' Bir Müslüman’ın Müslümanlığının derecesini hayatında mücâhedeye verdiği yerden anlarız. Yani yüksek bir karakteri temsil niyetiyle helâllere ne kadar riayet ettiğinden, haramlardan ne kadar kaçındığından. '
'Türklük meselesi insanlık tarihini dolaysız olarak ve münhasıran modernlik tarihini bire bir ilgilendiriyor. Türkler günde beş vakit namaz kılarak dehrin çekip çevrilmesinde kendi yerlerine rıza gösterdiklerini belli ediyorlar. Türkler Ramazan ayı boyunca oruç tutarak kainata Yaratıcısı tarafından verilmiş nizama müdahale etmeye yeltenenlerin yersizliklerine şehadet ediyorlar. Türkler herşeyin kelime-i tevhit ile başladığını, kelime-i tevhidin herşeyi tamamladığını biliyorlar. Türkler Hac farizasının merkezden muhite yayılmaktaki faydayla mukayyet olduğu anlayışına bağlılar. Türkler zekatla arındırılmamış kazancın servet kabul edilemeyeceği görüşündeler. Sözü uzatmanın ne yararı var? Kimse Türklüğün şartlarını yerine getirmeden Türklük davası gütmüyor zaten.'
Dünya sisteminin lortları bilhassa ve en çok Türkiye’yle, Türkiye’nin tutturacağı istikametin ne olduğuyla uğraşıyor. Bu ilginin bir sebebi olsa gerek. Türkiye’ye duyulan ilgi bu ülkede yaşayan insanların yaptıkları şeyler itibariyle değildir. Yaptıkları şeyler Türkiye düşmanlarının tavsiyelerini yerine getirmekten ibaret. Çırpındıkça batıyor olmaları bu yüzden. Sistemi yürütenler kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyor. Denetçiler ne yapılmadığına dikkat etmektedirler. Türkiye’ye ilgi duyuluyorsa Türkiye’de yaşayan insanların dayatmalar dışında bir şeyler yapma ihtimali sebebiyle ilgi duyuluyor. Var mıdır Türkiye’de yaşayan insanların kendilerine dayatılan şeyler dışında bir şeyler yapma ihtimali? Elbette vardır ve üstelik Türkiye sistem dışında bir hayat yolunu kat edebilecek dünyadaki yegâne ülkedir. Madem öyledir de Türkiye sözünü ettiğimiz ihtimale niçin cesamet kazandıramıyor?
ÇOK ŞEY BİLİYOR HİÇBİRİNİ ANLAMAMIŞ; HER ŞEYDEN ANLIYOR HİÇBİR ŞEY BİLDİĞİ YOK
Bilginin ve anlayışın, ilmin ve irfanın, sevgililer ve âşıklar olmanın birlikte bulunması harikulâde bir olay. Harikulâdeliklere dünyada sıkça rastlanılmaz. Dünya hayatında alelâdeliğin baskın çıktığı vâkidir. Bakarsınız ki bilgi ve anlayış birbirlerinden çabucak kopuvermiştir. Giderek bilginin anlayıştan, anlayışın bilgiden sıkça kaçtığı olur. Bu durum insanları birbirleri karşısında tuhaf ve tehlikeli yaratıklar haline dönüştürür. Bilip de anlamayanlar kolayca merhametsizce kararlar verirler, anlayıp da bilmeyenler insanların hayal âleminde bocalamalarına sebep olurlar. İnsanlık binlerce yıldan beri çok değişik gerekçeler uyarınca yürürlüğe giren merhametsizliğin ve bocalamaların acısını çekmiştir, halen çekmektedir
...Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “vatan müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu.
İslâm’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslâm’la tanışması halinde ilk önce “merkezîlik” belirginliğe kavuşacaktır. İslâm’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına dünya sisteminin zavallı bir uydusu gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezîlik” vasfına İslâm’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “potent” halden “kinetik” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kâfirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslâm’la tanıştıramayacaktır.
'ABD uyumlu olmayı kader saymak sultası altına sokulan Türk milleti hiçbir fikrî sarahate kavuşmaksızın, daha da kötüsü, üstün değerlerinin ilk sırasına düşünceyi yerleştiren her kim ise onun üzerine yıldırıcı etkilerin boca edilmesini olağan ve geçerli sayarak bir yolda yürüme girişiminde bulunanların egemenliği altındadır. Türkiye beynelmilel ilişkilerini yaşadığı ve hayat damarlarında tıkanıklıklara sebep olan kimlik bunalımının üstüne yırtık bir şal örtmüş haliyle düzenlemeye çabalıyor. Türkiye'nin aralarında ABD gibi büyük güçlerin bulunduğu bir çok ülkeyle 'kurallı' ilişkiler kurma zorluğu çekmediği bir dönemde yaşıyoruz. Fakat bu dönem aynı zamanda bazı ülkelerle ilişkide hangi kuralın geçerli olduğu hususunda kararsızlığın da hüküm sürdüğü bir dönemdir.' ___ İSMET ÖZEL___
Kimler mi? Tabiî ki, dostlarımız Avrupalılar ve Amerikalılar. Aslında benzemek isteyen bizler değil miydik? Tamam işte, onlar da bizi benzetecekler. Eskiden bize geri kalmış ülke, az gelişmiş ülke derlerdi. Sonra kibarlık edip, nezaket gösterip gelişmekte olan ülke demeye başladılar. Devran döndü birinci dünya, ikinci dünya, üçüncü dünya sıralaması da anlamını kaybetti. En sonunda bize hiçbir şey dememeye, herhangi bir ad takmamaya karar verdiler. Böylelikle adı gerekmez ülkeler kategorisi gibi bir şey kendiliğinden doğmuş oldu. O kadar ki dostlarımız yepyeni bir ağızla biz bir ülkenin ekonomisinin ne kadar güçlü olduğuna bakmayız, o ülkenin insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe ne kadar değer ve önem verdiğine bakarız İfadelerine sığınmanın yolunu bularak allem kallem edip ülke olarak varlığımızı görüngüler aleminden nasıl sileceklerinin çaresini bulmaya çalışıyorlar. Kim derdi ki gün gelecek, az gelişmiş ülke ibaresi bile özlemle yad edilecektir.
Az gelişmiş ülke ibaresinin hiç olmazsa neyin noksan olduğunu tasrih eden bir tarafı vardı. Mesela sanayileşmenin az gelişmişlikten kurtulmanın bir yolu olabileceği düşünülebiliyordu. Üstelik bir ülkenin sanayileşmesinin önüne nelerin veya kimlerin geçtiği söz konusu edilebiliyordu. Bir ülkeye geri kalmış deniliyorsa o ülkenin gerilikten kurtulmak için neyi tamamlaması gerektiği gözle görülür, elle tutulur biçimde işaret edilebiliyordu. O ülkenin fiilen tutturduğu yolun geri kalmışlığı izale edip etmeyeceği konuşulabiliyordu. Gel gelelim, son yıllarda kulağımıza çalınan ve son günlerde kulağımızı sağır edecek şiddette telaffuz edilen insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kelimeler tam tamına birer muamma. Neden bazı insanların haklarının başka bazı insanları böylesine alakadar ettiğini keşfetmenin son derecede güç bir iş olduğu belli. Bu kısmı herkes sükutla geçiştiriyor. Demokrasinin cihanşümul bir tarifi verilemiyor. Bu tarif varmış gibi davranmaktan hiç kimse gocunmuyor. İnsan için özgürlük baskıdan kurtulmak demekse, bu aynı zamanda insanın baskı kurabilecek serbestliği kullanması mı demek olduğu kurcalanmıyor. Özgürlükte eşitlik sağlanamıyor. İnsanlar arasında eşit miktarda dağılmış olan özgürlüğe özgürlük denmiyor.
