya yaşamda kalma olanaklarını arttıracak şekilde, kendisi gibi başka bir varlığın aleyhine davranıyorsa bu bencil bir davranış oluyor. Örneğin, pek çok türde, annenin yavrusuna yaptığı yardım bütünüyle karşılıksız kalır. Birey açısından, ananın yavrusuna bakması özveridir. Ama gen açısından, anayı yavrusuna baktıran genler, bakılan yavrunun bedeninde yaşamda kalacak olan bencil genlerdir.
Bu merhamet bilmez aman dinlemez genlerin mahkumu muyuz? Davkins’e göre hayır. “Siz de benim gibi bireylerinin cömertçe ve bencil olmadan ortak bir iyi doğrultusunda elbirliği yaptığı bir toplum kurmak istiyorsanız” diyor Davkins, “cömertliği ve özveriyi” öğrenmek ve öğretmek zorundayız.
Bir fil tırnaklarını kırmızıya niye boyar? Kızıl erik ağaçlarının arasında gizlenebilsin diye. Bu gibi sado-mazoşist amerikan fıkralarını, ilk kez volksvagen-fil örnekleriyle tanıdık. Altmışlı yıllar bu tür fil şakaları patlamasına tanık olmuş. Nedeni hala tartışılıyor. Psikanalize dayanan bir yoruma göre, fil, baba figürünün yerine geçiyor; sanırım, altı tonu bulan ağırlığı, şahlandığında beş metreyi geçen boyu ve iki küsur metrelik mızrağı andıran dişleriyle kızışmış erkek Afrika fili olsa gerek bu fil.
Fillerin insan dışında düşman bilmez bu heybetli yapıları yanında, insan yaşamına bir perspektif sunan ve memeliler dünyasında ender görülen bir özelliği daha var. Anasoylu bir topluluk yaşamı sürdürüyorlar. Hatta buna ana erki bile diyebiliriz. Çünkü, ana filin kızları ve onların yavrularından oluşan takımın, nerede duraklayacağını, nerede konuşlanacağını, hangiyönde yayılacağını bu baş ana belirliyor. İlk yürüyen o oluyor, otlamaya, su içmeye önce o başlıyor ötekiler onu izliyor.Çok kuvvetli bir dayanışma var dişi takımında, ölmekte olan bir file yardım çabaları öldükten sonra bile epey bir zaman daha sürüyor. Ortak annelik yapıyorlar, bir kısım dişi uyurken ötekiler yavruların gözetimi ve korunması için bekçilik ediyor. Dişiler arasında önderlik dövüşü olmuyor. Bazen ananın kız kardeşleri de takıma katılıyor ama hep en yaşlı ve dolayısıyla en deneyimli olan önder oluyor. Baş ana öldüğünde yerini alan ya en yaşlı kızı oluyor ya da kalanlar başka bir takıma geçiyorlar. Nüfus arttıkça genç dişiler ayrılıp başka takımlar kuruyorlar.
Üç adıl
Bey sayesinde üç adıl tarihe geçti. “Ben” “Biz” ve “O.” Ben; yarı tanrı, firavun. O; uyruk, köle, serf, işçi, kadın. Biz; soy, kast, ulus, sınıf, din, ırk, mezhep, parti. En az O’ların üzerinde konuşulmuştur; “sürü,” herde; keyfimizi, rahatımızı o'ların sırtından çıkarırız. Sonra Biz gelir; “güç istenci,” der Wille zur macht; mikro/makro güç ilişkilerini soluruz. En çok Ego üzerinde durulmuştur; tanrı katili “üstün-insan,” ubermensch; tanrının halefi.
Zavallı “Sen! ” bir komuta küçüldü. Sert tane yekpare bir asker egosu kurulurken, dişi, cephe gerisinde son sayılan, kalınla mübadele edilen oldu.
İki dokunulmaz, mübadele ve komuta, bu iki malgöz cangöz, armağanı, imeceyi ve aşkı lanetlediler.
Lambadaki cin meşhur feylosofun güç istenciyle dopdolu “üstün-insanı” değildir. Verme-istençli gönül insanıdır. Sen-ben/ben-sen insanıdır.
Tek eksik bir çulsuz Alaaddin!
Vermek kendini eksiltmektir
Vermenin büyüsü buradan gelir: Arzuladığını arzulayan başkasına vermek.
Vermek kendi olmaktan başkası olmaya, öz olmaktan el olmaya geçmektir. Her vermenin bir almayla tamamlandığı toplumsal devrelerde bile vermeyle alma arasında geçen süre ölçüsünde risk vardır. Risk oldukça her verme öz-veridir, el-olmadır (feda ve feragat) .
