Bir Cemal Süreya dizesiyle kıvranıyor zihnim: 'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın.' Yıkıla yıkıla ağlayan adamlar gördüm ben ve o adamlara uzaktan bakmaya çalışan kadınlar. Yıkıla yıkıla ağlayan bir adamın yanına yaklaşmak tehlikelidir çünkü. Yaralı bir aslanı kimse tutamaz. Bütün aşklar yaralıdır biraz ve bütün yaralarda aşka ilişkin bir yan vardır. Avuçlarımızda biriken kanı yüzümüze sürerken, 'Bu ne biçim aşk? ' diye soracak birileri ve soğuk ve derin ve deli gözlerle bakacağız onlara. 'Neyin anlamı var ki zaten' demek istiyor canım ve belki bunda ilginç manalar buluyor ruhum. Kim bilir? Bir ayrılık şarkısı olmak isterdim ben, yağmurlu havalarda söylenen bir ayrılık şarkısı. 'Bu sabah yağmur var İstanbul'da! Gözlerim dolu dolu oluyor' gibi bir şey olmak isterdim. Böyle bir şey olmama izin vermeyenlerden nefret ediyorum şimdi. Kim ki beni hayatının önemli bir yerine koyarsa, fena halde yanılmış olur. Hiçbir yerde durmayı sevmediğimi söylemiş olayım önce. Kalpler karşısında küçüğüm ben. Ve yalancı ve barbar ve kaba ve sertim. Kırdığım hayatlar yüzünden çoktan hak ettim idamı. Bir sokak arasında kıstırıp vursunlar beni. Çapraz ateşe tutulsun ihanetim ve fütursuzca girdiğim bahçelerden çaldığım elmalarla yakalayın beni. CEBİMDEN ALÇAKLIĞIM ÇIKSIN KİMLİK YERİNE. Kanlar içindeki suratıma bir tekme savurmayı ihmal etmeyin sakın. 'Bu ne biçim aşk? 'diye sorsun Barbaros Camii delikanlısı ve o kara çocuk sıksın ilk kurşunu. Gerisi gelir nasılsa...
Bak, ben burada kıvranıyorum. Ben burada, adını bile bilmediğim ve ilk kez işittiğim gezegenler arasında sıkışmış bir yeryüzü sakini olarak, uçması bile yasaklanmış bir kuş olarak, kahrolmaktayım. Ruhum dünyanın en kirli ruhudur belki. Saklamıyorum uzayan sakallarımı ve darmadağın saçlarımla çıkıyorum hayatın karşısına. Ey bana, aynalara karşı acımasız olmayı ve traş olurken yüzümü kesmeyi öğreten isim, gel ve kandan korkmadığımı gör. Kanamak hoşuma gidiyor benim. Bu nedir? Her soruya parmak kaldıranları vurun be! Vurun kendim tarif etmekte zorlananları. Bütün cevaplar karşısında küçüğüm ben ve küçücük bir soruya dahi yer yok kalbimde. Adımı soran orda kalır, bir adım geçemez öteye. Yok benim adım, gidin işinize. Şüphedeyim. Kahırdayım. Susuzluktayım. Nerden gelip bu çöl kokusu, yerleşti düşlerime? Yeryüzü niye bu kadar geniş ve niye bu kadar dar bize açılan odalar? Allah'ım beni affet!
'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın' diye bağırıyorum. Bağırmayı hak ettim. Ödedim bedelini ayaklarımın ve onların üzerinde sağlam durma hakkım kazandım. Fakat cebimdeki elmalar karşılıksız ve onları koparttığım dallar ağlıyor geride. Ben birilerini ağlattım anne.BEN ISLAK YASTIKLARA GÖMDÜM GÜZEL YÜZLERİ. Beni affetmesinler isterim. Parmaklarımdaki zinciri sallayarak önünden geçtiğim pencereler affetmesin beni. Yaslandığım apartman kapıları ve çaldığım ıslıklar beni affetmesin. Kırdığım hayatlar rüyama girsin hep ve yapışsın boğazıma
Meydanların orta yerinde yaktığımız bir kamyon lastiği kadar olamadın be yüreğim. 'Kopartıp at' diyorum acıyan yerlerini. Bu işler sana ağır, bu işler sana yabancı ve inadına gereksiz 'bu aşk.' Döndür kendini güneşe, yeryüzüne doğru uzat ayaklarını ve sakin ve mağrur ve kendin olarak bak dağlara, denizlere, insana. Ve insana bakmak bir tür dua olsun gözlerinde, bir tür yakarış olsun ettiğin her cümle, kullandığın her kelime. Uşakların ruhundaki çamur ve efendilerin eteğindeki adi renk bulaşmasın sesine. Kendi sesinle sev hayatı ve okşa yediğin her ekmeği, içtiğin her damla suyu. Besmele yerine geçer aşıkların 'ah'ı. Ah, ihanetine sürgün edildiğim kavga. Ah, kavgasına sürgün edildiğim ihanet. Anadolu'yu sever gibi sev beni. Bir köyü anımsar gibi anımsa, bir ilçeyi tanır gibi tanı. Ve uzak yerlerinden yurdumun ve bana en yakın sokaklarından ayrı ayrı seslen ve sesindeki uzaklık ve sesindeki yakınlık imtihanım olsun. Ve kalbimin yağıyla tutuşsun gece.
Kalbimin yağıyla tutuşsun gece. Aklım yansın orada. İnsafım yansın. Bu hayata verdiğimiz bütün anlamlar yansın ve sadece kemiklerimden tanıyın üstüne doğduğum toprakları. Ve sadece kemiklerimden tanıyın 'onursuz' kalmanın ne demek olduğunu. Ve ateş beklerken orda ruhlarımızı, dalıp gittiğimiz dünya zevklerini ve bir isyanı nasıl sattığımızı anlatsın size kaburga kemiğim. Kemiklerimiz bile öğrendi konuşmayı ve artık kalp taşımayanlar arasında aldık yerimizi. Kapkara bir kavga ve kapkara bir bilinç olarak duruyorum burada. Ve kemiklerimi üst üste yığarak yürüyorum ve kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni.
Kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni. Daha büyük konuşan varsa çıksın ortaya. Çıksın ve savunsun kendini daha celali olan, daha eşkiya olan ve daha sert cümlelerin ateşiyle kavrulan. Çıksın ve boşaltsın şarjörünü kafama. Çıksın ve bir tekme savursun yollara döke döke geldiğim kemiklere. Çizdim üstünü adımın ve hiçbir harfle başlamıyor soyadım. Varsa bundan daha öte bir hain ve varsa bundan daha öte bir delilik, konuşsun şimdi. Ayağa kalksın itiraz ve her şeylerini toprağın en derin yerine gömenler yürüsün önüm sıra. Peşindeyim bütün asilerin ve peşindeyim bütün devrimlerin. Var mısınız aşkları da yakmaya?
