'GENELGE Erzurum, 22.8.1919 Belge: 1(*) Elde edilen pek güvenilir bilgilere göre, İstanbul Rum Patrikhanesinde Mavri Mira adında bir kurul oluşmuştur. Bunun başkanı Patrik Vekili Droteos, üyeleri: Atinegora, Enez Metropolidi, Yunan Yarbayı Giritli Katehakis, Katelopolos, Dipasimas, Ayinpa, Polimitis, Siyari adındaki kişilerdir. Kurul doğrudan doğruya Venizelos'tan yönerge alıyor. Rumların ve Yunan hükümetinin para yardımı ile pek büyük bir anamalı vardır.
Görevi, Osmanlı illerinde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yapmaktır. Yunan Kızılhaçı da bu Mavri Mira kuruluna bağlıdır. Görevi görünüşte göçmenlere bakmak gibi insancıl bir perde altında çete örgütleri kurmak, ayaklanma düzenleri hazırlamaktadır. Böylece ilaçlar ile sağlık gereçleri adı altında silah, cephane ve donatıyı(1) Osmanlı ülkelerine sokmaktadır. Dahası, resmi göçmenler yarkurulu'da Mavri Mira kuruluna bağladır.
İstanbul Patrikhanesi ve Yunan Konsolosluğu silah ve cephane deposu halini almıştır; ve üstelik kiliseler tapınma yerinden çok askeri anbarlar gibi kullanılmaktadır. Ermeni patriği Zaven Efendi de Mavri Mira kurulunca satın alınmıştır.
Rum okullarının önceleri bizim yapıp da, tam şimdi sırası iken, ne yazık ki, bıraktığımız izci örgütleri tümüyle Mavri Mira kurulunca yönetilmektedir. İstanbul, Bursa, Bandırma, Kırkkilise(2) , Tekirdağ ve çevresinde izci örgütleri tamamlanmıştır. İzciler yalnız çocuklar değildir. Yirmi yaşını aşkın gençler de girmiştir. Anadolu'da Samsun ve Trabzon, cephane dağıtım yerleridir. Uygun bir durumda bir yelkenli Yunan gemisi, istasyon halinde cephane ve silahlarla yüklü olarak bu yerlerde bulundurulacaktır. Ermeni hazırlığı da tümüyle Rum hazırlığı gibidir.' Mustafa Kemal.
'Yıldırım Grubu Komutanı' Adana, 6 Kasım 1918 'BAŞKOMUTANLIK GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NA ...İngilizlerin Halep dolaylarındaki ordularını beslemek için İskenderun Limanı'ndan yararlanmak istemeleri doğru değildir. Şundan ki, İngilizlerin eline geçmiş olan Halep ilinde ve özellikle Halep kentinde bolca yiyecek olduktan başka Anlaşma (Mondros Mütarekesi) 21'nci maddesine göre, gerçekten Halep'teki İngiliz ordusunun yiyecek yardımı gerekirse pek çok yiyecekleri bulunan Kilis-Antep yöresinden özel düzenlemelerle yiyecek satılabilir. Size güven veririm ki, amaç Halep'teki İngiliz ordusunu beslemek olmayıp İskenderun'u işgal, İskenderun-Kırıkhan-Katma yoluyla Antakya-Dircemal-Afterin çizgisinde bulunan Yedinci Ordu'nun geri çekilme yolunu kesmek ve bu orduyu Musul'da yaptığı gibi teslimden kaçamayacak bir duruma sokmaktır. İngilizlerin, Ermeni çetelerini bugün İslahiye'de eyleme geçirmiş olmaları da bu görüşü doğrulayacak durumdadır. İngiliz delegelerinin centilmenliğini ve buna karşılık bu biçimde davranmalarını anlamak ve değerlendirmek centilmenliğinden kendimi ayırmış bulunduğumu arz ederim. Yunanlıların eylem alanına çıkarılmasını sağlamakla İngilizlerin İskenderun'da ve İskenderun-Halep yolu üzerinde yerleşmesindeki durumun anlamını anlayamadığım gibi buna göz yummayı da pek sakıncalı görüyorum. ...İngilizlerin kandırıcı işlem, öneri davranışlarını İngilizler'den çok, haklı ve 'nazik' gösterecek ve buna karşılık iyi görünmeyi üstlenici buyrukları uygulamaya yaradılışım elvermediğinden ve oysa ki, Başkomutanlık Genelkurmay Başkanlı'ğın ilkesine uygun davranmadığım da, birçok suçlamalar altında kalmaklığım doğal bulunduğundan, komutayı hemen bırakmak üzere yerime atayacağınız kişiye buyruğun ivedilikle bildirilmesini özellikle dilerim. (*) HTVD, sayı 29, Belge 748. ------------- (*) Ben yapamam, yerime bir uşak bulun' derken, gelecek kuşaklara da izlenmesi gereken yolu göstermiş oluyor.
Türkiye'nin en yüksek karla çalışan şirketleri arasında yerini alan Türk Telekom'un özelleştirilme girişimlerine Haber-İş Sendikası'ndan sert tepki geldi. Haber-İş Sendikası Antalya Şube Başkanı Muammer Eser, Türkiye'ye yılda 2 milyar dolar kar sağlayan ender şirketlerden biri olan Türk Telekom'un, AKP Hükümeti tarafından bazı yabancı sermayeli şirketlere peşkeş çekilmek istendiğini dile getirdi.. Eser, yıllardır yüksek ücretler ile iletişim kuran halkın, özelleştirilmesinin gündeme gelmesi ile fiyat indirimine giden Türk Telekom tarafından kandırıldığını kaydetti.. AKP Hükümeti'nin 20 milyar dolar değerindeki Türk Telekom'u 2 milyar dolar gibi komik bir rakama ihaleye açacağını belirten Haber-İş Başkanı Eser, halka arz edilmeyen Telekom'un İMF'nin dayatması ile yabancı sermayelere devredilmek istendiğini söyledi..
Yaptığı her türlü illegal davranışın ardından halkla dalga geçer gibi açıklamalarda bulunması ve pis pis sırıtmasıyla tanınan Türkiye tarihinin en yüzsüz politikacılarından biri.
Tayyip Erdoğan, AB’ye girmemiz konusunda Fransa su koyvermesin diye adamlara projeler götürmüş! 2 milyar dolara yaklaşan uçak alımları... Milyarlarca dolarlık nükleer santral kurdurma vaatleri... Özelleştirme ve Marmara Ray için çağrıları...
Rüşvet mi? Asla! Fransa bu oltaya takılır mı? Bilemem! (Pardon: Bu uçak alımları için acaba ihale mihale açılmış mıydı? Ya kazık yersek?)
Şimdi soruyorum: Bugüne kadar AB üyesi olmayı da bırakın bir yana, müzakere tarihi almak isteyen hangi ülke, ötekilere böyle hediye paketleriyle gitti? Hangisi kapılarda böyle yalvar yakar oldu? Hangisi böyle dil döktü? Kim bir tek örnek verebilir?
***
Şimdi gelelim ikinci konuya! Son dakikaya kadar Fransa’ya eşleriyle birlikte gideceklerdi. Resmi program böyleydi... Ve geziye katılması öngörülen, isimleri programda yer alan bakan eşlerinin tamamının başı bağlı idi.
Son anda onları götürmekten vazgeçtiler! Tek başlarına gittiler... Çünkü adına türban denilen ve ne acıdır ki güzel dinimizin simgesi(!) yapılan örtünün Fransa’da tepki yaratacağını gördüler. Bu yüzden geri adım atmak zorunda kaldılar.
Fransa o hanımları belki kamusal alanında kabul edecekti ama büyük gürültü kopacaktı. Bu durum karşısında başlarını öne eğdiler, Hıristiyan ülkenin kural ve uygulamalarını içlerine sindirdiler.
Kamusal alan-türban ilişkisi Türkiye’de olunca kabul edilemez! Fransa’da olursa edilir!
Türkiye’de türban sömürüsü oy getirir, bu yüzden eşleri ortalığa sürülür. Fransa’da tepki yaratır, bu yüzden eşleri geziden son anda, kuzu kuzu çıkarılır!
Yaptıkları inanılır gibi değil. Çok tuhaf olaylar yaşıyoruz. Yurtdışında AB uğruna türbanlı eşlerinden bile ödün verdiklerini görünce içimiz sızlıyor, üzülüyoruz. (e.çölaşan)
Nazım Hikmet muhteşem bir şekilde Kuvayı Milliye Destanı nda anlatmıştır.
başlangiç
onlar
onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.
en bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. asırda onlar yendi, onlar yenildi. çok sözler edildi onlara dair ve onlar için: zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi.
birinci bap
yil 1918-1919 ve karayilan hikâyesi
ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durduk bu dünyanın üzerinde. istanbul 918 teşrinlerinde, izmir 919 mayısında ve manisa, menemen, aydın, akhisar: mayıs ortalarından haziran ortalarına kadar yani tütün kırma mevsimi, yani, arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar... adana, antep, urfa, maraş: düşmüş dövüşüyordu...
ateşi ve ihaneti gördük. ve kanlı bankerler pazarında memleketi alaman'a satanlar, yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar düştüler can kaygusuna ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından karanlığa karışarak basıp gittiler. yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için.
ateşi ve ihaneti gördük. murat nehri, canik dağları ve fırat, yeşilırmak, kızılırmak, gültepe, tilbeşar ovası, gördü uzun dişli ingiliz'i. ve aksu'yla köpsu, karagöl'le söğüt gölü ve gümüş basamaklı türbesinde yatan büyük, âşık ölü, şapkası horoz tüylü italyan'ı gördü. ve çukurova, kıyasıya düzlük, uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya ve seyhan ve ceyhan ve kara gözlü yürük kızı, gördü mavi üniformalı fransız'ı. ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte. eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar: bağdasar ağa'dan kellesi büyük mehmet ağa'ya kadar, düşmanla birlik oldular. ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan ve çığ gibi çoğaldı çeteler ve köylülerden paşalar görüldü, kara donlu köylülerden. ve bizim tarafa geçenler oldu tunuslu ve hindli kölelerden. ve türkistanlı hacı ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makinalı tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı. ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine.
ateşi ve ihaneti gördük. dayandık, dayandık her yanda, dayandık izmir'de, aydın'da, adana'da dayandık, dayandık, urfa'da, maraş'ta, antep'te.
antepliler silâhşor olur, uçan turnayı gözünden kaçan tavşanı ard ayağından vururlar ve arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
karayılan karayılan olmazdan önce antep köylüklerinde ırgattı. belki rahatsızdı, belki rahattı, bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular, yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, onun atı, silâhı, toprağı yoktu. boynu yine böyle çöp gibi ince ve böyle kocaman kafalıydı karayılan karayılan olmazdan önce.
düşman antep'e girince antepliler onu korkusunu saklayan bir fıstık ağacından alıp indirdiler.
altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler.
antep çetin yerdir. kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler. sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri...
düşman tutmuştu tepeleri, düşmanın topu vardı. antepliler düz ovada sıkışmışlardı. düşman şarapnel döküyordu, toprağı kökünden söküyordu. düşman tutmuştu tepeleri. akan: antep'in kanıydı.
düz ovada bir gül fidanıydı karayılan'ın karayılan olmazdan önceki siperi. bu fidan öyle küçük, korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, namlıya tek fişek sürmeden yatıyordu yüzükoyun.
antep sıcak, antep çetin yerdir. antepliler silâhşor olur. antepliler yiğit kişilerdir. fakat düşmanın topu vardı. ve ne çare, kader, düz ovayı antepliler düşmana bırakacaklardı.
«karayılan» olmazdan önce umurunda değildi karayılan'ın kıyamete dek düşmana verseler antep'i. çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar. yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
siperi bir gül fidanıydı onun, gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun ak bir taşın ardından kara bir yılan çıkardı kafasını. derisi ışıl ışıl, gözleri ateşten al, dili çataldı. birden bir kurşun gelip kafasını aldı. hayvan devrildi kaldı.
karayılan karayılan olmazdan önce kara yılanın encâmını görünce haykırdı avaz avaz ömrünün ilk düşüncesini. «ibret al, deli gönlüm, demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»
ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olan, fırlayıp atlayınca ileri bir dehşet aldı anteplileri, seğirttiler peşince. düşmanı tepelerde yediler. ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olana: karayilan dediler.
