bak bulutlara aziz’im şükür ki bir rüzgar var esmese, ayırmasa onları birbirinden göğü hiç anlamayacaklar
nasıl da yalnızlar bizim gibi onlar gibi kazara bir kuş karışsa aralarına o kuşa yoğunlaşıp kanatlarına ağlayacaklar
ağırlaşacaklar aziz’im ağırlaşacaklar
bak kollarına ve sonra dal bil onları dal olmayan ne bilsin bir kuşun yükünü ne bilsin yalnızlığın kalabalık bir ormana kabuk kabuk döküldüğünü
yalnız değilsin aziz’im hiç değilsin kov yüzündeki ötücü ifadeleri boşuna kanatlarında o etlenen korku sen hiç gördün mü bir ağacın dallarından ayrı kuruduğunu
Yiğit harmanları, yığınaklar, Kurulmuş çetin dağlarında vatanların. Dize getirilmiş haydutlar, Hayınlar, amana gelmiş, Yetim hakkı sorulmuş, Hesap görülmüş. Demdir bu...
Demdir, Derya dibinde yangınlar, Kan kesmiş ovalar üstünde Mayıs... Uçmuş, bir kuştüyü hafifliğinde, Çelik kadavrası korugan\'ların. Ölünmüş, canım,ölünmüş Murad alınmış...
Gelgelelim, Beter, bize kısmetmiş. Ölüm, böyle altı okka koymaz adama, Susmak ve beklemek, müthiş Genciz, namlu gibi, Ve çatal yürek, Barışa, bayrama hasret Uykulara, derin, kaygısız, rahat, Otuziki dişimizle gülmeğe, Doyasıya sevişmeğe,yemeğe... Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri, Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret Ve asıl biz biliriz kederi.
İçim, bir suskunsa tekin mi ola? O Malta bıçağı,kınsız,uyanık, Ve genç bir mısradır Filinta endam... Neden, neden alnındaki yıkkınlık, Bakışlarındaki öldüren buğu? Kaç yol ağlamaklı oluyorum geceleri... Nasıl da almış aklımı, Sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan, Dost, düşman söz eder kendi kavlince, Kınanmak, yiğit başına. Bu, ne ayıp, ne de yasak, Öylece bir gerçek, kendi halinde, Belki, yaşamama sebep...
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu. Hani, kurşun sıksan geçmez geceden, Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık... Ve zehir - zıkkım cıgaram. Gene bir cehennem var yastığımda, Gel artık...
Bu seviye iyi değil arkadaşlar. Her ne kadar serbest de olsa bu kürsüye bu seviye yakışmıyor.
Biz insanlar farklılıklarımızla güzeliz, ayrı ayrı renklerimizle ve birbirimizden bu sayede bir şeyler öğreniriz. Bu kürsü eğitici ve öğretici olmalı. Birbirimize tahammül etme sınırlarımızı sorgulayıp ona göre bir duruş belirlemeliyiz.
biletimi, kör bir piyangocunun titreyen ellerinden çekiyorum savrulmuş hayatıma bir amorti vursa bu, en büyük ikramiye bana!
sen'lerden örülmüş bir duvarın kenarından yürüyorum sen'lerden örülmüş o duvara tutunarak yalnızlıklardan kaçıyorum güya yalnızlıklarıma birer davetiye gönderirken
ben o sen'leri bölüyorum o sen'ler beni bölük pörçük hayatımı iliklemeye çalışıyorum beceriksiz ellerimle!
yamalı bir kum torbasına dönmüşüm kendimi dövmekten geliyorum bir iş dönüşü saati yorgunum, bitkinim dargınım kendime!
cevapları kendi içinde saklı sorguların binlerce soruya gebe bakışlarında bir sümüklüböceğin kabuğunu sürüklediği çaresizlikte sürüklüyorum kendimi bir kaplumbağanın "evim" dediği heyecanda taşıyamıyorum artık bedenimi!
kendimi ispiyonluyorum bir casusun kurşuna dizilme hakkını görebilmek için kendimde
terazi burcundan gündönümlerinde akşamdan kalma yorgun bir gündüzün sarhoşluğu, kazandığı savaşlardan topladığı madalyaları ağlayarak sayan bir askerin gölgesiyim
ah! göz özü görmeyen bir havada fareli köyün kavalcısını arıyorum: ömrümün kalan kısmına hükümlü peşinatsız dört taksit sudan ucuz üç kuruşluk acılarımı dökmesi için denize!