Sizin anlayacağınız, şimdilik Avrupalılarla, Amerikalılarla aramızda bir aşna fişnedir gidiyor. Bir zaman sonra dostlarımız bize bizden öğrendikleri bir koşmanın şu dörtlüğünü söyleyip veda edebilirler: 'Karacoğlan der ki nasıl bağ imiş / Üst yanımız karlı karlı dağ imiş / Yokladım öteni öten yoğ imiş / Kız alamam seni huri isen de'. Bunun üzerine biz de kendi kendimize Ankara'nın Misket havasını çalar söyleriz: 'Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / El uşağı değil mi / Sevdi de kaçıverdi'.
Bir noktaya dikkatimizi çevirmezsek toplum olarak telafi edilemez bir kayba uğrayacağız. Beklenen demokratik gelişme Türk (giderek Türkleşme) tarihini sıfırlayarak mı nazar-ı itibara alınıyor, yoksa kazancına kendimize mahsus tarih bilincinin pekişmesiyle kavuşacağımız bir gelişmeye mi emek vermekteyiz? Korkarım birincisi ağır basmaktadır ve günübirlik faydayı feda etmekten çekindiğimiz ölçüde toplum hayatiyetine uzun vadede katkı sağlayacak tutamaklarımızı tehlikeye atıyoruz. Attık bile.
Sir isaac Nevvton (1642-1727) 'Eğer daha uzağı görebilmişsem' demişti, 'bunun sebebi devlerin omuzları üzerinde duruşumdandır'. Bir itiraf bu; ama pek çarpıcı bir itirafla karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Çünkü insanoğlunun hayatını hayatlar üzerinde kurduğu temel bilgilerimiz arasındadır. Necip Fazıl'ın Kanuni ile Vahdettin karşılaştırmasını hatırlayalım. Şair diyordu ki birincisi büyük görünüyor, zira devletin en yüksek çağında tepede yer almaktadır. Diğeri ise devletin dibe vurduğu bir dönemde bile kendini fark ettirebilecek bir büyüklük sahibidir.
Gittikçe artan bir gerginlikle Türkiye'den Özgürlük ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ne var ki istenilen özgürlük ve demokrasinin dayanakları ülke insanının geçmişinde aranmıyor. Özgür ve demokrat olmanın ölçüsü de, ölçütü de ithal malı. Birisi 'Almanya'da çarşafıma karışmıyorlar, burada da karışmasınlar' diyor. Öteki 'Strasbourg'da alınan karar uyarınca Türk üniversitelerinde başını örtemezsin' diyor. Hem üzerinde durulan hususlardan ve hem de duruş tarzından anlıyoruz ki Türkiye'de insanlar ne kadar kendileri olurlarsa değil, ne kadar başkalaşırlarsa o kadar özgür ve demokrat olduklarına inanacaklar.
'Kendisi olmak' fikrinden uzak durmanın neye mal olduğu ise kimsenin umurunda değil. O kadar ki zaman zaman dillerine doladıkları 'acı reçete'nin üzerine yazıldığı kağıt ithal malı ve yazan el de yabancı. Bir de bunlara siyasi hayatımızı şimdiki duruma sokan vakıaların yorumlanmasında uğradığımız çarpıklığı eklememiz gerekiyor. Çarpıtmayı gerçekleştiren yabancılar değil; bizzat Türkler. Kısmen de olsa tarihimize ilişkin doğrulara ulaşmak için Türkiye dışında neşredilmiş kitaplara başvurmak zorunda kalışımız bu sebeptendir. Neden gerçekleri çarpıtıyoruz? Çünkü toplumun nihaî selametini gözetmek yerine günü kurtarmaya çabalıyor, yetkili ve etkili zevatın ki bunlar ister görünen iktidarın, isterse görünürdeki muhalefetin bir unsuru olsun 'fuzulî şağil' konumunda bulunduğunun ortaya çıkmasından korkuyoruz.
Kendimizi daha özgür hissettiğimiz günün aynı zamanda bir Haysiyetsizlik karmaşasına kapıldığımız gün olacağı endişesi taşıyorum. Çünkü bugün algılanan biçimiyle özendiğimiz demokrasinin, tırmanıp bakmaya heves edersek bize uzağı gösterecek yükseklikte omuzları yok.
Tarihin yakın zamanlarında ahlâksızlık çarkı “Savaşma, seviş! ” şiarıyla harekete geçirildi. Hikâyenin özetinden ABD’nin 1965 yılında Pax Americana gereği olarak Vietnam savaşını başlatması üzerine beyazlar dünyasında ciddi bir çatlağın baş göstermesiyle haberdar olundu. Savaş aleyhtarları hangi sebeple savaş aleyhtarlığı yapıyorlardı? Gözden kaçan husus köhnemiş, kadidi çıkmış kolonyalizm ile bıçkın ve delikanlı emperyalizm arasında cereyan eden son hesaplaşmanın gündemi doldurmuş olmasıydı. Miadını doldurmuş bir ahlâksızlık istikbal vaat eden pervasız ahlâksızlığın yoluna taş koyuyordu.
'...Türkiye’de yaşayan bütün insanlara sadece iki şey: Devlet ve İslâm, belirlilik kazandırabiliyor. Devlet ve/veya İslâm tarafından muayyen bir yere konulmamışsanız Türkiye’de yaşayan bir insan olarak durumunuz kötü. Başınızın çaresine bakmak için düşebileceğiniz en iyi yol, kötü yol. Devletsiz ve İslâmsız Türk toplumu (eğer ona hâlâ Türk toplumu denebilirse) kötü yola düşmüş sayılır. (Yandı gülüm, keten helva!) Kötü yola düşmüş toplum olur mu? '
'...Türkiye'de kurnazlık makbul tutuluyor ve toplum ilişkilerinde geçerli bir yöntem olarak kabul ediliyor. Devletin kurnazca konuşup kurnazca davranmasından halk rahatsız değildir. Çünkü halk devletin imkanlarından yararlanabilmek için çeşitli kurnazlıklara başvurması gerektiğini pek iyi bilir. Men dakka dukka. Son zamanlarda demokrasi hem devletin, hem de halkın kurnazca davranmasına fırsat veren bir kelime haline geldi. Halk devlete karşı işlediği kabahatleri savunabilmek, devlet karşısında sorumluluktan kaçıyor oluşuna mazeret sağlamak için demokrasi beklentisini öne sürüyor. Devletin demokrasiye, demokratikleşmeye bir itirazı yok. Devlet demokrasiyi zaman kazanmak için bir aracı kavram gibi kullanıyor. Herşey demokrasi gerçekleştiğinde düzeleceğine, hiç olmazsa düzelme yoluna gireceğine göre devletin asıl işlevini yerine getirip getirmediğinin sorgulanmasına ve Türk devletinin teşkilindeki gerekçelerin hatırlanmasına hiç gerek yoktur. Eğer Türkler'in neden bir devleti var diye soracak olursak, bir şeyleri hatırlamak zorunda kalacağız. Bu hatırlanan şeyler bugün işlerin hangi sebeple başka türlü döndüğünü düşündürecek ve sorgulama başlayacak. İşlerinin dönmesini kurnazlıkla sağlayan halk ve devlet asıl meseleye ilişkin konuların açılmasını istemiyor. Demokrasi her iki tarafa da durumu idare etmek için kâfi geliyor.