«karayılan der ki: harbe oturak, kilis yollarından kelle getirek, nerde düşman varsa orda bitirek, vurun ha yiğitler namus günüdür...»
ve biz de bunu böylece duyduk ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen karayılan'ı ve anteplileri ve antep'i aynen duyup işittiğimiz gibi destânımızın birinci bâbına koyduk.
ikinci bap
yil yine 1919 ve istanbul'un hâli ve erzurum ve sivas kongreleri ve kambur kerim'in hikâyesi
biz ki istanbul şehriyiz, seferberliği görmüşüz: kafkas, galiçya, çanakkale, filistin, vagon ticareti, tifüs ve ispanyol nezlesi bir de ittihatçılar, bir de uzun konçlu alman çizmesi 914'ten 18'e kadar yedi bitirdi bizi. mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker erimiş altın pahasında gazyağı ve namuslu, çalışkan, fakir istanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında. yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu ve çöp gibi kaldı çocukların boynu. ve lâkin tarabya'da, pötişan'da ve ada'da kulüp'te aktı ren şarapları su gibi ve şekerin sahibi kapladı miloviç'in yorganına 1000 liralıkları. miloviç de beyaz at gibi bir karı. bir de sakalı halife'nin, bir de vilhelm'in bıyıkları.
biz ki istanbul şehriyiz, güzelizdir, dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir. öfkeli, büyük bir şair: «ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir» demiş bize ve bir başkası, yekpare acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.
biz ki istanbul şehriyiz, işte, arzederiz halimizi türk halkının yüce katına. mevsim yazdır, 919'dur. ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele anadan doğma çırılçıplak. ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz.
biz ki istanbul şehriyiz, fransız, ingiliz, italyan, amerikan bir de yunan, bir de zavallı afrika zencileri yer bitirir bizi bir yandan, bir yandan da kendi köpek döllerimiz: vahdettin sultan, ve damadı ferit ve ingiliz muhipleri ve mandacılar.
biz ki istanbul şehriyiz, yüce türk halkı, malûmun olsun çektiğimiz acılar...
919 temmuzunun 23'üncü günü pek mütevazı bir mektep salonunda in'ikad etti erzurum kongresi.
erzurum'da kavaklar, balam, erzurum'da kavaklar tane tane, kavaklarda tane tane yapraklar. ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.
erzurum'un düzdür, topraktır damı. erzurum güzelleri giyer, balam, incecik ak yünden ehramı. yürek boynun büker, balam, erzurumlu türkülere. halim selimdir erzurum'un adamı ve lâkin dönmesin gözü bir kere! ...
erzurum'da on dört gün sürdü kongre: orda, mazlum milletlerden bahsedildi bütün mazlum milletlerden ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.
orda, bir şûrayı millî'den bahsedildi, iradei milliyeye müstenit bir şûrayı millî'den. buna rağmen, «âsi gelmiyelim» diyenler vardı, «makamı hilâfet ve saltanata.» hattâ casuslar vardı içerde.
buna rağmen, «bütün aksâmı vatan birküldür» denildi. «kabul olunmaz,» denildi, «manda ve himaye...»
buna rağmen, istanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, türk halkından kesmişlerdi umudu. yağdırıldı telgraflar erzurum'a: «amerikan mandası altına girelim,» diye. «istiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde, şu halde, diyorlardı, şu halde, memâliki osmaniye'nin cümlesine şâmil amerikan mandaterliğini talep etmeği memleketimiz için en nâfi bir şekli hal kabul ediyoruz.»
fakat bu şekli halli kabul etmedi erzurumlu. erzurum'un kışı zorludur balam, buz tutar yiğitlerin bıyığı. erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam, kabullenmez yılgınlığı...
istanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri ve biçare telgraf telleri devretmek için amerika'ya anadolu'yu şöyle diyorlardı erzurum'dakilere: «bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız. işte bu yüzden amerika çok işimize geliyor. filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti amerika. ne olacak, biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, sonra yeni dünya'nın sayesinde istiklâli kafasında ve cebinde taşıyan bir türkiye vücuda geliverir. amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına nasıl bir idare kurduğunu avrupa'ya göstermek ister. hem artık işi uzatmağa gelmez. çok tehlikeli anlar yaşıyoruz. sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir: türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»
4 eylül 919'da toplandı sıvas kongresi, ve 8 eylülde kongrede bu sefer yine ortaya çıktı amerikan mandası. ak koyunla kara koyunun geçitte belli olduğu günlerdi o günler. ve istanbul'dan gelen bazı zevat, sapsarı yılgınlıklarıyla beraber ve ihanetleriyle birlikte bir de amerikan gazeteci getirmiştiler. ve erzurumlulardan ve sıvaslılardan ve türk milletinden çok işbu mister bravn'a güveniyorlardı. bu zevata: «istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler! » denildi. fakat ayak diredi efendiler: «mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,» dediler, «herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,» dediler, «hem zaten,» dediler, «birbirine mani şeyler değildir istiklâl ile manda. ve esasen,» dediler, «müstakil kalamayız böyle bir zamanda. memleket harap, toprak çorak, borcumuz 500 milyon, vâridat ise 15 milyon ancak. ve allah muhafaza buyursun izmir kalsa yunanistan'da ve harbetsek, düşmanımız vapurla asker getirir. biz erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» dediler. «onlar dretnot yapıyor, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. hem, istanbul'daki amerikan dostlarımız: mandamız korkunç değildir, diyorlar, cemiyeti akvam nizamnamesine dahildir, diyorlar.»
ve böylece, bin dereden su getirdi istanbul'dan gelen zevat. sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, «hey gidi deli gönlüm,» dedi, «akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya istiklal, ya ölüm! » dedi.
kambur kerim de böyle dedi aynen. adapazarlıydı kambur kerim. seferberlikte ölen babası marangozdu. seferberlik denince aklına kerim'in: çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, fahri bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı fakat alnı çizgiler içinde anası gelir. 335'te kerim eskişehir'e gitti, mektebe, teyzelerine ve dayısına. dayısı şimendiferde makinistti. düşman elindeydi eskişehir. kerim on dört yaşındaydı, kamburu yoktu. dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu. dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın) hintli askerlerle dost oldu kerim. bunlar (şaşılacak şey) türkçe bilmeyen ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, avuçlarının üstü esmer, içi ak ve tel örgülerin üzerinden kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı. kocaman bir ambarları vardı, kerim içinde oynardı. ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm, (şaşılacak şey, katırların yemesi için) ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar. bir gün dedi ki makinist dayısı kerim'e: «ambardan silâh çalıp bana getir, gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.» ve ambardan silâh çaldı kerim: bir bir tane daha beş on. aldattı hindistanlı dostlarını zeybekleri daha çok sevdiğinden. zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti, kerim geçirdi onları istasyona kadar. ertesi gün lefke köprüsünü atıp zeybekler gelince eskişehir'e dayısı kerim'i elinden tutup verdi onlara. ve işte o günden sonra bugüne kadar kahraman bir türküdür ömrü kerim'in. eskişehir'den alıp onu «kocaeli grubu» paşasına götürdüler. çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.
çabucak öğrendi kerim ata binmeyi, sığırtmaç olmayı -zaten bilgisi vardı bunda- kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, gizlenmeyi ormanda. ve bütün bu marifetleriyle kerim kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak düşman içinden geçip getirdi haber götürdü haber. onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler, bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o. ve bir fidan gibi düz bir fidan gibi cesur bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1337'ye kadar...
kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir: yüksek kalın. gökyüzü gözükmez. durgun bir geceydi. hafif yağmur yağmıştı biraz önce. fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim'in. solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu: «tekneciler» diye anılan gâvur çetelerinin olmalı. dallardan damlalar düşüyordu kerim'in yüzüne. beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor. ipsiz recep'in yanından dönüyordu kerim. kâatlar götürmüş kâatlar getiriyor. birdenbire durdu beygir, heykel gibi, -tekneciler'in ateşini görmüş olacak- sonra birdenbire dörtnala kalktı. şaşırdı kerim. dizginleri bıraktı. sarıldı beygirin boynuna. deli gibi gidiyordu hayvan. çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar. meşeleri ve gürgenleriyle orman karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan. kim bilir kaç saat böyle gidildi. orman bitti birdenbire. -ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı- ve kerim aynı hızla geldiği zaman armaşa'nın altında başdeğirmenler'e beygir ansızın kapaklandı yere, tekerlendi kerim. doğruldu. ve aklına ilk gelen şey saatına bakmak oldu. kırılmıştı camı. bindi beygire tekrar. hayvan topallıyordu biraz. uslu uslu yola koyuldular. sol kulağı kanıyordu kerim'in, kirezce'ye geldiler (sapanca'yla arifiye arası) , kerim durdu, biraz zor nefes alıyordu. geyve'ye girdi ertesi akşam. beli o kadar ağrıyordu ki inemedi beygirden indirdiler. kerim'i bir yaylıya bindirdiler. adapazarı. sonra belki on gün, belki on beş, kağnılar, mekkâre arabaları, sonra, gitgide daralan nefesi, yahşıhan, konya, sile nahiyesi (burda malûl gaziler için takma kol ve bacak yapılıyordu) , ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta. hâlâ rüyalarında görür kerim incecik bir yoldan eşekle gelip üzerine doğru eğilen bu çiçekbozuğu insan yüzünü. usta, ovdu kerim'i bayıltıncaya kadar. sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini. yirmi gün geçti aradan. ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden kerim'i kambur çıkardılar.
üçüncü bap
yil 1920 ve arhaveli ismail'in hikâyesi
ateşi ve ihaneti gördük.
düşman ordusu yine başladı yürümeğe. akhisar, karacabey, bursa ve bursa'nın doğusunda aksu, çarpışarak çekildik... 920'nin 29 ağustos'u: uşak düştü. yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, dumlupınar sırtlarındayız. nazilli düştü.
ateşi ve ihaneti gördük. dayandık dayanmaktayız.
1920 şubat, nisan, mayıs, bolu, düzce, geyve, adapazarı: içimizde hilâfet ordusu, anzavur isyanları. ve aynı sıradan, 3 ekim konya. sabah. 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş girdi şehre. alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. ve manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.
ve 29 aralık kütahya: 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani çerkez ethem, bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti. yürekleri karanlık, kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler...
ateşi ve ihaneti gördük. ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. insanlar uzun asker kaputluydu, yalnayaktı insanlar. insanların başında kalpak, yüreklerinde keder, yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. insanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. insanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular. ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı.
ve asker kaçakları, korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. acıkmıştılar, merhametsizdiler, bedbahttılar. şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara: şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.
ve çok uzak, çok uzaklardaki istanbul limanında, gecenin bu geç vakitlerinde, kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları: hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar. onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı karadeniz'e. dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...
karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi ingiliz torpitosudur. ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan: şaban reisin beş tonluk takası.
kerempe fenerinin yirmi mil açığında, gecenin karanlığında, dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. rüzgar: yıldız - poyraz. esirlerini bordasına alıp kayboldu ingiliz torpitosu. şaban reisin teknesi ateşten diregiyle gömüldü suya.
arheveli ismail bu ölen teknedendi. ve şimdi kerempe fenerinin açığında, batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır, fakat yalnız değil: rüzgârın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
arheveli ismail kendi kendine sordu: «emanetimizle varabilecek miyiz? » kendine cevap verdi: «varmamış olmaz.»
ve kerempe fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, ismail, reisinden izin isteyip, «şaban reis,» deyip, «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip atladı takanın patalyasına, açıldı.
