Şairler, hayatın en ince, en karmaşık ve en renkli yönlerine özel bir mercekle bakarlar. Onlar için dünya, sıradan bir varoluş değil; anlamlarla örülü, duyguların ve düşüncelerin sonsuz bir dansıdır. Şairin gözünde bir yaprak, sadece bir yaprak değildir; rüzgarla dans eden bir hikaye, zamanın içinde kaybolan bir melodi, yaşamın küçük ama önemli bir parçasıdır.
Hayata bakışları çoğu zaman farklıdır çünkü onlar sıradan anlarda saklı güzellikleri görür, gündelik olaylarda derin anlamlar keşfederler. Acıyı, sevinci, umudu ve kederi bir arada taşırlar; bu duyguların her birini kelimelere dökerek evrensel bir dil yaratırlar. Şairler, bazen yalnızlığın, bazen kalabalığın içinde kendilerine özgü bir yol çizer; dünyayı kendi kalplerinin aynasından yansıtırlar.
Onlar için yaşam, sürekli bir sorgulama ve keşiftir. Her deneyim, her duygu yeni bir dizeye, yeni bir mısraya dönüşme potansiyeline sahiptir. Şairin hayata bakışı, cesur, özgür ve bazen de hüzünlüdür; çünkü gerçekleri saklamaz, olduğu gibi gösterir.
Sonuçta şairler, dünyaya anlam katmanın, duyguları paylaşmanın ve insan ruhunun derinliklerine inmeyi başaran seçkin yolculardır. Hayatın karmaşasında onlara kulak vermek, dünyayı daha derin, daha güzel görmenin kapılarını aralar.
Memleketim, doğasıyla, deniziyle, fındığıyla ve sıcak insanlarıyla gerçekten bambaşka bir yer. Karadeniz’in incisi Giresun, 15 şirin ilçesiyle zengin bir kültür ve doğa mozaiği sunar.
Giresun: doğası, kültürü ve insanıyla Karadeniz’in eşsiz hazinesi.
Memleketim, Karadeniz’in incisi, yeşilin bin bir tonu ve denizin mavisiyle bezenmiş, tarih ve kültür kokan bir şehir. 15 ilçesiyle her köşesi keşfedilmeyi bekleyen bir cennet gibidir.
İlçeler ve güzellikleri
Alucra: Doğanın el değmemiş güzelliklerine ev sahipliği yapan Alucra, yaylaları ve temiz havasıyla bilinir. özellikle doğa yürüyüşleri ve fotoğraf tutkunları için idealdir.
Bulancak: Giresun’un sahil ilçelerinden biri olan Bulancak, fındık bahçeleriyle ünlüdür. aynı zamanda güzel plajları ve deniz manzarasıyla yaz aylarında yoğun ilgi görür.
Çamoluk: doğal güzellikleriyle sakin bir yaşam sunan Çamoluk, tarihî evleri ve ormanlarıyla huzur arayanların adresidir.
Çanakçı: Fındık üretimiyle öne çıkan çanakçı, kültürel festivalleriyle de dikkat çeker. özellikle “çanakçı kültür ve sanat festivali” yöreye renk katar.
Dereli: Dereli’nin yaylaları, özellikle yaz aylarında serinlemek isteyenlerin uğrak yeridir. ayrıca, tarihi camileri ve doğal güzellikleriyle keşfedilmeye değer.
Doğankent: Doğa sporları için uygun alanları ve temiz yaylalarıyla bilinir. ayrıca Doğankent kalesi tarihi zenginlikler arasında yer alır.
Espiye: Espiye, sahil kasabası olmasının yanında tarihi yapıları ve doğal plajlarıyla tanınır. Fındık bahçeleri de burada oldukça yaygındır.
Eynesil: Giresun’un doğusunda yer alan Eynesil, tarihi kale kalıntıları ve sakin sahil şeridiyle huzur sunar.
Görele: Karadeniz’in güzel ilçelerinden Görele, kültürel zenginlikleri ve özellikle “Görele kemençesi” ile meşhurdur. Ayrıca deniz ürünleri açısından zengin mutfağı vardır.
Güce: Yeşilin her tonunu barındıran güce, doğal güzellikleriyle ve sakin yaşamıyla bilinir.
Keşap: Keşap, fındık bahçeleri ve doğal sahil alanlarıyla öne çıkar. Tarihi yapıları da keşfedilmeye değerdir.
Piraziz: Piraziz’in sahil kesimi ve doğal güzellikleri, ziyaretçilerine huzur verir. Bölgedeki fındık üretimi önemli bir geçim kaynağıdır.
Şebinkarahisar: Tarihî açıdan oldukça zengin bir ilçe olan Şebinkarahisar, kaleleri, eski yapıları ve kültürel mirasıyla dikkat çeker. Aynı zamanda yaylaları ve doğal güzellikleri de büyüleyicidir.
Tirebolu: Tirebolu, tarihi limanı, kalesi ve doğal plajlarıyla bilinir. burada, Karadeniz’in serin sularında yüzebilir, tarihi dokuyu keşfedebilirsiniz.
Yağlıdere: Yağlıdere, yaylaları ve doğal güzellikleriyle tanınır. ayrıca yöresel yemekleri ve kültürel etkinlikleriyle dikkat çeker.
Giresun’un öne çıkan güzellikleri Giresun kalesi: şehri tepeden kuşbakışı izleyen bu kale, tarihin izlerini taşır. Harika manzarasıyla ziyaretçileri büyüler.
