bence ben Allah ı o kadar buldum ki onun varlığında heybetinde kayboldum demek istiyor tabii bunu sen ben söylersek sakıncalı olur ama tasavvufta çok ileri olanlar söyleyebilir hallacı mansur çok ii düşünmüş şaad olsun ruhu
'Onlardan kim çıkıp da “O’nun yanı sıra ben de İlahım! ” diyecek olursa, buna karşılık cehennemi veririz. İşte Biz zalimleri böyle cezalandırırız.' (Enbiya Sûresi, 29. Âyet)
enel Hakk: ben Hakk'ım tüm ruhların birleşip tek Allah olması görüşü... her hologram parçasının, gerçeğin bütünü göstermesi... Hakk bütünlüğüne ulaşması mümkün değil ama. Allah'ı bu kadar basit tanımlayamayız (sadece uğraşırız (bilim ile))
Kendini ilâh olarak sunmak, Deccallerin, Firavunların işidir. Gersi de lâfı güzaftır. Allah bize 'kulsunuz' diyor. 'İlâhsınız' demiyor. Bu tür deccallerin uyduruk tevillerine kanmayınız, adam ilâhlık iddiasında bulunmuş ve gerekli cezaya çarptırılmış. Dikkat edin, 'Deccal de çıktığında ilâhlık iddiasında bulunacak'. Ona da kimlerin, nasıl insanların tâbî olacağı az çok belli oluyor...
SÖZÜNÜ GERİ AL DEDİKLERİNDE kim söylediyse o geri alsın demiştir gerçekten allah dostu havam ın (halkın) bilmediği sırları biliyodu allah dostu, ALLAH bizede sırlarını görmeyi nasip etsin inşallah amiiiiiiiiN.
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.'
'ene'l hakk' demiş.. Kötü bişey dememiş ki.. Allah'ın kendisine yazdığı kader gereğince de derisi yüzülmüş, asılmış.. Bu dünyaya gelip de böyle bir hayatı yaşamak sorumluluğuna talip olduğu için Allah razı olsun ondan, gani gani rahmet eylesin.. Amin..
bağdatlı meşhur şathiyye üstâdı.. parçalanıp külleri dicleye savrulan Hallac'ın firavunla aynı kefeye konulması ise hazindir... koca ragıp paşanın dediği doğru gibi: 'eğer dar ağacında sallandırılmak korkusu olmasaydı daha pek çok Mansurlar çıkacaktı,sırrı ifşa edecek cesaretleri olacaktı birçoğunun.. '
Hallac-ı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallac-ı Mansur olarak anılır. Hallac-ı Mansur Hicri 244 (Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü.
Tanrı olduğunu iddia edene zaten ölüm yoktur. Derisi yüzülen ya da çarmıha gerilen bedendir. Yaşayabiliyorsa asıl bedensizken yaşasın bakalım.. Ne gezer? Eğer varsa ya Amerika'da ya Kanada'da yaşıyor olmalı bunlar.. Ya da Afrika'daki açlar mutlak bir laneti hakedecek iş yapmıştır.. Fazla söze gerek yok. Görünen köye (dünyaya) kılavuz aranıyorsa hala,, geri kalmış beyinlerin basit kendine yönelik tatminleridir.
Tuhaf ama bir guru bir ermiş bir yogist bir aziz bir derviş sadece yaşarken vardır. Bazıları onların büyüsüne kapılıp Allah Dostu sanır..
aslında hallac-ı mansur un enel hak sözü bir kişinin kendini tanrı olarak görmesi degildir.Bu sözün altında başlı başına bir felsefe bir dünya görüşü yatmaktadır.o son nefesinde bile düşüncelerinden taviz vermemiştir.21.yy insanının dahada özgürleşe bilmesi için onun görüşlerine ihtiyacı vardır
Hazret gerçek bir Allah dostu.Bu konuda sağlam deliller var.İslam tarihinin efsanevi şahsiyetlerinden biri.Üzerinde derinliğine araştırılması gereken bir realite.
