'Sözlükte “eskiden olmak, evvelce bulunmuş olmak, yerine geçilmek, önde olmak, ileri geçmek ve önce gelmek” gibi anlamlara gelen selefiyye, dinî literatürde, sahabe, tabiûn ve onların yolunu benimseyip onlar gibi düşünen ilk dönem İslâm anlayışını yansıtan ekolü ifade etmektedir. Selefiyye ekolüne mensup olan âlimler; Allah’ın isimleri, sıfatları ve îmân esaslarıyla ilgili hususları te’vile gitmeden kitap ve Sünnette açıklandığı şekliyle kabul etmektedirler. Zira Selefiyyeye göre te’vil akıl ile yapılır. İtikadî meselelerde ise akıl hüküm veremez. “Allah Arş üzerine istiva etti.” (Tâ-hâ, 20/5) ve “.... Rabbin geldi.” (Fecr, 89/22) gibi müteşabih âyetlerin anlamı üzerinde fikir beyan edilmemelidir. Çünkü bu âyetler ancak akıl ile yorumlanabilir. Oysa ki, akıl bu hususlarda yetkili değildir. İnanç konularında akla çok önem vermeyen ve aklî yorumlara kapalı olan Selefiyyenin temel prensipleri şunlardır. 1- takdis: Allah’ı şanına layık olmayan şeylerden tenzih etmek, 2- tasdik; kitap ve sünnetin haber verdiği şekliyle Allah’ı vasıflandırmak, 3- aczi itiraf; nasslarda geçen müteşabih hükümlerin bilinemeyeceğini itiraf etmek, 4- sukût; müteşabihlerin tevilini sormamak ve bu hususta susmak, 5- imsak; söz konusu nassları te’vil ve tefsîr etmekten kaçınmak, 6- keff; müteşabih ile kalben dahi meşgul olmamak, 7- marifet ehline teslim; kişinin kendisine kapalı görünen müteşabih nassların herkese kapalı olduğunu düşünmemesidir. Peygamberin, büyük din âlimlerinin, sıddîk ve velilerin zor görünen bazı hususları bildiğini kabul etmek gerekmektedir. Günümüzde amelî konularda Hanbelî mezhebine mensup olanlar çoğunlukla itikadî yönden selefî düşünceyi benimsemektedirler. (F.K.) '
Aklâm-ı Sitte Şeş - kalem diye şöhret bulan altı nevi yazıdır.
Aklâm-i Sitte; Sülüs-Nesih, Muhakkak-Reyhânî, Tevkî-Rik'a şeklinde birbirine tabi ikili gruplar halinde sıralanabilir. Bu üç gruptan Sülüs, Muhakkak, Tevkî ağız genişliği 2 mm.; Nesih, Reyhânî, Rik'a ise 1 mm. civarında olan kamış kalemle yazılır. Yazı karakteri itibariyle Muhakkak ile Reyhânî, Tevkî ile Rik'a birbirine çok benzeyen yaşları farklı iki kardeşi hatırlatır. Sülüs’le Nesih arasında ölçüleri dışında da belirgin şekil farklılıkları vardır.
***
1. Muhakkak
‘Muntazam ve muhkem’ anlamına gelen bu yazının harfleri sülüse nispetle daha büyüktür. Yani dikey olanlarla ‘Sin, fe, kaf ve nun’ gibi çanaklı tabir edilen harflerin sola uzayan tarafları daha uzundur. Dönüş noktaları köşelicedir ve sülüsteki gibi derin değildir. Ayrıca, satır halinde yazılır ve giriftlikten uzaktır. Harfleri ve kelimeleri açıktır.
2. Reyhânî
Muhakkak'ın kurallarına bağlı olup onun küçük yazılan şeklidir. Bu iki yazı 16. yüzyıla kadar Sülüs ve Nesih ile birlikte her yerde, bilhassa Kur'an-ı Kerim'in yazılmasında kullanılmışken bu tarihten sonra herhalde fazla yer kaplamasından olacak ki bütün İslam ülkelerinde terkedilmiştir.
3. Sülüs
Muhakkak'a nispetle harfleri biraz küçüktür. Başka bir karakteri, çanaklı harflerinin de biraz kısa ve derin olmasıdır. Bu yazı genel olarak Muhakkak ve Reyhânî'ye göre yumuşak bir görünüme sahiptir. Bilhassa kitap unvanlarının, levhaların ve kıt'aların yazılmasında kullanılmıştır. Bugün de bütün İslam ülkelerinde geçerlidir.
4. Nesih
Sülüs'ün küçüğü olan bu yazının sözlük anlamı ‘ortadan kaldırmak, iptal etmek’tir. Kitapların yazılmasında diğer yazılardan daha fazla kullanıldığı, yani diğer yazıların hükmünü ortadan kaldırdığı için bu adla anıldığı kabul edilmektedir. Bugün de Sülüs ile birlikte bütün İslam ülkelerinde kullanılmaktadır.
5. Tevkî
Sülüs'ün kurallarına bağlı olup onun biraz küçük boyda olanıdır. En belirgin özelliği birleşmeyen harflerin de birbirine bağlanabilmesidir. Eskiden halife ve vezirlerin mektupları bu yazı ile yazılırdı. Tevkî, padişahların buyruklarının üzerine yazılan, çekilen nişanın da adıdır. Bu yazı genellikle vakıf işlerinde kullanılmıştır.
6. Rikaa
Tevkî'nin kurallarına bağlı olup onun Nesih gibi küçük yazdan şeklidir. Sözlükte ‘küçük sayfa ve mektup’ anlamına gelen Rikaa, vakıf işlerinden başka Kur'an-ı Kerim'in sonunda dua sayfasında; yani hattatın kendi adını andığı ve eserini yazdığı yeri, tarihini ve Allah'a duasını bildiren bir veya iki sayfalık yerinde çoklukla kullanılmıştır. Aklâm-ı Sitte'den ayrı üslûpta gelişen Ta'lik, Divanî, Celî Divanî, Rik'a da önemli yazı türleridir.