Giresun yaylaları: Serin havası ve yemyeşil doğasıyla Karadeniz yaylalarının en güzellerindendir. Yazın serinlemek, doğa yürüyüşleri yapmak için birebirdir.
Giresun adası: Karadeniz’in tek adasıdır ve doğal yapısını büyük ölçüde korur. Efsanelere konu olmuş bu ada, piknik ve doğa gezileri için ideal.
Gezip görmeye değer sayısız güzellik barındırır; mesela görkemli (Giresun kalesi), serinletici (Giresun yaylaları) ve Karadeniz’in tek adası olan (Giresun adası) mutlaka keşfedilmeli.
Her köşesi ayrı bir hikaye, her insanı ayrı bir sıcaklık taşır memleketimde. Giresun, sadece bir şehir değil; yaşayan bir efsane gibidir.
mona lisa’nın gülüşü, yüzyıllardır kalplere dokunan bir sessizliktir. dudaklarının kenarında asılı kalan o ifade, bir aşka söylenmemiş sözler gibidir. ne tam bir mutluluk, ne de açık bir hüzün... birini bekler gibi, ama beklediğini belli etmeden. sevmiş ama dile getirememiş, acı çekmiş ama göstermemiş bir yüreğin izidir belki de.
ona baktığınızda, gözleriniz gülüşüne değil, bir sırra değer. çünkü o yüz, sadece çizilmemiştir; yaşanmıştır da. belki leonardo, aşkla baktığı kadını değil, aşkın kendisini resmetmiştir. ve o gülüş... zamanın içinden hâlâ fısıldar: “seni de bekledim ben. ama sustum.”
mona lisa’nın gülüşü, varoluşun anlamını sorgulayan sessiz bir davettir. onu izleyen her göz, kendine sorar: “ne hissediyorum?” çünkü bu gülüş, açık değildir. net değildir. bu yüzden de gerçektir.
leonardo da vinci, bu yüzle sadece bir kadını değil, insanın kararsızlığını, çoklu duygularını ve zamanın içindeki belirsizliğini resmetmiştir. gülüşte hem başlangıç hem son, hem umut hem teslimiyet vardır. onun yüzü, platon’un idealar dünyasından değil, tam da bu dünyanın karmaşasından doğmuştur. ve her bakan, kendi içindeki sessizliği o yüzde bulur.
mona lisa, rönesans’ın yalnızca fırçayla değil, düşünceyle de çizilmiş yüzüdür. o çağ, insanı merkeze almış, bilimi, sanatı ve aklı yeniden doğurmuştu. leonardo da vinci bu tabloda yalnızca bir portre değil, bir çağın bakışını yaratmıştır.
kadının yüzündeki gülüş, dönemin özgürleşen düşüncesini taşır. kilise baskısının gölgesinden çıkan bir birey, kendi duygusuyla karşımızdadır. o gülüş, belki de “ben de varım” diyen bir çağın, ilk kez fısıldadığı sözdür. yüzdeki gizem, yalnızca duyguların değil; zamanın, dönüşümün ve insanın tarihsel yürüyüşünün izidir.
Günümüzde en çok görülen rahatsızlıklardan biri kesinlikle “Etkileşim Hastalığı.” Belirtileri ise şöyle: Telefon elden düşmez, her beğeni bir ödül gibi hissedilir, “acaba kaç kişi yorum yaptı?” diye anbean kontrol edilir. Bu hastalık, sosyal medyanın derin sularında saklanır ve bulaşması çok kolaydır.
En kritik evresi “Gizli Takip Sendromu”dur; insanlar öyle bir hal alır ki, eski sevgililerin eski arkadaşlarının paylaşımlarını bile “zorunlu” olarak inceler. En tehlikeli an ise, beğeni gelmeyince “Acaba yanlış mı paylaştım?” paniği başlar ve birden “Bu fotoğrafı 3 kere mi yükleyeyim?” diye düşünülür.
Tedavisi ise zor! Sosyal medya detoksu denen o efsane yöntem, hastaların büyük korkusudur. Çünkü etkileşim olmadan hayatın ne tadı ne tuzu vardır! Bir mesaj gelmediğinde “Ben mi yanlış yaptım?” düşüncesi beyinde yankılanır, “Ah o gönderime yorum yapsa” hayalleri kurulur.
En garip yanıysa, bu hastalığın bulaşıcı olmasıdır. Arkadaş grubunda biri kapıldığında, diğerleri de peş peşe etkilenir. Sonuç? Ortamda “selfie” krizleri, “story” yarışmaları ve “like” avcıları kol gezer.
Ama korkmayın! Etkileşim hastalığı aslında modern zamanların en tatlı “bağımlılığı.” Hem kim sevmez ki biraz ilgi görmeyi, biraz alkışlanmayı? O yüzden, etkileşim hastasıysanız sakın üzülmeyin; hepimiz biraz sosyal medya bağımlısıyız, biraz da dijital çağın esiriyiz!
Antik Roma’da, imparatorların bazıları o kadar kendini beğenmişti ki, atlarını senatör yapmaya çalışmışlardı! Örneğin, İmparator Caligula’nın efsanevi atı Incitatus, o kadar seviliyordu ki Caligula ona mermerden bir ahır, mücevherlerle süslenmiş bir koltuk ve hatta senatörlük makamı vermeyi düşündü. Böylece, Roma’nın politikası neredeyse bir at tarafından şekillendirilebilirdi!
Bu absürt hikaye, tarih boyunca güç ve kibirin bazen ne kadar uç noktalara varabileceğinin canlı bir kanıtı olarak kalmıştır.