hallacı mansur...şeriat duvarından bir tuğla çıkartıp....yerine kellesini koymuş bir hakk dostu....tasavvufta....hallacın makamı diye bilinen bir makam vardır....orası sarhoşluk yeridir. ki...orada....sen ben yoktur....orada enel hakk denilecek kadar hakka yakınlık vardır....ve o makamın...tek tarifini hallacı mansur ve kul nesimi söylemişler....(ENEL HAKK)
Alevi-Bektasi düsüncesin’in felsefi kökenlerin’den ve kurucularin’dan biri’dir Hallac-i Mansur. Bunun en güzel örnegi de Alevi Cem ayinlerindeki en yüksek makam’in adi olan Dari Mansur Divani’dir. Dari Mansur mahkemeleridir. Görgü Cem’lerinin yapildigi makamin adi Dari Mansur divani iste bu büyük insandan kaynaklanir. Hallac-i Mansur Alevi düsüncesinin temel taslarindan’dir. Hallac-i Mansur 856 (M.S.) yilinda Beyza’nin Tur yöresinde dogmustur. Beyza kenti Basra bölgesine bagli ve Horasan’a yakin bir yerdir (Iran) . Esas adi Ab’i Mugis al- Husayn Bin Mansur ol Bayvaz’dir. Hallac-i Mansur kendisi Fars’liydi ve babasi Zerdüst dinine bagliydi. Hallac-i Mansur’un dogdugu yerde hepsi müslüman olmustu ama Zerdüst kökenliydiler. Araplar zamaninda Iran’i feth ettiklerinde ordaki toplumu silah zoruyla müslümanlastirdi’lar ve araplastirdi’lar. Ordaki yasayan insanlar hem dinin’den hemde kültür ve dillerinden uzaklastirildilar. Yörede sünnilik egemendi. Hallac’in yasadigi kentler’de özellikle hambeli mezephi bastaydi ve o insanlardan taraf benimseniyordu. Hallac-i Mansur kücüklügünden beri ailesiyle beraber bir cok sehirler’de yasar ve gittigi yerler’de egitim alirdi. 884 yilin’da Hallac Basraya gider ve bir kac ay sonra evlenir. Hallac-i Mansur hayatinda cok büyük seyahatlara cikmistir ve gittigi yerlerde cok bilgi edinmistir. Bir cok degisik din ve kültürlerle karsilasmistir ver onlardan etkinlenmistir. Hallac’in seyahatlari onu taa Hindistan ve Cin sinirlarina kadar götürmüstür. Gittigi yerlerde hem insanlar’dan bilgi edinmistir hemde kendi bilgisini onlara aktarmistir. Hallac-i Mansur hayatin’da tam üc defa hacca gitmistir ve Kudüs’e de ugramistir. Toplum dan taraf Hallac-i Mansur cok sevilmistir ve sayilmistir. Hallac insanlarin sorunlari icin son derece duyarliydi ve köle ayaklanmalarina sicak bakardi. Hambeli Mezephi’nin düzenledigi bir ayaklanmayi destekledigi ve degisik dinsel yorumlarda bulundugu icin tutuklanir ve 8 yil hapis yatar. Hapis’de düsüncelerin’den vaz gecmez ve sonunda yine yargilanir. Ifadelerin’de ve mahkemede her zaman kendi dini görüslerini dile getirmistir. Bugüne gelmis en ünlü sözcügü’de 'ENEL HAK' ‘dir ('Ben Tanriyim') . Bu sözcük onun bütün düsünce ve felsefe-sini kisa ve öz sekil’de dile getiriyor. Hallac’a karsi alinan mahkeme karari tam olarak aktariyoruz: 'Önce kamcilanmasina; sonra beden’in dilim dilim edilmesine, daha sonra daragacina asilarak teshir edilmesine ve sonra’da kellesin’in bedeninden ayrilarak yakilmasina karar verildi.' Hallac-i Mansur bu fetva ile 922 (M.S.) yilin Mart ayin’da Bagdat’da cezalandirilmistir. Ölüm anin’da 'ENEL HAK' sözcügünü yine dile getirmistir ve cezalandirilmasi yoksul halka silah zoruyla seyretildirildi.
Hallac-i Mansur’un egitimi ve hocalari:
----------
Hallac-i Mansur kücüklügünden beri dini egitimi almistir. En birinci hocalari sünni’diler ve cogu Hambeli mezhepine bagliydilar. Daha sonra kendisi Sufi’lerden egitilmistir ve sonunda kendisi`de tam ünlü bir Sufi bilgini olmustur. Hallac’in en ünlü hocasi’da o zamanin en büyük sufi’lerinden Cüneyd-i Bagdadi’ydi. Hallac-i Mansur sufiler’den taraf egitilmesine ragmen onlari asmis ve Sufiligi yeni boyutlara tasimistir. Sürdürdügü seyahatlarinda degisik dini ve kültür degerlerinle karsilasmistir ve bu onlari da kendi düsünce potasin’da kavurmustur. Hallac modern sufiligin sistematik temelini atmistir. Kendisi zamanin’da sufilik’de varolan sir ilkesini bozdugu icin ve sufiligi sünnilik’ten uzaklastirdigi icin sufilerden taraf dislanmistir. Yargilandigin’da sufiler ona yardim etmediler ve cezandirilmasini onlarda desteklediler.