Diğer yazı çeşitleri
1. Ta'lik
Tevkî hattının 14. asırda İran'da kazandığı değişiklikle ortaya çıkmış olup daha çok resmî yazışmalarda kullanılmıştır. Ta'lik ‘asma, asılma’ anlamına gelmektedir. Bu adı almasının sebebi harflerinin birbirine asılmış gibi bir manzara arz etmesinden ileri gelmektedir. Ta'lik yazı her şeyden önce harf şekillerinin oranlılığı ve çizgilerinin musikisi ile dikkati çeker. Ta'lik yazıda iki üslûp vardır. İran Ta'lik üslûbu ve Osmanlı Ta'lik üslûbu. Anadolu'da hattatlar 14. yüzyıla kadar İran üslûbunun etkisinde kaldı. Fakat Türk hattatları bu yazıda kendi görüş ve sanat anlayışlarını uygulamışlardır. Yesârî'nin öncülüğü ve oğlu Yesârîzade Mustafa İzzet'in gayreti ile yeni bir üslûp meydana geldi. Haşmetli Sülüs’ün yanında ince, kavisli, narin yapısı ve harekesiz yazılışıyla hoş ve şiir gibi görünüşe sahip olan bu Osmanlı Ta'lik hattının hürde (küçük) veya hafi (ince) denilen şekli edebi eserlerde ve divanlarda kullanılmış, fetvahanenin de resmi yazısı olmuştur.
2. Divânî
İran'da resmi yazışmalarda kullanılan Ta'lik hattı 15. yüzyılda Osmanlılara Akkoyunlular yoluyla gelmiş ve kısa zamanda büyük değişikliğe uğrayarak Dîvân-ı Hümâyun'daki resmi yazışmalar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Divanî adını almıştır. Harekesiz yazılan divanînin 16. asırda İstanbul'da doğan harekeli, süslü ve haşmetli şekline de Celî Divanî adı verilmiştir. Celî Divanî devletin üst seviyedeki yazışmalarında kullanılmıştır. Bu iki yazı da Türklerin icadıdır.
3. Rik'a
Osmanlı Türkleri'nin icadı olan Rik'a, Divanî hattındaki dikey harflerin boylarının biraz küçülmesi, sadeleşmesi, kavis ve meyillerinin azaltılmasıyla meydana gelmiştir. Sarayda doğan bu hat, günlük yazışmalarda ve mektuplarda kullanılmıştır. En eski örneklerine 18. asrın ilk yarısında rastlanan Rik'a 19. asırda Babıâli'de gelişmiş ve asıl hüviyetini orada bulmuştur. Babıâli'de Mümtaz Efendi (ö. 1871) tarafından yazıldığı ve üslûbu sonradan gelenler tarafından takip edildiği için Mümtaz Efendi Rik'ası veya Babıâli Rik'ası adıyla anılmıştır. Mehmet İzzet Efendi (ö.1903) tarafından geliştirilen ve sıkı kaidelere bağlı kalan bir çeşit Rik'a daha doğmuştur. İzzet Efendi Rik'ası denilen bu yazı daha sonra Arap aleminde Celî şekliyle revaç bulmuştur.
Kaynak: Hattın Çelebisi Hasan Çelebi. Tarih ve Tabiat Vakfı (TATAV) Yayınları, 2003
'Sözlükte “ayrılmak, uzaklaşmak ve bir tarafa çekilmek” manasına gelen Mu’tezile, itikadî İslâm mezheplerinden birinin adıdır. Kurucusu Vâsıl İbn Ata’dır. Vâsıl büyük günah meselesinde hocası Hasan Basrî ile aynı görüşü paylaşmadığından, arkadaşlarıyla birlikte O’nun meclisini terketmişler, bu yüzden, “ayrılanlar ve yan cizenler” anlamında Mu’tezile denmiştir. Kendilerini ehl-i adl ve ehl-i tevhîd diye isimlendiren Mu’tezile, kaderi ve Allah’ın sıfatlarını reddettikleri için Kaderiyye ve Muattıla isimleriyle de anılmıştır. Mu’tezile ekolü ilk kez ciddî anlamda hicrî ikinci asrın başlarında İslâm aleminin içte ve dışta itikâdî, siyasî, felsefî, kültürel ve fikrî hareketlerle yoğun biçimde çalkalandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Mu’tezile Yahûdî, Hristiyan, İran, Hind dinleri ve Yunan felsefesi ile temas etmiş, bunların karşısında İslâm akaidini savunmuştur. Bütün Mu’tezile mensublarının genel olarak üzerinde birleştikleri ve kendi düşüncelerinin sistematik hale gelmesinde temel ilke kabul ettikleri beş önemli ilke bulunmaktadır. Bunlar; “tevhid”, “adl”, “va’d ve vaîd”, “el-menzile beyne’l-menzileteyn” ve “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”dir. Mu’tezile ekolünün İslâm toplumuna, özellikle kelâm ilminin temellendirilmesine katkıları olmuştur. Cedel metodunu kullanan, tefekkür ve muhakeme kabiliyetine önem veren, muarızlarına karşı kesin deliller kullanan, akla ve nakle aynı ölçüde değer veren ve bilim adamları arasında tartışma yöntemlerini geliştiren hep Mu’tezile olmuştur. Ayrıca Mu’tezile mensupları İslâm dünyasında içte türeyen Müşebbihe, Mücessime, Haşviyye ve Râfıza gibi sapık cereyanların iddialarını çürüttüğü gibi dıştan gelen ulûhiyyet ve Nübüvvet münkirlerine karşı da kelâmî metodlarla karşı çıkmışlardır. Bu anlamda Mu’tezile İslâm toplumunun bilim, akıl, mantık, felsefe ve kültür hayatına olumlu katkılarda bulunmuştur. Ancak zamanla Mu’tezile’nin de kendi içinde bölünüp fikir ayrılığına düşmesi, kendi düşüncelerini kabul ettirmek için devlet gücünü kullanması, bu davranışın tabiî uzantısı olarak halktan uzaklaşması, fıkıh ve hadis ehlini gereğinden fazla incitmesi gibi tutumlar, Mu’tezile’nin eleştirilmesine ve etkinliğini yitirmesine sebep olmuştur. '
'Sözlükte “yol gösteren, kılavuz, alamet, rehber, işaret, iz” gibi anlamlara gelen delil, kelamda, herhangi bir konuda gerçeğe veya kanıtlanması istenen hususa ulaştıran şey; fıkıh usulünde üzerinde düşünüldüğünde şer’î ve amelî bir hükme götüren şey; muamelât ve özellikle muhakeme hukukunda, sözlük anlamıyla bağıntılı olarak bir şeyi bilmeye yarayan alamet ve karine manasına gelir. Yargılama usulü hukukunda ispat vasıtalarına genel olarak delil denilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de delil kelimesi bir âyette sözlük anlamında geçmektedir. (Furkân, 25/45) .