Anneler… Dünyanın en tatlı, en özverili varlıkları… Ama bir de garip huyları var ki, sormayın gitsin! Mesela, “Üşürsün” diye yaz-kış klima açmayı yasaklayan, yazın sıcak havada mont giymeye zorlayan annelerimiz var. Onlar için sıcaklık ölçüsü, evdeki termosun içindeki çayın sıcaklığı kadar kesin!
Bir başka huyları: Evin ortasında ansızın “Odaya bak, biraz toz var” diye kontrol turu yapmak. Sanki orada gizli bir toz canavarı saklanıyor ve annemizin radarından kaçması imkansız! Hele çocukken yapılacak her hareket, “Bunu yapma, düşersin”, “Sakın oraya gitme” uyarılarıyla doludur. Artık yürüyüşümüz bile bir macera filmine dönüşür.
Ve tabii, annelerin yemek konusunda “az ye, kilo alma” ile “tabakları bitir, israf olmasın” arasında gidip gelen o çelişkisi… Masada büyük bir psikolojik savaş var adeta! Ama hangi annede olmasın, o yemekleri gözümüz kapalı yedikten sonra bir bakarız ki, tabağımızda mucizeler yaratmışlar.
Telefonla konuşurken başka bir şey yapmama izin vermemeleri de ayrı bir mevzu. “Sana bir şey söyleyeceğim, dikkat et!” derler, sanki sırat köprüsündeyiz de bir yanlış hareketimiz sonsuz dikkat gerektiriyor.
Ama en güzeli, annelerin o her haliyle, garip huylarıyla bile içimizi ısıtan sevgileri. Çünkü onlar, o gariplikleriyle bizim için dünyadaki en güvenli limandır.
Aşk dediğimiz o karmaşık duygu, kadın ve erkek için bazen adeta iki farklı evrenden gelmiş gibi anlaşılır. Kadınlar aşka “Netflix ve çikolata gecesi” gibi yaklaşıyor; duyguların derinliklerine dalmak, hissettiklerini anlatmak, mesajların anlamını çözüp “beni ne kadar düşündüğünü” saymak onların hobisi. Erkekler ise aşkı çoğunlukla “uzaktan kumanda ve pizza siparişi” gibi görüyor: Sessiz, pratik ve doğrudan işe yarayan bir şey.
Kadınların aşk dilinde, “Sen nasılsın?” sorusu aslında “Beni düşünüyor musun?” anlamına gelir; ama erkeklerin cevabı çoğunlukla “İyiyim” olur. Burada iletişim krizi başlar. Kadın “Bu kadar kısa cevap olur mu?” diye içlenirken, erkek “Ne bekliyorsun, bu kadar mı detaylı olsun?” diye düşünüyor. İşte o an, aşkın renkli oyunları başlar.
Kadın, sevgisini dokunuşlarla, sohbetle, küçük sürprizlerle gösterirken; erkek bazen aşkını “Bira aldım” veya “Kumandayı sana verdim” gibi eylemlerle anlatmaya çalışır. Kadın bu davranışları “Ne kadar düşüncelisin” diye okurken, erkek “Ben işte aşkımı böyle ifade ederim” diye kendi dilinde sevgi sunar. Sonuç? Komik ama tatlı bir dil karmaşası.
Bir de kadınların aşkı “On dakika ağlayayım, sen sarıl, her şey geçer” şeklinde yaşama biçimi var; erkekler ise “Problemi çöz, sonra konuşuruz” der. Kadın biraz yumuşak yumuşak dokunmayı ister; erkek ise doğrudan problemi halletmeye çalışır. Arada bir şaka vardır, “Biz savaşçıyız, biz ağlamayız” diye; ama kadın “Sen de biraz duygusallaş, belki kalbim biraz daha hızlı atar” diye karşılık verir.
Ama işin sırrı şu ki, tüm bu farklılıklar aşkı renklendirir. Kadın ve erkek, farklı kanallardan sevmeyi öğrenir; birbirinin dilini çözmeye çalışırken aslında kendi kalplerini de büyütür. Aşk, bazen “Ben sana kırmızı güller aldım” derken, “Sen bana en sevdiğim yemekleri yaptın” demektir. Birinin dili sözlerken, diğerinin dili davranışlardır; ama iki dil de aynı kalbi konuşur.
Yani sonuç olarak, kadın ve erkek aşkı, farklı gezegenlerden gelen iki astronotun aynı gemide yol alması gibidir. Bazen iletişim kopar, bazen rota şaşar ama birlikte yol almak, yıldızlara ulaşmak her şeye değer. Çünkü aşk, farklarla değil; paylaşılan o eşsiz duyguyla büyür.
İnternetin sunduğu sınırsız imkânlarla birlikte hayatımıza birçok kolaylık girdi. Ama her kolaylığın bir bedeli oluyor. Sanal kumar da bu kolaylıkların içindeki en tehlikelilerden biri. Başta sadece eğlence gibi görünür. Boş zamanları geçirmek, biraz heyecan yaşamak ya da ufak kazançlar elde etmek için bir oyun gibi başlar. Ama zamanla bu oyunun ipleri kişinin elinden kaymaya başlar.
Sanal kumar, adı üzerinde sanal; ama etkileri fazlasıyla gerçek. İnsan bazen kaybettiği parayı değil, kendini aramaya başlar o ekranlarda. giderek daha çok oynamak ister. kaybettikçe “geri kazanırım” der, kazandıkça “daha fazlası olur” umuduna kapılır. Bir kısır döngüdür bu. sonunda oyun oynamazsın artık; oyun seni oynar.
