Hallâc-ı Mansûr veya Mansûr el-Hallâc (Farsça: ????? ???? Mansur-e ?allaj; tam ismi Ebu el-Mugi? Huseyn Man?ur el-?allağ) (d. Ağustos 858, Tûr – ö. 26 Mart 922, Bağdat), zındıklıkla suçlanması ve uzun süren bir soruşturma neticesinde Abbâsî Halifesi Muktedir Bi’llâh'ın emriyle[1] idam edilmesiyle meşhur olan Fars kökenli spiritüalist yazar ve mistik şâir.[2]
hallacı mansur. muhittin arabi şemsi tebrizi bu üç alimin kaderi aynı üçüde o günün güç sahibi yobazları tarafından katledilmiş veliler. sırf muhittin arabi 600 yüze yakın eser bırakmıştır.ve günümüze o yobaz takımlarından geleceği aydınlatan hiç bişey kalmamıştır. ve yok olup gitmişlerdir bugüne şekil veren yine arabi mevlana hallacı mansurdur. ve gelecektede insanların içsel dünyalarını duygu ve hislerini yine onlar şeklendirmeye devam ederek hep varolacaklardır.
Bu konu hakkında güzel bir kitap tavsiye ederim. Bu kitabı okuyunz...
Kitabın İsmi:DİCLE`DEN YÜKSELEN FERYAT / HALLAC-I MANSUR Kitabın Yazarı: Ahmet Çelik
***************************** Kendimi tesbih ederim, şanım ne büyüktür diyen Bayezid Bistami ile Cübbemin altında Allahtan başkası yok diyen Cüneyd-i Bağdadinin sözleri aşk sarhoşluğuna bağışlanmış da Enel-Hak diyen Hak aşığı için Bağdatın Babut-Tak meydanında bir darağacı kurulmuş ve Hallac-ı Mansur, hakkında verilen ölüm fermanı gereği, 26 Mart 922 tarihinde hunharca katledilmiştir.
Hallac-ı Mansur gibi gerçek bir aşığın, basireti ve ateşli imanı sayesinde, değil acı ve elemlerin, ona reva gördükleri ölümün bile bu ölçüde tatlılaşabileceğinden habersiz olanlar, idamından sonra ondan geriye herhangi bir iz ya da işaret kalmasın ve adı unutulup gitsin diye, bedenini ateşte yakıp küllerini Dicle Nehrine savurmuşlardır. Ancak ne izlerini yok edebilmiş ne de adını unutturabilmişlerdir.
Kalbin masivadan arınarak Hakk'ın esma, sıfat ve zılâl nûrlarına ayna olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle salik, akis ve gölgeleri Hakk'ın kendisi zanneder. Hallac'ın 'Ene'l-Hakk' dediği makam burasıdır.
Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: 'Yandım, ateş oldum.' demesi nasıl mecazi bir hakikati ifade ediyorsa ve bu söz; söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa 'Enel-Hak' sözü de böyle bir mecazi idraktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fillerin Allah'a aid olduğunu idrak etmesidir.
Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan' bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür değildir.
Ancak iltibasa müsaid olduğundan bu tür sözleri, sadece beşerî sıfatlardan soyutlanıp ilahî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. 'Ene'l-Hakk' sözünün söylendiği makam Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla idrak olunduğu makamdır.
'Hakk' ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden sûfîlerden 'Ene'l-Hakk' diyenler çıktığı halde 'Enallah' diyenler çıkmamıştır
en el hak ben allahım (ben allahın bir suretiyim bütün varlıklar gibi) demek istemiş ama bunu çarpıtanlar ona işkence edip asmışlar yakmışlar.ben şimdi söylüyorum hadi beni assın o yobazlar hala bağdatta soyları en el hak ben allahım ben kendimi görüyorsam canlıysam ben allahım ben burdan yola çıkarak gerçek allahı beni yaratanı görebilirim ama buna kızanlar cehennemi ancak görebilirler.ben bunları okumadan önce de biliyordum çok düşünüyorum kendi kendime çok konuşuyorum ancak deliler hallacı mansuru tam anlamıyla anlayabilirler.ben gördüme allah derim ben allahı görüyorum ben allahım kendimi görmeseydim nasıl allahı görebilirdim.benim varlığım allahın varlığının kanıtıdır.aslında tek allah bizi herşeyi yaratandır.
Ben Tanrıyım diyen Mansur'un, 'Suyun rengi kabın rengidir' diyen Cüneyd-i Bağdadi! nin,Tanrıyı görmek isteyen eşyaya baksın' diyen Muhyiddin-i Arabi'nin bu sözleri, İslam tasavvufunda 'Tanrı,evren toplamından başka bir şey değildir'anlamında KULLANILMIŞTIR.
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; 'Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.' diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; 'Üzülme senin işini de biz hallederiz.' dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı. Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: 'Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur.'
Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde 'Kul hüvallahü ehad' yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara 'kudret paraları' ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.
'Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz.' Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; 'Tasavvuf nedir? ' 'Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir.' 'Ya ileri derecesi? ' 'Onu görmeye tahammülünüz olmaz.'
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; 'Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti.' cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; 'Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder.' dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; 'Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet! ' diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: 'Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.' buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır: 'Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; 'Ey hocam! Ârif kimdir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar.'Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.'
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.' Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Hallac-ı Mansur, En el-Hakk (Ben Hakk'im) sözünü söylediğinden beri 1000 (Bin yıl) dan fazla süre geçmiş. Ancak bu gün bile bu lafı söyleytyecek bir tasavvuf adamı az bulunur, söyleyen bulunsa dahi o lafı anlayacak az bulunur. yani 100 yılda pek bir şey değişmemiş.
Hallac-ı Mansur'a, Enel Hak sözünden dönmesi için,100 kırbaç vurdular, en ufak ses çıkmadı, ölmediğini görünce ellerini ve ayaklarını kestiler. Dedi ki 'Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum.'
Sonra o halde Daraağacına çıkardılar. O'na dediler ki: ' Tasavvuf nedir? ' Dedi ki: 'Tasavvufun en aşağı derecesi işte bende gördüğünüz bu haldir.' Dediler ki: 'Ya ileri derecesi? ' Dedi ki: 'Onu görmeye tahammülünüz olamaz.'
Hallac-ı Mansur, ilahi aşkın doruğunda iken, kendinden geçti ve o meşhur 'Enel Hak' sözünü söyledi.
Her devirde insanları anlamayan, zahire yani dışa göre değerlendiren dar görüşlü alimler olduğu gibi onun dönemindede böyl alimcikler vardı. Onun bu sözünü, ialhlık iddia etmek olarak yorumladılar, katline fetva verdiler.
Nakledilir ki; bir gece Hallacı Mansûr'u zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; 'İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, Obenimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye.' buyurdu.