Demokrasiye ulaşmak, demokrasi uğruna toplumun hayat kaynaklarını yeniden tanımlamak konusunda Türk devletine ve Türk halkına Avrupalılar ve Amerikalılar da çok yardımcı oluyor. Onlar için demokrasi (ve bunun yanı sıra elbette insan hakları) tarih perspektifinin askıya alınmasına yaradığı için çok kullanışlı bir kavram. Tarihî perspektif demokrasinin bir zoka olup olmadığını fark etmemize yarıyor oysa.'
o bir dinazordur, kendisi degisim dinazorlasmadir demisti gercek hayattaki bir yazisinda oysa kendi evrim surecinde marksizm, islamcilik ve simdide anlasilmaz bir bicimde fasizm goruluyor degismistir hemde asagiya bir degisimle degismistir o bir dinazordur
'...Yazar yaptığı işe yaraşan bir tutum benimsemişse kendine alkış peşinde bir yön tespit etmekten kaçınacaktır. Sırta alınmış bir yumurta küfesi varsa hem yazarın, hem okurun gayret edeceği şey yumurtaların ulaştırılacağı yere salimen varmalarını temin olmalıdır. Yumurta küfesinin yazarın mı okurun mu sırtında olduğunun tespitini ikisi arasındaki bağlantı doğuracaktır. Küfeyi okur ve yazar münavebeli olarak taşıyabilir. Yani hakikate duyulan ihtiyaç bakımından bazı zamanlarda okurun duyarlığı yüksek dereceye ulaşmış ve bazı zamanlarda ise yazar bu ihtiyaçtan kıvranır halde bulunabilir. Her iki halde de biri diğerine yürünen yoldaki çukuru işaret etmek yükümlülüğü altındadır. '
...Otoriter demagoji yok, çünkü otorite konuşmuyor. Dinliyor sadece. Bir taraftan da kimin ne dediğini not alıyor, konuşanlara kayd-ı mahsusa dahilinde not veriyor. Otoritenin ağzını kullanıyormuş, dolayısıyla demagojiyle meşgulmüş gibi görünenler yüksek not alma çabasındaki çocuklardan başkaları değil. Benim fark edebildiğim kadarıyla bu aile içi bir oturum. Devlet baba hayli zamandır oğulları ve kızlarıyla toplantı halindedir. Hep birlikte öyle bir yerde konuşlandırılmışlar ki teşkil ettikleri mecliste cereyan eden vukuattan bizim haberdar olmayışımız gayri mümkün. Bizim, yani o aile nazarındaki elin oğlunun, elin kızının. Bizlerden biri olup da kendini devlet ailesindenmiş gibi sayanlar (sananlar) var elbet. Bu zavallılar kendilerine nasıl küçümsenerek bakıldığının ve gerektiğinde aynı küçümseyişle davranıldığının hiç farkında değiller. Küçümseyişin farkında değiller; ama çektikleri acıların, mahrumiyetlerin veya komşuda pişip de onlara da düşen taamın farkında olmamaları mümkün değil.
Kendi payıma ben yukarıda zikrettiğim alaycı muameleye maruz kalmamak için gündemi işgal eden herhangi bir konuda fikir beyan etmekten kasıtlı olarak geri duruyorum. Kendimi bir ölçüde akıllanmış sayıyorum. Geçen zaman içinde olaylara tepki vermek bakımından safdilâne girimlerim olduğunu da itiraf etmeliyim. Üstelik bugün basın yoluyla verilecek tepkiler dolayısıyla uğranılacak muamelenin alaycılıkla sınırlı kalacağından da hiç emin değilim. Alay konusu olmak ne kadar istemiyorsam ciddiye alınmayı da o kadar istemiyorum. Ne demişti Bernard Shaw? 'Söylediklerimi mizah sayıp güldüler. Ciddiye alsalardı beni şimdiye kadar çoktan asmışlardı.' Neler miydi söyledikleri? Sözün gelişi şunu söylemişti yaşadığı günlerin Britanya'sı için: 'Futbolun ve içkinin baş tacı edildiği bir ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim.' Bernard Shaw için ciddiye alınma tehlikesi büyüktü, çünkü bilimle, sanatla, felsefeyle uğraşanları ciddiye alan kurumların canlı ve etkili olduğu bir toplumda yaşıyordu. Çok şükür ki benim ciddiye alınma ihtimalim iki sebepten ötürü oldukça zayıf. Birincisi Türkiye değerler kargaşası içine dalmış bir ülkedir ve haslık konusunda hassasiyetini tamamen kaybetmiştir. İkincisi de müeyyide uygulama yetkisini elinde bulunduranlar bahsi yukarıda geçen ailenin dışında kalanların cirmiyle ilgilenmez. Komşuda ne piştiğini hiç umursamayan ben onların nazarında elin oğluyum.
İyi ki de öyleyim. Yoksa ailenin sırlarına vâkıf biri olmanın insanın başına neler açabileceğini tahmin etmek zor değil.
Gençliğim veba ile kolera arasında bir tercih yapmayacak düzeyde bir bilince ulaşabileceğim şartlarda yaşama talihini bana bahşetti.1956 yılında henüz bir orta mektep talebesiyken Ruslara karşı ayaklanan Macarların kalp atışlarıyla ne kadar kolay ahenk içine girdiğimi fark etmiştim. Çok geçmedi kendimi Vietnamlıların Amerikalılara yaptıklarına iştirak eden işler içinde bulmakta gecikmedim. Domuzlar Körfezi'ne çıkartma teşebbüsünde bulunanlara karşı ben de 'Venceremos! ' diye bağırdım. Prag baharını sona erdirmeye gelen tanklara karşı (tam o sırada askerliğimi [Sivas, Konya, Elazığ, Muş] yapıyordum) yumruğumu ben de sıktım. Bütün bunları kozmopolit bir konumu benimsediğim, beynelmilelci bir halet-i ruhiye taşıdığım için değil, Türk olduğum için, Türk olmak bunları yapmayı gerektirdiği için yaptım. Zira muhalif olduğum tarafların biri Türkiye için veba taşıyor idiyse diğerinin getirdiği koleraydı.
Böyle olduğunu benden başka bilen yok muydu? Olmaz olur mu, elbette vardı. Ben sahip olduğum bilinç katmanına gaipten haber alarak ulaşmış değildim. Kendi siyasi çizgimi remil atarak belirlemiş olamazdım. Benim için bilgi, bilinç ve ahlâkın kesiştiği alan önem sahibiydi. Hem vebadan, hem koleradan uzak durma tercihinde ısrar etme gücümü siyasi kariyer heveslisi olmayışıma borçluyum. Yani şu günlerde olaylara şöyle bir tepki verirsem yükselişim engellenir, yoluma taş koyarlar diye düşünmek mecburiyetini hiç hissetmedim. Yalnızca yaşıtlarımdan çoğunun değil, aynı zamanda benden daha genç olanların çoğunun da hissiyatının bu minval üzere olmadığı yıllar ilerledikçe saklı kalamadı. Olayların mahiyetinden benim kadar haberdar olup da kendilerini yukarıda zikrettiğim mecburiyet altında hissedenler süreç içinde Türkiye'nin yeni kurtları ve yeni çakalları olma özelliği kazandılar.
Devran döndü. Vebanın da koleranın da aynı kaynaktan neşet ettiği aşikâr oldu. Ben orta yaşlarımı geride bıraktığımda artık gözde gençler yeni bir dünya talebiyle ortaya çıkanlardan değil 'yupi' vasıfları taşıyanlardan müteşekkildi. Bu değişim meydanın kurtlara ve çakallara teslim edilmesini kolaylaştırdı. Sizin anlayacağınız, günümüzde mesele artık hem vebadan, hem de koleradan uzak durmak ve bunun için de temizliğine dikkat etmek meselesi olmaktan çıktı. Gereken şey bir yandan kendini kurt veya çakal şekline girmekten (onların sürüsüne dahil olmaktan) alıkoymak, bir yandan da kendini kurtların ve çakalların yemi haline getirmekten kaçınmaktır. Gençliğim her ikisine karşı da tedbir alabilecek tedarik sağladı bana. Çiğ yemedim; karnım ağrımaz.