Bu bağımlılığın farkına varmak da kolay değildir. Çünkü fiziksel bir madde yok ortada, içki ya da sigara gibi elle tutulur bir şey değil. Ama ruhu kemiren, zamanı çalan, ilişkileri koparan görünmez bir zincir gibi. Kimi ailesinden gizli oynar, kimi borçlanır ama hâlâ “bir daha olmayacak” der. oysa her “son kez” sözü, yeni bir başlangıç olur.
Bu bağımlılık sadece parayla ilgili değil. daha çok duygularla ilgili. Yalnızlıkla, boşlukla, bastırılmış acılarla. Sanal kumar bir kaçış yolu gibi sunulur. ama o kaçış, insanı en çok kendine yaklaştırır. Çünkü insan oynarken değil, kaybederken kendini fark eder.
Zararları gözle görülür hale geldiğinde ise çoğu zaman çok geçtir. Borçlar büyür, güven sarsılır, işten ya da okuldan kopmalar başlar. Uykusuzluk, stres, öfke, pişmanlık… bunlar hep peşinden gelir. bir de “keşke”ler. En çok da onlar yakar içini insanın.
Ama kurtuluş mümkündür. önce insan kendine itiraf etmeli. “evet, ben bu durumu kontrol edemiyorum.” demek, ilk ve belki de en zor adımdır. Sonrasında yardım aramak, profesyonel destek almak, konuşmak, anlatmak… Bunların hepsi iyileşmenin yollarıdır. Kimse bu yükü tek başına taşımak zorunda değil.
Ayrıca sadece bırakmak yetmez. Yerine bir şey koymak gerekir. Yeni alışkanlıklar, yeni uğraşlar, yeni çevreler… Hayatın başka alanlarında da kazanmak mümkün; ama en önemlisi kendini yeniden kazanmak.
Sanal kumar bağımlılığı; fark edilmesi zor ama sonuçları derin bir yaradır. Ve her yara gibi, zamanında müdahale edilirse iyileşir. Bu yazı, belki birilerinin ilk adımı olur. Belki bir sessiz çığlığa tercüman. kim bilir, bazen en büyük kazanç, kaybetmemeyi öğrenmektir.
Atatürk gibi ben de yanımdan kitapları hiç eksik etmem. gittiğim her yere, yanında binlerce hayatın ve düşüncenin saklı olduğu o kutsal sayfaları götürürüm. onun gibi, okurken kelimelerin arasına notlar bırakırım; bazen kâğıtlara, bazen kitapların sayfalarına… sanki o an, zamanın ve mekanın ötesinde, onunla aynı odada, aynı havayı soluyormuşuz gibi… her satırda onun ruhunu hissederim; onun hayallerini, umudunu, acısını ve cesaretini.
Yurtdışından gelen her yeni kitap, bana ona biraz daha yakınlaşmak için bir fırsat gibi gelir. Atatürk gibi ben de kelimelerle değil belki, ama kalbimle yazıyorum; onunla aynı sevdayı taşıyorum. onun kitap sevgisi, benim içimde bir ateş gibi yanıyor; o ateş, yalnızca bilgiye değil, insanlığa ve özgürlüğe olan inancın da simgesi.
Belki onun kadar büyük eserler yazamam, ama onun bıraktığı mirasın yükünü her gün yüreğimde hissediyorum. Kitaplarımız, bizim aramızdaki sessiz bir köprü, zaman ve mesafeleri aşan bir bağ. Her açtığım sayfa, onun ışığında yürüdüğüm yolun yeniden hatırlanması; her aldığım not, ona yazılmış bir sevgi mektubu gibi… ve bu sevgi, yaşamımın en derin, en gerçek mirası.
Kim demiş yalnızlık sıkıcıdır diye? Münzevi Zeyrek tam tersini kanıtlıyor! Şiir dünyasının gizemli kahramanı, kalemini kuşanıp Zeyrek’in arka sokaklarında hem yalnız hem de çok kalabalık. Çünkü onun dünyasında kelimeler en iyi dost, mısralar ise en sadık yoldaş.
Münzevi Zeyrek, adeta şiirlerin Ninja’sı: Sessizce gelir, derinlere işler, kimse fark etmez ama etkisi uzun sürer. Şiirlerinde ne çok laf ne de boşluk; tam kararında, tam zamanında. Onun dünyasında kahve kokusu, eski defterlerin hışırtısı ve hafif bir melankoli vardır ama sakın yanılmayın, bu melankoli içinde gizlenmiş devasa bir espri anlayışı da bulunur.
Belki de en büyük sırrı, “Münzevi” kelimesini tam da Zeyrek gibi eski ve mistik bir semtle birleştirmesi. Yani “kendi halinde ama derinliği olan, şehir içinde saklanmış bir bilge.” Hani derler ya, “sessizlik bazen en yüksek sestir” diye; Münzevi Zeyrek bu sessizliği kelimeleriyle haykırıyor.
Şimdi hazır ol, çünkü o bu satırları okurken, kahvesini yudumluyor, etrafı izliyor ve yeni şiirinin esprili dizesini düşünüyor. Belki de sen bir gün onun Münzevi Zeyrek’le tanışmasını sağlayan şanslı kişilerdensin!