«allah büyük ama kayık küçük» demiş yahudi. ismail bodoslamadan bir sağnak yedi, bir sağnak daha, peşinden üç-kardeşler. ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı.
rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor: sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri.
elleri kanayarak çekiyor ismail kürekleri. ismail rahattır. kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, ismail unsurunun içinde. emanet: bir ağır makinalı tüfektir. ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini ta ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir.
rüzgâr bocalıyor. belki karayel gösterecek. en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. fakat ismail ellerine güvenir. o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar.
rüzgâr karayel göstermedi. yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü.
ismail beklemiyordu bunu. dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu. ismail şaşırıp bıraktı kürekleri. ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. bir ürperme geldi ismail'in içine. ve bir balık gibi ürkerek, bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, yüklendi küreklere, kırıldı kürekler.
sular tekneyi açığa sürüklüyor. artık hiçbir şey mümkün değil. kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle ismail. ilkönce küfretti. sonra, «elham» okumak geldi içinden. sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti. sonra... sonra, malûm olmadı insanlara arhaveli ismail'in âkıbeti...
dördüncü bap
nurettin eşfak'in bir mektubu ve bir şiiri
kardeşim, sana bu mektubu ankara'da kuyulu kahvede yazıyorum. hep aynı anadolu havalarını çalıyor gramofon kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, dışarda yağmur... mektepten istifa ettim. cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. çocuklarımıza türkçe okutmak, öğretmek, sevdirmek onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey. fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede daha büyük daha güzel.
biliyorum: iş bölümünden bahsedeceksin. fakat, ankara'da çocuklara ders vermek, bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü. öyle günlerde yaşıyoruz ki ben bir iş yapabildim diyebilmek için: hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.
bak, tam sana bunları yazarken asker geçiyor sokaktan; yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak meclis'in önüne doğru iniyorlar, istasyona gidecekler. ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, sesini incelterek marş okuyor genç türk köylüsü: «ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak...»
yüzleri mühim, dalgın ve yorgun. tıraşları uzamış biraz. elleri büyük ve esmer. elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.
yine birdenbire yunus emre geldi aklıma. başka türlü anlıyorum ben yunus'u: bence onda bütün bir devir dile gelmiş türk köylüsü: öte dünyaya dair değil, bu dünyaya dair kaygılarıyla...
bir şiir yazdım, garip bir şiir, «türk köylüsü» diye. bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.
kardeşin nurettin eşfak
türk köylüsü
topraktan öğrenip kitapsız bilendir. hoca nasreddin gibi ağlayan bayburtlu zihni gibi gülendir. ferhad'dır kerem'dir ve keloğlan'dır. yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser, kahbe felek ona eder oyunu. çarşambayı sel alır, bir yâr sever el alır, kanadı kırılır çöllerde kalır, ölmeden mezara koyarlar onu. o, «yûnusû biçâredir baştan ayağa yâredir», ağu içer su yerine. fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine ve bir kerre vakterişip «-gayrık yeter! ...» demesinler. bunu bir dediler mi, «isrâfil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur», toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa. ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır, «dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»
beşinci bap
920'nin 16 marti ve manastirli hamdi efendi ve reşadiyeli veli oğlu memet'in hikâyesi
«bu hamiyetli ve cesur, manastırlı hamdi efendi olmasaydı, istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. istanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. bir ucu ankara'da bulunan telin istanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu? »
920'nin 16 martı. öğleden evvel saat onda makina başında şöyle bir telgraf aldı ankara'daki:
«der-aliye 16/3/1920. ingilizler bastı bu sabah şehzadebaşı'ndaki muzika karakolunu. müsademe edildi. işgal altına alıyorlar istanbul'u şimdi. berâyi malûmat arzolunur. manastırlı hamdi.»
920'nin 16 martı. manastırlı hamdi efendi buldu ankara'dakini tekrar:
«paşa hazretleri, harbiye telgrafhanesini de işgal etti ingiliz bahriye askeri tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. vaziyet vehamet kesbediyor efendim. paşa hazretleri, emri devletlerine muntazırım.
16 mart 1920 hamdi»
920'nin 16 martı. durumu bir daha tekrar etti hamdi efendi:
«sabah bizim asker uykuda iken ingiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor. neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup ingilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp beyoğlu ve tophane'yi işgal edip. işte beyoğlu telgrafhanesi de yok. işte beyoğlu telgraf memurları geldiler. kovmuşlar. burası da işgal olunacaktır bir saata kadar. şimdi haber aldım efendim.»
920'nin 16 martı uykuda kesti kâfir üçümüzü, kurşuna dizdi kâfir ikimizi. ingiliz'in hepsi değil domuzu sabaha karşı aldı canımızı.
920'nin 16 martı basıldı vezneciler'de karargâh. uyan be tosunum uyan. üçümüzü uykuda kesti kâfir, üçümüz: abdullah çavuş, şarkışla'dan osman, bir de zileli abdülkadir.
920'nin 16 martı bozdoğan kemeri'nde kurşuna dizdi kâfir ikimizi. ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı, reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.
920'nin 16 martı uykuda kesti kâfir üçümüzü. soktu osman'ın karnına kasaturayı, bastı göğsüne kâfirin dizi. dört çocuk babasıydı abdullah çavuş. doymadı dünyasına abdülkadir. üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi.
920'nin 16 mart sabahı, karakolun karşısında bırakmadım elimden silâhı, yere serdim iki ingiliz'i. senin ırzını kurtardım istanbul'um, sana can feda çakır gözlü gülüm.
üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi. şimdi üçümüz: abdullah ve osman ve abdülkadir, taşları yan yana yatar eyüp'te. arama, bulamazsın ikimizin kabrini, belki maşrıkta, belki mağripte, biz de bilemeyiz yerini.
uykuda kestiler üçümüzü, kurşuna dizdiler ikimizi, ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı, reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi. bir de altıncımız var, kara kaytan bıyıklı bir şehit, son mekânı şöyle dursun, adını da bilen yok...
altinci bap
muharebeler ve düşman elinde kalanlar ve kartalli kâzim'in hikâyesi
inönü meydanı, yavrum, rüzgâr, soğuklar insanı arı gibi haşlıyor. zemheriler bitti diyelim, hamsin ya başladı, ya başlıyor. muharebe beş gün beş gece sürdü. kan gövdeyi götürdü. ve nihayetinde düşmanlar karın üstünde top arabaları, sandıklar dolusu konyak, altı kamyon bıraktılar. sonra, kaçarlarken, yavrum, köyleri, köprüleri yaktılar...
bu, birinci inönü, sonra ikincisi: 23 mart 1921 günü düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor. onlarda, topçu ve piyade bizden üç kere fazla, bizim atlımız çok. atların makanizması, hartucu, namlusu yoktur ve kılıç çıplak, ucuz bir demirdir. 26 mart: akşam. sağ cenah ilerimize yanaştılar. 27 mart: bütün cephelerde temas. 28, 29, 30: kavgaya devam. ve martın 31'inci gecesinde, (ayışığı var mıydı bilmiyorum) inönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu. ve ertesi gün 1 nisan: metristepe aydınlanıyor. saat altı otuz. bozöyük yanıyor. düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.
sonra, 8 nisandan 11 nisana kadar: dumlupınar.
sonra, haziran. bir yaz gecesi. dünyada yalnız pırıltılar ve böceklerin sesi. sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz. basarak aldık adapazarı'nı. ve dolaşıp sapanca gölü'nün sazlıklarını yanaştık izmit'in doğusunda çuha fabrikasına. düşman, kısmen gemilere binerek denizden ve kısmen karamürsel üzerinden bursa'ya çekilip boşalttı izmit şehrini gece yarısı.
sonra 23 ağustos: sakarya melhamei kübrâsı ki devamı 13 eylül gününe kadardır. bizim kırk bin piyademiz, dört bin beş yüz atlımız, düşmanın seksen sekiz bin piyadesi, üç yüz topu vardır. harp meydanının kuzey yanı sakarya ve dağlardır: keskin ve dik yamaçlarıyla ve kireçli toprakları ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak haşin ve münzevi çam ağaçlarıyla abdülselâm-dağı, gökler-dağı, dağlar.
ve sakarya'dan bu havalide yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir. ankara suyunun döküldüğü yerden eskişehir kuzeybatısına kadar sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir. güneyde ve güneydoğuda yapraksız ve hazin geniş ve uzun ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan ölmek arzusu veren cihanbeyli ovası: çöl... bu çölün, bu dağların, bu nehrin ve bizim önümüzde yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.
buna rağmen: sene 1922 ve 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir. inanılmaz şeyler düşmandadır ki bunların arasında: 7 göl, 11 nehir ve köklerinde baltamızın yarası ve yangınlarıyla bizim olan yüz kere yüz bin dönüm orman, bir tersane, iki silâh fabrikası, ve 19 körfez ve liman ki belki birçoğunun rıhtımı, mendireği, kırmızı, yeşil fenerleri yoktur ve belki sularında ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı, fakat onlar tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler. sonra, 3 deniz, 6 kol tren hattı, sonra, göz alabildiğine yol: sılaya gittiğimiz, gurbette göründüğümüz ve neden ve niçin olduğunu sormadan çöle, çanakkale'ye, ölüme gittiğimiz yol ve sonra toprak ve o toprağın insanları: uşak tezgâhlarının halı dokuyanları, klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur manisa'lı saraçlar, yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar ve kurnaz ve cesur ve ağırbaşlı ve çapkın ve kütleleriyle delikanlı istanbul ve izmir işçileri ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân, kıl çadırlı yürükleri aydın'ın, ve sonra, ırgat, ortakçı, maraba, davarlı ve davarsız, yarım meşin çizmeli ve ham çarıklı köylüler. 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir.
mehtaplı bir gece, gümüş bir kutunun içindesin: ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız. ya çok seslidir ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.
yatıyor filintasının arkasında kartallı kâzım. kız gibi osmanlı filintası. parlıyor arpacık namlının ucunda: yüz yıllık yoldaymış gibi uzak ve bir damlacık.
kâzım emir aldı merkezden: gebze'deki ingiliz'in tercümanı vurulacak. köylerde teşkilât kurmuş tercüman mansur: satıyor bizimkileri.
kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri. işte sökün etti mansur karşıdan: beygirin üzerinde. beygir yüksek, ingiliz kadanası. kendi halinde yürüyor hayvan ortasında demiryolunun sallana sallana, ağır ağır. tercüman herhalde bırakmış dizginleri, başı sallanıyor, belki de uyuyor üzerinde beygirin.
yaklaştıkça büyüyor herif. zaten mehtapta heybetli görünür insan.
arada kaldı kalmadı dört yüz adım, namlıyı kaldırdı birazcık kâzım, nişan aldı sallanan başına mansur'un. soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü. bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan, -ağaç çınar-. kuş ürkmüş olacak. çevrildi kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana, mehtapla yüz yüze geldiler. mehtap koskocaman, desdeğirmi, bembeyaz. ve kâzım'ın gözünü aldı âdeta. zaten bu yüzden, tekrar göz, gez, arpacık ve filintayı ateşlediği zaman ilk kurşun mansur'un başını delecek yerde galiba omuzuna girdi. herif «hınk» dedi bir, beygirin başını çevirdi dörtnal kaçıyor. yetiştirdi ikinci kurşunu kâzım. beygirin üstünde sola yıkıldı mansur. üçüncü kurşun. tercüman düştü beygirden. fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış, sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz, sonra kurtuldu ki ayağı yıkılıp kaldı olduğu yerde. yamaca sardı beygir. kalktı kâzım, yürüdü mansur'a doğru, üzerinden kâatları alacak. arada dört telgraf direği yalnız, ellişerden iki yüz metre eder. mansur doğruldu ansızın, kaçıyor bayır aşağı. filintayı omuzladı kâzım. dördüncü kurşun. yıkıldı herif. koştu kâzım. doğruldu yine mansur. yürüyor sarhoş gibi sallanarak, kaçmıyor artık, yürüyor. kâzım da bıraktı koşmayı. deniz kıyısına indiler. orda boş bir fabrika var, bir de beyaz bir ev, tahta iskelesi iner denizin içine kadar. mansur suya giriyor, kâatlar ıslanacak. beşinci kurşunu yaktı kâzım. suya düşüp kaldı önde giden ve kâzım tazelerken şarjörü bir ışık yandı beyaz evde, bir pencere açıldı. galiba bir kadın baktı dışarıya.. boğazlanıyormuş gibi bağırdı mansur. pencere kapandı, ışık söndü. tercüman attı kendini tahta iskeleye. art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor. hay anasını, ay da denize düşmüş toplanıp dağılıyor, dağılıp toplanıyor. velhasıl, lâfı uzatmıyalım, mansur'un işini bıçakla bitirdi kâzım. kâatlar kan içindeydi. fakat kan kapatmıyor yazıyı...
namussuzun biriydi mansur, muhakkak. düşmana satılmıştı, orası öyle. kaç kişinin başını yedi, malûm. ama ne de olsa mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu. demek istediğim, böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit üzüntü çekmemek için, ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak, yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin, kâzım'ınki taştan değildi çok şükür, fakat namuslu. ne malûm? dersen: dövüştü pir aşkına, yaralandı birkaç kere ve saire. ve kavga bittiği zaman ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman. kavgadan önce kartal'da bahçıvandı, kavgadan sonra kartal'da bahçıvan...
yedinci bap
922 ağustos ayi ve kadinlarimiz ve 6 ağustos emri ve bir âletle bir insanin hikâyesi
ayın altında kağnılar gidiyordu. kağnılar gidiyordu akşehir üstünden afyon'a doğru. toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmiyecekti. kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle. ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar, ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak ve topraktı. gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. ve kadınlar birbirlerinden gizliyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. ve kadınlar, bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. ve on beşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu. ve ayın altında kağnılar yürüyordu akşehir üstünden afyon'a doğru.
