Kültür Sanat Edebiyat Şiir

necip fazıl kısakürek sizce ne demek, necip fazıl kısakürek size neyi çağrıştırıyor?

necip fazıl kısakürek terimi Çç tarafından tarihinde eklendi

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    Biraz, ortamdan habersiz olmaya calisan, bununla icndeki resmi israrla yasatmaya calisan bir don kisot havasi var onda..

    Ülkü ocaginda reis bir kac gence seslenmis:
    olum, bu gün ncip fazil hapisten cikacak, siz ikiniz gidiverin karsilamaya ayip olmasin..
    o gün de havada aciip yagmur var..
    necip fazil kendisini karsilamaya gelen bir kac gence lütufkar alakada bulunduktan sonra hanimina:
    - su yamur olmasaydi, su caddeleri görecektin sen...
    bütün istanbu burada olurdu...


    necip fazil siirleri okuyarak, kaset doldurarak sempati toplayan adama, türk halki hapis cikisi ve girisinde ne ilgi gösterdi... o ilgiyle adami memleketin basina seyddi...
    o siirleri yazan adam da atinin üstünde magruf, basi dik, ve arkasindan kendini takip eden kitlelerin sadakatinin mevcudiyetine dair kendi olusturdugu illüzyona kendinni inandirmaya zorlayarak göctü gitti bu dünyadan...

    asnco pancasi da hilmi oflaz ve Osman yüksel serdengecti idi...

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    at yarislarina olan hayranligi, at'a dair yazdigi kitab...
    onun insan yönlerini, zaaflarinin gemlenemeyen insanligini ortaya koyuyor...
    bes paraya muhtac oldugu devirlerde bile evinde hizmetci tutmaya calismasi, ...
    ...

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    kaldirimlar siirinin üstüne bir siir var mi aceba t´ürk siirinde?
    ahsap konak iyi...
    korku siirleri...
    'elimde sükutun nabzini dinle
    dinle de gönlümü aliver gitsin..'
    diye baslayan siirin notaya dökülmüs halini okumustu biriis (kim oldugunu hatirlayan varsa yazarsa iyi olur harald) baya hosaflanmistim yani...

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    Lise'deyken tam bir necip fazil hayraniydim.. Yunus Emre baslikli tiyatro eseri bizim lisede sahnelenecekti...
    Bu sahnelenecek eserle ilgili ne düsünüyorsunuz diye bir kompozisyon yazdirildi güzel konusma ve yazma dersinde.. Ben de icimde ne kadar cosku potansiyeli varsa hepsini tetikleyip, anadolunun en sade ve eskimez sair-mutasavvifini, türk dilinin en basarili kalemi tarafindan tiyatro formunda anlatilisi deyu medhiye düzmüstüm..
    tiyatro günlerini, sinif ayrimi olmaksizin, koskoca lisedeki istedigin kizla yanyana oturma firsati, bundan vbaska da bir b. 'a yaraamz gözüyle bakan arkadaslar bile 'adam bu kadar abattigina göe herhalde bir vukuat var' deyu onlar da tiyatro saatine ikinci bir anlam yüklemeye basladilar..
    tiyatro geldi seyr ettik...
    cikista arkadaslar bana bakarlarken ben de sucumu ve haayal kirikligimi seydmek icin, bunlar necipp fazili istismar edioyrlar, hic alakaksi yok... sahtekar bunlar diye, tiyatro ekibine ta'n etmistim...
    necip fazil'in kendi diliyle muammer karaca'nin sen yüzyilimizin shakespearisin lafina fazla kanmistim galiba..
    o gü bu gündür shakespear ne halt aceba diye hep tedbirle yaklasirim...

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    aynadaki yalan romani tam bir saheser roman...

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    Yahya Kemal'in bahs ettigi Mehlika Sultan'a asik 7 gencten birisi... Ona kalsa yahya kemallerin falan asildigi asil kadinin, her ne kadar necip fazil fazla istekli olmasa da(!) daha cok necip fazilla ilgilenmis...
    acaba kimdi o asil mehlika sultan?
    nazim hikmet'in annesi olmasin?

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    Özel hayatini ise karistirmazsak, oldukca parlak bir kalem...

  • Mm
    Mm

    özledim....