Şairler, hayatın en ince, en karmaşık ve en renkli yönlerine özel bir mercekle bakarlar. Onlar için dünya, sıradan bir varoluş değil; anlamlarla örülü, duyguların ve düşüncelerin sonsuz bir dansıdır. Şairin gözünde bir yaprak, sadece bir yaprak değildir; rüzgarla dans eden bir hikaye, zamanın içinde kaybolan bir melodi, yaşamın küçük ama önemli bir parçasıdır.
Hayata bakışları çoğu zaman farklıdır çünkü onlar sıradan anlarda saklı güzellikleri görür, gündelik olaylarda derin anlamlar keşfederler. Acıyı, sevinci, umudu ve kederi bir arada taşırlar; bu duyguların her birini kelimelere dökerek evrensel bir dil yaratırlar. Şairler, bazen yalnızlığın, bazen kalabalığın içinde kendilerine özgü bir yol çizer; dünyayı kendi kalplerinin aynasından yansıtırlar.
Onlar için yaşam, sürekli bir sorgulama ve keşiftir. Her deneyim, her duygu yeni bir dizeye, yeni bir mısraya dönüşme potansiyeline sahiptir. Şairin hayata bakışı, cesur, özgür ve bazen de hüzünlüdür; çünkü gerçekleri saklamaz, olduğu gibi gösterir.
Sonuçta şairler, dünyaya anlam katmanın, duyguları paylaşmanın ve insan ruhunun derinliklerine inmeyi başaran seçkin yolculardır. Hayatın karmaşasında onlara kulak vermek, dünyayı daha derin, daha güzel görmenin kapılarını aralar.
Memleketim, doğasıyla, deniziyle, fındığıyla ve sıcak insanlarıyla gerçekten bambaşka bir yer. Karadeniz’in incisi Giresun, 15 şirin ilçesiyle zengin bir kültür ve doğa mozaiği sunar.
Giresun ilçeleri:
Alucra, Bulancak, Çamoluk, Çanakçı, Dereli, Doğankent, Espiye, Eynesil, Görele, Güce, Keşap, Piraziz, Şebinkarahisar, Tirebolu ve Yağlıdere.
Giresun: doğası, kültürü ve insanıyla Karadeniz’in eşsiz hazinesi.
Memleketim, Karadeniz’in incisi, yeşilin bin bir tonu ve denizin mavisiyle bezenmiş, tarih ve kültür kokan bir şehir. 15 ilçesiyle her köşesi keşfedilmeyi bekleyen bir cennet gibidir.
İlçeler ve güzellikleri
Alucra:
Doğanın el değmemiş güzelliklerine ev sahipliği yapan Alucra, yaylaları ve temiz havasıyla bilinir. özellikle doğa yürüyüşleri ve fotoğraf tutkunları için idealdir.
Bulancak:
Giresun’un sahil ilçelerinden biri olan Bulancak, fındık bahçeleriyle ünlüdür. aynı zamanda güzel plajları ve deniz manzarasıyla yaz aylarında yoğun ilgi görür.
Çamoluk:
doğal güzellikleriyle sakin bir yaşam sunan Çamoluk, tarihî evleri ve ormanlarıyla huzur arayanların adresidir.
Çanakçı:
Fındık üretimiyle öne çıkan çanakçı, kültürel festivalleriyle de dikkat çeker. özellikle “çanakçı kültür ve sanat festivali” yöreye renk katar.
Dereli:
Dereli’nin yaylaları, özellikle yaz aylarında serinlemek isteyenlerin uğrak yeridir. ayrıca, tarihi camileri ve doğal güzellikleriyle keşfedilmeye değer.
Doğankent:
Doğa sporları için uygun alanları ve temiz yaylalarıyla bilinir. ayrıca Doğankent kalesi tarihi zenginlikler arasında yer alır.
Espiye:
Espiye, sahil kasabası olmasının yanında tarihi yapıları ve doğal plajlarıyla tanınır. Fındık bahçeleri de burada oldukça yaygındır.
Eynesil:
Giresun’un doğusunda yer alan Eynesil, tarihi kale kalıntıları ve sakin sahil şeridiyle huzur sunar.
Görele:
Karadeniz’in güzel ilçelerinden Görele, kültürel zenginlikleri ve özellikle “Görele kemençesi” ile meşhurdur. Ayrıca deniz ürünleri açısından zengin mutfağı vardır.
Güce:
Yeşilin her tonunu barındıran güce, doğal güzellikleriyle ve sakin yaşamıyla bilinir.
Keşap:
Keşap, fındık bahçeleri ve doğal sahil alanlarıyla öne çıkar. Tarihi yapıları da keşfedilmeye değerdir.
Piraziz:
Piraziz’in sahil kesimi ve doğal güzellikleri, ziyaretçilerine huzur verir. Bölgedeki fındık üretimi önemli bir geçim kaynağıdır.
Şebinkarahisar:
Tarihî açıdan oldukça zengin bir ilçe olan Şebinkarahisar, kaleleri, eski yapıları ve kültürel mirasıyla dikkat çeker. Aynı zamanda yaylaları ve doğal güzellikleri de büyüleyicidir.
Tirebolu:
Tirebolu, tarihi limanı, kalesi ve doğal plajlarıyla bilinir. burada, Karadeniz’in serin sularında yüzebilir, tarihi dokuyu keşfedebilirsiniz.
Yağlıdere:
Yağlıdere, yaylaları ve doğal güzellikleriyle tanınır. ayrıca yöresel yemekleri ve kültürel etkinlikleriyle dikkat çeker.