«6 ağustos emri» verilmiştir. birinci ve ikinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla yer değiştiriyordu, yer değiştirecek. 98956 tüfek, 325 top, 5 tayyare, 2800 küsur mitralyöz, 2500 küsur kılıç ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz kımıldanıyordu gecenin içinde. gecenin içinde toprak. gecenin içinde rüzgâr. hatıralara bağlı, hatıraların dışında, gecenin içinde: insanlar, âletler ve hayvanlar, demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup, korkunç ve sessiz emniyetlerini birbirlerine sokulmakta bulup, kocaman, yorgun ayakları, topraklı elleriyle yürüyorlardı. ve onların arasında birinci ordu ikinci nakliye taburu'ndan istanbullu şoför ahmet ve onun kamyoneti vardı. bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet: ihtiyar, cesur, inatçı ve şirret. kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine şasinin altına, dingilin üzerine budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen ve kalb ağrılarıyla ve on kilometrede bir karanlığa yaslanıp durduğu halde ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu: «6 ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından «... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan 100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu. ihzar ve teşkil olunanlar, bu meyanda ahmet'in kamyoneti, insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip afyon - ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.
ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı. bu şarkı nihaventtir ve beyaz tenteli sandalları, siyah mavnaları, güneşli karpuz kabuklarıyla bir deniz kıyısındadır şehir.
vantilâtörde adedi devir düşüyor gibi. arkadaşlar ileri geçtiler. ay battı. manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.
sen süleymaniyelisin oğlum ahmet, çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür'ü, kalk, sıra servilerin önünden yürü, çeşmeyi geç, mektep bahçesi, medreseler, orda, harbiye nezareti'nin arka duvarında siyah çarşaflı bir kadın çömelip yere darı serper güvercinlere ve papelciler şemsiye üstünde papaz açarlar.
motor mızıkçılık ediyor, bizi dağ başlarında bırakacak meret.
ne diyorduk oğlum ahmet? dökmeciler sağda kalır, derken, uzunçarşı'ya saparken, köşede, sol kolda seyyar kitapçı: «hikâyei billûr köşk», altı cilt «tarihi cevdet» ve «fenni tabâhat». tabâhat, mutfaktan gelirmiş, yani yemek pişirmek. hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek. yaldızlı kuyruğundan tutup bir salkım üzüm gibi yersin.
ilerde bir süvari kolu gidiyor, saptılar sola.
uzunçarşı'yı dikine inersin. sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler. ve sen istanbullu, sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan şaşarsın istanbullulara: ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin. rüstem paşa camii. urgancılar. urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır. zindankapı, babacafer. uzakta balıkpazarı. kuruyemişçiler. yemiş iskelesindeyiz: sandalları, mavnaları, güneşli karpuz kabuklarıyla yüzüne hasret kaldığım deniz.
sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne? inip baksam...
yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip eyüp'te niyet kuyusu'na gittikti. elleri yumuk yumuk, bacakları biraz çarpıktı ama, yeşil zeytin tanesi gibi gözler. kaşları da hilâl gibi çekikti. tam kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...
lastik hava kaçırıyor. derdine deva bulmazsak eğer... dur bakalım babacafer...
üç numrolu kamyonet durdu. karanlık. kriko. pompa. eller. küfreden ve küfrettiğine kızan elleri lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken ahmet hatırladı: bir gece nüzüllü babaannesini sedirden sedire taşırken kadıncağız...
sen süleymaniyelisin oğlum ahmet, sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet. hem, hani bir koyun varmış, kendi bacağından asılan bir koyun. süleymaniyeli şoför ahmet soyun...
soyundu. ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak ve kırmızı kuşak, ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak bırakarak dış lastiğin içine girdiler, şişirdiler.
bu şarkı nihaventtir. deniz kıyısında bir şehir... beyaz başörtüsü...
saatta elli yapıyoruz... dayan ömrümün törpüsü, dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför ahmet'i, dayan arslan...
hiçbir zaman böyle merhametli bir ümitle sevmedi hiçbir insan hiçbir âleti...
sekizinci bap
26 ağustos gecesinde saatlar iki otuzdan beş otuza kadar ve izmir rihtimindan akdeniz'e bakan nefer
saat 2.30.
kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır. ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını. düşman üç saatlik yerdedir ve hıdırlık-tepesi olmasa afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. küzeydoğuda güzelim-dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. ovada akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var: akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir. akarçay dereboğazı'nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. ve afyon önünde altıgözler köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve konya tren hattına rastlayıp yolda büyükçobanlar köyü'nü solda ve kızılkilise'yi sağda bırakıp gider.
düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular? birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, yunan'dan önce ve seferberlik'ten evvel selimşahlar çiftliği'nde ırgatlık ederken manisa'da geçerdi gediz'in sularını başı dönerek.
dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki Şayak Kalpaklı Adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. paşalar onun arkasındaydılar. o, saatı sordu. paşalar: «üç,» dediler. SARIŞIN BİR KURDA BENZİYORDU. ve MAVİ GÖZLERİ ÇAKMAK ÇAKMAKTI. yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon ovası'na atlıyacaktı.
saat 3.30.
halimur - ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.
izmirli ali onbaşı (kendisi tornacıdır) karanlıkta gözyordamıyla sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer: sağda birinci nefer sarışındı. ikinci esmer. üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyliyen. dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp urfa'ya girdiği akşam. altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona «deli erzurumlu» derdiler. yedinci, mehmet oğlu osman'dı. çanakkale'de, inönü'nde, sakarya'da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir. sekizinci, ibrahim, korkmıyacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar. ve izmirli ali onbaşı biliyordu ki: tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.
saat 4.
ağzıkara - söğütlüdere mıntıkası. on ikinci piyade fırkası. gözler karanlıkta, uzakta. eller yakında, makanizmalar üzerinde. herkes yerli yerinde. tabur imamı mevzideki biricik silâhsız adam: ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına. içi rahattır. cennet, ebedî bir istirahattır. ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
saat 4.45.
sandıklı civarı. köyler. sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu: dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük... ikinci süvari fırkası'ndan dördüncü bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. geride, köylerde bir horoz öttü. ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü. karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır: baltaibik, sütbeyaz bir denizli horozu. düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır...
saat beşe on var.
kırk dakka sonra şafak sökecek. «korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». tınaztepe'ye karşı kömürtepe güneyinde, on beşinci piyade fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, darülmuallimin mezunu nurettin eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor: -bizim istiklâl marşı'nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, âkif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. meselâ, bakın: «gelecektir sana vaadettiği günler hakkın.» hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. «kim bilir belki yarın...»
saat beşe beş var.
dağlar aydınlanıyor. bir yerlerde bir şeyler yanıyor. gün ağardı ağaracak. kokusu tütmeğe başladı: anadolu toprağı uyanıyor. ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcereda, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
topçu evvel mülâzımı hasan'ın yaşı yirmi birdi. kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa. baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu.
yüzbaşı sordu: - saat kaç? - beş. - yarım saat sonra demek...
98956 tüfek ve şoför ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle birinci ve ikinci ordular baskına hazırdılar.
alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. nurettin eşfak baktı saatına: - beş otuz... ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz...
sonra. sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. bunlar: karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
sonra. sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik aslıhanlar civarında 30 ağustosa kadar.
sonra. sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. esirler arasında general trikopis: alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak'ın ayağı. nurettin dedi ki: «teselyalı çoban mihail,» nurettin dedi ki: «seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...»
sonra. sonra, 31 ağustos günü ordularımız izmir'e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan deli erzurumluydu. devrildi. kürek kemikleri altında toprağı duydu. baktı yukarı, baktı karşıya. gözler hayretle yandılar: önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar. ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. sonra... sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve deli erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler...
solda, ilerdeydi ali onbaşı. kan içindeydi yüzü gözü. bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da. ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü. ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu: «dörtnala gelip uzak asya'dan akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim...
yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...»>
sonra. sonra, 9 eylülde izmir'e girdik ve kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, güneyden kuzeye, doğudan batıya, türk halkıyla beraber seyretti izmir rıhtımından akdeniz'i.
ve biz de burda bitirdik destanımızı. biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
Kore savaşı günlerinde Amerikalı bir yetkili (Mr. Dalles) Türk askerinin çok ucuz olduğunu, kendilerine günde 23 cent'e mal olduğunu söylemiş. Nâzım Hikmet bunun üzerine aşağıdaki şiiri kaleme almış:
23 Sentlik asker Mister Dalles, sizden saklamak olmaz, hayat pahalı biraz bizim memlekette. Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz, koyun eti, Ankara'da 23 sente, yahut iki kilo kuru soğan, yahut bir kilodan biraz fazla mercimek, elli santim kefen bezi yahut, yahut da bir aylığına yirmi yaşlarında bir tane insan. erkek, ağzı burnu, eli ayağı yerinde, üniforması, otomatiği üzerinde, yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır, belki tavşan gibi korkak, belki toprak gibi akıllı belki gençlik gibi cesur, belki su gibi kurnaz (her kaba uymak meselesi) , belki ömründe ilk defa denizi görecek, belki ava meraklı, belki sevdalıdır. Yahut da aynı hesapla Mister Dalles (tanesi 23 sentten yani) satarlar size bu askerlerin otuz beşini birden İstanbul'da bir tek odanın aylık kirasına, seksen beş onda altısını yahut bir çift iskarpin parasına. Yalnız bir mesele var Mister Dalles, herhalde bunu sizden gizlediler: Size tanesini 23 sente sattıkları asker mevcuttu üniformanızı giymeden önce de, mevcuttu otomatiksiz filan, mevcuttu sadece insan olarak mevcuttu, tuhafınıza gidecek, mevcuttu hem de çoktan mı çoktan, daha sizin devletinizin adı bile konmadan. Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu, mesela, Mister Dalles, yeller eserken yerinde sizin NewYork'un, kurşun kubbeler kurdu o gökkubbe gibi yüksek, haşmetli, derin. Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek. Halı dokur gibi yonttu mermeri, ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına ebemkuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri. Dahası var Mister Dalles, sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz, zulüm gibi, hürriyet gibi, kardeşlik gibi sözlerin, dövüştü zulme karşı o, ve istiklal ve hürriyet uğruna ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek, ve yarin yanağından gayri her yerde, her seyde, hep beraber, diyebilmek için, yürüdü peşince Bedreddin'in O, tornacı Hasan, köylü Mehmet, öğretmen Ali'dir. Kaya gibi yumruğunun son ustalığı: 922 yılı 9 eylülüdür. Dedim ya Mister Dalles, Herhalde bütün bunları sizden gizlediler, ucuzdur vardır illeti. Hani şaşmayın, yarın çok pahalıya mal olursa size, bu 23 sentlik asker, yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim, her millet gibi büyük Türk milleti.
Türkiye'de laikliğin kolay anlatılamaması ve anlaşılamamasının temel nedenleri tarihten kaynaklanır. Bu nedenler kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Hıristiyan toplulukları devlet ve kilise dışında birer sivil toplum olarak ortaya çıktı. Çünkü Hz. İsa öldüğü zaman kendine inananların sayısı oniki kişi idi. O sırada ne bir Hıristiyan devleti, ne de bir Hıristiyan toplumu yoktu. Dolayısıyla olmayan bu devlet ve toplum yaşamını düzenleyecek din kuralları da yoktu. Hıristiyan dininin serbest bırakılması, bu dinin çıkışından 300 yıl sonra mümkün oldu. Bilindiği üzere 315 yılındaki Milano Fermanı ile Hıristiyanlık serbest bırakıldı. Elbette bu din serbest bırakıldığı gün devlet ve toplum yaşamının dinsel kurallarını koyamadı. Bu iş için de en az 200 yıl geçmesi gerekti. Başka bir deyişle Ortaçağ'da Avrupa topluluklarının yaşamına dinsel kuralların girmesi Hıristiyanlığın çıkışından en az 500 yıl sonra gerçekleşti. Dolayısıyla, Avrupa topluluklarına din ve dünya işlerinin birbirinden ayrı olduğu söylendiği zaman bunu anlamakta zorlanmadı. Buna rağmen aradan yaklaşık 1.300 yıl geçti.