Hallac-ı Mansur 'Enel Hakk' yani 'Ben Hakk'ım' sözü onu idama götürmüştür.
Oysa, Yunus Emre'nin, ' Bir ben vardır bende benden içeru ' deyişi ile Hz. Ali'nin 'Görmediğim Allah'a tapmam' deyişi, yine Cüneyd-i Bağdadi gibi bir Allah dostunun 'Cübbemin altında Allah'tan gayrısı yoktur' deyişleri hep aynı kapıya çıkar.
Hallac-ı Mansur bu sözü vecd halinde söylemiştir. Zahiri yani dış anlamına bakıldığında 'Ben Hakk'ım' demektir. O dönemin aklı kıtları bu sözün kelime anlamına bakarak onun Allah'lık iddiasında bulunduğunu belirterek idam etmişlerdir.
hallac-ı mansûr “Ene’l Hak” dediği için bu dünyada canından olanlardan sadece bir tanesi…’ene’ demekte sakınca var bu yalan dünyada ve canlar yitirilir yalan olur dünya…
Asıl amacı olmak olan insanın son durağa vardığı bir rehber. Ben ini alt-üst eden bir mücahit ve önder. İnsanın gecesini aydınlatan bir sabah güneşi. Ummanlarda yatan hazineleri gün yüzüne çıkaran bir dalgıç. Binlerce bilinmeyen denklemleri bir sözü ile çözen bilge. Tefekkürü ile düşünce ve kavramları da alt-üst eden bir nazargah. Yolu açık olsun.
Hallacı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallacı Mansur olarak anılır. Hallacı Mansur Hicri 244 (Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi. Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor.[iii] Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.” Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir. Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük süfi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü süfi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü süfi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd) , ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu. Hallac’ın bu evliliği süfilerin arasında ikilik yaratmıştı. Süfiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Süfilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükünetli olmasını istedi. Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanmadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını Hayatı azaltan afatlardan biri hasrettir. gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi. Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor: “ Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık.ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.[iv] Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor: “Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik. Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu. Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür. Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi. Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Halalc-ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın “Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme Allah’a dayanan hiç bir zaman yıkılmaz. 2 dayanamayacak ve “Enek Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere Yardımcısı tarafından Hallacın abası suya atılmış, bölece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu. Hallac-ı Mansur’u idama götüren nedenler: Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı- evren” konularını içeren, varlık birliğini savunan, bu nedenle de şeriat anlayışına aykırı sayılan bir niteliktir. Hallac’a göre; gerçek olan, var olan,”Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’dır. Ancak, evren ve insan bu “Bir’in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir.[v] İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı'dır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözleriyle açıklamıştır. Hallac, Hz Muhammed’in ilahiliği üzerinde ısrarla duran ve Tavasin’de onun ebedi ve ilahiliği açıkça belirten ilk süfilerdendir. Buna rağmen Suni İslam ulamasının boy hedefi olmaktan da kendini kurtaramamıştır. Sünni İslam ulamasını kızdıran ve hatta idamına ferman edilen Hallac-ı Mansur Hz. Muhammed için; “Hz. Muhammed’in varlığı yokluktan öncedir. Adı ise kelamdan önce gelir. Cevher ve arazlardan önce ve sonranın hakikatlarından önce bilinmekte idi. Ne doğulu ne de batılı bir kabileden gelir. Hz. Muhammed sürekli olarak sufilerin kalplerini yakan, sönmeyen bir nur’dur. Bütün peygamberler ve veliler “Nur’larını” (bilgilerini) ancak Peygamberlerin Nur’undan alırlar. Onun nur’u kelam’inkinden daha parlak ve daha ezelidir.” Diğer bir söylenceye göre de: “Eğer bir gün Hz. Muhammed ile görüşmem nasip olsaydı ona: “Mi’rac gecesinde niçin yalnız kendi ümmetin için mağrifet istedin? Diğer bütün kafirler için de merhamet isteseydin elbette esirgenmezdi derdim.. demiº. Bunun üzerine Rasul-ullah (Hz. Muhammed) in ruhu ortaya gelerek.ona görünmüº ve hiddetle: “ Benim Tanrı iradesinden başka bir şey istememin imkanı var mıydı? ” deyince Mansur niyaz edip özür dilemiş ise de kabul edilmemiş, başın fedası ile sulh olunacağı kendisine söylenmiş. Mansurun idamıda bu nedenle yerine getirilmiş. [vi] Acaba Halac-ı Mansur’u ölüme götüren, Sunni İslam ulamasının yoğun tepkisini üzerine çekerek işkence ile öldürülmesine fetva veren Hambeli kadısını zorlayan Hallac’ın bu sözleri mi? yoksa Halalc’ı Karmati’lerle ilişkilendirip, isyancı gösterip, halkın gözünden düşürerek ondan kurtulmayaı isteyen Abasi Halife’lerinin hileli oyunları mı? Karmatiler; Hemedani Kırmiti, bir İsmaili şeyhinin tavsiyesi ve yol göstericiliği ile geçim sıkıntısını çeken, yoksul, yetiştirdikleri hurmaları boğaz tokluğuna varlıklı ailelere satan, kısacası; düzenden hoşnut olmayan ve Abbasi ve Arap zülmüne karşı olanlanlardan bir güç oluşturdu. Daha sonraları bu güçlerin birliktelikleri sonucu çoğalıp, büyüyerek düzeni rahatsız edecek boyuta gelmeleri ile de Tatlı dilli olanların dostları, her gün biraz dah artar. 3 Karmati adını aldılar. Diğer bir deyişle Karmati tarikati. Daha sonraları karmati devleti olarak görmekteyiz. Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan ve düzenini rahatsız eden, Karmati İmamlarının neler söylediklerine bakalım; Karmatiler (Karamita) düzene karşı örgütlenmiş ve hatta Sunni İslamın savunduğu bir kelamı, bir ibadet türünü savunmuyorlar tam tersine “ Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil Pazar günleridir.Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır. İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için mallarıda eşittir”[vii] “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir” Karmati’ler de kemal, ikinci doğumla gereçekleşir. Alem bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. Madde bir hicap (perde) tır. Bu hücap kaldırıldığında kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erilir ki işte ikinci doğum budur. Bu doğum, bir kozmik ben’e ulaşma halidir. İkinci doğumun elde edilmesini sağlayan mistik eğitim (seyrusüluk) Beş müsibetten kurtulmak olarak görülür. İnsanın kozmik ben’e ulaşmasını engelleyen Beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç, ve zaruret. Beş müsibetten kurtulmak ibadettin de hem amacı hem de kendisidir. Muhamed Ali es- Suri Karmatiler için şöyle der: Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tatışılmaz. Bunu inkar edemeyen iftiracı çevreler Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır. Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak geliştidikleri bu düşüncelerinde Kur’an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karamati te’vil” diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur’anı tanımaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”[viii] Karmati hareket gibi muhteşem bir düşünce ve siyaset aksiyonunun kur’an vahyini rahatsız eden bu tavırı, insanlık dünyası için çok büyük bir kayıp olmuştur kanısındayız. İbni Sina ise; Karmati’lerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak şöyle der; Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak içinde çok okuyan insanlardı. Darulhikme denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi. Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı ayrı idi. Bunlar: 1- Büyük ve seçkin dostlar için. 2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için. 3- Sıradan insanlar ve yolcular için. 4- Kadınlar için. 5- Saraylı kadınlar için. Kısacası; Karmat topluluklar tam saoyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı. Karmati’lerde mülkiyet sadece techizat ve kılıça hastı. Her mıntıkada toplanan nimetleri dağıtan bir görevli bulunurdu. Bu görevliler, yoksulları ve güçsüzleri asla ilgisiz bırakmazlardı. Karmati toplumun bağlı bulunduğu sosyal, ekonomik ve hukuksal prensipler şöyle özetliyebiliriz. 1. Sosyal gruplar (İşçi, çiftçi, zanatkar, tüccar vs) bir tek bütçeden destek görürdü. 2. Karmati devletine bağlı bulunan her kişi, zekat ve fitre dışında her ay bütçeye 1 dinar vermek Hakikat yolunda yürümeyenler, daima yarıda kalırlar. zorundadır. Bunlardan başka sosyal konumuna göre başka vergiler de öderlerdi. Toplanan paralar kamu yönetimince sosyal, bilimsel ve sanai programların uygulanmasında kullanılırdı. 3. Bilge ve eğitim, toplumun tüm katmanları için gerçekleştirilirdi. 4. Toplum bireyleri arasında ruhsal ve bedensel boyutlarda kardeşçe yardımlaşma, dayanışma ve barış esastı. Yönetilenlerin yönetenlerle dostluk ve kardeşlik hisleriyle bağlılığı da bu cümledendi. 5. Kadına hayatın tüm alanlarında erkekle eşit hakları tanınmıştı. 6. Karmati olmayan toplum ve bireyleriyla münasebetlerde, sırların saklanması ve diplomasi kurallarına uygunluk esastı. Karmatilerde tüm bu prensiplerin uygulanması, İmam’ın görevlendirdiği, eşit hak ve yetkilere sahip 3 kişilik bir dailer komitesince uygulanıp denetlenirdi. Yukarıad görüldüğü gibi; İslami ulamaya göre yanlış olan, Karmati’lere göre doğrudur. Bu nedenle de Karmatiler islam çevrelerince dinden dışarı, zındık olarak görülmüşler. Absi Halifeleri ve iftiracı islam ulaması bu hınçlarını Hallacı Mansur’un sakalları traş edilip, bir deveye bindirilerek Bağdat sokaklarında halka teşhir edilirek “İşte Karmatilerden biri.” Veya “Karmati Papazını görmek istiyenler gelsinler! ” diye göstermişlerdir. Bize göre; Hallac-ı Mansur’un asılması ne “Enel Hak” (Ben tanrıyım) sözü, ne de Hz. Peygamber’e yapılan övgü ile birlikte Velilik mertebesinin Nebilik‘ten üstün görülmesi veya Peygamber’in Kelam’dan önce gelmesi ve ne de isyanlara katılmasıdır. Onu idam ettiren sadece ve sadece Abbasi halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halk korkusu ve Arap gereciliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizliklerinden kaynaklanan tutum ve davranışlarıydı.. Bu nedenle dir ki Hallac; düzmece bir mahkeme ile ve de düzmece bir suç ile suçlanmıştır. Şöyleki; 308 (miladi 908) yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmalarda Hallac’ın düşüncelerinin kitleyi etkilemeya başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallac’ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallac’ın daha fazla yaşatılmasının sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu. Gerçektende başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallac-ın alehine olmuştur. Onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı. Hamid; mahkemede esas alınmak üzere “Peygamberlik ve ilahlık adia etmek”idi. Bir de “Sidiğini şifa diye sunmaktan” Hulul (Allahın kullarının vucüduna girmesine) kadar her türlü suç isnat edilerek yargılanmak istendi. Bu idiaların gerçekçi göstermek için de Hallac, bu idaalara uygun bir fıkıh geliştirmiş olmakla suçlanıyor ve hatta Ben Tanrı’yım diyen Hallac’ın peygamberler atadığı da öne sürülüyordu. Hallac; tüm bu saçma sapan suçlamalara kısa ve net olarak söyle diyordu; “Allahlık veya peygamberlik iddiasından Allah’a sığınırım. Ben, Allah’a çokça ibadet eden, oruç tutan, onu her an anan birisiyim. Hepsi bu”[ix] Hamid; Hallac’ın ölümüne her ne şekilde olursa olsun karar vermek üzere, mahkeme reisliğine Maliki mezhebinden ünlü kadı Ebu Ümer Muhammed b. Yusuf el Hammadi, mahkeme üyeliklerine de; Hanefi mezhebinden Ebu Cafer Muhammed b Ahmed el-Enbari et Tenuhi ve Azim ve sebat en büyük yardımcıdır. Ebu Hüseyn Ömer b. Malik ei Şeybani getirildi. Mahkeme; yukarıda isnat edilen suçları bir tarafa bırakarak Hallacı “Zındıklıkla “ suçluyordu. Çünkü Hallac’ı asmanın tek yolu buydu. Çünkü Maliki mezhebine göre Zındıklığın tövbesi kabul olmaz. Öyle ise diğer mezheplece af edilmesi mümkün olsa da Maliki mezhebine göre af edilemez. Bununla yetinmeyen mahkeme reisi bir İsfahan fakihi olan İbni Davut ez Zahiri’nin Hallac’la ilgili şu görüşlerini rehber alıyor. “ İbni Davud el-Zahiri; “ Eğer Allahın Hz. Muhammed’e indirdikleri doğru ise Hallac’ın söyledikleri yanlıştır. Sonuç olarak, Hallac ölüme gönderilmelidir” Hallac, tüm bu haksız suçlamalara karşı artık kendisini savunmanın boşuna olduğunu anlamış ve kendisini yargılayan kadılara dönerek; “Canıma kanıma dokunmanız haramdır. Dinin mubah saydığı yorumlarımı tevil ederek benim alehime kullanmanız helal değildir. Ben; dini İslam, tavrı sünnet olan bir insanım. Bunu gösteren kitaplarım çarşı-pazarda herkesin elindedir. Allahtan korkun da benim hayatıma kast etmeyin” Hallacın tüm bu feryadı boşunaydı. Çünkü ferman çok önceden verilmişti. Hallac’ın idam kararı üzerine halifenin yanında mabenci olarak görev yapan Hallac’ın dostu Nasr el Kusuri Halife’nin annesine şunu söyledi; “Bu masum insanın ölüm fermanını tastiklemesi durumunda oğlunuzun başına bir bela geleceğinden korkuyorum. Hallac-ı Mansur’un söylemleri Sünni İslam çevrelerince fırtınalar kopardığı gibi, İslam’a dayalı devletleri ve bu devletlerin başında bulunanların da korkulu rüyası durumuna gelmiştir. Prof. Yaşar Nuri Öztürk Hallac-ı Mansur için şöyle diyor: “ Yeni oluşların rüyalarını gören ruh yeni istrapların kabuslarına gögüs germeye hazır olmalıdır. Çünkü her büyük aydınlık, yaratıcı ruhta bazı fanilikleri yakarak beşlenir. İstırap, işte bu yanmanın getirdiği acıların genel adıdır.Hallac bu istırabı ve acıyı duyan ve yaºayan ölümsüzlerdendir.” Özellikle de kendisini dinlemediği için Hallac’ı sehirbazlıkla suçlayan süfilerin önderi/piri Cüneyd el- Bağdadi’de bu bilge, bu kamil insan için şöyle diyor: “Artık o, sedece kendi benliğine güvenip dayanacak bir aşamaya girmiş bulunuyor.” “Enel Hak” için kim ne söyledi; Hallac-ı Mansur denince akla “Enel Hak” sözü gelir. Tasavvuf’ta Hallac-ı Mansur bu sözü ile öne çıkmış bu nedenle de Sunni İslam ulamasının şimşeklerini üzerine çekmiş bir hayli düşman edinmiştir. Bu söz ayni zamanda Hallac’ın düşünce dünyasının esasını, kişiliğindeki hakim öğeyi ve tarihteki yerini belirlemektedir. Hallac-ı Mansur; Enel Hak; “Ben tanrıyım” sözünü şöyle açıklar; “ Halk’ta yer alan Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır. Bir başka yerde şöyle diyor; “ Ben Hakk’ım, zira ben hiç bir zaman Hakk’la hak olmaktan vaz geçmedim” Yine başka bir yerde de Allah’a yönelerek şöyle diyor; “Seninle benim aramda İllahlık ve Rablik(el-ilahiyye ve’r-rubiyye) yoktur. Ey ben olan O, ve ben O’yum. Zamandanlık ve ezelilik bir yana, benim benliğim ve senin O’luğun arasında hiç bir fark yoktur.” Vicdanınız temizse özgürsünüz demektir. 6 Sunni İslam ulaması, Hallac-ı Mansur’u din adına yargılarken, çıkarlarını ve geleceklerini düşünerek, zamanın egemen güçlerine hoş görünmek pahasına ya gerçekten onu anlamamışlar veya anlamak ismemişler. Sunni ulamanın bu konumunu daha sonraları Hallac-ı Mansur’un asılmasını yanlış gören Mutasavvıf, şaiir M. İkbal ve bir çok tesfir ve vıkıh yazarında görmek mümkündür. Tüm Suni İslam ulamasının bu yanlışlarına rağmen gerek Hallac döneminin şair, düşünür, bilim adamı, teolaog, sufi, mutasavvıf ve gerekse sonraki kuşak Hallac- Mansur için şöyle derler. Büyük mutasavvıflardan Genguhi şöyle der; “Enel Hak diyen Dost’tur, ben değilim! Bu budala insanlar Hallac-ı darağacına asıp öldürdüler; eğer ben orada olsaydım, onu asla öldüremezlerdi.” Kendisine Hallacın ruhunu temsil ediyor denilen mutasavıf Saçal; , “Şu son devrin Mansur’u Enel Hak sözünü aşikare söyler. Şimdi idam sehpası aşk vuslatının sembölü haline gelmiştir.” “Aşıklar her saat darağacına meyleder, Çünkü Mansur’u darağacına çıkaran bu alev, aşkın alevidir. Aşkın mertebesi dar ağacıdır” diyor ve devamla; Ölümü göze alıp buna azmetmek aşk erbabı için esastır. Dar ağacı her şeyden evvel, aşıkların zihnetidir... Darağacı, aşıkların gelin yatağı haline gelir... *** *** *** *** *** Enel Hak sözünü söylerken... Dostun ellerini düşünerek kendimi öldürtürüm... *** *** ** *** *** “Her kim ki Hallac libasında geldi, “Ölümünde” sözünde ebedi hayat buldu. Akibeti bakamında Hallac-ı Mansur ile ayni olan Alevi Ulusu Seyid Nesimi şiirlerinde, deyişlerinde “Enel Hakk’ı” şöyle işliyor; Sırr-ı Enel Hak söylersem Alemde pinhan gelmişem Hem Hak derim Hak bendedir Mem batini insan gelmişem. *** *** *** *** Dara çıkmak bu fena darda Mansur’a düşer Ol Enel Hak diyenin Sırrını dava ne bilir! . ** *** *** *** *** Küllü yer gök Hak oldu mutlak Söyler def u ceng u ney Enel Hak Büyük işler ancak ortak çalışma ile olur. 7 Yanağında ayan oldu Enel Hak Kaçan süret olur gözgüde mestür Ne gayretli Enel Hak’tır bu yarap Ki Mansur’u asar hem dare mansur. Şah Latif ise, Hallac için şöyle diyor: “Hallac, yalnız cefakeş aşık değil, ayni zamanda bütün eşyada mevcut bulunan ilahi hakikatin sembölüdür.” Şah Latif bir şiirinde; Su, toprak, ırmak: Bir tek feryat! Ağaç, çalı, bir çağırış: ‘Enel Hak! ’ Bütün eşya ıstrabına layık hale gelmiştir. Hepsi binlerce Mansur’dur Hangisini darağacına çekeceksin? “Enel Hak Çağıruben dara geleyim mevlam! ” diye yakaran ve: “ Bir ben vardır bende benden içeru” diyerek Enel Hakk’ı bir başka şekilde ifade eden Yunus İmre’de divanında: Mansur eydur Enel Hak dil suretun oda yak Dinüz dara gelsunler ben darı kurup geldim. *** *** *** *** **** Bin yıl toprakta yatsam hiç komayan Enel Hakk’ı Ne vakt gerek olur ise nefesin uru gelem *** *** *** *** *** Dem urmaz idi Mansur tevhid-i Enel Hak’tan Aşk darına dost zülfü asmıştı beni uryan *** *** *** *** *** Pir Sultan Abdal kendisinin idamına karar verildiğini duyduğu zaman “ber dar” olmak yani Hallac gibi öldürülmek deyimini kullanıyor ve; Hızır paşa bizi berdar etmeden Açılan kapılar şaha gidelim Siyaset günleri gelip çatmadan Açılın kapılar şaha gidelim.