Deliller, bilginin kaynağı bakımından aklî delil ve naklî delil şeklinde ikiye ayrılır. Naklî delil, kelamcılara göre, bütün öncülleri nakle dayanan delildir. Fıkıhçılara göre ise, oluşumunda müçtehidin katkısı olmayan, Şâri’den nakledilen şer’î asıllardır. Bunlar da Kitap ve sünnetten ibarettir. Aklî delil, kelamcılara göre, bütün öncülleri akla dayanan delildir. Fıkıhçılara göre ise, naklî delil ile bağlantılı olmakla birlikte, aklî muhakeme ve beşerî yorumun ağırlıkta olduğu, oluşmasında müçtehidin katkısının bulunduğu delillerdir.
Ayrıca Kelamcılar delilleri, ortaya koydukları sonuçların değerine göre kat’î delil ve zannî delil kısımlarına ayırmışlardır. Kat’î delili, kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimalleri tamamen ortadan kaldıran delil şeklinde tanımlamışlardır. Buna yakînî delil de denir. Zannî delil ise, kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimallerin tamamını ortadan kaldıramayan delildir. Bu tür delillere iltizamî delil veya iknâî delil de denir.
Fıkıhçılar ise, delilleri sübut ve delalet yönünden ayrım ve derecelendirmeye gitmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Peygamber’den bizlere kadar intikal ettirilmesinde hiçbir şüphe ve kesinti olmadığından, bütün âyetler sübut yönünden kat’îdir. Allâh’tan peygamberi vasıtasıyla bize kadar geldiğinde şüphe yoktur. Hadisler ise, mütevatir ve bir görüşe göre de meşhur olanlar hariç sübut yönünden zannîdir. Buna göre naklî deliller, sübutu ve delâleti kat’î deliller; sübutu kat’î delâleti zannî deliller; sübutu zannî delâleti kat’î deliller ile sübutu ve delâleti zannî deliller olmak üzere dörtlü bir ayrım ve derecelendirmeye tabi tutulmuştur. Fakihler, Kitap ve Sünnetin şer’î delil olduğunda görüş birliği içindedirler. İcma’ ve kıyas ise, âlimlerin çoğunluğuna göre şer’î delildir. '
'Gelecek konusunun tartışmalı meselelerinden biri, “muğayyebât-ı hams” yani “beş bilinmeyen” meselesidir. Lokman suresinin 34. ayetinde geçen beş husus, Hz. Peygamber tarafından “Gaybın anahtarları” şeklinde nitelendirilmiştir. İlgili ayet şöyle der:
“Kıyametin ilmi Allah katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah Alîm’dir, Habîr’dir.” (Lokman 34)
Bu beş hususu, 1. Kıyametin ilmi 2. Yağmurun yağışı 3. Ceninin keyfiyeti 4. Kişinin yarın ne kazanacağı 5. Kişinin nerede öleceği”
şeklinde özetleyebiliriz. Bu beş husustan 1. 4. ve 5. maddelerde herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Hiç kimse, “bu hususları biz de biliyoruz. Öyleyse bunlar gayb değildir” diyemez.
“Yağmuru O indirir” ve “Rahimlerde olanı bilir” hususları ise “Acaba bunları sadece Allah mı bilir? Yoksa bazı insanlar da bilebilirler mi? ” şeklinde değerlendirmelere konu olmaktadırlar.
Bu tartışmaların sebebi, günümüzde hayli gelişen hava tahmin aletleriyle, hava durumunun önceden az- çok tahmin edilmesi; röntgen ışını ve ultrason aletiyle, ana rahmindeki ceninin kız veya erkek olduğunun önceden bilinmesidir. Bu aletler bulunmazdan ve bilinmezden evvel müfessirler, bu iki hususu “mutlak gayb” şümulünde değerlendirirken, günümüzdeyse bazı araştırmacılar “bunların izâfî gayba dâhil olup bilinebileceğini” söylemektedirler.
Bu meselede, şu noktalara temas etmekte fayda mülahaza ediyoruz:
1. “Yağmuru O indirir” ayeti yağmurun nüzulünü Allah’a nisbet etmektedir. Yoksa ayetin manası “Yağmurun ne zaman yağacağını O bilir” değildir. Bazı müfessirler ayetin açıklanmasında “Yağmurun ne zaman yağacağını ancak Allah bilir” demeleri üzerine, bu mana halk arasında şöhret bulmuştur. Demek bu noktada gelen itiraz, ayete değil, ayetin tefsirine bir itirazdır.
2. Sun’i bombalarla yağmur yağdırma teşebbüsleri “yağmuru insanlar da yağdırabiliyor” anlamına gelmez. Bu tür teşebbüsler, yağmurun oluşması için gerekli kanunları bulup, onlardan istifade etmeye çalışmaktan ibarettir. Yoksa hiç yoktan yağmur indirmek değildir. Kaldı ki, büyük bir riski de olduğundan kolay kolay teşebbüs edilememektedir.
3. Meteoroloji uzmanlarının yaptığı, atmosferde meydana gelen şartları tesbît edip tahminde bulunmaktır. Dolayısıyla, bu tesbît gaybda olanı tesbît değil, şehadete çıkmış olanı göstermektir. Bunun bir benzerini asırlardır romatizmalı kişiler de yapmakta, bir gün önceden yağmurun geleceğini hissedebilmektedirler.