Giresun’un öne çıkan güzellikleri
Giresun kalesi: şehri tepeden kuşbakışı izleyen bu kale, tarihin izlerini taşır. Harika manzarasıyla ziyaretçileri büyüler.
Giresun yaylaları: Serin havası ve yemyeşil doğasıyla Karadeniz yaylalarının en güzellerindendir. Yazın serinlemek, doğa yürüyüşleri yapmak için birebirdir.
Giresun adası: Karadeniz’in tek adasıdır ve doğal yapısını büyük ölçüde korur. Efsanelere konu olmuş bu ada, piknik ve doğa gezileri için ideal.
Gezip görmeye değer sayısız güzellik barındırır; mesela görkemli (Giresun kalesi), serinletici (Giresun yaylaları) ve Karadeniz’in tek adası olan (Giresun adası) mutlaka keşfedilmeli.
Her köşesi ayrı bir hikaye, her insanı ayrı bir sıcaklık taşır memleketimde. Giresun, sadece bir şehir değil; yaşayan bir efsane gibidir.
mona lisa’nın gülüşü, yüzyıllardır kalplere dokunan bir sessizliktir. dudaklarının kenarında asılı kalan o ifade, bir aşka söylenmemiş sözler gibidir. ne tam bir mutluluk, ne de açık bir hüzün... birini bekler gibi, ama beklediğini belli etmeden. sevmiş ama dile getirememiş, acı çekmiş ama göstermemiş bir yüreğin izidir belki de.
ona baktığınızda, gözleriniz gülüşüne değil, bir sırra değer. çünkü o yüz, sadece çizilmemiştir; yaşanmıştır da. belki leonardo, aşkla baktığı kadını değil, aşkın kendisini resmetmiştir. ve o gülüş... zamanın içinden hâlâ fısıldar: “seni de bekledim ben. ama sustum.”
mona lisa’nın gülüşü, varoluşun anlamını sorgulayan sessiz bir davettir. onu izleyen her göz, kendine sorar: “ne hissediyorum?” çünkü bu gülüş, açık değildir. net değildir. bu yüzden de gerçektir.
leonardo da vinci, bu yüzle sadece bir kadını değil, insanın kararsızlığını, çoklu duygularını ve zamanın içindeki belirsizliğini resmetmiştir. gülüşte hem başlangıç hem son, hem umut hem teslimiyet vardır. onun yüzü, platon’un idealar dünyasından değil, tam da bu dünyanın karmaşasından doğmuştur. ve her bakan, kendi içindeki sessizliği o yüzde bulur.
mona lisa, rönesans’ın yalnızca fırçayla değil, düşünceyle de çizilmiş yüzüdür. o çağ, insanı merkeze almış, bilimi, sanatı ve aklı yeniden doğurmuştu. leonardo da vinci bu tabloda yalnızca bir portre değil, bir çağın bakışını yaratmıştır.
kadının yüzündeki gülüş, dönemin özgürleşen düşüncesini taşır. kilise baskısının gölgesinden çıkan bir birey, kendi duygusuyla karşımızdadır. o gülüş, belki de “ben de varım” diyen bir çağın, ilk kez fısıldadığı sözdür. yüzdeki gizem, yalnızca duyguların değil; zamanın, dönüşümün ve insanın tarihsel yürüyüşünün izidir.
Günümüzde en çok görülen rahatsızlıklardan biri kesinlikle “Etkileşim Hastalığı.” Belirtileri ise şöyle: Telefon elden düşmez, her beğeni bir ödül gibi hissedilir, “acaba kaç kişi yorum yaptı?” diye anbean kontrol edilir. Bu hastalık, sosyal medyanın derin sularında saklanır ve bulaşması çok kolaydır.
En kritik evresi “Gizli Takip Sendromu”dur; insanlar öyle bir hal alır ki, eski sevgililerin eski arkadaşlarının paylaşımlarını bile “zorunlu” olarak inceler. En tehlikeli an ise, beğeni gelmeyince “Acaba yanlış mı paylaştım?” paniği başlar ve birden “Bu fotoğrafı 3 kere mi yükleyeyim?” diye düşünülür.
Tedavisi ise zor! Sosyal medya detoksu denen o efsane yöntem, hastaların büyük korkusudur. Çünkü etkileşim olmadan hayatın ne tadı ne tuzu vardır! Bir mesaj gelmediğinde “Ben mi yanlış yaptım?” düşüncesi beyinde yankılanır, “Ah o gönderime yorum yapsa” hayalleri kurulur.
En garip yanıysa, bu hastalığın bulaşıcı olmasıdır. Arkadaş grubunda biri kapıldığında, diğerleri de peş peşe etkilenir. Sonuç? Ortamda “selfie” krizleri, “story” yarışmaları ve “like” avcıları kol gezer.
Ama korkmayın! Etkileşim hastalığı aslında modern zamanların en tatlı “bağımlılığı.” Hem kim sevmez ki biraz ilgi görmeyi, biraz alkışlanmayı? O yüzden, etkileşim hastasıysanız sakın üzülmeyin; hepimiz biraz sosyal medya bağımlısıyız, biraz da dijital çağın esiriyiz!
Antik Roma’da, imparatorların bazıları o kadar kendini beğenmişti ki, atlarını senatör yapmaya çalışmışlardı! Örneğin, İmparator Caligula’nın efsanevi atı Incitatus, o kadar seviliyordu ki Caligula ona mermerden bir ahır, mücevherlerle süslenmiş bir koltuk ve hatta senatörlük makamı vermeyi düşündü. Böylece, Roma’nın politikası neredeyse bir at tarafından şekillendirilebilirdi!