Zeki Eyuboğlu’nun Tarikatlar adlı eserinde belirttiğine göre; Hallac-ı Mansur’un Yeni –Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine göre “evren” yaratılmamıştır, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratış-yartılış olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için “yaratılmış nesne” den söz edilemez. Yatılmış nesne, tek varlık olan Tanrı Fazilet kıralların en büyügüdür. 8 Karşısında ikinci bir varlığın bulunduğunu ileri sürmektir. Bu da tanrısal öze aykırıdır., iki ayrı varlık olduğunu söylemektir.[x] Hallac; bunları söylerken, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallac’ın benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, sagısızlık yapmak insana yakışmaz. Bu eksik eylemlerin kaynağı tanrısal sevgiden yoksun kalmaktır. Hallac-ı Mansur için kim ne söyledi: Vasiti, Hallac için şöyle der; “ Benim gözümde o Kur’anı ezberlemiş ve manasını kavramış bir insandır. Fıkıhta üstat, hadis ve rivayet ilminde bilgin, yıl boyu oruç tutan, geceler boyu namaz kılan bir süfidir. Öğüt verir, ağlar, bazen de anlayamadığım sözler söyler. Ben onun küfrüne de hüküm veremem” Mısırlı Zeki Mubarek de şöyle der; “ Eğer Muhiddin İbn Arabi ebedi semböllerin arkasına sığınmasaydı onu da Hallac gibi katlederlerdi” Öğrencisi ve müridi olan Şibli şöyle der; Hallac’ı, idamından sonra rüyamda gördüm. Ve onu sordum: Allah sana nasıl muamele etti? Dedi: ‘Beni bir misafir gibi karşıladı ve bana ikramda bulundu. Seninle ilgili olarak diğerlerine nasıl davranacak? diye sordum. Dedi: “Onları da affedecek. Bana marhametli davrananları, Allah için merhametli davranmayanları yüzünden; bana düşmanlık edenleri de Allah için düşmanlık ettikleri için” Şibli sözlerine devamla; “Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı. Ben ve Hallac ayni şey idik. Ne var ki o sırrı aşığa vurdu, ben sakladım” Hallacı Mansur’u sehirbazlıkla şuçlayanlara en iyi yanıtı, süfi düşüncesinin önde gelen isimlerinden Hucviri Keşful -Mehcup adlı eserinde Hallac ile ilgili bölümde yer vermiştir. Hücviri şöyle der; “ Hallac, yüce hal sahiplerindendi....O, asıl ve esas yönünden terk edilmemiştir... Bu Hakk erini büyücülüğe nisbet edenlerin iddiaları tutarsızdır... Hallac, namaz kılmış, zikirle meşgul olmuş, çokça oruç tutmuştur... O halde ondan zuhur eden şeylerin keramet olduğu kesindir.” Ebu Said ibn Ebil Hayr Hallac’tan söz ederken şöyle der; “ Hüseyin b. Mansur, yükseklerin en yükseğinde idi. Doğu ile batı arasında hiç kimse, bu tevhid vadisinde onun gibi dolaşamadı.” Mevlana Celaleddin Rumi; Mesnevisinde; Hallac’a doğrudan veya dolaylı atıf yapan, hayranlık ve saygı ifade eden sözlerinden yalnız birini buraya almayı yeterli buluyorum. Mevlana “Gerçeği, işaretle anlatan Hallac’ı halk darağacına çekti. Hallac sağ olsaydı, sırlarının büyüklüğü yüzünden o beni darağacına çekerdi.” Mevlana’nın oğlu sultan Veled’te şöyle der; “Tanrı doslarını tanımak, Tanrı’yı tanımaktan daha güçtür. Hallac-ı Mansur’u o çağın bilgin ve velileri inkar ettiler. Onu öldürmeğe azmettiler. Hepsi o asılsın diye fetva çıkardı. Sonunda o büyük insanı astılar. Astıktan sonra da cesedini yaktılar. Alemde ondan bir eser kalmasın diye, yanan cesedin küllerini de nehre attılar. Her ne yaptılarsa yine “Enel Hak” yazmıştı. Bu gördükten sonra herkes Eğer faziletiniz yoksa yratınız. 9 yaptığına pişman oldu. O günden beri Hallac’ın adı anılmaktan hiçbir öğüt meclisi renklenmez. Onu kıyamete kadar öveceklerdir.” Kadiri tarikatının piri Abdülkadir Geylani “Hallac çok zor durumdakaldı. O zamanda elinden tutacak kimse de yoktu. Eğer ben onun zamanında yaşamış olsaydım, onun elinden turardım” Ve yíne; Hakk’ı bilenlerden biri dava ufkunda Enel Hak kanatlarıyla yükseldi de sonsuzluk bahçesinin dostsuz, sakinsiz olduğunu gördü. Ona dendi ki: ‘ Senin durumundakilerden gayrısının anlamayacağı bir dille konuştu.” Hallac’ı Mansur’un savunduklarından pekte hoşlanmayan süfi Alaudedevle es-Simnai şöyle nakleder “ İbret için Hüseyin b. Mansur’un mezarına gittim. meditasyonnum sırasında ruhunu yükseklerin en yükseğinde gördüm. Şöyle yakardım: ‘Rabbim, bu ne haldir ki Firavun: ‘Ben en yüce rabbinizim’ ve Hallac: ‘Ben Hakkım’ dedikleri ve ikisi de Allahlık iddia ettikleri halde Hallac, yücelerin yücesinde. Firavun ise cehennem çukurunda. İçimi ilham edilen bir ses şöyle dedi: ‘Firavun hep kendini görerek öyle dedi, Hallac ise bizden başkasını görmediği için Enel Hak dedi” [xi] Hallac’ı destekleyen onun görüşlerini her zaman savunan halveti süfilerinden Sandiyuni şöyle der; “ Hallac, bilginlerin gerçeği fark edenlerince. Veliliği ve Allah’ı bilmekteki kudreti üzerinde ittifak edilen biridir. Bunun dışında ona isnat edilenler iftira ve yalandır. Onun sadakat ve veliliğine inanmak bir borçtuır. O, Hak yolunun temel insanlarından biridir; Mislümanların önderlerindendir. Bazı düşmanlarını İblis kandırdı ve ona iftira ve işkence ettiler.” Hallac-ı Mansur’un etkilerinin genişlik ve derinliklerindeki temel sebeplerden bir de sufiliği politik bir aksiyon, söylem ve güç olarak sosyal arenaya çıkarmasıdır. Hallac, inandıklarını savunduğu için idam edilerek bedel ödemiştir. Ama bu idamı veya Hallac’ın idam edilerek ortadan kaldırılması, sufiliği izbelere habseden kapıdaki kilitin de düşüşü olmuştur. Yani Hallac, ölümüyle hiç bir şey kaybetmemiş aksine milyonların ardından gelmesini sağlayarak kendisinin de “insan ölmez, ölüm olarak görülen bir dönüşümdür” dediği gibi onu ölümsüzleştirmiştir. Massingnon şöyle der; Hallac sayesindedir ki ölümü düğün yani Allah’a varış, sevgiliye vuslat telaki eden anlayış sufi ekollerinin tümüne, adeta bir ortak imam gibi girdi.