4. Ayet, yağmurun belli bir kanuna bağlanmadığını gösterir. Onun bağlandığı kanuna, her an değişmeye maruz bir çok şartlar, müessir âmiller iştirak etmektedir. Güneşi belli bir kanunla her gün bizlere gösteren İlâhî irade, yağmuru böyle bir kanuna bağlı kılmamıştır. Dilediği yere bol verir, dilediği yere az. Dilediği zaman rahmet olarak indirir, dilediği zaman ise sele çevirir.
5. “Rahimlerde olanı bilir” ayeti “Rahimlerde olanın kız mı erkek mi olduğunu ancak Allah bilir” dememektedir. Fakat bazı müfessirler ayetin açıklanmasında bunu da kaydettiklerinden ayetin manası halk arasında “Ana rahmindeki ceninin kız veya erkek olduğunu ancak Allah bilir” şeklinde yerleşmiştir.
6. Tefsircilerin yaptıkları yorum, sadece erkeklik- dişilik açısından olmayıp “saîd mi şakî mi, tek mi çift mi, sağlam mı hasta mı ve bunlar dışındaki diğer durumları Allah bilir” şeklindedir. Görüldüğü gibi bu hususlar, çocuğun kader programına kadar şümulü olan bir açıklamayı ihtiva etmektedir. Çünkü rahimdeki ceninin kız veya erkek oluşu, onun sadece bir özelliğidir. Hâlbuki onun kader programı milyarlarca ihtimali bünyesinde barındırmaktadır. Röntgen ve ultrasonla, ceninin yüzünün siması bile bilinemezken, ondaki diğer insanlardan farklılık arzeden kabiliyetlerinin bilinmesi elbette mümkün değildir.
Serdedilen bu mülahazalar ışığında “yağmurun inişi” ve “ceninin keyfiyeti” meselesini gayba dâhil etmekte bir mahzur görmüyoruz. Bu ikisini de gayba dâhil eden hadisi, “sahih değildir” gerekçesiyle reddetmek yerine, sahih bir mananın tercümanı olarak kabul ediyoruz.'
'Beş hüküm anlamına gelen “ahkâm-ı hamse”; vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram’dan oluşan teklifi hükümlere denir. Hanefî bilginlerin dışındaki fakihlerin çoğunluğu, kesin bir delille yapılması istenen dini görevleri “vacip”; Hanefî bilginler ise, kesin bir delille yapılması istenen dini görevleri “farz”, zannî bir delille yapılması istenen dini görevleri ise “vacip” olarak isimlendirmişlerdir. Farz ve vaciplerin dışında yapılması istenen dini görevlere “mendup” denir. Mendup; sünnet ve müstehap kısımlarına ayrılır. Yapılıp yapılmaması insanların iradelerine bırakılan fiillere “mubah” denir. “Caiz” ve “helâl” kavramları da “mubah” kavramına dahildir. Kesin bir delille yapılması yasaklanan fiillere “haram”, yapılması kesin ve bağlayıcı olmayan bir delille yapılması yasaklanan fiillere de “mekruh” denir. Harama yakın olan mekruhlara “tahrîmen mekruh”, helala yakın olanlara ise “tenzîhen mekruh” denir. Haramlar da “haram li aynihî” ve “haram li gayrihî” diye iki kısma ayrılır. (bk. farz, vacip, sünnet, mubah, mekruh, mendup, haram, helâl'
'Mabed el-Cüheynî ve Gaylân el-Dımeşkî’nin, insana hiçbir güç ve irade hakkı tanımayan Cebriyye mezhebine karşı bir tepki olarak kurmuş oldukları itikadî bir mezhebin adıdır. Bu mezhebin temel görüşü, insanın fiillerinde tamamen özgür olması şeklinde özetlenebilir. Buna göre kişi, istediğini yapar, hatta Rabb’inin murad etmediği şeye bile kadirdir. ('
'Kelime olarak “yedi tavır” anlamına gelen atvâr-ı seb’a, bir tasavvuf terimi olarak nefsin; emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziyye ve kâmileden ibaret yedi tavrı anlamında kullanılmaktadır. '
Dinî ve siyasî konularda itaattan ayrılıp isyân derecesine varan aşırı görüş ve faaliyetleriyle tanınan bir fırkadır. İslâm tarihinde ilk kez meşru otoriteye başkaldıran ve kabilecilik ruhunu tekrar canlandırmak isteyen siyasî anlayışın dinî bir hüviyete bürünerek toplumdan kopan radikal bir hareketin taraftarları olarak da tanımlanmaktadır. Haricîlik, Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffin savaşı sonrası hakem meselesi yüzünden ortaya çıkmıştır. Bu hareketi ilk başlatanlar çölde yaşayan Temimli’ler ve taraftarlarıdır. “Allah’tan başka hüküm sahibi yoktur.” ilkesiyle tavizsiz İslâm’ı yaşadıklarını iddia eden Haricîler, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi ve bunların yönetimini benimseyenleri küfürle itham ederek öldürecek kadar ileri gitmişlerdir. Dinin emir ve yasaklarına uymayanları kâfirlikle suçlamışlardır. Haricî olmayan herkes düşman ve kâfirdir. Takva ve şecaat, ibadetlere devam, sürekli Kur’ân okuma, dini kurallara uyma belirgin özellikleridir. Bunların kendilerinin dışında herkesi kâfir olarak nitelemeleri ve şiddet uygulamaları, İslâm’la örtüşmeyen en bariz vasıflarıdır. '
'Determinizm, belirlenircilik, gerekircilik veya belirlenimlilik evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile, belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir. Yani öğretiye göre her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Bu görüş başta ahlak felsefesi olmak üzere felsefenin çeşitli dallarının uğraş alanına bir görüştür. Ahlak felsefesindeki 'İnsan ahlaki eylemde bulunurken özgür müdür? ' sorusunu yanıtlamaya çalışır.'