Bir fiilden haberdar oluyoruz; o meçhul değil, malûm. Gel gör ki bildiğimiz bu fiili kimin veya neyin yerine getirdiğini bilmiyoruz. Şimdi soralım: Failin kim veya ne olduğunu biz bilmedik diye o fail meçhul olur mu? Evet diyeceksiniz; ama cevabınız bana pek mantıklı görünmüyor. Hiç olmazsa fiili gerçekleştirenin kendisi o işi kimin yaptığını bilmiyor mu? Elbette biliyor. O halde fail en az bir kimse tarafından bilinmektedir. Yani en az bir kimsenin tahtında fail meçhul değildir. Acaba 'faili meçhul' ibaresini kullanmakla işlenen fiili kimin işlediğini bileni veya bilenleri adamdan saymamak gibi bir tutum mu benimsiyoruz? Faili bizden başkasının bilmesi hiç önemli değildir, failin malûm sayılması için onu bizim biliyor olmamız bir zarurettir demek mi istiyoruz? Öyle zahir. Öyleyse faili meçhul sözünün gerçekte hiçbir şey anlatmadığını, bunun bir mantıksızlık eseri olduğunu kabul etmemiz lâzım. Manâ itibariyle faili meçhul diye bir şey yok. Onun yerine manâlı bir söz olarak ne var? Kimseler o sözü diline dolamıyor; ama gerçekte 'Faili mestur' diye bir şey var. Yani fail aslında biliniyor bilinmesine ve fakat örtülüyor, bazı gözlerden gizleniyor.
Dikkat etmediniz mi? Bütün faili meçhullere aynı derecede önem atfedilmez. İnsanlar nazarında failini sakladıkları fiilin hangi sonuca yöneldiği her zaman en esaslı yeri tutmaktadır. Bu yüzden her nedense bazı faili meçhuller diğerlerinden daha 'meçhul'(!) dür. Okuduğunuz son cümle tuhafınıza gittiyse, ben sizin için derhal daha tuhaf bir cümle ilâve edeceğim: Her ne kadar faili meçhul sözü mantık dışı ise de faili meçhullerin kendi aralarında mertebelendirilmeleri gayet mantıklıdır. Çünkü biliriz ki dilbilgisi bakımından bir fiilin failinin 'meçhul' kılınması vakıanın bilhassa tebarüz ettirilmesini sağlamak içindir. Meselâ, deniz dalgalandı dediğimiz zaman, önem verdiğimiz şey denizi kimin veya neyin dalgalandırdığı değil, denizde hasıl olan dalgadır. Nasıl bir dalganın boyu diğerinden farklıysa, bir faili meçhul vasıtasıyla elde edilmek istenen etki de diğer faili meçhulden elde edilmek istenenden farklıdır. Ulaşacağımız çıkarsama şöyle olsa gerek: Bizim faili meçhul diye adlandırdığımız olayları üretenler faili malûm olayların üretiminden daha belirgin bir kast-ı mahsusla hareket etmişlerdir. Bundan böyle de aynı kastı güdeceklerdir.
Nedir bu kasıt? Şudur: Kandaşları bir kan davasının tarafları haline getirmek. Daha doğrusu kandaşların kendi kandaşlıklarının farkına varmalarını engellemek. Bazı olaylara faili meçhul demelerinin sebebi fiilin keyfi olarak icat edilmiş 'iç' düşmana hamledilmesini kolaylaştırmasıdır. Aynı sebeple bazı faili meçhul fiilleri gölgede bırakıyor, bazılarının üzerine büyüteç tutuyorlar. Böylece daha çok düşman olunması gerekenle, daha az düşman olunması gereken arasına bir mertebe farkı koyuyorlar. Bu kastı güdüyorlar, çünkü Türkiye topraklarında yaşayan herkesin aynı millete mensup olduğunun anlaşılmasıyla birlikte bu milletin emperyalizmin hazır lokması haline gelme imkânı ortadan kalkacak.
'...Kimseye ağzının payının verilemediği bir ülkede yaşıyoruz. Uzun yıllar boyunca, en azından son kırk yıldır 'yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor' düşüncesi zihnimizi meşgul etti. Bir gün ev sahibinin hırsızı ağzının payını vereceğini ümid ediyorduk. Sosyal değişimin hakkaniyet konusunda bir duyarlık geliştireceği bize mantıklı görünüyordu. Diliyor ve özlüyorduk ki Türk toplumunun meşruiyet alanı inkâr edilemeyecek derecede açıklıkla benimsenebilecek. Fakat böyle olmadı. Son birkaç yılda Türkiye'yi evi sayanların kimler olduğu ve bu evin ahalisinin kimlerden teşekkül ettiği soruları eskisinden daha muğlak hale geldi. Kimse kimseye ağzının payını veremedi.' İSMET ÖZEL
İnsanlar barış içinde yarışabilirler. Çünkü yarışa girmek eşitliği reddetmektir. İnsanlar aralarında kurulabilecek herhangi bir eşitliğe rıza göstermedikleri için birbirleriyle yarışırlar. Barış ve yarış birbirine her bakımdan uygundur. Yarışanlar kendileri öne geçmeye, başkalarını geride bırakmaya çabaladıkları yetmezmiş gibi, bir de kendilerinin olduğu kadar bütün yarışanların üstünde bir güç bulunduğunu ve bu gücün sonucun tasdikine karar vereceğini kabullenirler. Yarışta eşitsizlik iki katlıdır. Ne yarışanlar birbirleriyle, ne de onları yarıştıran onlarla bir eşitliği paylaşır. Eşitlik isteyenler barışı, barış isteyenler eşitliği dışlamak zorunda kalırlar.
Yılmadan yap. Fırsatı kaçıracağın için değil, önünde yılgınlık göstereceğin her kimsenin bir zorba veya bir zorba adayı olması yüzünden. Yılma ki sıcaktan kavrulana gölgen, suda boğulana elin erişsin. Önce yap, sonra açıklarsın. Bilgece yap. Yani koruyarak, yani için titreyerek, yani yıkkılmasın diye. Tutkuyla yap. Sana verilen yaşama gücünü kullan. Yılmadan, bilgece ve tutkuyla. Önce yap, sonra açıklarsın.
Modern biçimler içine İslâmî bir öz yerleştirmeye çabalayan her kim olursa olsun kendini içi boşalmış bir ağacın estesizmin, postun yumuşaklığına, mumyanın kalıcılığına kaptırmış demektir. Artık o kimseler iki dünya hayatını kavramaktan imtina etmişler ve Allah'a teslim olarak özlerinin gürleşmesini arzulamaz hale gelmişlerdir
Modern yaşama biçimi küfr ile iman arasına çizgi çekmeyi bilen hiçbir müslümanı yozlaştıramaz. Yozlaşanlar modern yaşama biçimiyle karşılaşmadan önce de böyle bir çizgiyi hayatlarında önemli saymamış olanlardır.
Amaçları bulanık olanlar kuşku yok ki araçların dolambaçlarında takılıp kalacaklardır. Balık için ördükleri ağa ayakları dolaşacak, tavşan için kurdukları tuzağa belki ellerini kaptıracaklardır
Hayal, ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor.
' Bir Müslüman’ın Müslümanlığının derecesini hayatında mücâhedeye verdiği yerden anlarız. Yani yüksek bir karakteri temsil niyetiyle helâllere ne kadar riayet ettiğinden, haramlardan ne kadar kaçındığından. '
İSMET ÖZEL
'Türklük meselesi insanlık tarihini dolaysız olarak ve münhasıran modernlik tarihini bire bir ilgilendiriyor. Türkler günde beş vakit namaz kılarak dehrin çekip çevrilmesinde kendi yerlerine rıza gösterdiklerini belli ediyorlar. Türkler Ramazan ayı boyunca oruç tutarak kainata Yaratıcısı tarafından verilmiş nizama müdahale etmeye yeltenenlerin yersizliklerine şehadet ediyorlar.
Türkler herşeyin kelime-i tevhit ile başladığını, kelime-i tevhidin herşeyi tamamladığını biliyorlar. Türkler Hac farizasının merkezden muhite yayılmaktaki faydayla mukayyet olduğu anlayışına bağlılar. Türkler zekatla arındırılmamış kazancın servet kabul edilemeyeceği görüşündeler. Sözü uzatmanın ne yararı var? Kimse Türklüğün şartlarını yerine getirmeden Türklük davası gütmüyor zaten.'