Bize, 'İşte İstanbul' diye gösterdikleri bu işkembe, bu kenar mahalle, bu Esenler, bu Bağcılar, milyonlarca trajediyi her sabah konfeksiyon atölyelerine, getir götür işlerine, telefona bakılan ofislere, minibüs koltuklarına doğru akıtırken, bazen bir kara göz, bazen sahte bir sarışın saç çalınır gözlerime. Adı belki 'Avcılar Güzeli Y.,' belki 'Yenibosna Güzeli F.,' belki de bir başka mahallenin veremli kızı 'K.' olan bu gözler ve bu saçlar, ağır koşullarla ağır hayalleri harmanlayarak ve çoğu kez bu harmanın altında ezilerek, yorgun ve hüzünlü bakışlarla süzülüp giderler zihnimizin arşivine doğru. Bir minibüsün ön koltuğunda ya da tramvayın ortalarında bir yerlerde ya da halk otobüslerinin kapısına yakın duran bu kırılgan ve sanki gözlerimizin önünde eriyip yokolacakmışçasına hafif bu 'gecekondu güzelleri,' hep aynı şeyler düşünür, hep aynı şeylere ağlar ve hep aynı erkekleri severler. Yarımdır hayatları ve mutlu olma hakkı onlara en ufağından çay kaşıklarıyla sunulur. Dayaksız ve yalansız ve rahat ve düğmesine dokunduğun anda sıcak suyu akan bir dünya yoktur onlar için. Ve bedenleri her tür işgale, her tür zobalığa, her tür sömürüye ve her tür karanlığa açıktır. Ve tam da bunun tersine, akılları hinliğe kapatılmıştır. Pratik ve hamarat ve işe yarar olmak öğretilmiştir onlara; düşünmek ve kafa yormak yasaktır. Topuklarına basarak yürüyen erkeklere duydukları aşk gerçek, fakat onlara sunulan sevgi yarımdır. Onlar yarımdır ve kimse kılını kıpırdatmaz eksik bırakılmış çizgilerini biraz daha uzatmak için ve o çizgilerden bir ağaç, bir ev, bir bulut resmi çıkarmak için didinmez hayat. Ve günler ağır haberlerle gelir gecekondulara. Bilirsin ki, tramvayda gördüğün 'Yenibosna Güzeli,' az sonra yastığa gömerek sarı boyalı saçlarını hüngür hüngür ağlayacaktır ve her evde diğerlerinden gizlenen başka başka hayatlar vardır ve başka hayatlar içinde karışacaktır aklı 'F,'nin. Ve yine bilirsin ki, o kız ağlaya ağlaya ölürken, şehrin merkezinde bir yerlerde, sakallı adamlar ve gözlüklü kadınlar 'Asiye'nin kurtuluşu'nu tartışacaktır. Ne yalan!
Ey 'F.,' seni sevmeyenlerin kalbine tüküreyim ben. Bu yalan şehirlerin, iki yüzlü hayatların, pis renkli paraların, terleyen namussuzlukların, uzak ülkeler gibi karanlık vitrinlerin, bitirilemeyen okulların, yasaklanan sıraların, yoksulluğun ve yoksunluğun ve bütün bunların üzerine çöreklenen alçak yalanların adına 'hayat' diyorlar ve gözlerimizin içine arsızca bakarak, bir köpeğe mama verir gibi önümüze itekliyorlar hayatı. Bu hayatın içine tüküreyim 'F.,' bu hayatın içine tüküreyim. Yalan kumaşlardan yalan dünyalar biçerken bir konfeksiyoncu kız ve o bilmiş yalanlardan, hiçbir şeyi örtemeyen palavralar dikerken kara çocuk ve önüne konulan maskelere ütü basarken henüz 14 yaşındaki bir başka 'F.,' bu şehir nasıl uyuyabiliyor? Bu şehir ne adi bir beton ve metal yığınıdır ki, kalp diye alışveriş merkezleri taşır göğsünde ve o alışveriş merkezleri, o plazalar, o beyaz boyalı tezgâhlar her gün milyonlarca gecekondu hayalini yutar. Ve ağzında evirip çevirdiği posayı, hiç utanmadan ve bir an bile titretmeden yüreğini karanlık mahallelere doğru tükürür. 'F.' bir posadır beyaz kafa için. Ahh, 'F.'
Beyaz ofislere, atölyelere, fabrikalara ve adını anımsayamadığım tonlarca insan pazarına düş, yorgunluk ve emek taşıyan bu minibüsleri yakasım geliyor. Yakasım geliyor tramvayları, otobüsleri, Kadıköy vapurunu ve başka bilumum şeyi. Bizi hapseden, bizi kirleten, bizi döven, bizi yasaklayan, bizi okula almayan, bizi güzel mekânlara sokmayan kim varsa, ama kim varsa, hepsini yakmak isliyorum. Elimde bir kibrit çöpüyle yazıyorum bu satırları ve 'hadi kalk git' diyor kalbim, 'kalk ve Taksim'den başla yakmaya.' Çevir ve gözlerine bak meydandakilerin ve gözlerinde zerrece temiz yer bulamadığın bütün kafaları ateşe ver. Ateşe vermek istiyorum hayatı ve 'Yenibosna Güzeli' diye kandırılan o bakımsız kızı yanıma alarak çekip gitmek istiyorum buralardan. Çek git ve arkanda ağlayan kimse kalmasın. Öldür gözyaşlarını ve ekmek olarak kalbini götür yanında. Bir kalp eğer gerçekten 'kalp'se doyurabilir hayatı.
işte tüm insanların içindeki hayvan bu filmde. karakterler uzakta değil değil çevremizde, okulumuzda işyerinde, arkadaşımız veya biz. insanın nasıl kudurabileceğini ve zalimleştiğini görmek isteyenler dogville'e baksın veya üçüncü sayfa gazete haberlerine. asla gerçekten uzak bir film değil çünkü en az ayda bir dogville okuyorum üçüncü sayfalarda ve benim okumadıklarımda var elbette.
Sizi ateşe doğru koşmaya davet ediyorum bayan. Üstünden sürüldüğümüz toprakları ve saraylara rehin bıraktığımız kalplerimizi geri almalıyız.Geri almalıyız kulağımıza fısıldanan isimleri ve unutmamız için çırpındıkları zihinlerimizi, yoksul evlerde öğrendiğimiz alfabeyi, ceketlerimizin sökük uçlarını, kapılardan önümüzü iliklemeden girme cesaretini, umarsız tarihi, sarhoşluk bilgisini ve kötü vatandaş olma hakkını geri almalıyız. Sözümün, üstüne söz söyletme kimseye bayan.Silelim gözlerimizden işgalcilerin çığlıklarını ve yalanlarını onların kopartıp atalım kulaklarımızdan. Bütün yeryüzü ülkemizdir bizim ve kurtuluş bir zerdali gibi duruyor dünyanın bütün ağaçlarında. Dünyanın bütün ağaçları aşkımızın özgür topraklarını bekliyor. İnsana, halka, toprağa, havaya ve suya olan büyük aşkımızın topraklarım bekliyor hayat. Ve durmak yok birbirimizin cesaretine doğru sürdüğümüz atlara. Cesaret, ne bol sıfırlı bir çek, ne de üçyüz kilometre hızla sürülen son model arabadır. CESARET, SENİN ELLERİNDEN BENİM ELLERİME TAŞINAN ISI ve BENİM GÖZLERİMDEN SENİN GÖZLERİNE DOĞRU UÇAN NARİN BİR KELEBEKTİR. Kırılgan ve şeffaf olduğu için gereklidir cesaret ve cesur adımlarımızla şekillenir aşkımız.