'Sözlükte “eskiden olmak, evvelce bulunmuş olmak, yerine geçilmek, önde olmak, ileri geçmek ve önce gelmek” gibi anlamlara gelen selefiyye, dinî literatürde, sahabe, tabiûn ve onların yolunu benimseyip onlar gibi düşünen ilk dönem İslâm anlayışını yansıtan ekolü ifade etmektedir. Selefiyye ekolüne mensup olan âlimler; Allah’ın isimleri, sıfatları ve îmân esaslarıyla ilgili hususları te’vile gitmeden kitap ve Sünnette açıklandığı şekliyle kabul etmektedirler. Zira Selefiyyeye göre te’vil akıl ile yapılır. İtikadî meselelerde ise akıl hüküm veremez. “Allah Arş üzerine istiva etti.” (Tâ-hâ, 20/5) ve “.... Rabbin geldi.” (Fecr, 89/22) gibi müteşabih âyetlerin anlamı üzerinde fikir beyan edilmemelidir. Çünkü bu âyetler ancak akıl ile yorumlanabilir. Oysa ki, akıl bu hususlarda yetkili değildir. İnanç konularında akla çok önem vermeyen ve aklî yorumlara kapalı olan Selefiyyenin temel prensipleri şunlardır. 1- takdis: Allah’ı şanına layık olmayan şeylerden tenzih etmek, 2- tasdik; kitap ve sünnetin haber verdiği şekliyle Allah’ı vasıflandırmak, 3- aczi itiraf; nasslarda geçen müteşabih hükümlerin bilinemeyeceğini itiraf etmek, 4- sukût; müteşabihlerin tevilini sormamak ve bu hususta susmak, 5- imsak; söz konusu nassları te’vil ve tefsîr etmekten kaçınmak, 6- keff; müteşabih ile kalben dahi meşgul olmamak, 7- marifet ehline teslim; kişinin kendisine kapalı görünen müteşabih nassların herkese kapalı olduğunu düşünmemesidir. Peygamberin, büyük din âlimlerinin, sıddîk ve velilerin zor görünen bazı hususları bildiğini kabul etmek gerekmektedir. Günümüzde amelî konularda Hanbelî mezhebine mensup olanlar çoğunlukla itikadî yönden selefî düşünceyi benimsemektedirler. (F.K.) '
Aklâm-ı Sitte
Şeş - kalem diye şöhret bulan altı nevi yazıdır.
Aklâm-i Sitte; Sülüs-Nesih, Muhakkak-Reyhânî, Tevkî-Rik'a şeklinde birbirine tabi ikili gruplar halinde sıralanabilir. Bu üç gruptan Sülüs, Muhakkak, Tevkî ağız genişliği 2 mm.; Nesih, Reyhânî, Rik'a ise 1 mm. civarında olan kamış kalemle yazılır. Yazı karakteri itibariyle Muhakkak ile Reyhânî, Tevkî ile Rik'a birbirine çok benzeyen yaşları farklı iki kardeşi hatırlatır. Sülüs’le Nesih arasında ölçüleri dışında da belirgin şekil farklılıkları vardır.
***
1. Muhakkak
‘Muntazam ve muhkem’ anlamına gelen bu yazının harfleri sülüse nispetle daha büyüktür. Yani dikey olanlarla ‘Sin, fe, kaf ve nun’ gibi çanaklı tabir edilen harflerin sola uzayan tarafları daha uzundur. Dönüş noktaları köşelicedir ve sülüsteki gibi derin değildir. Ayrıca, satır halinde yazılır ve giriftlikten uzaktır. Harfleri ve kelimeleri açıktır.
2. Reyhânî
Muhakkak'ın kurallarına bağlı olup onun küçük yazılan şeklidir. Bu iki yazı 16. yüzyıla kadar Sülüs ve Nesih ile birlikte her yerde, bilhassa Kur'an-ı Kerim'in yazılmasında kullanılmışken bu tarihten sonra herhalde fazla yer kaplamasından olacak ki bütün İslam ülkelerinde terkedilmiştir.
3. Sülüs
Muhakkak'a nispetle harfleri biraz küçüktür. Başka bir karakteri, çanaklı harflerinin de biraz kısa ve derin olmasıdır. Bu yazı genel olarak Muhakkak ve Reyhânî'ye göre yumuşak bir görünüme sahiptir. Bilhassa kitap unvanlarının, levhaların ve kıt'aların yazılmasında kullanılmıştır. Bugün de bütün İslam ülkelerinde geçerlidir.
4. Nesih
Sülüs'ün küçüğü olan bu yazının sözlük anlamı ‘ortadan kaldırmak, iptal etmek’tir. Kitapların yazılmasında diğer yazılardan daha fazla kullanıldığı, yani diğer yazıların hükmünü ortadan kaldırdığı için bu adla anıldığı kabul edilmektedir. Bugün de Sülüs ile birlikte bütün İslam ülkelerinde kullanılmaktadır.
5. Tevkî
Sülüs'ün kurallarına bağlı olup onun biraz küçük boyda olanıdır. En belirgin özelliği birleşmeyen harflerin de birbirine bağlanabilmesidir. Eskiden halife ve vezirlerin mektupları bu yazı ile yazılırdı. Tevkî, padişahların buyruklarının üzerine yazılan, çekilen nişanın da adıdır. Bu yazı genellikle vakıf işlerinde kullanılmıştır.
6. Rikaa
Tevkî'nin kurallarına bağlı olup onun Nesih gibi küçük yazdan şeklidir. Sözlükte ‘küçük sayfa ve mektup’ anlamına gelen Rikaa, vakıf işlerinden başka Kur'an-ı Kerim'in sonunda dua sayfasında; yani hattatın kendi adını andığı ve eserini yazdığı yeri, tarihini ve Allah'a duasını bildiren bir veya iki sayfalık yerinde çoklukla kullanılmıştır. Aklâm-ı Sitte'den ayrı üslûpta gelişen Ta'lik, Divanî, Celî Divanî, Rik'a da önemli yazı türleridir.