'ENEL HAK' ‘in aciklamasi: Bilindgi gibi 'Enel Hak' kelimesi arapca’dan gelme ve 'Ben Tanriyim' veya 'Ben Hakikatim' anlamina geliyor. Acaba Hallac-i Mansur bu sözyügü kullandigin’da neyi kastediyordu? 'Enel Hak' demek kendini asmak; Tanriyla, peygamberle, imamla özdes olma anlamina geliyor ve alevi-bektasi düsüncesinin özünü olusturur. Bu kapsamda, Tanri’ya ulastigina inanan ve bunu aciklamak icin’de 'Enel Hak' diyen Hallac-i Mansur, sünnilik tarafindan suclu bulunmus ve öldürülmüstür. Bir insan Tanri’nin bir görüntüsü’dür ve onun niteklerine sahiptir ve onun icin 'Ben Tanriyim' veya 'Enel Hak' diyebilir. Hallac-i daragacina gönderen düsünce o’nun yok etmekle bu isi bitirecegini sandi, ama yanildi. O’nun düsüncesi ve felsefesi daha hala bizde yasiyor ve yasayacaktir. Hallac’tan 500 yil sonra Nesimi ‘de 'Enel Hak' sözcügü kulandigi icin ayni siddetle karsilasti.
Aslinda ne Hallac-i Mansur ne de Nesimi öldü, cünkü onlar Alevilerin Cem’lerde, gülbenk’lerde, dualar’da ve Dari Mansur’larda hala yasiyor.
----------
Asa ile Musa ile kactim ciktim Tur dagina
Ibrahim ile Kabe’de bünyar birakanda idim
Mirac gecesi Ahmed’in arsta nalini döndürdüm
Üveys ile urdum taci, Mansur’la urganda idim.
YUNUS EMRE
Daim ENELHAK söylersem
haktan cü Mansur olmusam
Kimdir bendi berdar eden,
bu sehre meshur olmusam
NESIMI
----------
Kaynak: Louis Massignon: Hallac-i Mansur - Anadolu Aleviligi’nin Felsefi Kökleri; Derleyen: Prof. Dr. Niyazi Öktem. Hallac-i Mansur’le ilgili Alevi ozanlarin siirleri:
hallacı mansur tahmınen hicreten 300 sene sonra yaşamış. hayatı boyunca tasavufla uğraşmış.tasavuf önemli kademeler çıkmış ve kendısını fena fillah makamına kadar eğitmiş osevıye gelen ınsan allah tan başka hiç birşeyı tanımaz işde bu makamda bullunup cezbe halıne düşüp o esnada bırılerı sormuş sen kımsın dıye oda ohallde ben hakkım demış.yanın dakıler sen ilahlık ıdasında bulundun senın hakkın ıdamdır.sonradan kendısı ayılınca yanı ocezbeden ayıllınca büyle bır süyledığini hatılamadını süyleyıp tübe etmışsede onun hükmü kaldılmamış ve ıdam edılmıştır.kendısın deyışiyle ben bu söyledığim süzle şeriatın duvarından bır tuğla çikardım o tuğlanın yerın başım koyarım demiş
Selamun aleykum abiler ve ablalar... Maşallah güzel bir konuya deyinmişsiniz. Hepinizden Allah razı olsun dilekleri ile...
Sizde müsade ederseniz bu konunun yani Hallac-ı Mansur konusunun kriterini yapmak istiyorum. Yani tatlı bir tartışma ile bazı şeylerin görünmeyen taraflarını görünür hale getirmek niyetindeyiz. Duymuşsunuzdur dördüncü boyut diye bir kavramı. Yani görünmeyen ama vaar olan boyut! ! !
Evet izninizi bekliyorum...(izinsiz başlayarak saygısızlık yapmaktan korkarım)
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir. Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet daha Basra'da kaldı.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; 'Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.' diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; 'Üzülme senin işini de biz hallederiz.' dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.
Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; 'Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır! ' dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; 'Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum.' diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı.
Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin İslâmiyeti yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyâhatleri sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri görüldü. Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri gösteren birer delildir. Kerâmetlerinden ve hikmet dolu sözlerinden bazıları şu şekildedir:
Semerkantlı Reşid-i Hurd, Kâbe'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı Mansûr dört yüz sûfî ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Gıdâ nâmına hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebâbı olsa da yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya uzatıp, kebâb olmuş bir kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz kişiydiler. Her defâsında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, tâze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tâze hurma verirdi.
Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: 'Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olanAllah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur.'
Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde 'Kul hüvallahü ehad' yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara 'kudret paraları' ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.
'Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz.'
'Kim hürriyeti murâd edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır.'
'Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese olur.'
Bir gün kendisine; 'Sabır nedir? ' diye sorduklarında; 'Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez.' buyurdu. Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.
Nitekim Hallâc-ı Mansûr Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; 'Enel-Hak= (Ben Hakkım) ' sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.
Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi.
Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; 'İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, Obenimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye.' buyurdu.
Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: 'Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. 'Şeyh nerededir? ' diye sordum. 'Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor.' dedi. Ben: 'Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin? ' dedim. 'On sekiz aydan beri.' dedi. 'Bu zindanda şeyh ne yapıyor? ' dedim. 'On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor.' dedi. Sonra devâm ederek: 'Bu gördüğün zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser.' dedi. 'Ne yer? ' diye sordum. 'Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz.' Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: 'Ey delikanlı! Neredensin? ' dedi. 'Fars'tanım (İranlıyım) ' dedim. 'Hangi şehirdensin? ' diye sordu. 'Şiraz'danım' dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: 'Onu görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle.' dedi. Sonra yine: 'Buraya nasıl gelebildin? ' dedi. 'Bâzı İran askerlerinin yardımıyla.' dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: 'Sana ne oldu? ' dedi. Zindancıbaşı: 'Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler.' dedi. Şeyh: 'Var selâmetle git.' dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: 'Ne oldu? ' diye sordu. Zindancıbaşı: 'Kurtuldum.' dedi. 'Hangi sebeple kurtuldun? ' diye sordu. O, 'Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman halîfe; 'Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim.' dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım.' Sonra ben çıkıp gittim ve İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: 'Eğer tekrar onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı söyle.' dedi.
Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; 'Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım.' dedi.'Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın.' dediklerinde; 'Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız! ' dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun üzerine; 'İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim? ' dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; 'Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez.' buyurdu.
Bu haberler halîfeye ulaşınca; 'Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız.' emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.
Hallâc-ı Mansûr'un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; 'Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum.' buyurdu.
Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; 'Tasavvuf nedir? ' 'Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir.' 'Ya ileri derecesi? ' 'Onu görmeye tahammülünüz olmaz.'
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; 'Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti.' cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; 'Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder.' dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; 'Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet! ' diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: 'Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.' buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır: 'Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; 'Ey hocam! Ârif kimdir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar.'Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.'
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.'
Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan 'Enel-Hak' sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; 'Ben Hak'ım' demek olan bu sözün hakîki mânâsı: 'Ben yokum. Hak vardır.' demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: 'O büyüklerin 'Her şey O'dur' demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Böylece, ben Hak'ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı 'Ben yokum, Hak teâlâ vardır.' demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; 'Her şey O'dur.' sözleri; 'Her şey O'ndandır.' demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor.'
Hallâc-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; 'Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım.' buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı üzerine kurulmuştu.Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir husustur.
Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Atâ, Ebû Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî, Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, Şeyh Ebü'l Kâsım-ıGürgânî, Şeyh Ebû Ali Fârmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri bunlardan bâzılarıdır. Büyük velî Şiblî, onun için; 'Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi.' buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; 'Hallâc, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu.' demiştir.
AliRâmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; 'Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi.' buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.
Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:
Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.
HAK NEYİ DİLERSE BİZ ONU DİLERİZ
Bir gün Mansûr'un hâtırından; 'Peygamber efendimiz, Mîrâc gecesi, sâdece müminleri diledi de, neden bütün insanları dilemedi ve, yâ Rabbî, cümlesini bana bağışla demedi.' diye geçti. Böyle düşünürken, Resûlullah efendimiz içeri girdi ve; 'Biz kimi dilersek Hakk'ın fermânı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakk'ın fermân evidir. O'nun irâdesinin ve fermânının gayrisinden pâk ve mâsumdur. Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim.' buyurdu. Bundan sonra Hallâc-ı Mansûr, başından sarığını çıkararak Resûlullah'ın huzûrunda kerâmet gösterdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: 'Bu sarık kerâmeti ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben râzı olayım.' Onun idâm edilmesine hakîkatte, sebep, bu hüküm oldu.
bence ben Allah ı o kadar buldum ki onun varlığında heybetinde kayboldum demek istiyor tabii bunu sen ben söylersek sakıncalı olur ama tasavvufta çok ileri olanlar söyleyebilir hallacı mansur çok ii düşünmüş şaad olsun ruhu
...gördüğünü,duyduğunu,bildiğini sandığını söylemesi/ifşa etmesi yetmişti küllerinin savrulmasına...
kim bilir... ene'l Hak derken ne demek istemişti? ? ?
hocalarına sormuşlardı da 'yanlış mıydı dediği? 'diye...yanlış demediler... ama doğru demeye de yetkileri yoktu ki...
susuşları haykırdı aslında bilinmesi gerekeni...görmek isteyen gördü...bilmek isteyen bildi..
vesselâm..
'Onlardan kim çıkıp da “O’nun yanı sıra ben de İlahım! ” diyecek olursa, buna karşılık cehennemi veririz. İşte Biz zalimleri böyle cezalandırırız.' (Enbiya Sûresi, 29. Âyet)
.