SEMAVİ DEVLET İLE TÜRABİ MİLLET ARASINDAKİ FERT
Dünya sisteminin lortları bilhassa ve en çok Türkiye’yle, Türkiye’nin tutturacağı istikametin ne olduğuyla uğraşıyor. Bu ilginin bir sebebi olsa gerek. Türkiye’ye duyulan ilgi bu ülkede yaşayan insanların yaptıkları şeyler itibariyle değildir. Yaptıkları şeyler Türkiye düşmanlarının tavsiyelerini yerine getirmekten ibaret. Çırpındıkça batıyor olmaları bu yüzden. Sistemi yürütenler kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyor. Denetçiler ne yapılmadığına dikkat etmektedirler. Türkiye’ye ilgi duyuluyorsa Türkiye’de yaşayan insanların dayatmalar dışında bir şeyler yapma ihtimali sebebiyle ilgi duyuluyor. Var mıdır Türkiye’de yaşayan insanların kendilerine dayatılan şeyler dışında bir şeyler yapma ihtimali? Elbette vardır ve üstelik Türkiye sistem dışında bir hayat yolunu kat edebilecek dünyadaki yegâne ülkedir. Madem öyledir de Türkiye sözünü ettiğimiz ihtimale niçin cesamet kazandıramıyor?
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 119)
ÇOK ŞEY BİLİYOR HİÇBİRİNİ ANLAMAMIŞ;
HER ŞEYDEN ANLIYOR HİÇBİR ŞEY BİLDİĞİ YOK
Bilginin ve anlayışın, ilmin ve irfanın, sevgililer ve âşıklar olmanın birlikte bulunması harikulâde bir olay. Harikulâdeliklere dünyada sıkça rastlanılmaz. Dünya hayatında alelâdeliğin baskın çıktığı vâkidir. Bakarsınız ki bilgi ve anlayış birbirlerinden çabucak kopuvermiştir. Giderek bilginin anlayıştan, anlayışın bilgiden sıkça kaçtığı olur. Bu durum insanları birbirleri karşısında tuhaf ve tehlikeli yaratıklar haline dönüştürür. Bilip de anlamayanlar kolayca merhametsizce kararlar verirler, anlayıp da bilmeyenler insanların hayal âleminde bocalamalarına sebep olurlar. İnsanlık binlerce yıldan beri çok değişik gerekçeler uyarınca yürürlüğe giren merhametsizliğin ve bocalamaların acısını çekmiştir, halen çekmektedir
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 118)
HİSSELİ UYDULAŞMA CÜRÜMÜ KAMPANYASI
...Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “vatan müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 117)
TÜRKİYE İSLAM'LA TANIŞTI MI?
İslâm’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslâm’la tanışması halinde ilk önce “merkezîlik” belirginliğe kavuşacaktır. İslâm’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına dünya sisteminin zavallı bir uydusu gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezîlik” vasfına İslâm’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “potent” halden “kinetik” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kâfirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslâm’la tanıştıramayacaktır.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 116)
'ABD uyumlu olmayı kader saymak sultası altına sokulan Türk milleti hiçbir fikrî sarahate kavuşmaksızın, daha da kötüsü, üstün değerlerinin ilk sırasına düşünceyi yerleştiren her kim ise onun üzerine yıldırıcı etkilerin boca edilmesini olağan ve geçerli sayarak bir yolda yürüme girişiminde bulunanların egemenliği altındadır. Türkiye beynelmilel ilişkilerini yaşadığı ve hayat damarlarında tıkanıklıklara sebep olan kimlik bunalımının üstüne yırtık bir şal örtmüş haliyle düzenlemeye çabalıyor. Türkiye'nin aralarında ABD gibi büyük güçlerin bulunduğu bir çok ülkeyle 'kurallı' ilişkiler kurma zorluğu çekmediği bir dönemde yaşıyoruz. Fakat bu dönem aynı zamanda bazı ülkelerle ilişkide hangi kuralın geçerli olduğu hususunda kararsızlığın da hüküm sürdüğü bir dönemdir.' ___ İSMET ÖZEL___
BİZİ BİR GÜZEL BENZETECEKLER
Kimler mi? Tabiî ki, dostlarımız Avrupalılar ve Amerikalılar. Aslında benzemek isteyen bizler değil miydik? Tamam işte, onlar da bizi benzetecekler. Eskiden bize geri kalmış ülke, az gelişmiş ülke derlerdi. Sonra kibarlık edip, nezaket gösterip gelişmekte olan ülke demeye başladılar. Devran döndü birinci dünya, ikinci dünya, üçüncü dünya sıralaması da anlamını kaybetti. En sonunda bize hiçbir şey dememeye, herhangi bir ad takmamaya karar verdiler. Böylelikle adı gerekmez ülkeler kategorisi gibi bir şey kendiliğinden doğmuş oldu. O kadar ki dostlarımız yepyeni bir ağızla biz bir ülkenin ekonomisinin ne kadar güçlü olduğuna bakmayız, o ülkenin insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe ne kadar değer ve önem verdiğine bakarız İfadelerine sığınmanın yolunu bularak allem kallem edip ülke olarak varlığımızı görüngüler aleminden nasıl sileceklerinin çaresini bulmaya çalışıyorlar. Kim derdi ki gün gelecek, az gelişmiş ülke ibaresi bile özlemle yad edilecektir.
Az gelişmiş ülke ibaresinin hiç olmazsa neyin noksan olduğunu tasrih eden bir tarafı vardı. Mesela sanayileşmenin az gelişmişlikten kurtulmanın bir yolu olabileceği düşünülebiliyordu. Üstelik bir ülkenin sanayileşmesinin önüne nelerin veya kimlerin geçtiği söz konusu edilebiliyordu. Bir ülkeye geri kalmış deniliyorsa o ülkenin gerilikten kurtulmak için neyi tamamlaması gerektiği gözle görülür, elle tutulur biçimde işaret edilebiliyordu. O ülkenin fiilen tutturduğu yolun geri kalmışlığı izale edip etmeyeceği konuşulabiliyordu. Gel gelelim, son yıllarda kulağımıza çalınan ve son günlerde kulağımızı sağır edecek şiddette telaffuz edilen insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kelimeler tam tamına birer muamma. Neden bazı insanların haklarının başka bazı insanları böylesine alakadar ettiğini keşfetmenin son derecede güç bir iş olduğu belli. Bu kısmı herkes sükutla geçiştiriyor. Demokrasinin cihanşümul bir tarifi verilemiyor. Bu tarif varmış gibi davranmaktan hiç kimse gocunmuyor. İnsan için özgürlük baskıdan kurtulmak demekse, bu aynı zamanda insanın baskı kurabilecek serbestliği kullanması mı demek olduğu kurcalanmıyor. Özgürlükte eşitlik sağlanamıyor. İnsanlar arasında eşit miktarda dağılmış olan özgürlüğe özgürlük denmiyor.
Sizin anlayacağınız, şimdilik Avrupalılarla, Amerikalılarla aramızda bir aşna fişnedir gidiyor. Bir zaman sonra dostlarımız bize bizden öğrendikleri bir koşmanın şu dörtlüğünü söyleyip veda edebilirler: 'Karacoğlan der ki nasıl bağ imiş / Üst yanımız karlı karlı dağ imiş / Yokladım öteni öten yoğ imiş / Kız alamam seni huri isen de'. Bunun üzerine biz de kendi kendimize Ankara'nın Misket havasını çalar söyleriz: 'Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / El uşağı değil mi / Sevdi de kaçıverdi'.
İSMET ÖZEL
DEMOKRASİNİN OMUZLARI VAR MI?
Bir noktaya dikkatimizi çevirmezsek toplum olarak telafi edilemez bir kayba uğrayacağız. Beklenen demokratik gelişme Türk (giderek Türkleşme) tarihini sıfırlayarak mı nazar-ı itibara alınıyor, yoksa kazancına kendimize mahsus tarih bilincinin pekişmesiyle kavuşacağımız bir gelişmeye mi emek vermekteyiz? Korkarım birincisi ağır basmaktadır ve günübirlik faydayı feda etmekten çekindiğimiz ölçüde toplum hayatiyetine uzun vadede katkı sağlayacak tutamaklarımızı tehlikeye atıyoruz. Attık bile.