Diğer yazı çeşitleri
1. Ta'lik
Tevkî hattının 14. asırda İran'da kazandığı değişiklikle ortaya çıkmış olup daha çok resmî yazışmalarda kullanılmıştır. Ta'lik ‘asma, asılma’ anlamına gelmektedir. Bu adı almasının sebebi harflerinin birbirine asılmış gibi bir manzara arz etmesinden ileri gelmektedir. Ta'lik yazı her şeyden önce harf şekillerinin oranlılığı ve çizgilerinin musikisi ile dikkati çeker. Ta'lik yazıda iki üslûp vardır. İran Ta'lik üslûbu ve Osmanlı Ta'lik üslûbu. Anadolu'da hattatlar 14. yüzyıla kadar İran üslûbunun etkisinde kaldı. Fakat Türk hattatları bu yazıda kendi görüş ve sanat anlayışlarını uygulamışlardır. Yesârî'nin öncülüğü ve oğlu Yesârîzade Mustafa İzzet'in gayreti ile yeni bir üslûp meydana geldi. Haşmetli Sülüs’ün yanında ince, kavisli, narin yapısı ve harekesiz yazılışıyla hoş ve şiir gibi görünüşe sahip olan bu Osmanlı Ta'lik hattının hürde (küçük) veya hafi (ince) denilen şekli edebi eserlerde ve divanlarda kullanılmış, fetvahanenin de resmi yazısı olmuştur.
2. Divânî
İran'da resmi yazışmalarda kullanılan Ta'lik hattı 15. yüzyılda Osmanlılara Akkoyunlular yoluyla gelmiş ve kısa zamanda büyük değişikliğe uğrayarak Dîvân-ı Hümâyun'daki resmi yazışmalar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Divanî adını almıştır. Harekesiz yazılan divanînin 16. asırda İstanbul'da doğan harekeli, süslü ve haşmetli şekline de Celî Divanî adı verilmiştir. Celî Divanî devletin üst seviyedeki yazışmalarında kullanılmıştır. Bu iki yazı da Türklerin icadıdır.
3. Rik'a
Osmanlı Türkleri'nin icadı olan Rik'a, Divanî hattındaki dikey harflerin boylarının biraz küçülmesi, sadeleşmesi, kavis ve meyillerinin azaltılmasıyla meydana gelmiştir. Sarayda doğan bu hat, günlük yazışmalarda ve mektuplarda kullanılmıştır. En eski örneklerine 18. asrın ilk yarısında rastlanan Rik'a 19. asırda Babıâli'de gelişmiş ve asıl hüviyetini orada bulmuştur. Babıâli'de Mümtaz Efendi (ö. 1871) tarafından yazıldığı ve üslûbu sonradan gelenler tarafından takip edildiği için Mümtaz Efendi Rik'ası veya Babıâli Rik'ası adıyla anılmıştır. Mehmet İzzet Efendi (ö.1903) tarafından geliştirilen ve sıkı kaidelere bağlı kalan bir çeşit Rik'a daha doğmuştur. İzzet Efendi Rik'ası denilen bu yazı daha sonra Arap aleminde Celî şekliyle revaç bulmuştur.
Kaynak: Hattın Çelebisi Hasan Çelebi. Tarih ve Tabiat Vakfı (TATAV) Yayınları, 2003
'Sözlükte “ayrılmak, uzaklaşmak ve bir tarafa çekilmek” manasına gelen Mu’tezile, itikadî İslâm mezheplerinden birinin adıdır. Kurucusu Vâsıl İbn Ata’dır. Vâsıl büyük günah meselesinde hocası Hasan Basrî ile aynı görüşü paylaşmadığından, arkadaşlarıyla birlikte O’nun meclisini terketmişler, bu yüzden, “ayrılanlar ve yan cizenler” anlamında Mu’tezile denmiştir. Kendilerini ehl-i adl ve ehl-i tevhîd diye isimlendiren Mu’tezile, kaderi ve Allah’ın sıfatlarını reddettikleri için Kaderiyye ve Muattıla isimleriyle de anılmıştır.
Mu’tezile ekolü ilk kez ciddî anlamda hicrî ikinci asrın başlarında İslâm aleminin içte ve dışta itikâdî, siyasî, felsefî, kültürel ve fikrî hareketlerle yoğun biçimde çalkalandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Mu’tezile Yahûdî, Hristiyan, İran, Hind dinleri ve Yunan felsefesi ile temas etmiş, bunların karşısında İslâm akaidini savunmuştur. Bütün Mu’tezile mensublarının genel olarak üzerinde birleştikleri ve kendi düşüncelerinin sistematik hale gelmesinde temel ilke kabul ettikleri beş önemli ilke bulunmaktadır. Bunlar; “tevhid”, “adl”, “va’d ve vaîd”, “el-menzile beyne’l-menzileteyn” ve “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”dir.
Mu’tezile ekolünün İslâm toplumuna, özellikle kelâm ilminin temellendirilmesine katkıları olmuştur. Cedel metodunu kullanan, tefekkür ve muhakeme kabiliyetine önem veren, muarızlarına karşı kesin deliller kullanan, akla ve nakle aynı ölçüde değer veren ve bilim adamları arasında tartışma yöntemlerini geliştiren hep Mu’tezile olmuştur. Ayrıca Mu’tezile mensupları İslâm dünyasında içte türeyen Müşebbihe, Mücessime, Haşviyye ve Râfıza gibi sapık cereyanların iddialarını çürüttüğü gibi dıştan gelen ulûhiyyet ve Nübüvvet münkirlerine karşı da kelâmî metodlarla karşı çıkmışlardır. Bu anlamda Mu’tezile İslâm toplumunun bilim, akıl, mantık, felsefe ve kültür hayatına olumlu katkılarda bulunmuştur. Ancak zamanla Mu’tezile’nin de kendi içinde bölünüp fikir ayrılığına düşmesi, kendi düşüncelerini kabul ettirmek için devlet gücünü kullanması, bu davranışın tabiî uzantısı olarak halktan uzaklaşması, fıkıh ve hadis ehlini gereğinden fazla incitmesi gibi tutumlar, Mu’tezile’nin eleştirilmesine ve etkinliğini yitirmesine sebep olmuştur. '
'Sözlükte “yol gösteren, kılavuz, alamet, rehber, işaret, iz” gibi anlamlara gelen delil, kelamda, herhangi bir konuda gerçeğe veya kanıtlanması istenen hususa ulaştıran şey; fıkıh usulünde üzerinde düşünüldüğünde şer’î ve amelî bir hükme götüren şey; muamelât ve özellikle muhakeme hukukunda, sözlük anlamıyla bağıntılı olarak bir şeyi bilmeye yarayan alamet ve karine manasına gelir. Yargılama usulü hukukunda ispat vasıtalarına genel olarak delil denilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de delil kelimesi bir âyette sözlük anlamında geçmektedir. (Furkân, 25/45) .