  • Mm
    Mm

    eellerime uzanan dudakları tepeyim
    Allah diyen gel seni ayağından öpeyim...

  • Cem Nizamoglu
    Cem Nizamoglu

    Bitmeyen Necip Fazıl ve Nazım Hikmet tartışması. Hop aşağı, hop yukarı emme basma tulumba gibi. Görülüyor ki birisinin ismi anıldıkça diğerinin ismi de hep anılacak.

    İki insan, iki şair, ikisi de değerli, altından pırlantadan daha değerli... Değerlerini bilin...

  • Hamid Hamdeden
    Hamid Hamdeden

    necip fazıl herşeyden önce bu ülke topragını ve 3 kıtayı sulayan türk müslüman kimliginin yetiştirdigi büyük bir tefekkür insanı.. aklı, zekası ve cehd unsurları çok nadir rastlanan bir aksion lideri..... üsdad yolundayız bu dava ayaklar altında kalmayacak... zaman bendedir mekan bana emanettir....

  • Betül Güz
    Betül Güz

    GÖZ KAPTIRDIĞIM RENKTEN, KULAK VERDİĞİM SESTEN,
    AFFET, SENDEN HABERSİZ ALDIĞIM HER NEFESTEN...
    N.F.K.

  • Oğuzhan Demirci
    Oğuzhan Demirci

    şairliğine asla söz söyleyemem
    ancak örümcek beyinli idealistin teki

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    Her şeyden önce Müslümandır, Necip Fazıl; mukaddesatçı bir dâva adamı...
    Vecd içinde bir insan...

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    Tarihi yazan ve tarihin yazacağı adam...

  • Yunus Emrah Bulut
    Yunus Emrah Bulut

    cogu kere taninmis isim vererek bir satir yazmak, kendi fikrinizle yuzlerce satir yazmaktan daha prestijli oluyor...asagida alintiladiklarima katiliyorum demiyorum, ama necip fazil'in vucudu, bazi meshur isimleri nasil da kopurtmus bakin diyorum...evet manaya degil, belki heyecana bakmalisiniz asagidakileri dogru anlayabilmek icin...

  • Yunus Emrah Bulut
    Yunus Emrah Bulut

    Yaşar NABİ:

    « — BİR MISRAI BİR MİLLETE ŞEREF VERMEYE YETER! …»

  • Yunus Emrah Bulut
    Yunus Emrah Bulut

    Nurullah ATAÇ:

    «— Yarına kalacak tek şair: Necip Fazıl... Bence şimdiye kadar gelen şairlerin en büyüğüdür O...»

  • Yunus Emrah Bulut
    Yunus Emrah Bulut

    Vâlâ NUREDDİN:

    «— Türkiye'nin tuzu biberi tarzında insanlar vardır. Bilhassa İstanbul'da, bilhassa Ankara caddesinde... Bunlardan biri Süleyman Nazif'ti; biri Ahmet Haşim'di; biri Yahya Kemal'dir. Bunların kimi daha büyük, kimi devâsâ... Gençler arasında da –Necip tabiî gençtir– bir tip aramak lâzım gelirse, Necip Fazıl gelir. Yalnız şairliğiyle değil, orjinalliği ile mühim bir şahsiyettir. İnsanlar yeknesaklıktan bıkıyor; orjinal iklimlere doğru bir pencere açmak istiyor. İşte o zaman Necib'e rastlayınca güzel bir hava insanın yüzüne çarpıyor. Gerçi bu hava bazan çok şiddetli geliyor. Pencere önünde oturamaz oluyorsunuz. Fakat herhalde başka bir penceredir. Bilhassa benim için fazla enteresan... Bu pencere, adi sokak esprilerine bakmıyor. Gayet güzel bir çeşnisi var; Maveradan bahsediyor. Necib'in «Ben ve Ötesi» şiirini hatırlarsak, şairin kendi ötesinden bahsediyor. Dünyada Mistisizm kalmadı. Bu, Neo-mistisizm yapıyor...»