Sir isaac Nevvton (1642-1727) 'Eğer daha uzağı görebilmişsem' demişti, 'bunun sebebi devlerin omuzları üzerinde duruşumdandır'. Bir itiraf bu; ama pek çarpıcı bir itirafla karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Çünkü insanoğlunun hayatını hayatlar üzerinde kurduğu temel bilgilerimiz arasındadır. Necip Fazıl'ın Kanuni ile Vahdettin karşılaştırmasını hatırlayalım. Şair diyordu ki birincisi büyük görünüyor, zira devletin en yüksek çağında tepede yer almaktadır. Diğeri ise devletin dibe vurduğu bir dönemde bile kendini fark ettirebilecek bir büyüklük sahibidir.
Gittikçe artan bir gerginlikle Türkiye'den Özgürlük ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ne var ki istenilen özgürlük ve demokrasinin dayanakları ülke insanının geçmişinde aranmıyor. Özgür ve demokrat olmanın ölçüsü de, ölçütü de ithal malı. Birisi 'Almanya'da çarşafıma karışmıyorlar, burada da karışmasınlar' diyor. Öteki 'Strasbourg'da alınan karar uyarınca Türk üniversitelerinde başını örtemezsin' diyor. Hem üzerinde durulan hususlardan ve hem de duruş tarzından anlıyoruz ki Türkiye'de insanlar ne kadar kendileri olurlarsa değil, ne kadar başkalaşırlarsa o kadar özgür ve demokrat olduklarına inanacaklar.
'Kendisi olmak' fikrinden uzak durmanın neye mal olduğu ise kimsenin umurunda değil. O kadar ki zaman zaman dillerine doladıkları 'acı reçete'nin üzerine yazıldığı kağıt ithal malı ve yazan el de yabancı. Bir de bunlara siyasi hayatımızı şimdiki duruma sokan vakıaların yorumlanmasında uğradığımız çarpıklığı eklememiz gerekiyor. Çarpıtmayı gerçekleştiren yabancılar değil; bizzat Türkler. Kısmen de olsa tarihimize ilişkin doğrulara ulaşmak için Türkiye dışında neşredilmiş kitaplara başvurmak zorunda kalışımız bu sebeptendir. Neden gerçekleri çarpıtıyoruz? Çünkü toplumun nihaî selametini gözetmek yerine günü kurtarmaya çabalıyor, yetkili ve etkili zevatın ki bunlar ister görünen iktidarın, isterse görünürdeki muhalefetin bir unsuru olsun 'fuzulî şağil' konumunda bulunduğunun ortaya çıkmasından korkuyoruz.
Kendimizi daha özgür hissettiğimiz günün aynı zamanda bir Haysiyetsizlik karmaşasına kapıldığımız gün olacağı endişesi taşıyorum. Çünkü bugün algılanan biçimiyle özendiğimiz demokrasinin, tırmanıp bakmaya heves edersek bize uzağı gösterecek yükseklikte omuzları yok.
İSMET ÖZEL
SAVAŞA HAYIR DİYENLER AŞKA EVET Mİ DİYECEK?
Tarihin yakın zamanlarında ahlâksızlık çarkı “Savaşma, seviş! ” şiarıyla harekete geçirildi. Hikâyenin özetinden ABD’nin 1965 yılında Pax Americana gereği olarak Vietnam savaşını başlatması üzerine beyazlar dünyasında ciddi bir çatlağın baş göstermesiyle haberdar olundu. Savaş aleyhtarları hangi sebeple savaş aleyhtarlığı yapıyorlardı? Gözden kaçan husus köhnemiş, kadidi çıkmış kolonyalizm ile bıçkın ve delikanlı emperyalizm arasında cereyan eden son hesaplaşmanın gündemi doldurmuş olmasıydı. Miadını doldurmuş bir ahlâksızlık istikbal vaat eden pervasız ahlâksızlığın yoluna taş koyuyordu.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 115)
İsmet Özel i okumak hem zordur, hem güzeldir, hem aydınlanmaktır, hem ayrıcalıktır...
'...Türkiye’de yaşayan bütün insanlara sadece iki şey: Devlet ve İslâm, belirlilik kazandırabiliyor. Devlet ve/veya İslâm tarafından muayyen bir yere konulmamışsanız Türkiye’de yaşayan bir insan olarak durumunuz kötü. Başınızın çaresine bakmak için düşebileceğiniz en iyi yol, kötü yol. Devletsiz ve İslâmsız Türk toplumu (eğer ona hâlâ Türk toplumu denebilirse) kötü yola düşmüş sayılır. (Yandı gülüm, keten helva!) Kötü yola düşmüş toplum olur mu? '
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 114)
'...Türkiye'de kurnazlık makbul tutuluyor ve toplum ilişkilerinde geçerli bir yöntem olarak kabul ediliyor. Devletin kurnazca konuşup kurnazca davranmasından halk rahatsız değildir. Çünkü halk devletin imkanlarından yararlanabilmek için çeşitli kurnazlıklara başvurması gerektiğini pek iyi bilir. Men dakka dukka. Son zamanlarda demokrasi hem devletin, hem de halkın kurnazca davranmasına fırsat veren bir kelime haline geldi. Halk devlete karşı işlediği kabahatleri savunabilmek, devlet karşısında sorumluluktan kaçıyor oluşuna mazeret sağlamak için demokrasi beklentisini öne sürüyor. Devletin demokrasiye, demokratikleşmeye bir itirazı yok. Devlet demokrasiyi zaman kazanmak için bir aracı kavram gibi kullanıyor. Herşey demokrasi gerçekleştiğinde düzeleceğine, hiç olmazsa düzelme yoluna gireceğine göre devletin asıl işlevini yerine getirip getirmediğinin sorgulanmasına ve Türk devletinin teşkilindeki gerekçelerin hatırlanmasına hiç gerek yoktur. Eğer Türkler'in neden bir devleti var diye soracak olursak, bir şeyleri hatırlamak zorunda kalacağız. Bu hatırlanan şeyler bugün işlerin hangi sebeple başka türlü döndüğünü düşündürecek ve sorgulama başlayacak. İşlerinin dönmesini kurnazlıkla sağlayan halk ve devlet asıl meseleye ilişkin konuların açılmasını istemiyor. Demokrasi her iki tarafa da durumu idare etmek için kâfi geliyor.
Demokrasiye ulaşmak, demokrasi uğruna toplumun hayat kaynaklarını yeniden tanımlamak konusunda Türk devletine ve Türk halkına Avrupalılar ve Amerikalılar da çok yardımcı oluyor. Onlar için demokrasi (ve bunun yanı sıra elbette insan hakları) tarih perspektifinin askıya alınmasına yaradığı için çok kullanışlı bir kavram. Tarihî perspektif demokrasinin bir zoka olup olmadığını fark etmemize yarıyor oysa.'