Deliller, bilginin kaynağı bakımından aklî delil ve naklî delil şeklinde ikiye ayrılır.
Naklî delil, kelamcılara göre, bütün öncülleri nakle dayanan delildir. Fıkıhçılara göre ise, oluşumunda müçtehidin katkısı olmayan, Şâri’den nakledilen şer’î asıllardır. Bunlar da Kitap ve sünnetten ibarettir.
Aklî delil, kelamcılara göre, bütün öncülleri akla dayanan delildir. Fıkıhçılara göre ise, naklî delil ile bağlantılı olmakla birlikte, aklî muhakeme ve beşerî yorumun ağırlıkta olduğu, oluşmasında müçtehidin katkısının bulunduğu delillerdir.
Ayrıca Kelamcılar delilleri, ortaya koydukları sonuçların değerine göre kat’î delil ve zannî delil kısımlarına ayırmışlardır.
Kat’î delili, kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimalleri tamamen ortadan kaldıran delil şeklinde tanımlamışlardır. Buna yakînî delil de denir.
Zannî delil ise, kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimallerin tamamını ortadan kaldıramayan delildir. Bu tür delillere iltizamî delil veya iknâî delil de denir.
Fıkıhçılar ise, delilleri sübut ve delalet yönünden ayrım ve derecelendirmeye gitmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Peygamber’den bizlere kadar intikal ettirilmesinde hiçbir şüphe ve kesinti olmadığından, bütün âyetler sübut yönünden kat’îdir. Allâh’tan peygamberi vasıtasıyla bize kadar geldiğinde şüphe yoktur. Hadisler ise, mütevatir ve bir görüşe göre de meşhur olanlar hariç sübut yönünden zannîdir. Buna göre naklî deliller, sübutu ve delâleti kat’î deliller; sübutu kat’î delâleti zannî deliller; sübutu zannî delâleti kat’î deliller ile sübutu ve delâleti zannî deliller olmak üzere dörtlü bir ayrım ve derecelendirmeye tabi tutulmuştur.
Fakihler, Kitap ve Sünnetin şer’î delil olduğunda görüş birliği içindedirler. İcma’ ve kıyas ise, âlimlerin çoğunluğuna göre şer’î delildir. '
MUĞAYYEBÂT-I HAMSE (BEŞ BİLİNMEYEN)
'Gelecek konusunun tartışmalı meselelerinden biri, “muğayyebât-ı hams” yani “beş bilinmeyen” meselesidir. Lokman suresinin 34. ayetinde geçen beş husus, Hz. Peygamber tarafından “Gaybın anahtarları” şeklinde nitelendirilmiştir. İlgili ayet şöyle der:
“Kıyametin ilmi Allah katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah Alîm’dir, Habîr’dir.” (Lokman 34)
Bu beş hususu,
1. Kıyametin ilmi
2. Yağmurun yağışı
3. Ceninin keyfiyeti
4. Kişinin yarın ne kazanacağı
5. Kişinin nerede öleceği”
şeklinde özetleyebiliriz. Bu beş husustan 1. 4. ve 5. maddelerde herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Hiç kimse, “bu hususları biz de biliyoruz. Öyleyse bunlar gayb değildir” diyemez.
“Yağmuru O indirir” ve “Rahimlerde olanı bilir” hususları ise “Acaba bunları sadece Allah mı bilir? Yoksa bazı insanlar da bilebilirler mi? ” şeklinde değerlendirmelere konu olmaktadırlar.
Bu tartışmaların sebebi, günümüzde hayli gelişen hava tahmin aletleriyle, hava durumunun önceden az- çok tahmin edilmesi; röntgen ışını ve ultrason aletiyle, ana rahmindeki ceninin kız veya erkek olduğunun önceden bilinmesidir. Bu aletler bulunmazdan ve bilinmezden evvel müfessirler, bu iki hususu “mutlak gayb” şümulünde değerlendirirken, günümüzdeyse bazı araştırmacılar “bunların izâfî gayba dâhil olup bilinebileceğini” söylemektedirler.
Bu meselede, şu noktalara temas etmekte fayda mülahaza ediyoruz:
1. “Yağmuru O indirir” ayeti yağmurun nüzulünü Allah’a nisbet etmektedir. Yoksa ayetin manası “Yağmurun ne zaman yağacağını O bilir” değildir. Bazı müfessirler ayetin açıklanmasında “Yağmurun ne zaman yağacağını ancak Allah bilir” demeleri üzerine, bu mana halk arasında şöhret bulmuştur. Demek bu noktada gelen itiraz, ayete değil, ayetin tefsirine bir itirazdır.
2. Sun’i bombalarla yağmur yağdırma teşebbüsleri “yağmuru insanlar da yağdırabiliyor” anlamına gelmez. Bu tür teşebbüsler, yağmurun oluşması için gerekli kanunları bulup, onlardan istifade etmeye çalışmaktan ibarettir. Yoksa hiç yoktan yağmur indirmek değildir. Kaldı ki, büyük bir riski de olduğundan kolay kolay teşebbüs edilememektedir.
3. Meteoroloji uzmanlarının yaptığı, atmosferde meydana gelen şartları tesbît edip tahminde bulunmaktır. Dolayısıyla, bu tesbît gaybda olanı tesbît değil, şehadete çıkmış olanı göstermektir. Bunun bir benzerini asırlardır romatizmalı kişiler de yapmakta, bir gün önceden yağmurun geleceğini hissedebilmektedirler.