[xii] Sufiler zafer sarayına Hallac’ın kanı hürmetine girdiler. Bunun uzantısı olarak darağacı, sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü oldu. Sadece zülme uğrayarak katledilen şehit sufiler değil, nefsini öldürerek sosuzlukla arasındaki perdeyi kaldırmayı deneyen süfiler de Dar’ı Mansu (Hallac’ın idam edildiği darağacı) deyimini kullanmışlardır. Seven ben, o sevilen de ben Bir bedene girmiş iki ruhuz. Hallac-ı Mansur’dan: Fakir, Allan’tan başka her şeyden müstağni olan ve yalnız Allah’a bakan kimsedir. Yüksek ahlak, Hakk’ı tanıdıktan sonr, halktan gelen eza ce cefanın insana tesir etmemesidir. Tevvkkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir. Kunuşan diller, susan kalplerin helakidir. Sözler ve sohbetler illetlere. Fiiller sirke bağlıdır. Allahise ise cümlesinden müstağnidir. Mürid tevbesinin, mürad ise arınmışlığın gölgesindedir. Müridin cehdi kefşini, müradın keşfi cehdini geşmiştir. Kişinin vakti, bağrındaki deryanın incisidir; yarın kıyamet günü bu incileri mahşerin zeminine çarparlar. İyi yaradılışlıolmak esenliktir: 10 Dinyadan geçmek nefs zühdü. Ahiretten geçmek ruh zühtüdür. Erkeklerin yüz boyası onların kanlarıdır. Aşk’ta kılınan iki reket namazın abdesti ancak ve ancak kanla alınırsa sahih olur! Hallac-ı Mansur ile ilgili bu kısa araştırmayı Yüne Hallacı’ın bir şiiri ile noktalayalım. Şu bedenden sana makam. Candır Senden başkasına yer yo gönülde Seni saran; ruhum, cildim, kanımdır Ne yaparım ayrı düşersek. Söyle! ? *** *** *** *** Ey! Duyur doslara, çabuk haber ver! Paröalandı yelken. Çöktü sefine Deniz ortasında kaldım perişan Gün olur Mansur’u berdar ederler Göründü gözüme salibden nişan Ne bahta var bana, ne de Medine *** *** *** *** Seven ben, o sevilen de benim Bir bedene girmişiz iki ruhuz biz O diye gördüğün benim bedenim Bana bak, onu gör; hep ayni şeyiz!
anlam arayışında derisi yüzülmüştür. tanrıya mekan biçmemek adına ve tanrının heryerde olduğuna inanan varlıktır. bu bağlamda ben hakkım demiştir. aslında tümel olarak doğru bir kavram. tikel olarak yanlış... hallac'ı anlamak yürek ister.
Vahdet deryasına dalan Hallac, derin bir vecd ve sekr halindeyken, üzerindeki tecellîlerin şiddetli girdabına kapılmış ve 'Ene'l-Hak' diye feryad etmiştir.
Mahrem bir sırrın böylece dile dökülmesi, insanların akıl kıstası ile ölçmelerine sebep olmuş ve akıl, bu nezaketi tartamamıştır.
Allah'tan başka ilah yoktur. Hallac-ı Mansur Allah'tan ayrı değildir. O kendisini başka ilah olarak tanıtmadı bizlere. O Allah'ta buldu kendini. 'Enel Hak' dedi.
Enel Hak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı tanrılık şarabından Şişelerle küplerle içtim ben sızmadım Ben hacetler kıblesiyim Gönül kıblesiyim ben Ben cuma mescidi değil İnsanlık mescidiyim ben Mevlana Celalettin Rumi
Allah Sad Suresi 72. ayettte diyor ki. 'Ben insanı çamurdan yarattım ve ona kendi ruhumdan bir nur üfledim'.Yani yaratılan herşeyde Allah'ın aklı vardır ama Yaradılan'larn en üstünü insanda 'Yaradan' ın parçası vardır.Bu 'Öz' dür.O yüzden Yunus Emre de “Beni bende deme ben bende değilem… Bir ben vardır bende benden içeru” demiştir.Yani içindeki Allah'ın özünden (NUR'dan) bahsediyor.Yani herşeyde olduğu gibi insanda da Allah'ın bir parçası olan öz vardır.Önemli olan o öze erişmektir.Hallac-ı mansur u neden öldürdüler? 'En El hak' dediği için.Ne demekti? 'Ben Yaradan'ım'. yani içindeki Allah'ın parçasından bahsediyordu ve O öze erişmişti.O yüzden kendinin Yaradan olduğunu söylüyordu.
"Ve benim hayatım ölümümde ve ölümüm hayatımdadır"
Hallâc-ı Mansûr veya Mansûr el-Hallâc (Farsça: ????? ???? Mansur-e ?allaj; tam ismi Ebu el-Mugi? Huseyn Man?ur el-?allağ) (d. Ağustos 858, Tûr – ö. 26 Mart 922, Bağdat), zındıklıkla suçlanması ve uzun süren bir soruşturma neticesinde Abbâsî Halifesi Muktedir Bi’llâh'ın emriyle[1] idam edilmesiyle meşhur olan Fars kökenli spiritüalist yazar ve mistik şâir.[2]
cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir...
hallacı mansur. muhittin arabi şemsi tebrizi bu üç alimin kaderi aynı üçüde o günün güç sahibi yobazları tarafından katledilmiş veliler. sırf muhittin arabi 600 yüze yakın eser bırakmıştır.ve günümüze o yobaz takımlarından geleceği aydınlatan hiç bişey kalmamıştır. ve yok olup gitmişlerdir bugüne şekil veren yine arabi mevlana hallacı mansurdur. ve gelecektede insanların içsel dünyalarını duygu ve hislerini yine onlar şeklendirmeye devam ederek hep varolacaklardır.
ölümü öpen derviş...HALLAC_I MANSUR
Bu konu hakkında güzel bir kitap tavsiye ederim. Bu kitabı okuyunz...