İSMET ÖZEL
o bir dinazordur, kendisi degisim dinazorlasmadir demisti gercek hayattaki bir yazisinda oysa kendi evrim surecinde marksizm, islamcilik ve simdide anlasilmaz bir bicimde fasizm goruluyor degismistir hemde asagiya bir degisimle degismistir o bir dinazordur
'...Yazar yaptığı işe yaraşan bir tutum benimsemişse kendine alkış peşinde bir yön tespit etmekten kaçınacaktır. Sırta alınmış bir yumurta küfesi varsa hem yazarın, hem okurun gayret edeceği şey yumurtaların ulaştırılacağı yere salimen varmalarını temin olmalıdır. Yumurta küfesinin yazarın mı okurun mu sırtında olduğunun tespitini ikisi arasındaki bağlantı doğuracaktır. Küfeyi okur ve yazar münavebeli olarak taşıyabilir. Yani hakikate duyulan ihtiyaç bakımından bazı zamanlarda okurun duyarlığı yüksek dereceye ulaşmış ve bazı zamanlarda ise yazar bu ihtiyaçtan kıvranır halde bulunabilir. Her iki halde de biri diğerine yürünen yoldaki çukuru işaret etmek yükümlülüğü altındadır. '
İSMET ÖZEL
ÇOCUKLAR KONUŞUYOR, BABALARI SADECE DİNLİYOR
...Otoriter demagoji yok, çünkü otorite konuşmuyor. Dinliyor sadece. Bir taraftan da kimin ne dediğini not alıyor, konuşanlara kayd-ı mahsusa dahilinde not veriyor. Otoritenin ağzını kullanıyormuş, dolayısıyla demagojiyle meşgulmüş gibi görünenler yüksek not alma çabasındaki çocuklardan başkaları değil. Benim fark edebildiğim kadarıyla bu aile içi bir oturum. Devlet baba hayli zamandır oğulları ve kızlarıyla toplantı halindedir. Hep birlikte öyle bir yerde konuşlandırılmışlar ki teşkil ettikleri mecliste cereyan eden vukuattan bizim haberdar olmayışımız gayri mümkün. Bizim, yani o aile nazarındaki elin oğlunun, elin kızının. Bizlerden biri olup da kendini devlet ailesindenmiş gibi sayanlar (sananlar) var elbet. Bu zavallılar kendilerine nasıl küçümsenerek bakıldığının ve gerektiğinde aynı küçümseyişle davranıldığının hiç farkında değiller. Küçümseyişin farkında değiller; ama çektikleri acıların, mahrumiyetlerin veya komşuda pişip de onlara da düşen taamın farkında olmamaları mümkün değil.
Kendi payıma ben yukarıda zikrettiğim alaycı muameleye maruz kalmamak için gündemi işgal eden herhangi bir konuda fikir beyan etmekten kasıtlı olarak geri duruyorum. Kendimi bir ölçüde akıllanmış sayıyorum. Geçen zaman içinde olaylara tepki vermek bakımından safdilâne girimlerim olduğunu da itiraf etmeliyim. Üstelik bugün basın yoluyla verilecek tepkiler dolayısıyla uğranılacak muamelenin alaycılıkla sınırlı kalacağından da hiç emin değilim. Alay konusu olmak ne kadar istemiyorsam ciddiye alınmayı da o kadar istemiyorum. Ne demişti Bernard Shaw? 'Söylediklerimi mizah sayıp güldüler. Ciddiye alsalardı beni şimdiye kadar çoktan asmışlardı.' Neler miydi söyledikleri? Sözün gelişi şunu söylemişti yaşadığı günlerin Britanya'sı için: 'Futbolun ve içkinin baş tacı edildiği bir ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim.' Bernard Shaw için ciddiye alınma tehlikesi büyüktü, çünkü bilimle, sanatla, felsefeyle uğraşanları ciddiye alan kurumların canlı ve etkili olduğu bir toplumda yaşıyordu. Çok şükür ki benim ciddiye alınma ihtimalim iki sebepten ötürü oldukça zayıf. Birincisi Türkiye değerler kargaşası içine dalmış bir ülkedir ve haslık konusunda hassasiyetini tamamen kaybetmiştir. İkincisi de müeyyide uygulama yetkisini elinde bulunduranlar bahsi yukarıda geçen ailenin dışında kalanların cirmiyle ilgilenmez. Komşuda ne piştiğini hiç umursamayan ben onların nazarında elin oğluyum.
İyi ki de öyleyim. Yoksa ailenin sırlarına vâkıf biri olmanın insanın başına neler açabileceğini tahmin etmek zor değil.
İSMET ÖZEL
KURTLAR VE ÇAKALLAR ARASINDA
Gençliğim veba ile kolera arasında bir tercih yapmayacak düzeyde bir bilince ulaşabileceğim şartlarda yaşama talihini bana bahşetti.1956 yılında henüz bir orta mektep talebesiyken Ruslara karşı ayaklanan Macarların kalp atışlarıyla ne kadar kolay ahenk içine girdiğimi fark etmiştim. Çok geçmedi kendimi Vietnamlıların Amerikalılara yaptıklarına iştirak eden işler içinde bulmakta gecikmedim. Domuzlar Körfezi'ne çıkartma teşebbüsünde bulunanlara karşı ben de 'Venceremos! ' diye bağırdım. Prag baharını sona erdirmeye gelen tanklara karşı (tam o sırada askerliğimi [Sivas, Konya, Elazığ, Muş] yapıyordum) yumruğumu ben de sıktım. Bütün bunları kozmopolit bir konumu benimsediğim, beynelmilelci bir halet-i ruhiye taşıdığım için değil, Türk olduğum için, Türk olmak bunları yapmayı gerektirdiği için yaptım. Zira muhalif olduğum tarafların biri Türkiye için veba taşıyor idiyse diğerinin getirdiği koleraydı.
Böyle olduğunu benden başka bilen yok muydu? Olmaz olur mu, elbette vardı. Ben sahip olduğum bilinç katmanına gaipten haber alarak ulaşmış değildim. Kendi siyasi çizgimi remil atarak belirlemiş olamazdım. Benim için bilgi, bilinç ve ahlâkın kesiştiği alan önem sahibiydi. Hem vebadan, hem koleradan uzak durma tercihinde ısrar etme gücümü siyasi kariyer heveslisi olmayışıma borçluyum. Yani şu günlerde olaylara şöyle bir tepki verirsem yükselişim engellenir, yoluma taş koyarlar diye düşünmek mecburiyetini hiç hissetmedim. Yalnızca yaşıtlarımdan çoğunun değil, aynı zamanda benden daha genç olanların çoğunun da hissiyatının bu minval üzere olmadığı yıllar ilerledikçe saklı kalamadı. Olayların mahiyetinden benim kadar haberdar olup da kendilerini yukarıda zikrettiğim mecburiyet altında hissedenler süreç içinde Türkiye'nin yeni kurtları ve yeni çakalları olma özelliği kazandılar.
Devran döndü. Vebanın da koleranın da aynı kaynaktan neşet ettiği aşikâr oldu. Ben orta yaşlarımı geride bıraktığımda artık gözde gençler yeni bir dünya talebiyle ortaya çıkanlardan değil 'yupi' vasıfları taşıyanlardan müteşekkildi. Bu değişim meydanın kurtlara ve çakallara teslim edilmesini kolaylaştırdı. Sizin anlayacağınız, günümüzde mesele artık hem vebadan, hem de koleradan uzak durmak ve bunun için de temizliğine dikkat etmek meselesi olmaktan çıktı. Gereken şey bir yandan kendini kurt veya çakal şekline girmekten (onların sürüsüne dahil olmaktan) alıkoymak, bir yandan da kendini kurtların ve çakalların yemi haline getirmekten kaçınmaktır. Gençliğim her ikisine karşı da tedbir alabilecek tedarik sağladı bana. Çiğ yemedim; karnım ağrımaz.
İSMET ÖZEL
FAİLİ MEÇHUL NE DEMEK?
Bir fiilden haberdar oluyoruz; o meçhul değil, malûm. Gel gör ki bildiğimiz bu fiili kimin veya neyin yerine getirdiğini bilmiyoruz. Şimdi soralım: Failin kim veya ne olduğunu biz bilmedik diye o fail meçhul olur mu? Evet diyeceksiniz; ama cevabınız bana pek mantıklı görünmüyor. Hiç olmazsa fiili gerçekleştirenin kendisi o işi kimin yaptığını bilmiyor mu? Elbette biliyor. O halde fail en az bir kimse tarafından bilinmektedir. Yani en az bir kimsenin tahtında fail meçhul değildir. Acaba 'faili meçhul' ibaresini kullanmakla işlenen fiili kimin işlediğini bileni veya bilenleri adamdan saymamak gibi bir tutum mu benimsiyoruz? Faili bizden başkasının bilmesi hiç önemli değildir, failin malûm sayılması için onu bizim biliyor olmamız bir zarurettir demek mi istiyoruz? Öyle zahir. Öyleyse faili meçhul sözünün gerçekte hiçbir şey anlatmadığını, bunun bir mantıksızlık eseri olduğunu kabul etmemiz lâzım. Manâ itibariyle faili meçhul diye bir şey yok. Onun yerine manâlı bir söz olarak ne var? Kimseler o sözü diline dolamıyor; ama gerçekte 'Faili mestur' diye bir şey var. Yani fail aslında biliniyor bilinmesine ve fakat örtülüyor, bazı gözlerden gizleniyor.