Ben Kuş kanadında kafes Evhamı sadrında bir anne evladı arzda mavi bir şilte gibiyim
kuyusunda çöl inşa eden ahu gibi şivekar muhteşem bir tabloydu düşlerim egzamalı bir duvarı avutamayacak kadar gitmenin yer bulduğu vadilerde munfasıl akıldan kalbin merkezine yakın , çok yakın fikir yürüttüğüm sıratı mustakim ellerimden akan kısrak, dört nala bir sır neyin ihtişamı bu acıdıkça devleşen yara ben, sevmeyi bir çöplükten öğrendim metafiziği olmayan bir ağrıdan elbiseleri dikerdi yama ayıp bir imparatorluk olsaydı ben seni dicleden ben seni fırattan seni orta doğunun ateşli kucağından afrikaya gelsin diye bahreyn alırdım susuzluğu gitsin diye denizlerin
ben evhamını sadrında taşıyan bir anne evladı kırkikindi tazeliğinde açmayan bir asr gibiyim kalbinden vurulmaya meraklı
“aklın çoğalan telâşlardan bezgin çığırından çıktı çıkacak İbrahim”
hafızanın dişleri yok göz kapaklarını düşüremez gecenin rengi küflenir içinde yüzler ve harfler geriden yıkıntılar yangınlar göç katarları
Adem'le Havva'nın ilk ayak bastığı yerde yeşilini çocuklara bıraktığın bahçene bakıyorum İbrahim isterik zamanlara kulak kesilmişken duyulur sesim karşıla gün ışığı ile yıkayarak ağzını usul usul tekilliğimi yumuşatan sözlerin doldurur içimin oyuklarını Tanrı düşlere ilişmez düş kuralım İbrahim
dünyaya uzattığın her ayna, bilincinin manzarası tütün gibi çekildiğin sınıflar yalnızlığını kıran kutsal görevler uykuları sürülmüş yataklar toprağın altına bağışladığın kalbin alınyazından tutacağım İbrahim
yanımıza alacak söz bulamıyoruz şimdilerde dubleks bir evin merdiven boşluğunu şizofren bir ruhun tahayyülüne bıraktık bu yüzden tan ağarmaz gövdemize bu yüzden bizde vakitler muğlak
kurtlandığım şiirinde yaralarım dölleniyor gözlerinden yüzümü soyacak bakışlara eşlik için kıyıyorum sözcüklere Eyüp'ün makamına uzanan su yollarında hastalığımıza şifa çalınmamış İbrahim
eteklerinde sarı buğdaylar parlayan bu şehirde dilimin ve kalbimin ağrısına ateşin ve buzun yakıcılığını basıyorum çekilip kalan her şey için
Önceden Aydınlandığım karanlık sokaklar vardı Bütün eller kirliydi suya değmeden evvel Sofralar eskiydi belki Ama mis gibi dereotu kokardı Şimdiki eller su ile temizlenmez ki
Sonra Lambalar takıldı köşe başlarına Aydınlandıkça karardı sokaklar Lambaların altında yazıldı En acı ayrılıklar
Kurşun girdi cinnet saatlerinde Sağdan Soldan Ortadan Cerihalar bağladı sevdalar
Kan gülleri yeşerdi Kırağıya çaldı üzerinde kestane kavrulan sobalar Yürekler kin pompaladı Nasibini en çok karanlık sokaklar aldı Oysa lambalar yokken Takvim yaprakları kendiliğinden kopardı
Şimdi Aydınlık sokakların lambaları şaştı Şimdi yurdumun aydını çok karanlıklaştı
O halde kaldırın Kaldırın lambaları sokaklarımdan Kaldırın aydınlığınızı karanlığımdan Gündüz güneş girsin Gece ay yetişsin kapımdan
Kuşlar Mı
bak bulutlara aziz’im
şükür ki bir rüzgar var
esmese, ayırmasa onları birbirinden
göğü hiç anlamayacaklar
nasıl da yalnızlar
bizim gibi
onlar gibi
kazara bir kuş karışsa aralarına
o kuşa yoğunlaşıp
kanatlarına ağlayacaklar
ağırlaşacaklar aziz’im
ağırlaşacaklar
bak kollarına
ve sonra dal bil onları
dal olmayan ne bilsin bir kuşun yükünü
ne bilsin yalnızlığın kalabalık bir ormana
kabuk kabuk döküldüğünü
yalnız değilsin aziz’im
hiç değilsin
kov yüzündeki ötücü ifadeleri
boşuna kanatlarında o etlenen korku
sen hiç gördün mü
bir ağacın dallarından ayrı kuruduğunu
Mehtap Calgıc
Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden
Yiğit harmanları, yığınaklar,
Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.