Bu absürt hikaye, tarih boyunca güç ve kibirin bazen ne kadar uç noktalara varabileceğinin canlı bir kanıtı olarak kalmıştır.
Anneler… Dünyanın en tatlı, en özverili varlıkları… Ama bir de garip huyları var ki, sormayın gitsin! Mesela, “Üşürsün” diye yaz-kış klima açmayı yasaklayan, yazın sıcak havada mont giymeye zorlayan annelerimiz var. Onlar için sıcaklık ölçüsü, evdeki termosun içindeki çayın sıcaklığı kadar kesin!
Bir başka huyları: Evin ortasında ansızın “Odaya bak, biraz toz var” diye kontrol turu yapmak. Sanki orada gizli bir toz canavarı saklanıyor ve annemizin radarından kaçması imkansız! Hele çocukken yapılacak her hareket, “Bunu yapma, düşersin”, “Sakın oraya gitme” uyarılarıyla doludur. Artık yürüyüşümüz bile bir macera filmine dönüşür.
Ve tabii, annelerin yemek konusunda “az ye, kilo alma” ile “tabakları bitir, israf olmasın” arasında gidip gelen o çelişkisi… Masada büyük bir psikolojik savaş var adeta! Ama hangi annede olmasın, o yemekleri gözümüz kapalı yedikten sonra bir bakarız ki, tabağımızda mucizeler yaratmışlar.
Telefonla konuşurken başka bir şey yapmama izin vermemeleri de ayrı bir mevzu. “Sana bir şey söyleyeceğim, dikkat et!” derler, sanki sırat köprüsündeyiz de bir yanlış hareketimiz sonsuz dikkat gerektiriyor.
Ama en güzeli, annelerin o her haliyle, garip huylarıyla bile içimizi ısıtan sevgileri. Çünkü onlar, o gariplikleriyle bizim için dünyadaki en güvenli limandır.
Aşk dediğimiz o karmaşık duygu, kadın ve erkek için bazen adeta iki farklı evrenden gelmiş gibi anlaşılır. Kadınlar aşka “Netflix ve çikolata gecesi” gibi yaklaşıyor; duyguların derinliklerine dalmak, hissettiklerini anlatmak, mesajların anlamını çözüp “beni ne kadar düşündüğünü” saymak onların hobisi. Erkekler ise aşkı çoğunlukla “uzaktan kumanda ve pizza siparişi” gibi görüyor: Sessiz, pratik ve doğrudan işe yarayan bir şey.
Kadınların aşk dilinde, “Sen nasılsın?” sorusu aslında “Beni düşünüyor musun?” anlamına gelir; ama erkeklerin cevabı çoğunlukla “İyiyim” olur. Burada iletişim krizi başlar. Kadın “Bu kadar kısa cevap olur mu?” diye içlenirken, erkek “Ne bekliyorsun, bu kadar mı detaylı olsun?” diye düşünüyor. İşte o an, aşkın renkli oyunları başlar.
Kadın, sevgisini dokunuşlarla, sohbetle, küçük sürprizlerle gösterirken; erkek bazen aşkını “Bira aldım” veya “Kumandayı sana verdim” gibi eylemlerle anlatmaya çalışır. Kadın bu davranışları “Ne kadar düşüncelisin” diye okurken, erkek “Ben işte aşkımı böyle ifade ederim” diye kendi dilinde sevgi sunar. Sonuç? Komik ama tatlı bir dil karmaşası.
Bir de kadınların aşkı “On dakika ağlayayım, sen sarıl, her şey geçer” şeklinde yaşama biçimi var; erkekler ise “Problemi çöz, sonra konuşuruz” der. Kadın biraz yumuşak yumuşak dokunmayı ister; erkek ise doğrudan problemi halletmeye çalışır. Arada bir şaka vardır, “Biz savaşçıyız, biz ağlamayız” diye; ama kadın “Sen de biraz duygusallaş, belki kalbim biraz daha hızlı atar” diye karşılık verir.
Ama işin sırrı şu ki, tüm bu farklılıklar aşkı renklendirir. Kadın ve erkek, farklı kanallardan sevmeyi öğrenir; birbirinin dilini çözmeye çalışırken aslında kendi kalplerini de büyütür. Aşk, bazen “Ben sana kırmızı güller aldım” derken, “Sen bana en sevdiğim yemekleri yaptın” demektir. Birinin dili sözlerken, diğerinin dili davranışlardır; ama iki dil de aynı kalbi konuşur.
Yani sonuç olarak, kadın ve erkek aşkı, farklı gezegenlerden gelen iki astronotun aynı gemide yol alması gibidir. Bazen iletişim kopar, bazen rota şaşar ama birlikte yol almak, yıldızlara ulaşmak her şeye değer. Çünkü aşk, farklarla değil; paylaşılan o eşsiz duyguyla büyür.
İnternetin sunduğu sınırsız imkânlarla birlikte hayatımıza birçok kolaylık girdi. Ama her kolaylığın bir bedeli oluyor. Sanal kumar da bu kolaylıkların içindeki en tehlikelilerden biri. Başta sadece eğlence gibi görünür. Boş zamanları geçirmek, biraz heyecan yaşamak ya da ufak kazançlar elde etmek için bir oyun gibi başlar. Ama zamanla bu oyunun ipleri kişinin elinden kaymaya başlar.