Dikkat etmediniz mi? Bütün faili meçhullere aynı derecede önem atfedilmez. İnsanlar nazarında failini sakladıkları fiilin hangi sonuca yöneldiği her zaman en esaslı yeri tutmaktadır. Bu yüzden her nedense bazı faili meçhuller diğerlerinden daha 'meçhul'(!) dür. Okuduğunuz son cümle tuhafınıza gittiyse, ben sizin için derhal daha tuhaf bir cümle ilâve edeceğim: Her ne kadar faili meçhul sözü mantık dışı ise de faili meçhullerin kendi aralarında mertebelendirilmeleri gayet mantıklıdır. Çünkü biliriz ki dilbilgisi bakımından bir fiilin failinin 'meçhul' kılınması vakıanın bilhassa tebarüz ettirilmesini sağlamak içindir. Meselâ, deniz dalgalandı dediğimiz zaman, önem verdiğimiz şey denizi kimin veya neyin dalgalandırdığı değil, denizde hasıl olan dalgadır. Nasıl bir dalganın boyu diğerinden farklıysa, bir faili meçhul vasıtasıyla elde edilmek istenen etki de diğer faili meçhulden elde edilmek istenenden farklıdır. Ulaşacağımız çıkarsama şöyle olsa gerek: Bizim faili meçhul diye adlandırdığımız olayları üretenler faili malûm olayların üretiminden daha belirgin bir kast-ı mahsusla hareket etmişlerdir. Bundan böyle de aynı kastı güdeceklerdir.
Nedir bu kasıt? Şudur: Kandaşları bir kan davasının tarafları haline getirmek. Daha doğrusu kandaşların kendi kandaşlıklarının farkına varmalarını engellemek. Bazı olaylara faili meçhul demelerinin sebebi fiilin keyfi olarak icat edilmiş 'iç' düşmana hamledilmesini kolaylaştırmasıdır. Aynı sebeple bazı faili meçhul fiilleri gölgede bırakıyor, bazılarının üzerine büyüteç tutuyorlar. Böylece daha çok düşman olunması gerekenle, daha az düşman olunması gereken arasına bir mertebe farkı koyuyorlar. Bu kastı güdüyorlar, çünkü Türkiye topraklarında yaşayan herkesin aynı millete mensup olduğunun anlaşılmasıyla birlikte bu milletin emperyalizmin hazır lokması haline gelme imkânı ortadan kalkacak.
İSMET ÖZEL
'...Kimseye ağzının payının verilemediği bir ülkede yaşıyoruz. Uzun yıllar boyunca, en azından son kırk yıldır 'yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor' düşüncesi zihnimizi meşgul etti. Bir gün ev sahibinin hırsızı ağzının payını vereceğini ümid ediyorduk. Sosyal değişimin hakkaniyet konusunda bir duyarlık geliştireceği bize mantıklı görünüyordu. Diliyor ve özlüyorduk ki Türk toplumunun meşruiyet alanı inkâr edilemeyecek derecede açıklıkla benimsenebilecek. Fakat böyle olmadı. Son birkaç yılda Türkiye'yi evi sayanların kimler olduğu ve bu evin ahalisinin kimlerden teşekkül ettiği soruları eskisinden daha muğlak hale geldi. Kimse kimseye ağzının payını veremedi.'
İSMET ÖZEL
İnsanoğlu yeryüzündeki uyanışına yaratılmış olduğunu farkederek varır. Ama iş burada bitmez, burada başlar. (Neyi Kaybettiğini Hatırla)
Sorunun konusu değil soru sorabilecek endişelere sahip olmak önemli.(Sorulunca Söylenen)
İSMET ÖZEL
İnsan için önüne çıkan bütün yollar 'yürünebilir' yollar ise, o insan artık kaybolmuştur. (Waldo Sen Neden Burada Değilsin?)
Surat asmak hakkımız diyoruz, ama bunu eleştiri hakkımızı elde tutabilmek için söylüyoruz. (Surat Asmak Hakkımız)
İSMET ÖZEL
İnsanlar barış içinde yarışabilirler. Çünkü yarışa girmek eşitliği reddetmektir. İnsanlar aralarında kurulabilecek herhangi bir eşitliğe rıza göstermedikleri için birbirleriyle yarışırlar. Barış ve yarış birbirine her bakımdan uygundur. Yarışanlar kendileri öne geçmeye, başkalarını geride bırakmaya çabaladıkları yetmezmiş gibi, bir de kendilerinin olduğu kadar bütün yarışanların üstünde bir güç bulunduğunu ve bu gücün sonucun tasdikine karar vereceğini kabullenirler. Yarışta eşitsizlik iki katlıdır. Ne yarışanlar birbirleriyle, ne de onları yarıştıran onlarla bir eşitliği paylaşır. Eşitlik isteyenler barışı, barış isteyenler eşitliği dışlamak zorunda kalırlar.
İSMET ÖZEL (Bilinç Bile İlginç)
Yılmadan yap. Fırsatı kaçıracağın için değil, önünde yılgınlık göstereceğin her kimsenin bir zorba veya bir zorba adayı olması yüzünden. Yılma ki sıcaktan kavrulana gölgen, suda boğulana elin erişsin. Önce yap, sonra açıklarsın.
Bilgece yap. Yani koruyarak, yani için titreyerek, yani yıkkılmasın diye. Tutkuyla yap. Sana verilen yaşama gücünü kullan. Yılmadan, bilgece ve tutkuyla. Önce yap, sonra açıklarsın.
İSMET ÖZEL (Tahrir Vazifeleri)
İnsanlar hayra davet edildiği zaman, şeytanlar da, şeytani duygular da kendilerini tehdit altında hissediyorlar.
İSMET ÖZEL (Tehdit Değil Teklif)
Modern biçimler içine İslâmî bir öz yerleştirmeye çabalayan her kim olursa olsun kendini içi boşalmış bir ağacın estesizmin, postun yumuşaklığına, mumyanın kalıcılığına kaptırmış demektir. Artık o kimseler iki dünya hayatını kavramaktan imtina etmişler ve Allah'a teslim olarak özlerinin gürleşmesini arzulamaz hale gelmişlerdir
İSMET ÖZEL (İrtica Elden Gidiyor)
İdeolojiler müşterek bir aldanış olmaksızın ayakta duramazlar, düşünce ise müşterek bir aydınlanmayı gözetir.
İSMET ÖZEL (Faydasız Yazılar)
Dünyaya bakmayı aşıp dünyayı görme noktasına ulaştığımızda neye talip olmamız gerektiğini de anlarız.
İSMET ÖZEL (Bakanlar ve Görenler)
Modern yaşama biçimi küfr ile iman arasına çizgi çekmeyi bilen hiçbir müslümanı yozlaştıramaz. Yozlaşanlar modern yaşama biçimiyle karşılaşmadan önce de böyle bir çizgiyi hayatlarında önemli saymamış olanlardır.
İSMET ÖZEL (Taşları Yemek Yasak)
Amaçları bulanık olanlar kuşku yok ki araçların dolambaçlarında takılıp kalacaklardır. Balık için ördükleri ağa ayakları dolaşacak, tavşan için kurdukları tuzağa belki ellerini kaptıracaklardır
İSMET ÖZEL (Zor Zamanda Konuşmak)
Hayal, ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor.
İSMET ÖZEL (Üç Mesele)