2. Oysa Hz. Muhammet bir yandan Tanrı'dan vahiy alarak yeni bir din yayan bir peygamber, diğer yandan yeni dine katılanları toplayıp yeni bir sosyal, siyasal kuruluşu gerçekleştiren devlet adamıydı. Daha hayattayken bir İslam toplumu vardı, ordusu vardı, savaşlar yaptı, barış imzaladı. Bu yeni, devletin ve toplumun sahip olduğu sosyal yapı da elbette bu yeni dinin esaslarına göre şekillenecekti. Böylece, İslamiyet daha başlangıçtan itibaren bir devlet ve toplum sistemi olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Müslüman topluluklara, din ve dünya işlerinin ayrılması gerektiği söylendiği zaman bunu anlamakta zorlandı.
3. Cumhuriyet ilân edildiği sırada okuma-yazma oranı %7 dolayındaydı. Okuma-yazma bilmek demek ülkede ve dünyada yaşanan olayları sağlıklı değerlendirmek demek değildir. Buna rağmen Türk halkının önemli bir kısmı laik uygulamayı benimsedi.
4. Cumhuriyetin ilk yıllarında din simsarları ve dini kullanarak halkın sırtından geçinen asalakların sayısı oldukça çoktu. O dönemde yeraltına çekilen bu kişi ve çevreler, sonraki yıllarda uygun ortamı bulunca yeniden antilaik çalışmalarını sürdürmeye başladı.
5. Siyasal, ekonomik ve askerî bakımdan dünyaya egemen olan ülkeler için güçlü bir Türkiye sakıncalıydı. Türkiye'de ortaya çıkan her türlü olumsuz gelişmeye onlar da katıldı.
6. Güçlü bir Türkiye'yi kendileri için tehlikeli gören komşuları, Türkiye üzerinde oynanan oyunlarda her türlü rolü üstlendi.
7. Laik anlayış ve uygulama Türkiye'de yerleştikçe ve bu yapı Türkiye'nin itici gücü oldukça, ortaya çıkan gerçek, şeriat yasası ve saltanat-diktatörlükle yönetilen Arap ülkeleri için büyük bir tehlike olarak görüldü. Bu nedenle Türkiye'deki laik yapı ve anlayış kesinlikle ortadan kaldırılmalı, köktenci bir İslamlık anlayışı yerleştirilmeli ve bu da Türk-İslam sentezi formülü ile gerçekleştirilmeliydi. Bu amaçla yurtdışından Türkiye'ye gelen resmî ve gayr-i resmî paraların miktarı ve kaynakları herkesçe bilinmektedir
'GENELGE
Erzurum, 22.8.1919
Belge: 1(*)
Elde edilen pek güvenilir bilgilere göre, İstanbul Rum Patrikhanesinde Mavri Mira adında bir kurul oluşmuştur. Bunun başkanı Patrik Vekili Droteos, üyeleri: Atinegora, Enez Metropolidi, Yunan Yarbayı Giritli Katehakis, Katelopolos, Dipasimas, Ayinpa, Polimitis, Siyari adındaki kişilerdir.
Kurul doğrudan doğruya Venizelos'tan yönerge alıyor. Rumların ve Yunan hükümetinin para yardımı ile pek büyük bir anamalı vardır.
Görevi, Osmanlı illerinde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yapmaktır. Yunan Kızılhaçı da bu Mavri Mira kuruluna bağlıdır. Görevi görünüşte göçmenlere bakmak gibi insancıl bir perde altında çete örgütleri kurmak, ayaklanma düzenleri hazırlamaktadır. Böylece ilaçlar ile sağlık gereçleri adı altında silah, cephane ve donatıyı(1) Osmanlı ülkelerine sokmaktadır. Dahası, resmi göçmenler yarkurulu'da Mavri Mira kuruluna bağladır.
İstanbul Patrikhanesi ve Yunan Konsolosluğu silah ve cephane deposu halini almıştır; ve üstelik kiliseler tapınma yerinden çok askeri anbarlar gibi kullanılmaktadır.
Ermeni patriği Zaven Efendi de Mavri Mira kurulunca satın alınmıştır.
Rum okullarının önceleri bizim yapıp da, tam şimdi sırası iken, ne yazık ki, bıraktığımız izci örgütleri tümüyle Mavri Mira kurulunca yönetilmektedir. İstanbul, Bursa, Bandırma, Kırkkilise(2) , Tekirdağ ve çevresinde izci örgütleri tamamlanmıştır. İzciler yalnız çocuklar değildir. Yirmi yaşını aşkın gençler de girmiştir. Anadolu'da Samsun ve Trabzon, cephane dağıtım yerleridir. Uygun bir durumda bir yelkenli Yunan gemisi, istasyon halinde cephane ve silahlarla yüklü olarak bu yerlerde bulundurulacaktır. Ermeni hazırlığı da tümüyle Rum hazırlığı gibidir.'
Mustafa Kemal.
'Yıldırım Grubu Komutanı'
Adana, 6 Kasım 1918
'BAŞKOMUTANLIK GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NA
...İngilizlerin Halep dolaylarındaki ordularını beslemek için İskenderun Limanı'ndan yararlanmak istemeleri doğru değildir. Şundan ki, İngilizlerin eline geçmiş olan Halep ilinde ve özellikle Halep kentinde bolca yiyecek olduktan başka Anlaşma (Mondros Mütarekesi) 21'nci maddesine göre, gerçekten Halep'teki İngiliz ordusunun yiyecek yardımı gerekirse pek çok yiyecekleri bulunan Kilis-Antep yöresinden özel düzenlemelerle yiyecek satılabilir. Size güven veririm ki, amaç Halep'teki İngiliz ordusunu beslemek olmayıp İskenderun'u işgal, İskenderun-Kırıkhan-Katma yoluyla Antakya-Dircemal-Afterin çizgisinde bulunan Yedinci Ordu'nun geri çekilme yolunu kesmek ve bu orduyu Musul'da yaptığı gibi teslimden kaçamayacak bir duruma sokmaktır. İngilizlerin, Ermeni çetelerini bugün İslahiye'de eyleme geçirmiş olmaları da bu görüşü doğrulayacak durumdadır. İngiliz delegelerinin centilmenliğini ve buna karşılık bu biçimde davranmalarını anlamak ve değerlendirmek centilmenliğinden kendimi ayırmış bulunduğumu arz ederim. Yunanlıların eylem alanına çıkarılmasını sağlamakla İngilizlerin İskenderun'da ve İskenderun-Halep yolu üzerinde yerleşmesindeki durumun anlamını anlayamadığım gibi buna göz yummayı da pek sakıncalı görüyorum.
...İngilizlerin kandırıcı işlem, öneri davranışlarını İngilizler'den çok, haklı ve 'nazik' gösterecek ve buna karşılık iyi görünmeyi üstlenici buyrukları uygulamaya yaradılışım elvermediğinden ve oysa ki, Başkomutanlık Genelkurmay Başkanlı'ğın ilkesine uygun davranmadığım da, birçok suçlamalar altında kalmaklığım doğal bulunduğundan, komutayı hemen bırakmak üzere yerime atayacağınız kişiye buyruğun ivedilikle bildirilmesini özellikle dilerim. (*)
HTVD, sayı 29, Belge 748.
-------------
(*) Ben yapamam, yerime bir uşak bulun' derken, gelecek kuşaklara da izlenmesi gereken yolu göstermiş oluyor.
Türkiye'nin en yüksek karla çalışan şirketleri arasında yerini alan Türk Telekom'un özelleştirilme girişimlerine Haber-İş Sendikası'ndan sert tepki geldi. Haber-İş Sendikası Antalya Şube Başkanı Muammer Eser, Türkiye'ye yılda 2 milyar dolar kar sağlayan ender şirketlerden biri olan Türk Telekom'un, AKP Hükümeti tarafından bazı yabancı sermayeli şirketlere peşkeş çekilmek istendiğini dile getirdi.. Eser, yıllardır yüksek ücretler ile iletişim kuran halkın, özelleştirilmesinin gündeme gelmesi ile fiyat indirimine giden Türk Telekom tarafından kandırıldığını kaydetti.. AKP Hükümeti'nin 20 milyar dolar değerindeki Türk Telekom'u 2 milyar dolar gibi komik bir rakama ihaleye açacağını belirten Haber-İş Başkanı Eser, halka arz edilmeyen Telekom'un İMF'nin dayatması ile yabancı sermayelere devredilmek istendiğini söyledi..
Yaptığı her türlü illegal davranışın ardından halkla dalga geçer gibi açıklamalarda bulunması ve pis pis sırıtmasıyla tanınan Türkiye tarihinin en yüzsüz politikacılarından biri.
Tayyip Erdoğan, AB’ye girmemiz konusunda Fransa su koyvermesin diye adamlara projeler götürmüş! 2 milyar dolara yaklaşan uçak alımları... Milyarlarca dolarlık nükleer santral kurdurma vaatleri... Özelleştirme ve Marmara Ray için çağrıları...
Rüşvet mi? Asla!
Fransa bu oltaya takılır mı? Bilemem! (Pardon: Bu uçak alımları için acaba ihale mihale açılmış mıydı? Ya kazık yersek?)
Şimdi soruyorum: Bugüne kadar AB üyesi olmayı da bırakın bir yana, müzakere tarihi almak isteyen hangi ülke, ötekilere böyle hediye paketleriyle gitti? Hangisi kapılarda böyle yalvar yakar oldu? Hangisi böyle dil döktü? Kim bir tek örnek verebilir?
***
Şimdi gelelim ikinci konuya! Son dakikaya kadar Fransa’ya eşleriyle birlikte gideceklerdi. Resmi program böyleydi... Ve geziye katılması öngörülen, isimleri programda yer alan bakan eşlerinin tamamının başı bağlı idi.
Son anda onları götürmekten vazgeçtiler! Tek başlarına gittiler... Çünkü adına türban denilen ve ne acıdır ki güzel dinimizin simgesi(!) yapılan örtünün Fransa’da tepki yaratacağını gördüler. Bu yüzden geri adım atmak zorunda kaldılar.
Fransa o hanımları belki kamusal alanında kabul edecekti ama büyük gürültü kopacaktı. Bu durum karşısında başlarını öne eğdiler, Hıristiyan ülkenin kural ve uygulamalarını içlerine sindirdiler.
Kamusal alan-türban ilişkisi Türkiye’de olunca kabul edilemez! Fransa’da olursa edilir!
Türkiye’de türban sömürüsü oy getirir, bu yüzden eşleri ortalığa sürülür. Fransa’da tepki yaratır, bu yüzden eşleri geziden son anda, kuzu kuzu çıkarılır!
Yaptıkları inanılır gibi değil. Çok tuhaf olaylar yaşıyoruz. Yurtdışında AB uğruna türbanlı eşlerinden bile ödün verdiklerini görünce içimiz sızlıyor, üzülüyoruz. (e.çölaşan)
Nazım Hikmet muhteşem bir şekilde Kuvayı Milliye Destanı nda anlatmıştır.
başlangiç
onlar
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.
en bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
asırda onlar yendi, onlar yenildi.
çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.
birinci bap
yil 1918-1919
ve
karayilan hikâyesi
ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
istanbul 918 teşrinlerinde,
izmir 919 mayısında
ve manisa, menemen, aydın, akhisar:
mayıs ortalarından
haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar...
adana,
antep,
urfa,
maraş:
düşmüş
dövüşüyordu...
ateşi ve ihaneti gördük.
ve kanlı bankerler pazarında
memleketi alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.
ateşi ve ihaneti gördük.
murat nehri, canik dağları ve fırat,
yeşilırmak, kızılırmak,
gültepe, tilbeşar ovası,
gördü uzun dişli ingiliz'i.
ve aksu'yla köpsu,
karagöl'le söğüt gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü italyan'ı gördü.
ve çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve seyhan ve ceyhan
ve kara gözlü yürük kızı,
gördü mavi üniformalı fransız'ı.
ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar:
bağdasar ağa'dan
kellesi büyük mehmet ağa'ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
ve bizim tarafa geçenler oldu
tunuslu ve hindli kölelerden.
ve türkistanlı hacı ahmet,
kısık gözleri,
seyrek sakalı,
hafif makinalı tüfeğiyle
dağlarda bir başına dolaştı.
ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
ne zaman sıkışsa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
ve düşmanı dağıttı
ve kayboldu dağlarda yine.
ateşi ve ihaneti gördük.
dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık izmir'de, aydın'da,
adana'da dayandık,
dayandık, urfa'da, maraş'ta, antep'te.
antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
antep sıcak,
antep çetin yerdir.
antepliler silâhşor olur.
antepliler yiğit kişilerdir.
karayılan
karayılan olmazdan önce
antep köylüklerinde ırgattı.
belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
karayılan
karayılan olmazdan önce.
düşman antep'e girince
antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.
antep çetin yerdir.
kırmızı kayalarda
yeşil kertenkeleler.
sıcak bulutlar dolaşır havada
ileri geri...
düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
antepliler düz ovada
sıkışmışlardı.
düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
düşman tutmuştu tepeleri.
akan: antep'in kanıydı.
düz ovada bir gül fidanıydı
karayılan'ın
karayılan olmazdan önceki siperi.
bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.
antep sıcak,
antep çetin yerdir.
antepliler silâhşor olur.
antepliler yiğit kişilerdir.
fakat düşmanın topu vardı.
ve ne çare, kader,
düz ovayı antepliler
düşmana bırakacaklardı.
«karayılan» olmazdan önce
umurunda değildi karayılan'ın
kıyamete dek düşmana verseler antep'i.
çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.
derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
hayvan devrildi kaldı.
karayılan
karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini.
«ibret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»
ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı anteplileri,
seğirttiler peşince.
düşmanı tepelerde yediler.
ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana:
karayilan dediler.
«karayılan der ki: harbe oturak,
kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür...»
ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
karayılan'ı
ve anteplileri
ve antep'i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destânımızın birinci bâbına koyduk.
ikinci bap
yil yine 1919
ve
istanbul'un hâli
ve
erzurum ve sivas kongreleri
ve
kambur kerim'in hikâyesi
biz ki istanbul şehriyiz,
seferberliği görmüşüz:
kafkas, galiçya, çanakkale, filistin,
vagon ticareti, tifüs ve ispanyol nezlesi
bir de ittihatçılar,
bir de uzun konçlu alman çizmesi
914'ten 18'e kadar
yedi bitirdi bizi.
mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir istanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
ve lâkin tarabya'da, pötişan'da ve ada'da kulüp'te
aktı ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
miloviç de beyaz at gibi bir karı.
bir de sakalı halife'nin,
bir de vilhelm'in bıyıkları.
biz ki istanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
öfkeli, büyük bir şair:
«ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demiş
bize
ve bir başkası,
yekpare acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.
biz ki istanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
türk halkının yüce katına.
mevsim yazdır,
919'dur.
ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.
biz ki istanbul şehriyiz,
fransız, ingiliz, italyan, amerikan
bir de yunan,
bir de zavallı afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz:
vahdettin sultan,
ve damadı ferit
ve ingiliz muhipleri
ve mandacılar.
biz ki istanbul şehriyiz,
yüce türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...
919 temmuzunun 23'üncü günü
pek mütevazı bir mektep salonunda
in'ikad etti erzurum kongresi.
erzurum'un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.
erzurum'da kavaklar, balam,
erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.
erzurum'un düzdür, topraktır damı.
erzurum güzelleri giyer, balam,
incecik ak yünden ehramı.
yürek boynun büker, balam,
erzurumlu türkülere.
halim selimdir erzurum'un adamı
ve lâkin dönmesin gözü bir kere! ...
erzurum'da on dört gün sürdü kongre:
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.
orda, bir şûrayı millî'den bahsedildi,
iradei milliyeye müstenit bir şûrayı millî'den.
buna rağmen,
«âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
«makamı hilâfet ve saltanata.»
hattâ casuslar vardı içerde.
buna rağmen,
«bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«kabul olunmaz,» denildi,
«manda ve himaye...»
buna rağmen,
istanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
türk halkından kesmişlerdi umudu.
yağdırıldı telgraflar erzurum'a:
«amerikan mandası altına girelim,» diye.
«istiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
şu halde, diyorlardı, şu halde,
memâliki osmaniye'nin cümlesine şâmil
amerikan mandaterliğini talep etmeği
memleketimiz için en nâfi
bir şekli hal kabul ediyoruz.»
fakat bu şekli halli kabul etmedi erzurumlu.
erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
kabullenmez yılgınlığı...
istanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için amerika'ya anadolu'yu
şöyle diyorlardı erzurum'dakilere:
«bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konuşmaktan başka müspet
bir hayat kuramayız.
işte bu yüzden amerika çok işimize geliyor.
filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti amerika.
ne olacak,
biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra yeni dünya'nın sayesinde
istiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
bir türkiye vücuda geliverir.
amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
nasıl bir idare kurduğunu
avrupa'ya göstermek ister.
hem artık işi uzatmağa gelmez.
çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir:
türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»
4 eylül 919'da toplandı sıvas kongresi,
ve 8 eylülde
kongrede bu sefer
yine ortaya çıktı amerikan mandası.
ak koyunla kara koyunun
geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
ve istanbul'dan gelen bazı zevat,
sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
ve ihanetleriyle birlikte
bir de amerikan gazeteci getirmiştiler.
ve erzurumlulardan ve sıvaslılardan ve türk milletinden çok
işbu mister bravn'a güveniyorlardı.
bu zevata:
«istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler! »
denildi.
fakat ayak diredi efendiler:
«mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
dediler,
«herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
dediler,
«hem zaten,»
dediler,
«birbirine mani şeyler değildir
istiklâl ile manda.
ve esasen,»
dediler,
«müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
vâridat ise 15 milyon ancak.
ve allah muhafaza buyursun
izmir kalsa yunanistan'da
ve harbetsek,
düşmanımız vapurla asker getirir.
biz erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
dediler.
«onlar dretnot yapıyor,
biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
hem, istanbul'daki amerikan dostlarımız:
mandamız korkunç değildir,
diyorlar,
cemiyeti akvam nizamnamesine dahildir,
diyorlar.»
ve böylece, bin dereden su getirdi istanbul'dan gelen zevat.
sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
«hey gidi deli gönlüm,»
dedi,
«akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya istiklal, ya ölüm! »
dedi.
kambur kerim de böyle dedi aynen.
adapazarlıydı kambur kerim.
seferberlikte ölen babası marangozdu.
seferberlik denince aklına kerim'in:
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
fahri bey çiftliğinde patates toplayıp
kaz gütmek,
mektep kitapları
ve bir de saçları altın gibi sarı
fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335'te kerim eskişehir'e gitti,
mektebe, teyzelerine ve dayısına.
dayısı şimendiferde makinistti.
düşman elindeydi eskişehir.
kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
dümdüzdü fidan gibi
ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
hintli askerlerle dost oldu kerim.
bunlar
(şaşılacak şey)
türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
kocaman bir ambarları vardı,
kerim içinde oynardı.
ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
(şaşılacak şey,
katırların yemesi için)
ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
bir gün dedi ki makinist dayısı kerim'e:
«ambardan silâh çalıp bana getir,
gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
ve ambardan silâh çaldı kerim:
bir
bir tane daha
beş
on.
aldattı hindistanlı dostlarını
zeybekleri daha çok sevdiğinden.
zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
kerim geçirdi onları istasyona kadar.
ertesi gün lefke köprüsünü atıp
zeybekler gelince eskişehir'e
dayısı kerim'i elinden tutup
verdi onlara.
ve işte o günden sonra
bugüne kadar
kahraman bir türküdür ömrü kerim'in.
eskişehir'den alıp onu
«kocaeli grubu» paşasına götürdüler.
çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.
çabucak öğrendi kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
-zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
ve bütün bu marifetleriyle kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
götürdü haber.
onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
ve bir fidan gibi düz
bir fidan gibi cesur
bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
sürdü 1337'ye kadar...
kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir:
yüksek
kalın.
gökyüzü gözükmez.
durgun bir geceydi.
hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim'in.
solda
ilerde
tepenin eteğinde ateş yanıyordu:
«tekneciler» diye anılan
gâvur çetelerinin olmalı.
dallardan damlalar düşüyordu kerim'in yüzüne.
beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
ipsiz recep'in yanından dönüyordu kerim.
kâatlar götürmüş
kâatlar getiriyor.
birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
şaşırdı kerim.
dizginleri bıraktı.
sarıldı beygirin boynuna.
deli gibi gidiyordu hayvan.
çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
kim bilir kaç saat böyle gidildi.
orman bitti birdenbire.
-ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
ve kerim aynı hızla geldiği zaman
armaşa'nın altında başdeğirmenler'e
beygir ansızın kapaklandı yere,
tekerlendi kerim.
doğruldu.
ve aklına ilk gelen şey
saatına bakmak oldu.
kırılmıştı camı.
bindi beygire tekrar.
hayvan topallıyordu biraz.
uslu uslu yola koyuldular.
sol kulağı kanıyordu kerim'in,
kirezce'ye geldiler
(sapanca'yla arifiye arası) ,
kerim durdu,
biraz zor nefes alıyordu.
geyve'ye girdi ertesi akşam.
beli o kadar ağrıyordu ki
inemedi beygirden
indirdiler.
kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
adapazarı.
sonra belki on gün, belki on beş,
kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,
yahşıhan,
konya,
sile nahiyesi
(burda malûl gaziler için
takma kol ve bacak yapılıyordu) ,
ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta.
hâlâ rüyalarında görür kerim
incecik bir yoldan eşekle gelip
üzerine doğru eğilen
bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
usta, ovdu kerim'i bayıltıncaya kadar.
sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
yirmi gün geçti aradan.
ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
kerim'i kambur çıkardılar.
üçüncü bap
yil 1920
ve
arhaveli ismail'in hikâyesi
ateşi ve ihaneti gördük.
düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
akhisar, karacabey,
bursa ve bursa'nın doğusunda aksu,
çarpışarak çekildik...
920'nin
29 ağustos'u:
uşak düştü.
yaralı
ve dehşetli kızgın
fakat toprağımızdan emin,
dumlupınar sırtlarındayız.
nazilli düştü.
ateşi ve ihaneti gördük.
dayandık
dayanmaktayız.
1920 şubat, nisan, mayıs,
bolu, düzce, geyve, adapazarı:
içimizde hilâfet ordusu,
anzavur isyanları.
ve aynı sıradan,
3 ekim konya.
sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş
girdi şehre.
alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
ve manavgat istikametlerinde kaçıp
ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.
ve 29 aralık kütahya:
4 top
ve 1800 atlı bir ihanet
yani çerkez ethem,
bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları,
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
düşmana geçti.
yürekleri karanlık,
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
atları ve kendileri semizdiler...
ateşi ve ihaneti gördük.
ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
beygirler çirkindiler,
bakımsızdılar,
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
insanlar uzun asker kaputluydu,
yalnayaktı insanlar.
insanların başında kalpak,
yüreklerinde keder,
yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
insanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
insanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
köy odalarında unutulmuştular.
ve orda sargı,
deri
ve asker postalları halinde
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
eğrilip bükülmüştü
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.
ve asker kaçakları,
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
acıkmıştılar,
merhametsizdiler,
bedbahttılar.
şosenin ıssız beyazlığına inip
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için
deviriyorlardı uçurumlara:
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.
ve çok uzak,
çok uzaklardaki istanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları:
hürriyet ve ümit,
su ve rüzgârdılar.
onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
fındık ve tütün getirip
şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
şimdi, denizde bir insan sesinin
ve demirli şileplerin kederlerini
ve kabataş açıklarında sallanan
saman kayıklarının fenerlerini
peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp
küçük,
kurnaz
ve mağrur
gidiyorlardı karadeniz'e.
dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...
karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
baltabaş gemi
ingiliz torpitosudur.
ve dalgaların üstünde sallanarak
alev alev
yanan:
şaban reisin beş tonluk takası.
kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
rüzgar:
yıldız - poyraz.
esirlerini bordasına alıp
kayboldu ingiliz torpitosu.
şaban reisin teknesi
ateşten diregiyle gömüldü suya.
arheveli ismail
bu ölen teknedendi.
ve şimdi
kerempe fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil:
rüzgârın,
bulutların
ve dalgaların kalabalığı,
ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
arheveli ismail
kendi kendine sordu:
«emanetimizle varabilecek miyiz? »
kendine cevap verdi:
«varmamış olmaz.»
gece, tophane rıhtımında
kamacı ustası bekir usta ona:
«evlâdım ismail,» dedi,
«hiç kimseye değil,» dedi,
«bu, sana emanettir.»
ve kerempe fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
ismail, reisinden izin isteyip,
«şaban reis,» deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.
«allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
ismail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.
rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.
elleri kanayarak
çekiyor ismail kürekleri.
ismail rahattır.
kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
ismail unsurunun içinde.
emanet:
bir ağır makinalı tüfektir.
ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.
rüzgâr bocalıyor.
belki karayel gösterecek.
en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
fakat ismail
ellerine güvenir.
o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.
rüzgâr karayel göstermedi.
yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.
ismail beklemiyordu bunu.
dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
ismail şaşırıp bıraktı kürekleri.
ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
bir ürperme geldi ismail'in içine.
ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.
sular tekneyi açığa sürüklüyor.
artık hiçbir şey mümkün değil.
kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
ilkönce küfretti.
sonra, «elham» okumak geldi içinden.
sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
sonra...
sonra, malûm olmadı insanlara
arhaveli ismail'in âkıbeti...
dördüncü bap
nurettin eşfak'in bir mektubu
ve
bir şiiri
kardeşim,
sana bu mektubu ankara'da kuyulu kahvede yazıyorum.
hep aynı anadolu havalarını çalıyor gramofon
kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
dışarda yağmur...
mektepten istifa ettim.
cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
çocuklarımıza türkçe okutmak,
öğretmek, sevdirmek onlara
dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
kendi dillerini,
güzel şey,
büyük şey.
fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
daha büyük
daha güzel.
biliyorum:
iş bölümünden bahsedeceksin.
fakat, ankara'da çocuklara ders vermek,
bozkırda ateş hattına girmek
haksız ve hazin
bir iş bölümü.
öyle günlerde yaşıyoruz ki
ben bir iş yapabildim diyebilmek için:
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.
bak, tam sana bunları yazarken
asker geçiyor sokaktan;
yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
meclis'in önüne doğru iniyorlar,
istasyona gidecekler.
ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
sesini incelterek marş okuyor genç türk köylüsü:
«ankara'nın taşına bak,
gözlerimin yaşına bak...»
yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
tıraşları uzamış biraz.
elleri büyük ve esmer.
elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.
yine birdenbire yunus emre geldi aklıma.
başka türlü anlıyorum ben yunus'u:
bence onda bütün bir devir dile gelmiş türk köylüsü:
öte dünyaya dair değil,
bu dünyaya dair kaygılarıyla...
bir şiir yazdım,
garip bir şiir,
«türk köylüsü» diye.
bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.
kardeşin
nurettin eşfak
türk köylüsü
topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
hoca nasreddin gibi ağlayan
bayburtlu zihni gibi gülendir.
ferhad'dır
kerem'dir
ve keloğlan'dır.
yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahbe felek ona eder oyunu.
çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
o, «yûnusû biçâredir
baştan ayağa yâredir»,
ağu içer su yerine.
fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
ve bir kerre vakterişip
«-gayrık yeter! ...»
demesinler.
bunu bir dediler mi,
«isrâfil sûrunu urur,
mahlûkat yerinden durur»,
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa.
ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
«dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»
beşinci bap
920'nin 16 marti
ve
manastirli hamdi efendi
ve
reşadiyeli veli oğlu memet'in hikâyesi
«bu hamiyetli ve cesur, manastırlı hamdi efendi olmasaydı, istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. istanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. bir ucu ankara'da bulunan telin istanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu? »
920'nin 16 martı.
öğleden evvel
saat onda
makina başında şöyle bir telgraf aldı ankara'daki:
«der-aliye 16/3/1920.
ingilizler bastı bu sabah
şehzadebaşı'ndaki muzika karakolunu.
müsademe edildi.
işgal altına alıyorlar istanbul'u şimdi.
berâyi malûmat arzolunur.
manastırlı hamdi.»
920'nin 16 martı.
harbiye nezareti telgrafhanesi buldu ankara'yı:
«etrafta dolaşıyor ingiliz askerleri.
şimdi işte
ingiliz askerleri giriyorlar nezarete.
işte giriyorlar içeri.
nizamiye kapısına.
teli kes.
ingilizler burdadır.»
920'nin 16 martı.
manastırlı hamdi efendi
buldu ankara'dakini tekrar:
«paşa hazretleri,
harbiye telgrafhanesini de işgal etti ingiliz bahriye askeri
tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
paşa hazretleri,
emri devletlerine muntazırım.
16 mart 1920
hamdi»
920'nin 16 martı.
durumu bir daha tekrar etti hamdi efendi:
«sabah bizim asker uykuda iken
ingiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
ingilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
beyoğlu ve tophane'yi işgal edip.
işte beyoğlu telgrafhanesi de yok.
işte beyoğlu telgraf memurları geldiler.
kovmuşlar.
burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.
şimdi haber aldım efendim.»
920'nin 16 martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
ingiliz'in hepsi değil domuzu
sabaha karşı aldı canımızı.
920'nin 16 martı
basıldı vezneciler'de karargâh.
uyan be tosunum uyan.
üçümüzü uykuda kesti kâfir,
üçümüz: abdullah çavuş, şarkışla'dan osman,
bir de zileli abdülkadir.
920'nin 16 martı
bozdoğan kemeri'nde
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.
920'nin 16 martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
soktu osman'ın karnına kasaturayı,
bastı göğsüne kâfirin dizi.
dört çocuk babasıydı abdullah çavuş.
doymadı dünyasına abdülkadir.
üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
920'nin 16 mart sabahı,
karakolun karşısında
bırakmadım elimden silâhı,
yere serdim iki ingiliz'i.
senin ırzını kurtardım istanbul'um,
sana can feda çakır gözlü gülüm.
üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
şimdi üçümüz:
abdullah ve osman ve abdülkadir,
taşları yan yana yatar eyüp'te.
arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilemeyiz yerini.
uykuda kestiler üçümüzü,
kurşuna dizdiler ikimizi,
ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi.
bir de altıncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekânı şöyle dursun,
adını da bilen yok...
altinci bap
muharebeler
ve
düşman elinde kalanlar
ve
kartalli kâzim'in hikâyesi
inönü meydanı, yavrum,
rüzgâr,
soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
zemheriler bitti diyelim,
hamsin ya başladı, ya başlıyor.
muharebe beş gün beş gece sürdü.
kan gövdeyi götürdü.
ve nihayetinde
düşmanlar karın üstünde
top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
altı kamyon bıraktılar.
sonra, kaçarlarken, yavrum,
köyleri, köprüleri yaktılar...
bu, birinci inönü,
sonra ikincisi:
23 mart 1921 günü
düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor.
onlarda, topçu ve piyade
bizden üç kere fazla,
bizim atlımız çok.
atların makanizması,
hartucu,
namlusu yoktur
ve kılıç
çıplak, ucuz bir demirdir.
26 mart:
akşam.
sağ cenah ilerimize yanaştılar.
27 mart:
bütün cephelerde temas.
28, 29, 30:
kavgaya devam.
ve martın 31'inci gecesinde,
(ayışığı var mıydı bilmiyorum)
inönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
ve ertesi gün
1 nisan:
metristepe aydınlanıyor.
saat altı otuz.
bozöyük yanıyor.
düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.
sonra, 8 nisandan 11 nisana kadar:
dumlupınar.
sonra, haziran.
bir yaz gecesi.
dünyada yalnız pırıltılar
ve böceklerin sesi.
sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
basarak aldık
adapazarı'nı.
ve dolaşıp sapanca gölü'nün sazlıklarını
yanaştık izmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
düşman,
kısmen gemilere binerek
denizden
ve kısmen
karamürsel üzerinden
bursa'ya çekilip
boşalttı izmit şehrini gece yarısı.
sonra 23 ağustos:
sakarya melhamei kübrâsı ki
devamı 13 eylül gününe kadardır.
bizim kırk bin piyademiz,
dört bin beş yüz atlımız,
düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
üç yüz topu vardır.
harp meydanının kuzey yanı
sakarya
ve dağlardır:
keskin
ve dik yamaçlarıyla
ve kireçli toprakları
ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
haşin
ve münzevi çam ağaçlarıyla
abdülselâm-dağı,
gökler-dağı,
dağlar.
ve sakarya'dan bu havalide
yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
ankara suyunun döküldüğü yerden
eskişehir kuzeybatısına kadar
sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
güneyde
ve güneydoğuda
yapraksız ve hazin
geniş ve uzun
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
ölmek arzusu veren
cihanbeyli ovası:
çöl...
bu çölün,
bu dağların,
bu nehrin ve bizim önümüzde
yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.
buna rağmen:
sene 1922
ve 15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.
inanılmaz şeyler düşmandadır ki
bunların arasında:
7 göl, 11 nehir
ve köklerinde baltamızın yarası
ve yangınlarıyla bizim olan
yüz kere yüz bin dönüm orman,
bir tersane, iki silâh fabrikası,
ve 19 körfez ve liman ki
belki birçoğunun
rıhtımı,
mendireği,
kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
ve belki sularında
ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
fakat onlar
tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
sonra, 3 deniz,
6 kol tren hattı,
sonra, göz alabildiğine yol:
sılaya gittiğimiz,
gurbette göründüğümüz
ve neden
ve niçin olduğunu sormadan
çöle, çanakkale'ye,
ölüme gittiğimiz yol
ve sonra toprak
ve o toprağın insanları:
uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
manisa'lı saraçlar,
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
ve kurnaz
ve cesur
ve ağırbaşlı ve çapkın
ve kütleleriyle delikanlı
istanbul ve izmir işçileri
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
kıl çadırlı yürükleri aydın'ın,
ve sonra, ırgat,
ortakçı,
maraba,
davarlı ve davarsız,
yarım meşin çizmeli
ve ham çarıklı köylüler.
15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.
mehtaplı bir gece,
gümüş bir kutunun içindesin:
ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
ya çok seslidir
ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.
yatıyor filintasının arkasında kartallı kâzım.
kız gibi osmanlı filintası.
parlıyor arpacık
namlının ucunda:
yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
ve bir damlacık.
kâzım emir aldı merkezden:
gebze'deki ingiliz'in tercümanı vurulacak.
köylerde teşkilât kurmuş tercüman mansur:
satıyor bizimkileri.
kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
işte sökün etti mansur karşıdan:
beygirin üzerinde.
beygir yüksek,
ingiliz kadanası.
kendi halinde yürüyor hayvan
ortasında demiryolunun
sallana sallana,
ağır ağır.
tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
başı sallanıyor,
belki de uyuyor üzerinde beygirin.
yaklaştıkça büyüyor herif.
zaten mehtapta heybetli görünür insan.
arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
namlıyı kaldırdı birazcık kâzım,
nişan aldı sallanan başına mansur'un.
soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
-ağaç çınar-.
kuş ürkmüş olacak.
çevrildi kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana,
mehtapla yüz yüze geldiler.
mehtap koskocaman,
desdeğirmi,
bembeyaz.
ve kâzım'ın gözünü aldı âdeta.
zaten bu yüzden,
tekrar göz, gez, arpacık
ve filintayı ateşlediği zaman
ilk kurşun mansur'un başını delecek yerde
galiba omuzuna girdi.
herif «hınk» dedi bir,
beygirin başını çevirdi
dörtnal kaçıyor.
yetiştirdi ikinci kurşunu kâzım.
beygirin üstünde sola yıkıldı mansur.
üçüncü kurşun.
tercüman düştü beygirden.
fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
sonra kurtuldu ki ayağı
yıkılıp kaldı olduğu yerde.
yamaca sardı beygir.
kalktı kâzım,
yürüdü mansur'a doğru,
üzerinden kâatları alacak.
arada dört telgraf direği yalnız,
ellişerden iki yüz metre eder.
mansur doğruldu ansızın,
kaçıyor bayır aşağı.
filintayı omuzladı kâzım.
dördüncü kurşun.
yıkıldı herif.
koştu kâzım.
doğruldu yine mansur.
yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
kaçmıyor artık,
yürüyor.
kâzım da bıraktı koşmayı.
deniz kıyısına indiler.
orda boş bir fabrika var,
bir de beyaz bir ev,
tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
mansur suya giriyor,
kâatlar ıslanacak.
beşinci kurşunu yaktı kâzım.
suya düşüp kaldı önde giden
ve kâzım tazelerken şarjörü
bir ışık yandı beyaz evde,
bir pencere açıldı.
galiba bir kadın baktı dışarıya..
boğazlanıyormuş gibi bağırdı mansur.
pencere kapandı,
ışık söndü.
tercüman attı kendini tahta iskeleye.
art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
hay anasını,
ay da denize düşmüş
toplanıp dağılıyor,
dağılıp toplanıyor.
velhasıl,
lâfı uzatmıyalım,
mansur'un işini bıçakla bitirdi kâzım.
kâatlar kan içindeydi.
fakat kan kapatmıyor yazıyı...
namussuzun biriydi mansur,
muhakkak.
düşmana satılmıştı,
orası öyle.
kaç kişinin başını yedi,
malûm.
ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
ne malûm? dersen:
dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
kavgadan önce kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra kartal'da bahçıvan...
yedinci bap
922 ağustos ayi
ve
kadinlarimiz
ve
6 ağustos emri
ve
bir âletle bir insanin hikâyesi
ayın altında kağnılar gidiyordu.
kağnılar gidiyordu akşehir üstünden afyon'a doğru.
toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
ve ayın altında kağnılar
yürüyordu akşehir üstünden afyon'a doğru.
«6 ağustos emri» verilmiştir.
birinci ve ikinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
gecenin içinde toprak.
gecenin içinde rüzgâr.
hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde:
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.
ve onların arasında
birinci ordu ikinci nakliye taburu'ndan
istanbullu şoför ahmet
ve onun kamyoneti vardı.
bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet:
ihtiyar,
cesur,
inatçı ve şirret.
kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu:
«6 ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
ihzar ve teşkil olunanlar,
bu meyanda ahmet'in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
afyon - ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.
ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
siyah mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
bir deniz kıyısındadır şehir.
vantilâtörde adedi devir
düşüyor gibi.
arkadaşlar ileri geçtiler.
ay battı.
manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.
sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür'ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, harbiye nezareti'nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.
motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.
ne diyorduk oğlum ahmet?
dökmeciler sağda kalır,
derken, uzunçarşı'ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı:
«hikâyei billûr köşk»,
altı cilt «tarihi cevdet»
ve «fenni tabâhat».
tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.
ilerde bir süvari kolu gidiyor,
saptılar sola.
uzunçarşı'yı dikine inersin.
sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
ve sen istanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın istanbullulara:
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
rüstem paşa camii.
urgancılar.
urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
zindankapı, babacafer.
uzakta balıkpazarı.
kuruyemişçiler.
yemiş iskelesindeyiz:
sandalları, mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
yüzüne hasret kaldığım deniz.
sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
inip
baksam...
yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
eyüp'te niyet kuyusu'na gittikti.
elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
kaşları da hilâl gibi çekikti.
tam kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...
lastik hava kaçırıyor.
derdine deva bulmazsak eğer...
dur bakalım babacafer...
üç numrolu kamyonet durdu.
karanlık.
kriko.
pompa.
eller.
küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
ahmet hatırladı:
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız...
iç lastik boydan boya patladı.
yedek?
yok.
dağlarda avaz avaz
imdat istemek?
sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
süleymaniyeli şoför ahmet
soyun...
soyundu.
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,
ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.
bu şarkı nihaventtir.
deniz kıyısında bir şehir...
beyaz başörtüsü...
saatta elli yapıyoruz...
dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför ahmet'i,
dayan arslan...
hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti...
sekizinci bap
26 ağustos gecesinde saatlar
iki otuzdan beş otuza kadar
ve
izmir rihtimindan akdeniz'e
bakan nefer
saat 2.30.
kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
düşman üç saatlik yerdedir
ve hıdırlık-tepesi olmasa
afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
küzeydoğuda güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
ovada akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
akarçay dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
ve afyon önünde
altıgözler köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve konya tren hattına rastlayıp yolda
büyükçobanlar köyü'nü solda
ve kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, yunan'dan önce ve seferberlik'ten evvel
selimşahlar çiftliği'nde ırgatlık ederken manisa'da
geçerdi gediz'in sularını başı dönerek.
dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
Şayak Kalpaklı Adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
paşalar onun arkasındaydılar.
o, saatı sordu.
paşalar: «üç,» dediler.
SARIŞIN BİR KURDA BENZİYORDU.
ve MAVİ GÖZLERİ ÇAKMAK ÇAKMAKTI.
yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovası'na atlıyacaktı.
saat 3.30.
halimur - ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
izmirli ali onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
sağda birinci nefer
sarışındı.
ikinci esmer.
üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp urfa'ya girdiği akşam.
altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «deli erzurumlu» derdiler.
yedinci, mehmet oğlu osman'dı.
çanakkale'de, inönü'nde, sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
sekizinci,
ibrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
ve izmirli ali onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
saat 4.
ağzıkara - söğütlüdere mıntıkası.
on ikinci piyade fırkası.
gözler karanlıkta, uzakta.
eller yakında, makanizmalar üzerinde.
herkes yerli yerinde.
tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam:
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
içi rahattır.
cennet, ebedî bir istirahattır.
ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
saat 4.45.
sandıklı civarı.
köyler.
sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
ikinci süvari fırkası'ndan dördüncü bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
geride, köylerde bir horoz öttü.
ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır:
baltaibik, sütbeyaz bir denizli horozu.
düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
saat beşe on var.
kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
tınaztepe'ye karşı kömürtepe güneyinde,
on beşinci piyade fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
darülmuallimin mezunu
nurettin eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor:
-bizim istiklâl marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
meselâ, bakın:
«gelecektir sana vaadettiği günler hakkın.»
hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«kim bilir belki yarın...»
saat beşe beş var.
dağlar aydınlanıyor.
bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
gün ağardı ağaracak.
kokusu tütmeğe başladı:
anadolu toprağı uyanıyor.
ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
topçu evvel mülâzımı hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
yüzbaşı sordu:
- saat kaç?
- beş.
- yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
birinci ve ikinci ordular
baskına hazırdılar.
alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
nurettin eşfak
baktı saatına:
- beş otuz...
ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
bunlar:
karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
sonra.
sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
aslıhanlar civarında
30 ağustosa kadar.
sonra.
sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
esirler arasında general trikopis:
alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak'ın ayağı.
nurettin dedi ki: «teselyalı çoban mihail,»
nurettin dedi ki: «seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»
sonra.
sonra, 31 ağustos günü
ordularımız izmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
deli erzurumluydu.
devrildi.
kürek kemikleri altında toprağı duydu.
baktı yukarı,
baktı karşıya.
gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
sonra...
sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve deli erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
solda, ilerdeydi ali onbaşı.
kan içindeydi yüzü gözü.
bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
«dörtnala gelip uzak asya'dan
akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»>
sonra.
sonra, 9 eylülde izmir'e girdik
ve kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
güneyden kuzeye,
doğudan batıya,
türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından akdeniz'i.
ve biz de burda bitirdik destanımızı.
biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
Kore savaşı günlerinde Amerikalı bir yetkili (Mr. Dalles) Türk askerinin çok ucuz olduğunu, kendilerine günde 23 cent'e mal olduğunu söylemiş. Nâzım Hikmet bunun üzerine aşağıdaki şiiri kaleme almış:
23 Sentlik asker
Mister Dalles,
sizden saklamak olmaz,
hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara'da 23 sente,
yahut iki kilo kuru soğan,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan.
erkek, ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır,
belki tavşan gibi korkak,
belki toprak gibi akıllı
belki gençlik gibi cesur,
belki su gibi kurnaz
(her kaba uymak meselesi) ,
belki ömründe ilk defa denizi görecek,
belki ava meraklı, belki sevdalıdır.
Yahut da aynı hesapla Mister Dalles
(tanesi 23 sentten yani)
satarlar size bu askerlerin otuz beşini birden
İstanbul'da bir tek odanın aylık kirasına,
seksen beş onda altısını yahut
bir çift iskarpin parasına.
Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler:
Size tanesini 23 sente sattıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak
mevcuttu, tuhafınıza gidecek,
mevcuttu hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletinizin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin NewYork'un,
kurşun kubbeler kurdu o
gökkubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri,
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebemkuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz,
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her seyde, hep beraber, diyebilmek için,
yürüdü peşince Bedreddin'in
O, tornacı Hasan, köylü Mehmet, öğretmen Ali'dir.
Kaya gibi yumruğunun son ustalığı:
922 yılı 9 eylülüdür.
Dedim ya Mister Dalles,
Herhalde bütün bunları sizden gizlediler,
ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın, yarın çok pahalıya mal olursa size,
bu 23 sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.
Nâzım Hikmet Ran (1953)
' Nazım ı neden sevmezler? ' isimli ses dosyası mutlaka dinlenmelidir.
Nazım kendi sesinden önemli şeyler anlatmaktadır.
bakınız: şiddeti çözüm olarak benimsemek
Türkiye'de laikliğin kolay anlatılamaması ve anlaşılamamasının temel nedenleri tarihten kaynaklanır. Bu nedenler kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Hıristiyan toplulukları devlet ve kilise dışında birer sivil toplum olarak ortaya çıktı. Çünkü Hz. İsa öldüğü zaman kendine inananların sayısı oniki kişi idi. O sırada ne bir Hıristiyan devleti, ne de bir Hıristiyan toplumu yoktu. Dolayısıyla olmayan bu devlet ve toplum yaşamını düzenleyecek din kuralları da yoktu. Hıristiyan dininin serbest bırakılması, bu dinin çıkışından 300 yıl sonra mümkün oldu. Bilindiği üzere 315 yılındaki Milano Fermanı ile Hıristiyanlık serbest bırakıldı. Elbette bu din serbest bırakıldığı gün devlet ve toplum yaşamının dinsel kurallarını koyamadı. Bu iş için de en az 200 yıl geçmesi gerekti. Başka bir deyişle Ortaçağ'da Avrupa topluluklarının yaşamına dinsel kuralların girmesi Hıristiyanlığın çıkışından en az 500 yıl sonra gerçekleşti. Dolayısıyla, Avrupa topluluklarına din ve dünya işlerinin birbirinden ayrı olduğu söylendiği zaman bunu anlamakta zorlanmadı. Buna rağmen aradan yaklaşık 1.300 yıl geçti.
2. Oysa Hz. Muhammet bir yandan Tanrı'dan vahiy alarak yeni bir din yayan bir peygamber, diğer yandan yeni dine katılanları toplayıp yeni bir sosyal, siyasal kuruluşu gerçekleştiren devlet adamıydı. Daha hayattayken bir İslam toplumu vardı, ordusu vardı, savaşlar yaptı, barış imzaladı. Bu yeni, devletin ve toplumun sahip olduğu sosyal yapı da elbette bu yeni dinin esaslarına göre şekillenecekti. Böylece, İslamiyet daha başlangıçtan itibaren bir devlet ve toplum sistemi olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Müslüman topluluklara, din ve dünya işlerinin ayrılması gerektiği söylendiği zaman bunu anlamakta zorlandı.
3. Cumhuriyet ilân edildiği sırada okuma-yazma oranı %7 dolayındaydı. Okuma-yazma bilmek demek ülkede ve dünyada yaşanan olayları sağlıklı değerlendirmek demek değildir. Buna rağmen Türk halkının önemli bir kısmı laik uygulamayı benimsedi.
4. Cumhuriyetin ilk yıllarında din simsarları ve dini kullanarak halkın sırtından geçinen asalakların sayısı oldukça çoktu. O dönemde yeraltına çekilen bu kişi ve çevreler, sonraki yıllarda uygun ortamı bulunca yeniden antilaik çalışmalarını sürdürmeye başladı.
5. Siyasal, ekonomik ve askerî bakımdan dünyaya egemen olan ülkeler için güçlü bir Türkiye sakıncalıydı. Türkiye'de ortaya çıkan her türlü olumsuz gelişmeye onlar da katıldı.
6. Güçlü bir Türkiye'yi kendileri için tehlikeli gören komşuları, Türkiye üzerinde oynanan oyunlarda her türlü rolü üstlendi.
7. Laik anlayış ve uygulama Türkiye'de yerleştikçe ve bu yapı Türkiye'nin itici gücü oldukça, ortaya çıkan gerçek, şeriat yasası ve saltanat-diktatörlükle yönetilen Arap ülkeleri için büyük bir tehlike olarak görüldü. Bu nedenle Türkiye'deki laik yapı ve anlayış kesinlikle ortadan kaldırılmalı, köktenci bir İslamlık anlayışı yerleştirilmeli ve bu da Türk-İslam sentezi formülü ile gerçekleştirilmeliydi. Bu amaçla yurtdışından Türkiye'ye gelen resmî ve gayr-i resmî paraların miktarı ve kaynakları herkesçe bilinmektedir