Dize getirilmiş haydutlar,
Hayınlar, amana gelmiş,
Yetim hakkı sorulmuş,
Hesap görülmüş.
Demdir bu...
Demdir,
Derya dibinde yangınlar,
Kan kesmiş ovalar üstünde Mayıs...
Uçmuş, bir kuştüyü hafifliğinde,
Çelik kadavrası korugan\'ların.
Ölünmüş, canım,ölünmüş
Murad alınmış...
Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe,yemeğe...
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.
İçim, bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta bıçağı,kınsız,uyanık,
Ve genç bir mısradır
Filinta endam...
Neden, neden alnındaki yıkkınlık,
Bakışlarındaki öldüren buğu?
Kaç yol ağlamaklı oluyorum geceleri...
Nasıl da almış aklımı,
Sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan,
Dost, düşman söz eder kendi kavlince,
Kınanmak, yiğit başına.
Bu, ne ayıp, ne de yasak,
Öylece bir gerçek, kendi halinde,
Belki, yaşamama sebep...
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...
Ve zehir - zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık...
Ahmed Arif
Bu seviye iyi değil arkadaşlar. Her ne kadar serbest de olsa bu kürsüye bu seviye yakışmıyor.
Biz insanlar farklılıklarımızla güzeliz, ayrı ayrı renklerimizle ve birbirimizden bu sayede bir şeyler öğreniriz.
Bu kürsü eğitici ve öğretici olmalı. Birbirimize tahammül etme sınırlarımızı sorgulayıp ona göre bir duruş belirlemeliyiz.
Sevgi, saygı ve barış...
Güzeldir.
Amorti
biletimi,
kör bir piyangocunun
titreyen ellerinden çekiyorum
savrulmuş hayatıma bir amorti vursa
bu, en büyük ikramiye bana!
sen'lerden örülmüş bir duvarın kenarından yürüyorum
sen'lerden örülmüş o duvara tutunarak
yalnızlıklardan kaçıyorum güya
yalnızlıklarıma birer davetiye gönderirken
ben o sen'leri bölüyorum
o sen'ler beni
bölük pörçük hayatımı
iliklemeye çalışıyorum beceriksiz ellerimle!
yamalı bir kum torbasına dönmüşüm
kendimi dövmekten geliyorum
bir iş dönüşü saati
yorgunum, bitkinim
dargınım kendime!
cevapları kendi içinde saklı sorguların
binlerce soruya gebe bakışlarında
bir sümüklüböceğin kabuğunu sürüklediği çaresizlikte
sürüklüyorum kendimi
bir kaplumbağanın "evim" dediği heyecanda
taşıyamıyorum artık bedenimi!
kendimi ispiyonluyorum
bir casusun kurşuna dizilme hakkını
görebilmek için kendimde
terazi burcundan gündönümlerinde
akşamdan kalma yorgun bir gündüzün sarhoşluğu,
kazandığı savaşlardan topladığı madalyaları
ağlayarak sayan bir askerin gölgesiyim
ah!
göz özü görmeyen bir havada
fareli köyün kavalcısını arıyorum:
ömrümün kalan kısmına hükümlü
peşinatsız dört taksit sudan ucuz üç kuruşluk acılarımı
dökmesi için denize!