Sizi kavgamın kenar mahallesine davet ediyorum bayan ve kavganızın kanatlarına kanatlarımı eklemek istiyorum. Uçmak özgürlük sevdalılarının işidir, özgürlük sevdalılarının işidir yüksek duvarların ardındaki bahçelerden meyve çalmak ve padişah çocuklarını ayartıp, onlan kavganın demir bir yumruğuna çevirmek bizim işimizdir. Beş parmağın beşi de birdir birbirimize uzattığımız elde ve tut kalbimi sıkmaktan dolayı terlemiş ellerimi, tut ve onlara dünyayı tanıt. Bütün topraklan, bütün ağaçlan, bütün çiçekleri, bütün hayvanları, bütün köyleri, bütün ışıkları, bütün sesleri tek tek tanıt ellerime. Ben aşkınızın militanıyım bayan. Çekip fünyesini kalbimin aramızdaki engellere doğru koşuyorum. Birazdan büyük bir patlamayla aydınlanacak gece ve o bir saniyelik aşk en uzun hayatlardan daha uzun kalacak yeryüzünde. Bana kutsallarım için Ölmeyi öğretiniz ve ben hiç sönmeyen bir ateşe avuçlarımızı uzatmanın güzelliğini haykırayım size. Bütün güzellikleri haykırayım ve sesim bir sarhoşun hiç ayılmak istemeyen gözleriyle tarif edilsin. Fakat hiç kimsenin tarif etmesine izin vermeyelim içimizdeki yanardağı.
Sizi aynı elmayı ısırmaya davet ediyorum bayan. Halkımızın bakışlarıyla kızaran o elmaya kalbimizin atışlarını da ekleyip dünyanın uçlarına doğru atmalıyız. Lübnanlı bir savaşçı avuçlarında sıkıp başka bir toprağa fırlatmalı özgürlüğün meyvesini. Etiyopyalı bir bebek bulmalı onu. Bütün bebeklerde çoğalmalı bizim aşkımız. Karanlık hedeflere doğru sıkılan silahların sesini tercih etmelisin 'seni seviyorum' cümlesinin yerine. Ve beni hatırlamak istersen bir Çeçen çocuğun gözlerine bakmalısın. Ben ve bütün kardeşlerim, bu 6 milyar kara çocuk, aynı hızla bakarız sevdiklerimizin gözüne. Hızıma hızınızı da katın bayan. Gölgesiz bir hayata inandık birlikte. İnandık birlikte ekmeğin ekmek, ateşin ateş, ölümün ölüm olduğuna. Ve Özgür bir ölüm fikriyle alevlendi hayat. Yeşeren herşeyi tutsak halkların koynunda sakladık ve bir devrimci annesinin cesaretiyle koruduk kalplerimizi. Koruduk kalplerimizi işgal ordularından ve devasa bir bayrak gibi dalgalandı çocuklarımız. Bana çocuklarımızı anlat ve hiç susma yüzlerini yüzüme ezberletirken.
Sizi beyaz sarayı yakmaya davet ediyorum bayan. Biz bir çift gövde olarak dünyanın her yerinden aynı anda yürüyebiliriz. Aynı anda aynı cümlelerin şiddetiyle sarsılabiliriz silahlarımızı temizlerken. Bilin ki silahlarınızı sevdim sizin ve tetikte bekleyen gözlerinizi. Siz uyurken başınızda nöbet tutmak istiyorum bayan. Karanlık pusulardan korumak istiyorum düşlerizi. Biz bir doğumun iki ucuyuz ve bir karanfil gibi büyüttük yüreğimizi. Bir karanfil hayata sevdalı. Bir karanfil özgür şarkılar için. Şarkılarınızda bana da yer açın ve daha da genişlesin avuçlarımdaki harita. Serip o haritayı yemek yediğimiz masaya savaş planlan yapalım birlikte. Aşk bir savaştır ve iki kişilik bir ordu bile yeter zafer kazanmaya. Beni zaferinize kabul edin bayan. Yaralarınıza yakın tutun beni ve bir kör kurşunu birlikte ısıralım. Aynı kurşunu bölüşmektir benim aşkım. Cephanem bitince sizin kurşunlarınızla doldurayım tüfeğimi. Siz tüfeğinizi bir şehri yakmanın çılgınlığıyla doldurun. Koşalım bizden önce koşanların peşi sıra. Aşk bize yoldaş.
İki ucundan tutup biraz çekiştirsek, genişler mi hayat? 'Çıkarın bizi burdan' diye bağırıyor adam Ağır Roman'da. Çıkartırlar mı bizi burdan? Saçlarımızdan tutup sürükleyerek getirdikleri bu köle pazarında, bu kurtlar sofrasında, ağzımıza bir avuç su uzatacak babayiğit kaldı mı? Yeryüzü denilen bu muazzam genişliğin ortasında sürekli daralan, sürekli daraltan, sürekli kanayan ve sürekli kanatan bir eşkıya, bir asyalı, bir kara çocuk gibi oturup, hayata ve kendimize dair şeyler düşündük. Bir sonraki savaşı bekledik hep, bir önceki savaştan kurtulunca. Uzakta, şehir ışıklarının okuyla yaralı bir gece uzanıyordu ve ağlıyordu o gecenin çocukları. 'Bütün şehirlere lanet olsun' der gibi oturuyorduk, hayata ve kendimize ait düşüncelerin önünde. Şimdi ayağa kalkmak caiz mi? Şimdi yürümek ve yürümek ve yürümek sadece, hiç savaşmadan ve geçerek düşman orduların uzağından ve pusuya düşmeden ve dinlenmeden ve su içmeden, sadece ve sadece yürümek istiyor adam. Her adım, topraktan çekilen ve gökyüzünden inen bir şeyleri, bilmeyi ve anlamayı, saç tellerimizden ve ayak parmaklarımızdan alarak kalbimizde biriktirecek. Kalbimiz yeryüzüdür bizim ve yeryüzü kalbimizdir. Biz susarak ve susayarak öğrendik savaşmayı. Kılıcımızı sallarken Çit çıkmadı ağzımızdan. Sakin ve serin ve basit bir şeydi inançların için ölmek. Bir fikre, sevgilimize bağlandığımızdan daha ağır bağlandık ve aşktan daha öte bir şeydi kavga. Aşk bu yüzden anlamlı, kavga bu yüzden zordu zaten.
'Kül yanar mı? ' diye soruyor Müslüm Gürses. Kül yanar mı abiler? Ve ne dediğim anlamadığınız 'sol soslu' bir film. 'Su da yanar' diye çıkıyor ortaya. 'Müslüm Baba' daha derin, 'sol' alabildiğine sığ. Ve işle ortada soru: Su yanar mı? Biz yakmazsak hiçbir şey yanmaz abiler. Biz genişletmezsek genişlemez hayat. Kimse çıkartmaz bizi burdan, kalırız. Kül yanar Müslüm Baba, sen emret! Tutuşan ve sonra alevlerini göğe savurarak yanan her şeyin İçinde biz varız. Biz ki, birbirine tiksinmeden bakan tek kabileyiz. Her adamımız makbuldür ve makbulümüzdür bize bizden gelen her şey. Kardeşiyiz külün ve sadece biz en doğru isimleri koyarız hayata. Bize laktiğin bütün isimleri geri al 'beyaz adam.' Onlar soğuk, aşağılık ve senin gibi iğrenç kokuyorlar. Ve kokunu gizlemek için kullandığın tonlarca parfüm kirletiyor hayatımızı. Sen bir yalansın ve sen bir parfüm şişesinden ibaretsin sadece. Seni kırıp içindeki kokuyu dünyanın en tenha yerine boşaltacağız. Köpekler bile yaklaşmayacak oraya. O gün kül yanacak işte. Çatır çatır yanacak bu zulüm günleri.