Kitabın İsmi:DİCLE`DEN YÜKSELEN FERYAT / HALLAC-I MANSUR
Kitabın Yazarı: Ahmet Çelik
*****************************
Kendimi tesbih ederim, şanım ne büyüktür diyen Bayezid Bistami ile Cübbemin altında Allahtan başkası yok diyen Cüneyd-i Bağdadinin sözleri aşk sarhoşluğuna bağışlanmış da Enel-Hak diyen Hak aşığı için Bağdatın Babut-Tak meydanında bir darağacı kurulmuş ve Hallac-ı Mansur, hakkında verilen ölüm fermanı gereği, 26 Mart 922 tarihinde hunharca katledilmiştir.
Hallac-ı Mansur gibi gerçek bir aşığın, basireti ve ateşli imanı sayesinde, değil acı ve elemlerin, ona reva gördükleri ölümün bile bu ölçüde tatlılaşabileceğinden habersiz olanlar, idamından sonra ondan geriye herhangi bir iz ya da işaret kalmasın ve adı unutulup gitsin diye, bedenini ateşte yakıp küllerini Dicle Nehrine savurmuşlardır.
Ancak ne izlerini yok edebilmiş ne de adını unutturabilmişlerdir.
Kalbin masivadan arınarak Hakk'ın esma, sıfat ve zılâl nûrlarına ayna olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle salik, akis ve gölgeleri Hakk'ın kendisi zanneder. Hallac'ın 'Ene'l-Hakk' dediği makam burasıdır.
Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: 'Yandım, ateş oldum.' demesi nasıl mecazi bir hakikati ifade ediyorsa ve bu söz; söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa 'Enel-Hak' sözü de böyle bir mecazi idraktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fillerin Allah'a aid olduğunu idrak etmesidir.
Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan' bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür değildir.
Ancak iltibasa müsaid olduğundan bu tür sözleri, sadece beşerî sıfatlardan soyutlanıp ilahî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. 'Ene'l-Hakk' sözünün söylendiği makam Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla idrak olunduğu makamdır.
'Hakk' ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden sûfîlerden 'Ene'l-Hakk' diyenler çıktığı halde 'Enallah' diyenler çıkmamıştır
en el hak ben allahım (ben allahın bir suretiyim bütün varlıklar gibi) demek istemiş ama bunu çarpıtanlar ona işkence edip asmışlar yakmışlar.ben şimdi söylüyorum hadi beni assın o yobazlar hala bağdatta soyları en el hak ben allahım ben kendimi görüyorsam canlıysam ben allahım ben burdan yola çıkarak gerçek allahı beni yaratanı görebilirim ama buna kızanlar cehennemi ancak görebilirler.ben bunları okumadan önce de biliyordum çok düşünüyorum kendi kendime çok konuşuyorum ancak deliler hallacı mansuru tam anlamıyla anlayabilirler.ben gördüme allah derim ben allahı görüyorum ben allahım kendimi görmeseydim nasıl allahı görebilirdim.benim varlığım allahın varlığının kanıtıdır.aslında tek allah bizi herşeyi yaratandır.
Enel Hak....
Mutasavvıfların bahsettiği 'tanrı,evren toplamıdır'(panteizm) manasında değil 'varlıkta gayrı yoktur' (Vahdet-i Vücud) manasındadır.İşte Mansur, bu mananın kahraman ve şehitlerinden...
Ben Tanrıyım diyen Mansur'un, 'Suyun rengi kabın rengidir' diyen Cüneyd-i Bağdadi! nin,Tanrıyı görmek isteyen eşyaya baksın' diyen Muhyiddin-i Arabi'nin bu sözleri, İslam tasavvufunda 'Tanrı,evren toplamından başka bir şey değildir'anlamında KULLANILMIŞTIR.
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; 'Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.' diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; 'Üzülme senin işini de biz hallederiz.' dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.
Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: 'Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur.'
Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde 'Kul hüvallahü ehad' yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara 'kudret paraları' ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.
'Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz.'
Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; 'Tasavvuf nedir? ' 'Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir.' 'Ya ileri derecesi? ' 'Onu görmeye tahammülünüz olmaz.'
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; 'Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti.' cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; 'Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder.' dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; 'Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet! ' diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: 'Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.' buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır: 'Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; 'Ey hocam! Ârif kimdir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar.'Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.'
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.'
Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Hallac-ı Mansur, En el-Hakk (Ben Hakk'im) sözünü söylediğinden beri 1000 (Bin yıl) dan fazla süre geçmiş.
Ancak bu gün bile bu lafı söyleytyecek bir tasavvuf adamı az bulunur,
söyleyen bulunsa dahi o lafı anlayacak az bulunur.
yani 100 yılda pek bir şey değişmemiş.
Hallac-ı Mansur'a, Enel Hak sözünden dönmesi için,100 kırbaç vurdular, en ufak ses çıkmadı, ölmediğini görünce ellerini ve ayaklarını kestiler.
Dedi ki 'Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum.'
Sonra o halde Daraağacına çıkardılar.
O'na dediler ki: ' Tasavvuf nedir? '
Dedi ki: 'Tasavvufun en aşağı derecesi işte bende gördüğünüz bu haldir.'
Dediler ki: 'Ya ileri derecesi? '
Dedi ki: 'Onu görmeye tahammülünüz olamaz.'
Hallac-ı Mansur, ilahi aşkın doruğunda iken,
kendinden geçti ve o meşhur 'Enel Hak' sözünü söyledi.
Her devirde insanları anlamayan, zahire yani dışa göre değerlendiren dar görüşlü alimler olduğu gibi onun dönemindede böyl alimcikler vardı.
Onun bu sözünü, ialhlık iddia etmek olarak yorumladılar, katline fetva verdiler.
Hallac-ı- Mansur, el en hak(ben allahım dedi.) Öldürüldü. O dünyadaki her şeyin allahın sureti olduğuna inanmıştı onun için (ben Allahım demişti)
Nakledilir ki; bir gece Hallacı Mansûr'u zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi.
Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; 'İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, Obenimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye.' buyurdu.
Hallac-ı Mansur 'Enel Hakk' yani 'Ben Hakk'ım' sözü onu idama götürmüştür.
Oysa,
Yunus Emre'nin, ' Bir ben vardır bende benden içeru ' deyişi ile
Hz. Ali'nin 'Görmediğim Allah'a tapmam' deyişi,
yine Cüneyd-i Bağdadi gibi bir Allah dostunun 'Cübbemin altında Allah'tan gayrısı yoktur' deyişleri hep aynı kapıya çıkar.
Hallac-ı Mansur bu sözü vecd halinde söylemiştir.
Zahiri yani dış anlamına bakıldığında 'Ben Hakk'ım' demektir.