Sanal kumar, adı üzerinde sanal; ama etkileri fazlasıyla gerçek. İnsan bazen kaybettiği parayı değil, kendini aramaya başlar o ekranlarda. giderek daha çok oynamak ister. kaybettikçe “geri kazanırım” der, kazandıkça “daha fazlası olur” umuduna kapılır. Bir kısır döngüdür bu. sonunda oyun oynamazsın artık; oyun seni oynar.
Bu bağımlılığın farkına varmak da kolay değildir. Çünkü fiziksel bir madde yok ortada, içki ya da sigara gibi elle tutulur bir şey değil. Ama ruhu kemiren, zamanı çalan, ilişkileri koparan görünmez bir zincir gibi. Kimi ailesinden gizli oynar, kimi borçlanır ama hâlâ “bir daha olmayacak” der. oysa her “son kez” sözü, yeni bir başlangıç olur.
Bu bağımlılık sadece parayla ilgili değil. daha çok duygularla ilgili. Yalnızlıkla, boşlukla, bastırılmış acılarla. Sanal kumar bir kaçış yolu gibi sunulur. ama o kaçış, insanı en çok kendine yaklaştırır. Çünkü insan oynarken değil, kaybederken kendini fark eder.
Zararları gözle görülür hale geldiğinde ise çoğu zaman çok geçtir. Borçlar büyür, güven sarsılır, işten ya da okuldan kopmalar başlar. Uykusuzluk, stres, öfke, pişmanlık… bunlar hep peşinden gelir. bir de “keşke”ler. En çok da onlar yakar içini insanın.
Ama kurtuluş mümkündür. önce insan kendine itiraf etmeli. “evet, ben bu durumu kontrol edemiyorum.” demek, ilk ve belki de en zor adımdır. Sonrasında yardım aramak, profesyonel destek almak, konuşmak, anlatmak… Bunların hepsi iyileşmenin yollarıdır. Kimse bu yükü tek başına taşımak zorunda değil.
Ayrıca sadece bırakmak yetmez. Yerine bir şey koymak gerekir. Yeni alışkanlıklar, yeni uğraşlar, yeni çevreler… Hayatın başka alanlarında da kazanmak mümkün; ama en önemlisi kendini yeniden kazanmak.
Sanal kumar bağımlılığı; fark edilmesi zor ama sonuçları derin bir yaradır. Ve her yara gibi, zamanında müdahale edilirse iyileşir. Bu yazı, belki birilerinin ilk adımı olur. Belki bir sessiz çığlığa tercüman. kim bilir, bazen en büyük kazanç, kaybetmemeyi öğrenmektir.
Atatürk gibi ben de yanımdan kitapları hiç eksik etmem. gittiğim her yere, yanında binlerce hayatın ve düşüncenin saklı olduğu o kutsal sayfaları götürürüm. onun gibi, okurken kelimelerin arasına notlar bırakırım; bazen kâğıtlara, bazen kitapların sayfalarına… sanki o an, zamanın ve mekanın ötesinde, onunla aynı odada, aynı havayı soluyormuşuz gibi… her satırda onun ruhunu hissederim; onun hayallerini, umudunu, acısını ve cesaretini.
Yurtdışından gelen her yeni kitap, bana ona biraz daha yakınlaşmak için bir fırsat gibi gelir. Atatürk gibi ben de kelimelerle değil belki, ama kalbimle yazıyorum; onunla aynı sevdayı taşıyorum. onun kitap sevgisi, benim içimde bir ateş gibi yanıyor; o ateş, yalnızca bilgiye değil, insanlığa ve özgürlüğe olan inancın da simgesi.
Belki onun kadar büyük eserler yazamam, ama onun bıraktığı mirasın yükünü her gün yüreğimde hissediyorum. Kitaplarımız, bizim aramızdaki sessiz bir köprü, zaman ve mesafeleri aşan bir bağ. Her açtığım sayfa, onun ışığında yürüdüğüm yolun yeniden hatırlanması; her aldığım not, ona yazılmış bir sevgi mektubu gibi… ve bu sevgi, yaşamımın en derin, en gerçek mirası.
Kim demiş yalnızlık sıkıcıdır diye? Münzevi Zeyrek tam tersini kanıtlıyor! Şiir dünyasının gizemli kahramanı, kalemini kuşanıp Zeyrek’in arka sokaklarında hem yalnız hem de çok kalabalık. Çünkü onun dünyasında kelimeler en iyi dost, mısralar ise en sadık yoldaş.
Münzevi Zeyrek, adeta şiirlerin Ninja’sı: Sessizce gelir, derinlere işler, kimse fark etmez ama etkisi uzun sürer. Şiirlerinde ne çok laf ne de boşluk; tam kararında, tam zamanında. Onun dünyasında kahve kokusu, eski defterlerin hışırtısı ve hafif bir melankoli vardır ama sakın yanılmayın, bu melankoli içinde gizlenmiş devasa bir espri anlayışı da bulunur.
Belki de en büyük sırrı, “Münzevi” kelimesini tam da Zeyrek gibi eski ve mistik bir semtle birleştirmesi. Yani “kendi halinde ama derinliği olan, şehir içinde saklanmış bir bilge.” Hani derler ya, “sessizlik bazen en yüksek sestir” diye; Münzevi Zeyrek bu sessizliği kelimeleriyle haykırıyor.
Şimdi hazır ol, çünkü o bu satırları okurken, kahvesini yudumluyor, etrafı izliyor ve yeni şiirinin esprili dizesini düşünüyor. Belki de sen bir gün onun Münzevi Zeyrek’le tanışmasını sağlayan şanslı kişilerdensin!