Ağır sorular içinde kıvranan ağır bir aşkın cılız bedenleri olarak biz, yani iki uçurum, iki 'yenik insan,' iki sürgün, iki ayrık otu; dar ve geniş, sessiz ve gürültülü, korkak ve cesur, olanaksız ve mümkün bir şeyler denedik. Bir deneyin, kendini reddeden ve kendini parçalayan ve bütün deney tüplerini kıran iki şartıyız biz. Bulduğumuz formülü çatır çatır yırtarak ve bütün rakamları ve bütün şekilleri ve bütün sonuçlan tek tek unutarak, serin bir aşka doğru koştuk. Artık hiçbir şeye isim vermek yok. Hiçbir tanım affedemez bizi. Çünkü ağır izler bıraktık birbirimizin gözlerinde ve birbirimizin aklını kirlettik.
Yersiz ve yurtsuz kalplere dönüştük artık. Kimin göğüs kafesine soksan, orada atmaya devam edeceğiz sanki. Kim bu aşk? Ne bu adam? Nerede bu acı? Niçin bu kalp? Sorma artık, sorma. Biz deney tüplerini çoktan kırdık. Yüreğim gövdemden daha ağır. Bir haller oldu gördüklerimize. Eşya bitti. Nesne yok. Fenayız. Bütün tarifleri bir kenara atarak çıktığımız bu koşuda ipi, bizim dışımızdaki şeyler göğüsleyecek ve vardığımızda menzile, bir yere varmış olmanın bütün anlamı, bütün anlamını yitirmiş olacak. Bitecek baktığımız şeylerden gözlerimize geçen zulüm. Sözcüklerin şiddeti tükenecek. Ve bilmek, yani o tarifsiz çile, o tarifsiz yara, çekip gidecek zihnimizden. Çekip gidecek yıllar önce sırtımıza saplanan kurşun ve o kurşunu sıkanların, 'aşk' denilince katedilen harfleri kirleten hatırası. Bir adım katetmek yok bundan ileri ve bundan geri bir milim gerilemeyiz biz. Bastığımız yer kadarız ve bastığımız yer kadardır kalbimiz. Kalbini sıkı tut ve kır göğsündeki kemikleri. Kır be güzelim kendini, dünyanın bütün kuşları havalansın aklında. Dünyanın bütün denizleri aynı yerde toplansın. Dünyanın bütün koşuları menzilsiz kalsın. Biz bilelim ve her şey de bizimle birlikle bitsin. Çekilsin içimizdeki hava, içimizdeki bahçeler, içimizdeki renk. Ya kurut bu yaprakları, ya temelli git. Bir tek ağaç büyümesin artık buralarda. Bir tek çocuk ağlamasın. Bir tek pencere açılmasın sokağa. Kavuşmaktan kurtulalım ve hasret ırmaklarında sürüklensin sana fırlattığım yürek. Hiçbir şeye iyi bakma güzelim, kendine de iyi bakma. Hor davran sana öğrettiğim her şeye ve bana öğrettiğin her şeyi al içimden. Bu başka bir şey biliyorsun. Yok bir tarifi. Tarifi yok çekip gitmenin. Burda kalmak öldürecek bizi sadece. Bir tek bunu biliyoruz ve müsaadenle güzelim, bu bilgiyi de siliyorum hafızamdan. Artık yokuz
Bir gece sokaklara vuruyorum kendimi. Şehrin kalbine kalbine yürüyorum. Ve ayrı saatlerde belki, uykusuz, rahatsız ve kızgın bir sürü adam, bir sürü yürek, bir sürü isyan, orta yerine doğru koşuyor hayalin. Gül ve bülbül söylencelerinden sıkılmış, kenarda durmaktan yorulmuş ve incine incine içleri nasırlaşmış binlerce gövde, canhıraş çığlıklarla bir aynayı kırıyor. Aynalardan nefret ediyoruz ansızın.
Sanki aramızda bir söz dolaşmış, bir örgütçü gezinmiş, bir adam tek tek dolaşıp bütün kapıları herkesi uyandırmış gibi bir şey oluyor gecenin köründe. Gecenin köründe ansızın kalkıp ayağa Fatih Camii'ne atıyorum ruhumu. Ey Rabbim, niye uslanmıyor bu yürek? Bu kanama niye durmuyor? Şu duvar dibine büzülmüş garip, benden daha rahat şu an.
Ve onun ayağa kalkması, benim burada olmamdan daha anlamlı. Daha anlamlı ellerim, aklımdan. Avuçlarım, kaçıp giden bir şeyleri tutmakta mahir belki, ama onlar giderken küçücük oluyor zihnim ve gördüklerimi anlayamıyorum artık. Avuçlarımla erkek, aklımla bir sünepeyim. Aklım olmasa keşke. Aklım olmasa, beni kandırmaları da mümkün olmayacak bu yakası karanfilli riyakârların. Kulağıma fısıldadıkları şeyler, kafamın içindeki bir boşluğa çarpıp düşecek yere. Düşecek ve parçalanacak yalanlar. O yalanları çekip kabullenen bir mıknatıs olmayacak çünkü ruhumda. Rabbim, bu başkasının ruhu olabilir mı? Ben, yanlış bir rüyadan uyanmış yanlış bir adam olabilir miyim? Ey akıl, gel ve bunu açıkla ya da çek git hayatımdan.
Gözlerimi cebime tıkıştırıp, sokaklara vuruyorum kendimi bir gece. Bir gece ansızın yanmaya başlıyor saçlarım. Durduk yerde ve belki izahsız ve belki bütün izahları tüketen bir halle taşıyorum gövdemi bilmediğim bir yere. Hiçbir yeri bilmiyorum artık. Zaten gözlerimi kaldırdım yürürlükten. Gözlerimi, gittikçe meçhulleşen, gittikçe flulaşan ve eriyen bir hayalîn ardı sıra gönderdim. Gözlerim, derin ormanlarında zihnimin, bir hatırayı arayan iki adet köpek.
Kalan son kırıntıları da parçaiamak için koşuşup duruyorlar içimde. Rabbim, tutamıyorum bu hayvanları ben. Rabbim, bunlar beni de öldürecek. Başkasının kalbini taşıyorum ben muhtemelen. Ve geldi sahibi atardamarlarımın ve kanımı istiyor görünüp kaybolan bir siluet. Yüzüme dokunuyorum, yabancı geliyor. Göğsüm yabancı, ayaklarım yabancı, parmaklarım yabancı ve belki en garibi, aklım yabancı. Kim geçti benim yerime ve otuz küsur yıldır sürüklediğim adam nereye kayboldu ansızın? Rabbim bana bir çare...