4. Ayet, yağmurun belli bir kanuna bağlanmadığını gösterir. Onun bağlandığı kanuna, her an değişmeye maruz bir çok şartlar, müessir âmiller iştirak etmektedir. Güneşi belli bir kanunla her gün bizlere gösteren İlâhî irade, yağmuru böyle bir kanuna bağlı kılmamıştır. Dilediği yere bol verir, dilediği yere az. Dilediği zaman rahmet olarak indirir, dilediği zaman ise sele çevirir.
5. “Rahimlerde olanı bilir” ayeti “Rahimlerde olanın kız mı erkek mi olduğunu ancak Allah bilir” dememektedir. Fakat bazı müfessirler ayetin açıklanmasında bunu da kaydettiklerinden ayetin manası halk arasında “Ana rahmindeki ceninin kız veya erkek olduğunu ancak Allah bilir” şeklinde yerleşmiştir.
6. Tefsircilerin yaptıkları yorum, sadece erkeklik- dişilik açısından olmayıp “saîd mi şakî mi, tek mi çift mi, sağlam mı hasta mı ve bunlar dışındaki diğer durumları Allah bilir” şeklindedir. Görüldüğü gibi bu hususlar, çocuğun kader programına kadar şümulü olan bir açıklamayı ihtiva etmektedir. Çünkü rahimdeki ceninin kız veya erkek oluşu, onun sadece bir özelliğidir. Hâlbuki onun kader programı milyarlarca ihtimali bünyesinde barındırmaktadır. Röntgen ve ultrasonla, ceninin yüzünün siması bile bilinemezken, ondaki diğer insanlardan farklılık arzeden kabiliyetlerinin bilinmesi elbette mümkün değildir.
Serdedilen bu mülahazalar ışığında “yağmurun inişi” ve “ceninin keyfiyeti” meselesini gayba dâhil etmekte bir mahzur görmüyoruz. Bu ikisini de gayba dâhil eden hadisi, “sahih değildir” gerekçesiyle reddetmek yerine, sahih bir mananın tercümanı olarak kabul ediyoruz.'
AHKAM-I HAMSE
'Beş hüküm anlamına gelen “ahkâm-ı hamse”; vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram’dan oluşan teklifi hükümlere denir. Hanefî bilginlerin dışındaki fakihlerin çoğunluğu, kesin bir delille yapılması istenen dini görevleri “vacip”; Hanefî bilginler ise, kesin bir delille yapılması istenen dini görevleri “farz”, zannî bir delille yapılması istenen dini görevleri ise “vacip” olarak isimlendirmişlerdir. Farz ve vaciplerin dışında yapılması istenen dini görevlere “mendup” denir. Mendup; sünnet ve müstehap kısımlarına ayrılır. Yapılıp yapılmaması insanların iradelerine bırakılan fiillere “mubah” denir. “Caiz” ve “helâl” kavramları da “mubah” kavramına dahildir. Kesin bir delille yapılması yasaklanan fiillere “haram”, yapılması kesin ve bağlayıcı olmayan bir delille yapılması yasaklanan fiillere de “mekruh” denir. Harama yakın olan mekruhlara “tahrîmen mekruh”, helala yakın olanlara ise “tenzîhen mekruh” denir. Haramlar da “haram li aynihî” ve “haram li gayrihî” diye iki kısma ayrılır. (bk. farz, vacip, sünnet, mubah, mekruh, mendup, haram, helâl'
KADERIYE
'Mabed el-Cüheynî ve Gaylân el-Dımeşkî’nin, insana hiçbir güç ve irade hakkı tanımayan Cebriyye mezhebine karşı bir tepki olarak kurmuş oldukları itikadî bir mezhebin adıdır. Bu mezhebin temel görüşü, insanın fiillerinde tamamen özgür olması şeklinde özetlenebilir. Buna göre kişi, istediğini yapar, hatta Rabb’inin murad etmediği şeye bile kadirdir. ('
ATVAR-I SEBA
'Kelime olarak “yedi tavır” anlamına gelen atvâr-ı seb’a, bir tasavvuf terimi olarak nefsin; emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziyye ve kâmileden ibaret yedi tavrı anlamında kullanılmaktadır. '
'HARICILER
Dinî ve siyasî konularda itaattan ayrılıp isyân derecesine varan aşırı görüş ve faaliyetleriyle tanınan bir fırkadır. İslâm tarihinde ilk kez meşru otoriteye başkaldıran ve kabilecilik ruhunu tekrar canlandırmak isteyen siyasî anlayışın dinî bir hüviyete bürünerek toplumdan kopan radikal bir hareketin taraftarları olarak da tanımlanmaktadır.
Haricîlik, Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffin savaşı sonrası hakem meselesi yüzünden ortaya çıkmıştır. Bu hareketi ilk başlatanlar çölde yaşayan Temimli’ler ve taraftarlarıdır.
“Allah’tan başka hüküm sahibi yoktur.” ilkesiyle tavizsiz İslâm’ı yaşadıklarını iddia eden Haricîler, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi ve bunların yönetimini benimseyenleri küfürle itham ederek öldürecek kadar ileri gitmişlerdir. Dinin emir ve yasaklarına uymayanları kâfirlikle suçlamışlardır. Haricî olmayan herkes düşman ve kâfirdir. Takva ve şecaat, ibadetlere devam, sürekli Kur’ân okuma, dini kurallara uyma belirgin özellikleridir. Bunların kendilerinin dışında herkesi kâfir olarak nitelemeleri ve şiddet uygulamaları, İslâm’la örtüşmeyen en bariz vasıflarıdır. '
'Determinizm, belirlenircilik, gerekircilik veya belirlenimlilik evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile, belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir. Yani öğretiye göre her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Bu görüş başta ahlak felsefesi olmak üzere felsefenin çeşitli dallarının uğraş alanına bir görüştür. Ahlak felsefesindeki 'İnsan ahlaki eylemde bulunurken özgür müdür? ' sorusunu yanıtlamaya çalışır.'