  • Yunus Emrah Bulut
    Yunus Emrah Bulut

    Eşref ŞEFİK:

    «— Şairliğinde mükemmeldir. Bence, dünkü sofî şiir mezhebini bugünkü lisanla halihazırda en iyi söyliyenlerden biridir. Görüşleri, ruhu şairdir... Yalnız mizacı bakımından, şair olduğu mezhebin buradaki büyüklerine benzemekten ziyade, Avrupa'daki orjinal büyük şairlere bilâ ihtiyar benzemek yolunu tutmuştur. Meselâ Mevlâna'nın mesleğini, janrını, onun tasavvurunu ve yaşayışını alacak yerde Baudelaire'inkini alır.

    …………………….

    Bütün kendine zararlı olan kabahatleri de, kendi içindeki mahkemede, Baudelaire'e ve Baudelaire gibi bazı mübalâğaları görülen diğer Avrupa şairlerine benzemekle mazur gösterir. Fakat şunu daima hatırda tutmalı ki, kendi lisan edasını, gençliğin bir kısmına aşıladığı muhakkaktır. Bu itibarla bir ekol başlangıcı yapmış sayılabilir.»

  • Yunus Emrah Bulut
    Yunus Emrah Bulut

    Vasfi Mahir KOCATÜRK:

    «— Fransız edebiyatında Baudelaire, Verlaine nasıl bir yeni ürperişse bizim edebiyatımızda da Necip Fazıl o kadar başka bir görünüştür. Duyuş ve lirizm bakımından kendi içimizde hiçbir üstadı yoktur. Onun getirdiği duyguları Hâmit ve Fikret te bilmezlerdi. Gerçi bizim edebiyatımızda ötedenberi ferdî ruhun şiiri vardır, fakat Necib'in getirdiği yeni ürperişten mahrumdur. Garpte Hugo, Byron, Shakespare, bizde Hâmit, Fikret, Kemal, parlak ve gürültülü bir şiirin sahibidirler. Necip Fazıl'ın şiiri, Baudelaire'in, Verlaine'in ruhu gibi, gürültüden, sesten, hattâ tabiîlikten kaçan bir ruhtur. Bizim eskilerden Fuzulî ve Yunus onu biraz andırabilir.»

  • Deng Xioping
    Deng Xioping

    yuregımde bır sorun var, cok zor aralanır kapısı.. ama beynım her turlu bılgıye acıktır...

  • Deng Xioping
    Deng Xioping

    IBDA-C

  • Mm
    Mm

    tomurcuk derdinde olmıyan ağaç odundur...(n.fazıl)

  • Resul Cengiz
    Resul Cengiz

    DOĞUNUN BATIYA BAKIŞI
    Necip Fazıl

    Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.

    Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... Garp temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü, tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit olmıyarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya “barbar” diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.

    Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahiptir.

    Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış olmak yüzünden, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul edebiliriz.

    İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da,7 – 8 asır boyunca, (Rönesans) a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans) a kadar aslî rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle denktir.

    İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, İslâm dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.

    Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans) dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...

    İşte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist) ini de, (Brehmen) ini de, (Mecusî) sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da, bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...

    Ve yine Doğunun Batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hindlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle bakmaya başlaması...

    İşte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti; ve bütün Doğu âleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (Medyum) lar sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.

    Doğunun olanca derdi bu son bakışın içindedir.

  • Resul Cengiz
    Resul Cengiz

    BATININ DOĞU’YA BAKIŞI
    Necip Fazıl

    Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası (Herodot) , yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Şark ve Garp...

    Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine 'Arap' ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi, Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşey barbardı.

    Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis, onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne gittiği, barbar...

    Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet sahiplerine hâstır.

    Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans) dan sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet hârası...

    Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor) dur.

    (Rönesans) tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri, Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint racasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece” hayalinden ileriye geçiremez. İşaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına mahsus, beylik görüştür bu...

    Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve nefsini iptale kadar gitmiştir. İşte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.

    Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.

    Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır- kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşamaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında, parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”

    Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için daima satıhta ve âciz kalacaktır.”

    Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...

    Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”

    Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz, dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.

    Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    Bir ithaf
    ________________
    Bu eserimi, kıyamete kadar gelecek mukaddesatçı Türk gençliğine ithaf ediyorum.

    Esselam(MUKADDES HAYATTAN LEVHALAR)

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    İşte sebep bu.

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    Allah için seviniz ve O'nun için buğz ediniz.

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    Ben ilk günden Büyük Doğucuyum,
    Hakikaten Anadolucuyum! ! !