Meğer bir adam saçlarından başlarmış yanmaya. Meğer her dua biraz daha yakarmış tenimi. Meğer her insanın ücramda başka bir insan yaşarış. Ve her insan başka bir insanda ölürüş meğer. Tevbe diye bir şey varmış ve pişmanlık en büyük yangınıymış ruhun. Yanıyorum Allahım, bu ne?
isimsiz yazı
Bir Cemal Süreya dizesiyle kıvranıyor zihnim: 'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın.' Yıkıla yıkıla ağlayan adamlar gördüm ben ve o adamlara uzaktan bakmaya çalışan kadınlar. Yıkıla yıkıla ağlayan bir adamın yanına yaklaşmak tehlikelidir çünkü. Yaralı bir aslanı kimse tutamaz. Bütün aşklar yaralıdır biraz ve bütün yaralarda aşka ilişkin bir yan vardır. Avuçlarımızda biriken kanı yüzümüze sürerken, 'Bu ne biçim aşk? ' diye soracak birileri ve soğuk ve derin ve deli gözlerle bakacağız onlara. 'Neyin anlamı var ki zaten' demek istiyor canım ve belki bunda ilginç manalar buluyor ruhum. Kim bilir? Bir ayrılık şarkısı olmak isterdim ben, yağmurlu havalarda söylenen bir ayrılık şarkısı. 'Bu sabah yağmur var İstanbul'da! Gözlerim dolu dolu oluyor' gibi bir şey olmak isterdim. Böyle bir şey olmama izin vermeyenlerden nefret ediyorum şimdi. Kim ki beni hayatının önemli bir yerine koyarsa, fena halde yanılmış olur. Hiçbir yerde durmayı sevmediğimi söylemiş olayım önce. Kalpler karşısında küçüğüm ben. Ve yalancı ve barbar ve kaba ve sertim. Kırdığım hayatlar yüzünden çoktan hak ettim idamı. Bir sokak arasında kıstırıp vursunlar beni. Çapraz ateşe tutulsun ihanetim ve fütursuzca girdiğim bahçelerden çaldığım elmalarla yakalayın beni. CEBİMDEN ALÇAKLIĞIM ÇIKSIN KİMLİK YERİNE. Kanlar içindeki suratıma bir tekme savurmayı ihmal etmeyin sakın. 'Bu ne biçim aşk? 'diye sorsun Barbaros Camii delikanlısı ve o kara çocuk sıksın ilk kurşunu. Gerisi gelir nasılsa...
Bak, ben burada kıvranıyorum. Ben burada, adını bile bilmediğim ve ilk kez işittiğim gezegenler arasında sıkışmış bir yeryüzü sakini olarak, uçması bile yasaklanmış bir kuş olarak, kahrolmaktayım. Ruhum dünyanın en kirli ruhudur belki. Saklamıyorum uzayan sakallarımı ve darmadağın saçlarımla çıkıyorum hayatın karşısına. Ey bana, aynalara karşı acımasız olmayı ve traş olurken yüzümü kesmeyi öğreten isim, gel ve kandan korkmadığımı gör. Kanamak hoşuma gidiyor benim. Bu nedir? Her soruya parmak kaldıranları vurun be! Vurun kendim tarif etmekte zorlananları. Bütün cevaplar karşısında küçüğüm ben ve küçücük bir soruya dahi yer yok kalbimde. Adımı soran orda kalır, bir adım geçemez öteye. Yok benim adım, gidin işinize. Şüphedeyim. Kahırdayım. Susuzluktayım. Nerden gelip bu çöl kokusu, yerleşti düşlerime? Yeryüzü niye bu kadar geniş ve niye bu kadar dar bize açılan odalar? Allah'ım beni affet!
'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın' diye bağırıyorum. Bağırmayı hak ettim. Ödedim bedelini ayaklarımın ve onların üzerinde sağlam durma hakkım kazandım. Fakat cebimdeki elmalar karşılıksız ve onları koparttığım dallar ağlıyor geride. Ben birilerini ağlattım anne.BEN ISLAK YASTIKLARA GÖMDÜM GÜZEL YÜZLERİ. Beni affetmesinler isterim. Parmaklarımdaki zinciri sallayarak önünden geçtiğim pencereler affetmesin beni. Yaslandığım apartman kapıları ve çaldığım ıslıklar beni affetmesin. Kırdığım hayatlar rüyama girsin hep ve yapışsın boğazıma
Mehtaplı Gecelerde Hep Seni Andım!
Meydanların orta yerinde yaktığımız bir kamyon lastiği kadar olamadın be yüreğim. 'Kopartıp at' diyorum acıyan yerlerini. Bu işler sana ağır, bu işler sana yabancı ve inadına gereksiz 'bu aşk.' Döndür kendini güneşe, yeryüzüne doğru uzat ayaklarını ve sakin ve mağrur ve kendin olarak bak dağlara, denizlere, insana. Ve insana bakmak bir tür dua olsun gözlerinde, bir tür yakarış olsun ettiğin her cümle, kullandığın her kelime. Uşakların ruhundaki çamur ve efendilerin eteğindeki adi renk bulaşmasın sesine. Kendi sesinle sev hayatı ve okşa yediğin her ekmeği, içtiğin her damla suyu. Besmele yerine geçer aşıkların 'ah'ı. Ah, ihanetine sürgün edildiğim kavga. Ah, kavgasına sürgün edildiğim ihanet. Anadolu'yu sever gibi sev beni. Bir köyü anımsar gibi anımsa, bir ilçeyi tanır gibi tanı. Ve uzak yerlerinden yurdumun ve bana en yakın sokaklarından ayrı ayrı seslen ve sesindeki uzaklık ve sesindeki yakınlık imtihanım olsun. Ve kalbimin yağıyla tutuşsun gece.
Kalbimin yağıyla tutuşsun gece. Aklım yansın orada. İnsafım yansın. Bu hayata verdiğimiz bütün anlamlar yansın ve sadece kemiklerimden tanıyın üstüne doğduğum toprakları. Ve sadece kemiklerimden tanıyın 'onursuz' kalmanın ne demek olduğunu. Ve ateş beklerken orda ruhlarımızı, dalıp gittiğimiz dünya zevklerini ve bir isyanı nasıl sattığımızı anlatsın size kaburga kemiğim. Kemiklerimiz bile öğrendi konuşmayı ve artık kalp taşımayanlar arasında aldık yerimizi. Kapkara bir kavga ve kapkara bir bilinç olarak duruyorum burada. Ve kemiklerimi üst üste yığarak yürüyorum ve kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni.
Kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni. Daha büyük konuşan varsa çıksın ortaya. Çıksın ve savunsun kendini daha celali olan, daha eşkiya olan ve daha sert cümlelerin ateşiyle kavrulan. Çıksın ve boşaltsın şarjörünü kafama. Çıksın ve bir tekme savursun yollara döke döke geldiğim kemiklere. Çizdim üstünü adımın ve hiçbir harfle başlamıyor soyadım. Varsa bundan daha öte bir hain ve varsa bundan daha öte bir delilik, konuşsun şimdi. Ayağa kalksın itiraz ve her şeylerini toprağın en derin yerine gömenler yürüsün önüm sıra. Peşindeyim bütün asilerin ve peşindeyim bütün devrimlerin. Var mısınız aşkları da yakmaya?
Bir Overlokçu Kıza İlanı Aşk!