Feda ve feragatın yerine itimat ve emniyeti öndeleyen günümüzün risk fobiği toplumlarının başlıca kaygısıdır bu süreyi sıfırlamak hatta eksilemek. Uzatırsınız parayı alırsınız meşini. Ürkek ruhunuz durulmuyorsa, riskin eşitsiz dağılımından parsa toplayan risk göze alma şirketlerine başvurabilirsiniz. Bu toplumda verme, başkasını ve başkasının olanı kendileştirmenin yoludur. Alma-verme döngüsünün santrifüj etkisiyle bireyleri bağlanmalarından kopararak savurur. Otosentirik, egoist, narsist, otistik bireyleri çökeltir. Almaya güdülenmiş, hırslı, uzakgörüşsüz, saydamsız, yenisever, kendisiz, diyalogsuz, itirafçı, fırsatçı, hasetçi, kurnaz bu bireylerin ellerinde bu çember giderek hızlı çevrilir.
Eğer bir çalıntının, elkoymanın, değerlenmenin, adam çalıştırmanın, miras kalmanın sonucu değilse ne kadar fazla verebileceğinizin haddini başta bireysel gücünüz belirler. İlk kez daha fazla verme dürtüsüyle çizilir çalışma zamanı serbest zaman ayrımı. Giderek daha fazla serbest zamanınızdan yersiniz. Sonuçta ya bu diyarı terk edeceksiniz ya da başkasından alacaksınız. Hep verme hep almanın olumsuzundan başka bir şey değildir. Hep veren varsa bir hep alan vardır. Beyle birlikte başladı daha fazla verme tutkusu.
Hepimiz birimiz birimiz hepimiz için
Nietzche’nin öykülediği, dağ doruklarının ıssızlığındaki inzivasından çıkıp sıradanların arasına inen bal yüklü güneş yüzlü Zerdüşt, veremez. Verdiğini söylediği, ne vermedir ne armağan. Bir kere, dinmiştir elinden çıkardığına arzusu. Yükünü boşaltacaktır. Arzuladığı verdiği değil, başkasıdır. Vermeyi istediğini alanı arzular ama sadece bir köprüdür o. Öğrencilerin heves dolu olmaları yetmez. Ona minnet duymalarını da istemez zaten. Öğrenci olarak kalmamalıdırlar, ancak o zaman balını değil onu arzulayabilirler. Zerdüşt’ün arzuladığı kendisini arzulayandır.
Almasız vermesizdir aşk
Saf verme saf almadır: sevdiğinizin saçını aralayarak kulağına bir çiçek iliştirirken gülümsemesiyle gönlünden size akan sıcaklık gibi. Saf alma saf vermedir. Sıcaklık sizi sararken kollarınızın da gayri ihtiyari ona sarılıvermesi gibi
Saf alma, almadan vermedir; saf verme, vermeden almadır. Vermeden alma, saf eylemsizlik; almadan verme saf eylem. Yokluk ve olma. İkisi de düşünülemeyen, ama olanaksız değil.
Aşıklar yüz yüze, arkadaşlar sırt sırtadır. Yokluk olmaya, olma yokluğa geçer aşkta. Zamanda değildir aşk, bu yüzden düşünülemez, ama olanaklıdır çünkü zamanı doğurur. Kendinizin, kendi ve başkası diye yarılışını, ikametgahınızın hangi yaka olduğunun ayırt edilemezliğini yaşarsınız. Kendiniz başkasına, kendi-başkanız başkasının kendine geçer döner. Vicdan işte böyle bir döngünün belleğidir kırık ilişkileri onaran, eli öz kılan. Aşk biz olmadan bir esrimedir. Üçüncü kişiyi kaldırmazlığı bizciliğinden gelmez, ne ki bir bedeli vardır bunun; biten aşklar tazelenemez.
Aşklar geçer arkadaşlıklar kalır. Başkalarına açıktır arkadaşlık da ondan. Dayanıklılığı, ömrüne bereket uzun ömrü buradan gelir. Ama zamanda olduğundan, kusurludur bütün arkadaşlıklar ve bütün sevgiler.
nöbetci kaldığım geceler nöbet tutar nöbetci sevgilim
nöbetlerinde hep bana nöbet getirtir nöbetci sevgilim
nöbetcinin nöbetci sevgilisi nöbet tututuyor derler
nöbetci sevgilimin nöbetci sevgilisine
fuuulya en son babalar duyar