Zalimlerden, sapkınlardan olmuş bir talihsiz...
enel Hakk: ben Hakk'ım
tüm ruhların birleşip tek Allah olması görüşü... her hologram parçasının, gerçeğin bütünü göstermesi... Hakk bütünlüğüne ulaşması mümkün değil ama. Allah'ı bu kadar basit tanımlayamayız (sadece uğraşırız (bilim ile))
O tamamen anlamıştı.
Kendini ilâh olarak sunmak, Deccallerin, Firavunların işidir. Gersi de lâfı güzaftır.
Allah bize 'kulsunuz' diyor. 'İlâhsınız' demiyor. Bu tür deccallerin uyduruk tevillerine kanmayınız, adam ilâhlık iddiasında bulunmuş ve gerekli cezaya çarptırılmış. Dikkat edin, 'Deccal de çıktığında ilâhlık iddiasında bulunacak'. Ona da kimlerin, nasıl insanların tâbî olacağı az çok belli oluyor...
SÖZÜNÜ GERİ AL DEDİKLERİNDE kim söylediyse o geri alsın demiştir gerçekten allah dostu havam ın (halkın) bilmediği sırları biliyodu allah dostu, ALLAH bizede sırlarını görmeyi nasip etsin inşallah amiiiiiiiiN.
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.'
'ene'l hakk' demiş.. Kötü bişey dememiş ki.. Allah'ın kendisine yazdığı kader gereğince de derisi yüzülmüş, asılmış.. Bu dünyaya gelip de böyle bir hayatı yaşamak sorumluluğuna talip olduğu için Allah razı olsun ondan, gani gani rahmet eylesin.. Amin..
Nokta.
bağdatlı meşhur şathiyye üstâdı..
parçalanıp külleri dicleye savrulan Hallac'ın firavunla aynı kefeye konulması ise hazindir...
koca ragıp paşanın dediği doğru gibi:
'eğer dar ağacında sallandırılmak korkusu olmasaydı daha pek çok Mansurlar çıkacaktı,sırrı ifşa edecek cesaretleri olacaktı birçoğunun.. '
Günahıyla sevabıyla yaşamış bir kişi. Kimine göre Tasavvufun zirvesinde yaşamış bir veli, kimine göre dar'a çekilmeyi hak eden bir dinsiz.
bence hallacı mansuru özüne bakmak lazım o öyle bir kişilik ki kolları kesildiği zaman bile kanıyla abdest alıyor.HALLACI MANSUR=HİKMET-İFFET-ŞECAAT
bide meral mansur var,oda iyi parca...
ben bi lale mansur u biliyom oda üf yani..
Hallac-ı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallac-ı Mansur olarak anılır.
Hallac-ı Mansur Hicri 244 (Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü.
Tanrı olduğunu iddia edene zaten ölüm yoktur. Derisi yüzülen ya da çarmıha gerilen bedendir. Yaşayabiliyorsa asıl bedensizken yaşasın bakalım..
Ne gezer?
Eğer varsa ya Amerika'da ya Kanada'da yaşıyor olmalı bunlar.. Ya da Afrika'daki açlar mutlak bir laneti hakedecek iş yapmıştır..
Fazla söze gerek yok. Görünen köye (dünyaya) kılavuz aranıyorsa hala,, geri kalmış beyinlerin basit kendine yönelik tatminleridir.
Tuhaf ama bir guru bir ermiş bir yogist bir aziz bir derviş sadece yaşarken vardır. Bazıları onların büyüsüne kapılıp Allah Dostu sanır..
aslında hallac-ı mansur un enel hak sözü bir kişinin kendini tanrı olarak görmesi degildir.Bu sözün altında başlı başına bir felsefe bir dünya görüşü yatmaktadır.o son nefesinde bile düşüncelerinden taviz vermemiştir.21.yy insanının dahada özgürleşe bilmesi için onun görüşlerine ihtiyacı vardır
Hazret gerçek bir Allah dostu.Bu konuda sağlam deliller var.İslam tarihinin efsanevi şahsiyetlerinden biri.Üzerinde derinliğine araştırılması gereken bir realite.
hallacı mansur...şeriat duvarından bir tuğla çıkartıp....yerine kellesini koymuş bir hakk dostu....tasavvufta....hallacın makamı diye bilinen bir makam vardır....orası sarhoşluk yeridir. ki...orada....sen ben yoktur....orada enel hakk denilecek kadar hakka yakınlık vardır....ve o makamın...tek tarifini hallacı mansur ve kul nesimi söylemişler....(ENEL HAKK)
pamukçu
Aşk şehidi...