Bize, 'İşte İstanbul' diye gösterdikleri bu işkembe, bu kenar mahalle, bu Esenler, bu Bağcılar, milyonlarca trajediyi her sabah konfeksiyon atölyelerine, getir götür işlerine, telefona bakılan ofislere, minibüs koltuklarına doğru akıtırken, bazen bir kara göz, bazen sahte bir sarışın saç çalınır gözlerime. Adı belki 'Avcılar Güzeli Y.,' belki 'Yenibosna Güzeli F.,' belki de bir başka mahallenin veremli kızı 'K.' olan bu gözler ve bu saçlar, ağır koşullarla ağır hayalleri harmanlayarak ve çoğu kez bu harmanın altında ezilerek, yorgun ve hüzünlü bakışlarla süzülüp giderler zihnimizin arşivine doğru. Bir minibüsün ön koltuğunda ya da tramvayın ortalarında bir yerlerde ya da halk otobüslerinin kapısına yakın duran bu kırılgan ve sanki gözlerimizin önünde eriyip yokolacakmışçasına hafif bu 'gecekondu güzelleri,' hep aynı şeyler düşünür, hep aynı şeylere ağlar ve hep aynı erkekleri severler. Yarımdır hayatları ve mutlu olma hakkı onlara en ufağından çay kaşıklarıyla sunulur. Dayaksız ve yalansız ve rahat ve düğmesine dokunduğun anda sıcak suyu akan bir dünya yoktur onlar için. Ve bedenleri her tür işgale, her tür zobalığa, her tür sömürüye ve her tür karanlığa açıktır. Ve tam da bunun tersine, akılları hinliğe kapatılmıştır. Pratik ve hamarat ve işe yarar olmak öğretilmiştir onlara; düşünmek ve kafa yormak yasaktır. Topuklarına basarak yürüyen erkeklere duydukları aşk gerçek, fakat onlara sunulan sevgi yarımdır. Onlar yarımdır ve kimse kılını kıpırdatmaz eksik bırakılmış çizgilerini biraz daha uzatmak için ve o çizgilerden bir ağaç, bir ev, bir bulut resmi çıkarmak için didinmez hayat. Ve günler ağır haberlerle gelir gecekondulara. Bilirsin ki, tramvayda gördüğün 'Yenibosna Güzeli,' az sonra yastığa gömerek sarı boyalı saçlarını hüngür hüngür ağlayacaktır ve her evde diğerlerinden gizlenen başka başka hayatlar vardır ve başka hayatlar içinde karışacaktır aklı 'F,'nin. Ve yine bilirsin ki, o kız ağlaya ağlaya ölürken, şehrin merkezinde bir yerlerde, sakallı adamlar ve gözlüklü kadınlar 'Asiye'nin kurtuluşu'nu tartışacaktır. Ne yalan!
Ey 'F.,' seni sevmeyenlerin kalbine tüküreyim ben. Bu yalan şehirlerin, iki yüzlü hayatların, pis renkli paraların, terleyen namussuzlukların, uzak ülkeler gibi karanlık vitrinlerin, bitirilemeyen okulların, yasaklanan sıraların, yoksulluğun ve yoksunluğun ve bütün bunların üzerine çöreklenen alçak yalanların adına 'hayat' diyorlar ve gözlerimizin içine arsızca bakarak, bir köpeğe mama verir gibi önümüze itekliyorlar hayatı. Bu hayatın içine tüküreyim 'F.,' bu hayatın içine tüküreyim. Yalan kumaşlardan yalan dünyalar biçerken bir konfeksiyoncu kız ve o bilmiş yalanlardan, hiçbir şeyi örtemeyen palavralar dikerken kara çocuk ve önüne konulan maskelere ütü basarken henüz 14 yaşındaki bir başka 'F.,' bu şehir nasıl uyuyabiliyor? Bu şehir ne adi bir beton ve metal yığınıdır ki, kalp diye alışveriş merkezleri taşır göğsünde ve o alışveriş merkezleri, o plazalar, o beyaz boyalı tezgâhlar her gün milyonlarca gecekondu hayalini yutar. Ve ağzında evirip çevirdiği posayı, hiç utanmadan ve bir an bile titretmeden yüreğini karanlık mahallelere doğru tükürür. 'F.' bir posadır beyaz kafa için. Ahh, 'F.'
Beyaz ofislere, atölyelere, fabrikalara ve adını anımsayamadığım tonlarca insan pazarına düş, yorgunluk ve emek taşıyan bu minibüsleri yakasım geliyor. Yakasım geliyor tramvayları, otobüsleri, Kadıköy vapurunu ve başka bilumum şeyi. Bizi hapseden, bizi kirleten, bizi döven, bizi yasaklayan, bizi okula almayan, bizi güzel mekânlara sokmayan kim varsa, ama kim varsa, hepsini yakmak isliyorum. Elimde bir kibrit çöpüyle yazıyorum bu satırları ve 'hadi kalk git' diyor kalbim, 'kalk ve Taksim'den başla yakmaya.' Çevir ve gözlerine bak meydandakilerin ve gözlerinde zerrece temiz yer bulamadığın bütün kafaları ateşe ver. Ateşe vermek istiyorum hayatı ve 'Yenibosna Güzeli' diye kandırılan o bakımsız kızı yanıma alarak çekip gitmek istiyorum buralardan. Çek git ve arkanda ağlayan kimse kalmasın. Öldür gözyaşlarını ve ekmek olarak kalbini götür yanında. Bir kalp eğer gerçekten 'kalp'se doyurabilir hayatı.
işte tüm insanların içindeki hayvan bu filmde. karakterler uzakta değil değil çevremizde, okulumuzda işyerinde, arkadaşımız veya biz. insanın nasıl kudurabileceğini ve zalimleştiğini görmek isteyenler dogville'e baksın veya üçüncü sayfa gazete haberlerine. asla gerçekten uzak bir film değil çünkü en az ayda bir dogville okuyorum üçüncü sayfalarda ve benim okumadıklarımda var elbette.
bir tek kelime yazabilseydim seni ifade ettiğini hissettiğim, ebediyyen cehenneme mutlu olarak giderdim efendim.
bana ne ne, size ne? bir tek mantıklı nokta söyleyin beni ilgilendirebilecek hadi izleyeyim. aksi takdirde neden bu kadar aptallık?
Ben Bu Aşkın Militanıyım
Sizi ateşe doğru koşmaya davet ediyorum bayan. Üstünden sürüldüğümüz toprakları ve saraylara rehin bıraktığımız kalplerimizi geri almalıyız.Geri almalıyız kulağımıza fısıldanan isimleri ve unutmamız için çırpındıkları zihinlerimizi, yoksul evlerde öğrendiğimiz alfabeyi, ceketlerimizin sökük uçlarını, kapılardan önümüzü iliklemeden girme cesaretini, umarsız tarihi, sarhoşluk bilgisini ve kötü vatandaş olma hakkını geri almalıyız. Sözümün, üstüne söz söyletme kimseye bayan.Silelim gözlerimizden işgalcilerin çığlıklarını ve yalanlarını onların kopartıp atalım kulaklarımızdan. Bütün yeryüzü ülkemizdir bizim ve kurtuluş bir zerdali gibi duruyor dünyanın bütün ağaçlarında. Dünyanın bütün ağaçları aşkımızın özgür topraklarını bekliyor. İnsana, halka, toprağa, havaya ve suya olan büyük aşkımızın topraklarım bekliyor hayat. Ve durmak yok birbirimizin cesaretine doğru sürdüğümüz atlara. Cesaret, ne bol sıfırlı bir çek, ne de üçyüz kilometre hızla sürülen son model arabadır. CESARET, SENİN ELLERİNDEN BENİM ELLERİME TAŞINAN ISI ve BENİM GÖZLERİMDEN SENİN GÖZLERİNE DOĞRU UÇAN NARİN BİR KELEBEKTİR. Kırılgan ve şeffaf olduğu için gereklidir cesaret ve cesur adımlarımızla şekillenir aşkımız.