Reha Yünlüel
Egzamalı duvar
Ben
Kuş kanadında kafes
Evhamı sadrında bir anne evladı
arzda mavi bir şilte gibiyim
kuyusunda çöl inşa eden
ahu gibi şivekar
muhteşem bir tabloydu düşlerim
egzamalı bir duvarı avutamayacak kadar
gitmenin yer bulduğu vadilerde
munfasıl akıldan
kalbin merkezine yakın , çok yakın
fikir yürüttüğüm sıratı mustakim
ellerimden akan kısrak, dört nala bir sır
neyin ihtişamı bu acıdıkça devleşen yara
ben, sevmeyi bir çöplükten öğrendim
metafiziği olmayan bir ağrıdan
elbiseleri dikerdi yama
ayıp bir imparatorluk olsaydı
ben seni dicleden
ben seni fırattan
seni orta doğunun ateşli kucağından
afrikaya gelsin diye bahreyn alırdım
susuzluğu gitsin diye denizlerin
ben
evhamını sadrında taşıyan bir anne evladı
kırkikindi tazeliğinde
açmayan bir asr gibiyim
kalbinden vurulmaya meraklı
Feyz Kariha
Arach'ta Gün Bakışına Veda
“aklın çoğalan telâşlardan bezgin
çığırından çıktı çıkacak İbrahim”
hafızanın dişleri yok
göz kapaklarını düşüremez gecenin rengi
küflenir içinde yüzler
ve harfler
geriden yıkıntılar yangınlar göç katarları
Adem'le Havva'nın ilk ayak bastığı yerde
yeşilini çocuklara bıraktığın bahçene bakıyorum İbrahim
isterik zamanlara kulak kesilmişken duyulur sesim
karşıla
gün ışığı ile yıkayarak ağzını
usul usul tekilliğimi yumuşatan sözlerin doldurur içimin oyuklarını
Tanrı düşlere ilişmez
düş kuralım İbrahim
dünyaya uzattığın her ayna, bilincinin manzarası
tütün gibi çekildiğin sınıflar
yalnızlığını kıran kutsal görevler
uykuları sürülmüş yataklar
toprağın altına bağışladığın kalbin
alınyazından tutacağım İbrahim
yanımıza alacak söz bulamıyoruz şimdilerde
dubleks bir evin merdiven boşluğunu
şizofren bir ruhun tahayyülüne bıraktık
bu yüzden tan ağarmaz gövdemize
bu yüzden bizde vakitler muğlak
kurtlandığım şiirinde yaralarım dölleniyor
gözlerinden yüzümü soyacak bakışlara eşlik için kıyıyorum sözcüklere
Eyüp'ün makamına uzanan su yollarında
hastalığımıza şifa çalınmamış İbrahim
eteklerinde sarı buğdaylar parlayan bu şehirde
dilimin ve kalbimin ağrısına
ateşin ve buzun yakıcılığını basıyorum
çekilip kalan her şey için
çekil İbrahim
Devrilen yükün (neçe)
Patladı yüreğin mayınları
Kiminin tutmuyor dizleri, kimi sağır, kimi dilsiz
kiminin görmüyor gözleri..
Toplanıp aşıyor engelleri
Umuda bel bağlamış
Gece yürek dağlamış neçe...
Sevdim anason kokan ağız tadını
Yanık kokan yürek bağını,
Sevdim kimsenin oralı olmadığı
Olduğun yerin ağıtlarını,
Uzunca bi hava tutar dilin
Yükselen kederinden...
Dumanı tüten bi havayım şimdi
Sana ve senden gizlenen...
Yılların devirdiği yükün hamalıyım şimdi...
Selda Yetişoğlu
Sokak Lambaları
Önceden
Aydınlandığım karanlık sokaklar vardı
Bütün eller kirliydi suya değmeden evvel
Sofralar eskiydi belki
Ama mis gibi dereotu kokardı
Şimdiki eller su ile temizlenmez ki
Sonra
Lambalar takıldı köşe başlarına
Aydınlandıkça karardı sokaklar
Lambaların altında yazıldı
En acı ayrılıklar
Kurşun girdi cinnet saatlerinde
Sağdan
Soldan
Ortadan
Cerihalar bağladı sevdalar
Kan gülleri yeşerdi
Kırağıya çaldı üzerinde kestane kavrulan sobalar
Yürekler kin pompaladı
Nasibini en çok karanlık sokaklar aldı
Oysa lambalar yokken
Takvim yaprakları kendiliğinden kopardı
Şimdi
Aydınlık sokakların lambaları şaştı
Şimdi yurdumun aydını çok karanlıklaştı
O halde kaldırın
Kaldırın lambaları sokaklarımdan
Kaldırın aydınlığınızı karanlığımdan
Gündüz güneş girsin
Gece ay yetişsin kapımdan
Yıldırım Uzun
Terkib-i Bend -VIII-
Her şahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi sanırsın?
Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın?
Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın,
Âdem görünen harları âdem mi sanırsın?
Çok mukbili gördüm ki güler, içi kan ağlar,
Handân görünen herkesi hurrem mi sanırsın?
Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi her yâreye merhem mi sanırsın?
Kibre ne sebeb? Yoksa vezîrim diye gerçek,
Sen kendini düstûr-ı mükerrem mi sanırsın?
Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ,
Dünyâ sana mahsûs u müsellem mi sanırsın?
Hâlî ne zaman kaldı cihân ehl-i tama’dan,
Sen zâtını bu âleme elzem mi sanırsın?
En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın,
Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın?
Nâ-merd olayım çarha eğer minnet edersem,
Cevrinle senin ben keder etsem mi sanırsın?
Allah’a tevekkül edenin yâveri Hak’dır,
Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır.
Ziya Paşa
iste bu sebeple pek ugramam kursuye:))