Enel Hakk dediği için dersi yüzülen şahıs.
ayrıca bakınız enel hak
Alevi-Bektasi düsüncesin’in felsefi kökenlerin’den ve kurucularin’dan biri’dir Hallac-i Mansur. Bunun en güzel örnegi de Alevi Cem ayinlerindeki en yüksek makam’in adi olan Dari Mansur Divani’dir. Dari Mansur mahkemeleridir. Görgü Cem’lerinin yapildigi makamin adi Dari Mansur divani iste bu büyük insandan kaynaklanir. Hallac-i Mansur Alevi düsüncesinin temel taslarindan’dir. Hallac-i Mansur 856 (M.S.) yilinda Beyza’nin Tur yöresinde dogmustur. Beyza kenti Basra bölgesine bagli ve Horasan’a yakin bir yerdir (Iran) . Esas adi Ab’i Mugis al- Husayn Bin Mansur ol Bayvaz’dir. Hallac-i Mansur kendisi Fars’liydi ve babasi Zerdüst dinine bagliydi. Hallac-i Mansur’un dogdugu yerde hepsi müslüman olmustu ama Zerdüst kökenliydiler. Araplar zamaninda Iran’i feth ettiklerinde ordaki toplumu silah zoruyla müslümanlastirdi’lar ve araplastirdi’lar. Ordaki yasayan insanlar hem dinin’den hemde kültür ve dillerinden uzaklastirildilar. Yörede sünnilik egemendi. Hallac’in yasadigi kentler’de özellikle hambeli mezephi bastaydi ve o insanlardan taraf benimseniyordu. Hallac-i Mansur kücüklügünden beri ailesiyle beraber bir cok sehirler’de yasar ve gittigi yerler’de egitim alirdi. 884 yilin’da Hallac Basraya gider ve bir kac ay sonra evlenir. Hallac-i Mansur hayatinda cok büyük seyahatlara cikmistir ve gittigi yerlerde cok bilgi edinmistir. Bir cok degisik din ve kültürlerle karsilasmistir ver onlardan etkinlenmistir. Hallac’in seyahatlari onu taa Hindistan ve Cin sinirlarina kadar götürmüstür. Gittigi yerlerde hem insanlar’dan bilgi edinmistir hemde kendi bilgisini onlara aktarmistir. Hallac-i Mansur hayatin’da tam üc defa hacca gitmistir ve Kudüs’e de ugramistir. Toplum dan taraf Hallac-i Mansur cok sevilmistir ve sayilmistir. Hallac insanlarin sorunlari icin son derece duyarliydi ve köle ayaklanmalarina sicak bakardi. Hambeli Mezephi’nin düzenledigi bir ayaklanmayi destekledigi ve degisik dinsel yorumlarda bulundugu icin tutuklanir ve 8 yil hapis yatar. Hapis’de düsüncelerin’den vaz gecmez ve sonunda yine yargilanir. Ifadelerin’de ve mahkemede her zaman kendi dini görüslerini dile getirmistir. Bugüne gelmis en ünlü sözcügü’de 'ENEL HAK' ‘dir ('Ben Tanriyim') . Bu sözcük onun bütün düsünce ve felsefe-sini kisa ve öz sekil’de dile getiriyor. Hallac’a karsi alinan mahkeme karari tam olarak aktariyoruz: 'Önce kamcilanmasina; sonra beden’in dilim dilim edilmesine, daha sonra daragacina asilarak teshir edilmesine ve sonra’da kellesin’in bedeninden ayrilarak yakilmasina karar verildi.' Hallac-i Mansur bu fetva ile 922 (M.S.) yilin Mart ayin’da Bagdat’da cezalandirilmistir. Ölüm anin’da 'ENEL HAK' sözcügünü yine dile getirmistir ve cezalandirilmasi yoksul halka silah zoruyla seyretildirildi.
Hallac-i Mansur’un egitimi ve hocalari:
----------
Hallac-i Mansur kücüklügünden beri dini egitimi almistir. En birinci hocalari sünni’diler ve cogu Hambeli mezhepine bagliydilar. Daha sonra kendisi Sufi’lerden egitilmistir ve sonunda kendisi`de tam ünlü bir Sufi bilgini olmustur. Hallac’in en ünlü hocasi’da o zamanin en büyük sufi’lerinden Cüneyd-i Bagdadi’ydi. Hallac-i Mansur sufiler’den taraf egitilmesine ragmen onlari asmis ve Sufiligi yeni boyutlara tasimistir. Sürdürdügü seyahatlarinda degisik dini ve kültür degerlerinle karsilasmistir ve bu onlari da kendi düsünce potasin’da kavurmustur. Hallac modern sufiligin sistematik temelini atmistir. Kendisi zamanin’da sufilik’de varolan sir ilkesini bozdugu icin ve sufiligi sünnilik’ten uzaklastirdigi icin sufilerden taraf dislanmistir. Yargilandigin’da sufiler ona yardim etmediler ve cezandirilmasini onlarda desteklediler.