Sizi kavgamın kenar mahallesine davet ediyorum bayan ve kavganızın kanatlarına kanatlarımı eklemek istiyorum. Uçmak özgürlük sevdalılarının işidir, özgürlük sevdalılarının işidir yüksek duvarların ardındaki bahçelerden meyve çalmak ve padişah çocuklarını ayartıp, onlan kavganın demir bir yumruğuna çevirmek bizim işimizdir. Beş parmağın beşi de birdir birbirimize uzattığımız elde ve tut kalbimi sıkmaktan dolayı terlemiş ellerimi, tut ve onlara dünyayı tanıt. Bütün topraklan, bütün ağaçlan, bütün çiçekleri, bütün hayvanları, bütün köyleri, bütün ışıkları, bütün sesleri tek tek tanıt ellerime. Ben aşkınızın militanıyım bayan. Çekip fünyesini kalbimin aramızdaki engellere doğru koşuyorum. Birazdan büyük bir patlamayla aydınlanacak gece ve o bir saniyelik aşk en uzun hayatlardan daha uzun kalacak yeryüzünde. Bana kutsallarım için Ölmeyi öğretiniz ve ben hiç sönmeyen bir ateşe avuçlarımızı uzatmanın güzelliğini haykırayım size. Bütün güzellikleri haykırayım ve sesim bir sarhoşun hiç ayılmak istemeyen gözleriyle tarif edilsin. Fakat hiç kimsenin tarif etmesine izin vermeyelim içimizdeki yanardağı.
Sizi aynı elmayı ısırmaya davet ediyorum bayan. Halkımızın bakışlarıyla kızaran o elmaya kalbimizin atışlarını da ekleyip dünyanın uçlarına doğru atmalıyız. Lübnanlı bir savaşçı avuçlarında sıkıp başka bir toprağa fırlatmalı özgürlüğün meyvesini. Etiyopyalı bir bebek bulmalı onu. Bütün bebeklerde çoğalmalı bizim aşkımız. Karanlık hedeflere doğru sıkılan silahların sesini tercih etmelisin 'seni seviyorum' cümlesinin yerine. Ve beni hatırlamak istersen bir Çeçen çocuğun gözlerine bakmalısın. Ben ve bütün kardeşlerim, bu 6 milyar kara çocuk, aynı hızla bakarız sevdiklerimizin gözüne. Hızıma hızınızı da katın bayan. Gölgesiz bir hayata inandık birlikte. İnandık birlikte ekmeğin ekmek, ateşin ateş, ölümün ölüm olduğuna. Ve Özgür bir ölüm fikriyle alevlendi hayat. Yeşeren herşeyi tutsak halkların koynunda sakladık ve bir devrimci annesinin cesaretiyle koruduk kalplerimizi. Koruduk kalplerimizi işgal ordularından ve devasa bir bayrak gibi dalgalandı çocuklarımız. Bana çocuklarımızı anlat ve hiç susma yüzlerini yüzüme ezberletirken.
Sizi beyaz sarayı yakmaya davet ediyorum bayan. Biz bir çift gövde olarak dünyanın her yerinden aynı anda yürüyebiliriz. Aynı anda aynı cümlelerin şiddetiyle sarsılabiliriz silahlarımızı temizlerken. Bilin ki silahlarınızı sevdim sizin ve tetikte bekleyen gözlerinizi. Siz uyurken başınızda nöbet tutmak istiyorum bayan. Karanlık pusulardan korumak istiyorum düşlerizi. Biz bir doğumun iki ucuyuz ve bir karanfil gibi büyüttük yüreğimizi. Bir karanfil hayata sevdalı. Bir karanfil özgür şarkılar için. Şarkılarınızda bana da yer açın ve daha da genişlesin avuçlarımdaki harita. Serip o haritayı yemek yediğimiz masaya savaş planlan yapalım birlikte. Aşk bir savaştır ve iki kişilik bir ordu bile yeter zafer kazanmaya. Beni zaferinize kabul edin bayan. Yaralarınıza yakın tutun beni ve bir kör kurşunu birlikte ısıralım. Aynı kurşunu bölüşmektir benim aşkım. Cephanem bitince sizin kurşunlarınızla doldurayım tüfeğimi. Siz tüfeğinizi bir şehri yakmanın çılgınlığıyla doldurun. Koşalım bizden önce koşanların peşi sıra. Aşk bize yoldaş.
Kül Yanar mı?
İki ucundan tutup biraz çekiştirsek, genişler mi hayat? 'Çıkarın bizi burdan' diye bağırıyor adam Ağır Roman'da. Çıkartırlar mı bizi burdan? Saçlarımızdan tutup sürükleyerek getirdikleri bu köle pazarında, bu kurtlar sofrasında, ağzımıza bir avuç su uzatacak babayiğit kaldı mı? Yeryüzü denilen bu muazzam genişliğin ortasında sürekli daralan, sürekli daraltan, sürekli kanayan ve sürekli kanatan bir eşkıya, bir asyalı, bir kara çocuk gibi oturup, hayata ve kendimize dair şeyler düşündük. Bir sonraki savaşı bekledik hep, bir önceki savaştan kurtulunca. Uzakta, şehir ışıklarının okuyla yaralı bir gece uzanıyordu ve ağlıyordu o gecenin çocukları. 'Bütün şehirlere lanet olsun' der gibi oturuyorduk, hayata ve kendimize ait düşüncelerin önünde. Şimdi ayağa kalkmak caiz mi? Şimdi yürümek ve yürümek ve yürümek sadece, hiç savaşmadan ve geçerek düşman orduların uzağından ve pusuya düşmeden ve dinlenmeden ve su içmeden, sadece ve sadece yürümek istiyor adam. Her adım, topraktan çekilen ve gökyüzünden inen bir şeyleri, bilmeyi ve anlamayı, saç tellerimizden ve ayak parmaklarımızdan alarak kalbimizde biriktirecek. Kalbimiz yeryüzüdür bizim ve yeryüzü kalbimizdir. Biz susarak ve susayarak öğrendik savaşmayı. Kılıcımızı sallarken Çit çıkmadı ağzımızdan. Sakin ve serin ve basit bir şeydi inançların için ölmek. Bir fikre, sevgilimize bağlandığımızdan daha ağır bağlandık ve aşktan daha öte bir şeydi kavga. Aşk bu yüzden anlamlı, kavga bu yüzden zordu zaten.
'Kül yanar mı? ' diye soruyor Müslüm Gürses. Kül yanar mı abiler? Ve ne dediğim anlamadığınız 'sol soslu' bir film. 'Su da yanar' diye çıkıyor ortaya. 'Müslüm Baba' daha derin, 'sol' alabildiğine sığ. Ve işle ortada soru: Su yanar mı? Biz yakmazsak hiçbir şey yanmaz abiler. Biz genişletmezsek genişlemez hayat. Kimse çıkartmaz bizi burdan, kalırız. Kül yanar Müslüm Baba, sen emret! Tutuşan ve sonra alevlerini göğe savurarak yanan her şeyin İçinde biz varız. Biz ki, birbirine tiksinmeden bakan tek kabileyiz. Her adamımız makbuldür ve makbulümüzdür bize bizden gelen her şey. Kardeşiyiz külün ve sadece biz en doğru isimleri koyarız hayata. Bize laktiğin bütün isimleri geri al 'beyaz adam.' Onlar soğuk, aşağılık ve senin gibi iğrenç kokuyorlar. Ve kokunu gizlemek için kullandığın tonlarca parfüm kirletiyor hayatımızı. Sen bir yalansın ve sen bir parfüm şişesinden ibaretsin sadece. Seni kırıp içindeki kokuyu dünyanın en tenha yerine boşaltacağız. Köpekler bile yaklaşmayacak oraya. O gün kül yanacak işte. Çatır çatır yanacak bu zulüm günleri.