'ENEL HAK' ‘in aciklamasi: Bilindgi gibi 'Enel Hak' kelimesi arapca’dan gelme ve 'Ben Tanriyim' veya 'Ben Hakikatim' anlamina geliyor. Acaba Hallac-i Mansur bu sözyügü kullandigin’da neyi kastediyordu? 'Enel Hak' demek kendini asmak; Tanriyla, peygamberle, imamla özdes olma anlamina geliyor ve alevi-bektasi düsüncesinin özünü olusturur. Bu kapsamda, Tanri’ya ulastigina inanan ve bunu aciklamak icin’de 'Enel Hak' diyen Hallac-i Mansur, sünnilik tarafindan suclu bulunmus ve öldürülmüstür. Bir insan Tanri’nin bir görüntüsü’dür ve onun niteklerine sahiptir ve onun icin 'Ben Tanriyim' veya 'Enel Hak' diyebilir. Hallac-i daragacina gönderen düsünce o’nun yok etmekle bu isi bitirecegini sandi, ama yanildi. O’nun düsüncesi ve felsefesi daha hala bizde yasiyor ve yasayacaktir. Hallac’tan 500 yil sonra Nesimi ‘de 'Enel Hak' sözcügü kulandigi icin ayni siddetle karsilasti.
Aslinda ne Hallac-i Mansur ne de Nesimi öldü, cünkü onlar Alevilerin Cem’lerde, gülbenk’lerde, dualar’da ve Dari Mansur’larda hala yasiyor.
----------
Asa ile Musa ile kactim ciktim Tur dagina
Ibrahim ile Kabe’de bünyar birakanda idim
Mirac gecesi Ahmed’in arsta nalini döndürdüm
Üveys ile urdum taci, Mansur’la urganda idim.
YUNUS EMRE
Daim ENELHAK söylersem
haktan cü Mansur olmusam
Kimdir bendi berdar eden,
bu sehre meshur olmusam
NESIMI
----------
Kaynak: Louis Massignon: Hallac-i Mansur - Anadolu Aleviligi’nin Felsefi Kökleri; Derleyen: Prof. Dr. Niyazi Öktem. Hallac-i Mansur’le ilgili Alevi ozanlarin siirleri:
EDVAR-I NEVA-YI GAM PERVANEDE KALMIŞTIR
MANSUR O PEŞREVDE SERHANEDE KALMIŞTIR
Allahın zatıyla sıfatını karıştırmış
Enel hakk Trans halinde söylenmiş bir söz
başka bir mevzu bu tip şer-i kurallar müslümanlara uygulanır kabul edenede eziyet değildir (birileri eziyet demişde)
hallacı mansur tahmınen hicreten 300 sene sonra yaşamış.
hayatı boyunca tasavufla uğraşmış.tasavuf önemli kademeler çıkmış
ve kendısını fena fillah makamına kadar eğitmiş osevıye gelen ınsan
allah tan başka hiç birşeyı tanımaz işde bu makamda bullunup cezbe
halıne düşüp o esnada bırılerı sormuş sen kımsın dıye oda ohallde ben hakkım demış.yanın dakıler sen ilahlık ıdasında bulundun senın hakkın ıdamdır.sonradan kendısı ayılınca yanı ocezbeden ayıllınca büyle bır süyledığini hatılamadını süyleyıp tübe etmışsede onun hükmü kaldılmamış ve ıdam edılmıştır.kendısın deyışiyle ben bu söyledığim süzle şeriatın duvarından bır tuğla çikardım o tuğlanın yerın başım koyarım demiş
Selamun aleykum abiler ve ablalar... Maşallah güzel bir konuya deyinmişsiniz. Hepinizden Allah razı olsun dilekleri ile...
Sizde müsade ederseniz bu konunun yani Hallac-ı Mansur konusunun kriterini yapmak istiyorum. Yani tatlı bir tartışma ile bazı şeylerin görünmeyen taraflarını görünür hale getirmek niyetindeyiz. Duymuşsunuzdur dördüncü boyut diye bir kavramı. Yani görünmeyen ama vaar olan boyut! ! !
Evet izninizi bekliyorum...(izinsiz başlayarak saygısızlık yapmaktan korkarım)
selamun aleykum
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir. Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet daha Basra'da kaldı.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; 'Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.' diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; 'Üzülme senin işini de biz hallederiz.' dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.
Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; 'Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır! ' dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; 'Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum.' diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı.
Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin İslâmiyeti yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyâhatleri sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri görüldü. Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri gösteren birer delildir. Kerâmetlerinden ve hikmet dolu sözlerinden bazıları şu şekildedir:
Semerkantlı Reşid-i Hurd, Kâbe'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı Mansûr dört yüz sûfî ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Gıdâ nâmına hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebâbı olsa da yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya uzatıp, kebâb olmuş bir kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz kişiydiler. Her defâsında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, tâze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tâze hurma verirdi.
Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: 'Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olanAllah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur.'
Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde 'Kul hüvallahü ehad' yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara 'kudret paraları' ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.
'Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz.'
'Kim hürriyeti murâd edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır.'
'Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese olur.'
Bir gün kendisine; 'Sabır nedir? ' diye sorduklarında; 'Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez.' buyurdu. Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.
Nitekim Hallâc-ı Mansûr Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; 'Enel-Hak= (Ben Hakkım) ' sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.
Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi.
Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; 'İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, Obenimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye.' buyurdu.
Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: 'Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. 'Şeyh nerededir? ' diye sordum. 'Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor.' dedi. Ben: 'Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin? ' dedim. 'On sekiz aydan beri.' dedi. 'Bu zindanda şeyh ne yapıyor? ' dedim. 'On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor.' dedi. Sonra devâm ederek: 'Bu gördüğün zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser.' dedi. 'Ne yer? ' diye sordum. 'Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz.' Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: 'Ey delikanlı! Neredensin? ' dedi. 'Fars'tanım (İranlıyım) ' dedim. 'Hangi şehirdensin? ' diye sordu. 'Şiraz'danım' dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: 'Onu görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle.' dedi. Sonra yine: 'Buraya nasıl gelebildin? ' dedi. 'Bâzı İran askerlerinin yardımıyla.' dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: 'Sana ne oldu? ' dedi. Zindancıbaşı: 'Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler.' dedi. Şeyh: 'Var selâmetle git.' dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: 'Ne oldu? ' diye sordu. Zindancıbaşı: 'Kurtuldum.' dedi. 'Hangi sebeple kurtuldun? ' diye sordu. O, 'Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman halîfe; 'Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim.' dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım.' Sonra ben çıkıp gittim ve İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: 'Eğer tekrar onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı söyle.' dedi.
Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; 'Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım.' dedi.'Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın.' dediklerinde; 'Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız! ' dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun üzerine; 'İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim? ' dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; 'Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez.' buyurdu.
Bu haberler halîfeye ulaşınca; 'Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız.' emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.
Hallâc-ı Mansûr'un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; 'Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum.' buyurdu.
Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; 'Tasavvuf nedir? ' 'Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir.' 'Ya ileri derecesi? ' 'Onu görmeye tahammülünüz olmaz.'
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; 'Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti.' cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; 'Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder.' dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; 'Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet! ' diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: 'Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.' buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır: 'Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; 'Ey hocam! Ârif kimdir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar.'Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.'
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.'
Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan 'Enel-Hak' sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; 'Ben Hak'ım' demek olan bu sözün hakîki mânâsı: 'Ben yokum. Hak vardır.' demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: 'O büyüklerin 'Her şey O'dur' demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Böylece, ben Hak'ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı 'Ben yokum, Hak teâlâ vardır.' demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; 'Her şey O'dur.' sözleri; 'Her şey O'ndandır.' demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor.'
Hallâc-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; 'Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım.' buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı üzerine kurulmuştu.Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir husustur.
Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Atâ, Ebû Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî, Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, Şeyh Ebü'l Kâsım-ıGürgânî, Şeyh Ebû Ali Fârmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri bunlardan bâzılarıdır. Büyük velî Şiblî, onun için; 'Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi.' buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; 'Hallâc, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu.' demiştir.
AliRâmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; 'Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi.' buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.
Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:
Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.
HAK NEYİ DİLERSE BİZ ONU DİLERİZ
Bir gün Mansûr'un hâtırından; 'Peygamber efendimiz, Mîrâc gecesi, sâdece müminleri diledi de, neden bütün insanları dilemedi ve, yâ Rabbî, cümlesini bana bağışla demedi.' diye geçti. Böyle düşünürken, Resûlullah efendimiz içeri girdi ve; 'Biz kimi dilersek Hakk'ın fermânı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakk'ın fermân evidir. O'nun irâdesinin ve fermânının gayrisinden pâk ve mâsumdur. Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim.' buyurdu. Bundan sonra Hallâc-ı Mansûr, başından sarığını çıkararak Resûlullah'ın huzûrunda kerâmet gösterdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: 'Bu sarık kerâmeti ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben râzı olayım.' Onun idâm edilmesine hakîkatte, sebep, bu hüküm oldu.
'ey itimad ettiğim dostlar, benim nefsimi öldürün ki hayatım katlimdedir' diyen nitekim öldürülen mutasavvıf