Madde mi Ağır Mana mı? ...Her İkiside Ağır!
Ağır sorular içinde kıvranan ağır bir aşkın cılız bedenleri olarak biz, yani iki uçurum, iki 'yenik insan,' iki sürgün, iki ayrık otu; dar ve geniş, sessiz ve gürültülü, korkak ve cesur, olanaksız ve mümkün bir şeyler denedik. Bir deneyin, kendini reddeden ve kendini parçalayan ve bütün deney tüplerini kıran iki şartıyız biz. Bulduğumuz formülü çatır çatır yırtarak ve bütün rakamları ve bütün şekilleri ve bütün sonuçlan tek tek unutarak, serin bir aşka doğru koştuk. Artık hiçbir şeye isim vermek yok. Hiçbir tanım affedemez bizi. Çünkü ağır izler bıraktık birbirimizin gözlerinde ve birbirimizin aklını kirlettik.
Yersiz ve yurtsuz kalplere dönüştük artık. Kimin göğüs kafesine soksan, orada atmaya devam edeceğiz sanki. Kim bu aşk? Ne bu adam? Nerede bu acı? Niçin bu kalp? Sorma artık, sorma. Biz deney tüplerini çoktan kırdık.
Yüreğim gövdemden daha ağır. Bir haller oldu gördüklerimize. Eşya bitti. Nesne yok. Fenayız. Bütün tarifleri bir kenara atarak çıktığımız bu koşuda ipi, bizim dışımızdaki şeyler göğüsleyecek ve vardığımızda menzile, bir yere varmış olmanın bütün anlamı, bütün anlamını yitirmiş olacak. Bitecek baktığımız şeylerden gözlerimize geçen zulüm. Sözcüklerin şiddeti tükenecek. Ve bilmek, yani o tarifsiz çile, o tarifsiz yara, çekip gidecek zihnimizden. Çekip gidecek yıllar önce sırtımıza saplanan kurşun ve o kurşunu sıkanların, 'aşk' denilince katedilen harfleri kirleten hatırası. Bir adım katetmek yok bundan ileri ve bundan geri bir milim gerilemeyiz biz. Bastığımız yer kadarız ve bastığımız yer kadardır kalbimiz. Kalbini sıkı tut ve kır göğsündeki kemikleri.
Kır be güzelim kendini, dünyanın bütün kuşları havalansın aklında. Dünyanın bütün denizleri aynı yerde toplansın. Dünyanın bütün koşuları menzilsiz kalsın. Biz bilelim ve her şey de bizimle birlikle bitsin. Çekilsin içimizdeki hava, içimizdeki bahçeler, içimizdeki renk. Ya kurut bu yaprakları, ya temelli git. Bir tek ağaç büyümesin artık buralarda. Bir tek çocuk ağlamasın. Bir tek pencere açılmasın sokağa. Kavuşmaktan kurtulalım ve hasret ırmaklarında sürüklensin sana fırlattığım yürek. Hiçbir şeye iyi bakma güzelim, kendine de iyi bakma. Hor davran sana öğrettiğim her şeye ve bana öğrettiğin her şeyi al içimden. Bu başka bir şey biliyorsun. Yok bir tarifi. Tarifi yok çekip gitmenin. Burda kalmak öldürecek bizi sadece. Bir tek bunu biliyoruz ve müsaadenle güzelim, bu bilgiyi de siliyorum hafızamdan. Artık yokuz
Köpekler Geceye Doğru Üç Kez Havladı...
Bir gece sokaklara vuruyorum kendimi. Şehrin kalbine kalbine yürüyorum. Ve ayrı saatlerde belki, uykusuz, rahatsız ve kızgın bir sürü adam, bir sürü yürek, bir sürü isyan, orta yerine doğru koşuyor hayalin. Gül ve bülbül söylencelerinden sıkılmış, kenarda durmaktan yorulmuş ve incine incine içleri nasırlaşmış binlerce gövde, canhıraş çığlıklarla bir aynayı kırıyor. Aynalardan nefret ediyoruz ansızın.
Sanki aramızda bir söz dolaşmış, bir örgütçü gezinmiş, bir adam tek tek dolaşıp bütün kapıları herkesi uyandırmış gibi bir şey oluyor gecenin köründe. Gecenin köründe ansızın kalkıp ayağa Fatih Camii'ne atıyorum ruhumu. Ey Rabbim, niye uslanmıyor bu yürek? Bu kanama niye durmuyor? Şu duvar dibine büzülmüş garip, benden daha rahat şu an.
Ve onun ayağa kalkması, benim burada olmamdan daha anlamlı. Daha anlamlı ellerim, aklımdan. Avuçlarım, kaçıp giden bir şeyleri tutmakta mahir belki, ama onlar giderken küçücük oluyor zihnim ve gördüklerimi anlayamıyorum artık. Avuçlarımla erkek, aklımla bir sünepeyim. Aklım olmasa keşke. Aklım olmasa, beni kandırmaları da mümkün olmayacak bu yakası karanfilli riyakârların. Kulağıma fısıldadıkları şeyler, kafamın içindeki bir boşluğa çarpıp düşecek yere. Düşecek ve parçalanacak yalanlar. O yalanları çekip kabullenen bir mıknatıs olmayacak çünkü ruhumda. Rabbim, bu başkasının ruhu olabilir mı? Ben, yanlış bir rüyadan uyanmış yanlış bir adam olabilir miyim? Ey akıl, gel ve bunu açıkla ya da çek git hayatımdan.
Gözlerimi cebime tıkıştırıp, sokaklara vuruyorum kendimi bir gece. Bir gece ansızın yanmaya başlıyor saçlarım. Durduk yerde ve belki izahsız ve belki bütün izahları tüketen bir halle taşıyorum gövdemi bilmediğim bir yere. Hiçbir yeri bilmiyorum artık. Zaten gözlerimi kaldırdım yürürlükten. Gözlerimi, gittikçe meçhulleşen, gittikçe flulaşan ve eriyen bir hayalîn ardı sıra gönderdim. Gözlerim, derin ormanlarında zihnimin, bir hatırayı arayan iki adet köpek.
Kalan son kırıntıları da parçaiamak için koşuşup duruyorlar içimde. Rabbim, tutamıyorum bu hayvanları ben. Rabbim, bunlar beni de öldürecek. Başkasının kalbini taşıyorum ben muhtemelen. Ve geldi sahibi atardamarlarımın ve kanımı istiyor görünüp kaybolan bir siluet. Yüzüme dokunuyorum, yabancı geliyor. Göğsüm yabancı, ayaklarım yabancı, parmaklarım yabancı ve belki en garibi, aklım yabancı. Kim geçti benim yerime ve otuz küsur yıldır sürüklediğim adam nereye kayboldu ansızın? Rabbim bana bir çare...
Meğer bir adam saçlarından başlarmış yanmaya. Meğer her dua biraz daha yakarmış tenimi. Meğer her insanın ücramda başka bir insan yaşarış. Ve her insan başka bir insanda ölürüş meğer. Tevbe diye bir şey varmış ve pişmanlık en büyük yangınıymış ruhun. Yanıyorum Allahım, bu ne?