O dönemin aklı kıtları bu sözün kelime anlamına bakarak onun Allah'lık iddiasında bulunduğunu belirterek idam etmişlerdir.
hallac-ı mansûr “Ene’l Hak” dediği için bu dünyada canından olanlardan sadece bir tanesi…’ene’ demekte sakınca var bu yalan dünyada ve canlar yitirilir yalan olur dünya…
'En el-Hakk' (Ben Hakk'im) dedigi icin, oldurulen bir tasavvuf adami...
Asıl amacı olmak olan insanın son durağa vardığı bir rehber. Ben ini alt-üst eden bir mücahit ve önder. İnsanın gecesini aydınlatan bir sabah güneşi. Ummanlarda yatan hazineleri gün yüzüne çıkaran bir dalgıç. Binlerce bilinmeyen denklemleri bir sözü ile çözen bilge. Tefekkürü ile düşünce ve kavramları da alt-üst eden bir nazargah.
Yolu açık olsun.
aynîleşmenin bir misâlidir devâsâ....
Kimden: MEHDİ Sahib-i zaman... (Bay, 34)
Kime: Grup: ALEVİ Uyan...MEHDİ Geldi...
Tarih: 18.8.2007 14:44 (GMT +2:00)
Konu: Dar-ı Mansur...
Ölmeden Evvel Öldün Mü?
Nefsini Bilip Rabbini Bildin Mi?
Can Olup Canana Erdin Mi?
Kul Olup Hakki Özünde Buldun Mu?
Dört Kapı Kırk Makam Yetmişiki Kat'a Vardın Mı?
Hak,Muhammed,Ali,Mehdi Sırrına Karıştın Mı?
Öyleyse Oldu Nefsin Zindan Sen İçinde Oldun Can?
İmdi Hak Yolun'da Ölümdür Vuslatın Ey Can?
Mansur *Ene'l-Hak* Söyledi Vardı Vuslat-ı Hakka?
Pir Sultan *Şah* Söyledi Vardı Vuslat-ı Hakka?
Sende Hak,Muhammed,Ali,Mehdi Söyle Var Vuslat-ı Hakka?
Baki Gerçekler Demine Hu Dost Allah Eyvallah...
Zikr-i Hakikatimizdir...
______________________
Baki Gerçekler Demine Hu Dost Allah Eyvallah...
Gerçeğe Hu Mü'mine Ya Ali Ya Mehdi Sahib-i zaman...
HALLAC-I MANSUR
Hallacı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallacı Mansur olarak anılır.
Hallacı Mansur Hicri 244 (Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi.
Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor.[iii] Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.”
Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir.
Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük süfi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü süfi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü süfi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd) , ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu.
Hallac’ın bu evliliği süfilerin arasında ikilik yaratmıştı. Süfiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Süfilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükünetli olmasını istedi.
Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanmadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını
Hayatı azaltan afatlardan biri hasrettir.
gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.
Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor:
“ Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık.ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.[iv]
Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor:
“Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik.
Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu.
Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür.
Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.
Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Halalc-ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın
“Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme
Allah’a dayanan hiç bir zaman yıkılmaz. 2
dayanamayacak ve “Enek Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire
atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere Yardımcısı tarafından Hallacın abası suya atılmış, bölece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu.
Hallac-ı Mansur’u idama götüren nedenler:
Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı- evren” konularını içeren, varlık birliğini savunan, bu nedenle de şeriat anlayışına aykırı sayılan bir niteliktir. Hallac’a göre; gerçek olan, var olan,”Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’dır. Ancak, evren ve insan bu “Bir’in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir.[v] İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı'dır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözleriyle açıklamıştır.
Hallac, Hz Muhammed’in ilahiliği üzerinde ısrarla duran ve Tavasin’de onun ebedi ve ilahiliği açıkça belirten ilk süfilerdendir. Buna rağmen Suni İslam ulamasının boy hedefi olmaktan da kendini kurtaramamıştır. Sünni İslam ulamasını kızdıran ve hatta idamına ferman edilen Hallac-ı Mansur Hz. Muhammed için;
“Hz. Muhammed’in varlığı yokluktan öncedir. Adı ise kelamdan önce gelir. Cevher ve arazlardan önce ve sonranın hakikatlarından önce bilinmekte idi. Ne doğulu ne de batılı bir kabileden gelir.
Hz. Muhammed sürekli olarak sufilerin kalplerini yakan, sönmeyen bir nur’dur. Bütün peygamberler ve veliler “Nur’larını” (bilgilerini) ancak Peygamberlerin Nur’undan alırlar. Onun nur’u kelam’inkinden daha parlak ve daha ezelidir.”
Diğer bir söylenceye göre de:
“Eğer bir gün Hz. Muhammed ile görüşmem nasip olsaydı ona: “Mi’rac gecesinde niçin yalnız kendi ümmetin için mağrifet istedin? Diğer bütün kafirler için de merhamet isteseydin elbette esirgenmezdi derdim.. demiº. Bunun üzerine Rasul-ullah (Hz. Muhammed) in ruhu ortaya gelerek.ona görünmüº ve hiddetle: “ Benim Tanrı iradesinden başka bir şey istememin imkanı var mıydı? ” deyince Mansur niyaz edip özür dilemiş ise de kabul edilmemiş, başın fedası ile sulh olunacağı kendisine söylenmiş. Mansurun idamıda bu nedenle yerine getirilmiş. [vi]
Acaba Halac-ı Mansur’u ölüme götüren, Sunni İslam ulamasının yoğun tepkisini üzerine çekerek işkence ile öldürülmesine fetva veren Hambeli kadısını zorlayan Hallac’ın bu sözleri mi? yoksa Halalc’ı Karmati’lerle ilişkilendirip, isyancı gösterip, halkın gözünden düşürerek ondan kurtulmayaı isteyen Abasi Halife’lerinin hileli oyunları mı?
Karmatiler;
Hemedani Kırmiti, bir İsmaili şeyhinin tavsiyesi ve yol göstericiliği ile geçim sıkıntısını çeken, yoksul, yetiştirdikleri hurmaları boğaz tokluğuna varlıklı ailelere satan, kısacası; düzenden hoşnut olmayan ve Abbasi ve Arap zülmüne karşı olanlanlardan bir güç oluşturdu. Daha sonraları bu güçlerin birliktelikleri sonucu çoğalıp, büyüyerek düzeni rahatsız edecek boyuta gelmeleri ile de
Tatlı dilli olanların dostları, her gün biraz dah artar. 3
Karmati adını aldılar. Diğer bir deyişle Karmati tarikati. Daha sonraları karmati devleti olarak görmekteyiz.
Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan ve düzenini rahatsız eden, Karmati İmamlarının neler söylediklerine bakalım;
Karmatiler (Karamita) düzene karşı örgütlenmiş ve hatta Sunni İslamın savunduğu bir kelamı, bir ibadet türünü savunmuyorlar tam tersine “ Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil Pazar günleridir.Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır. İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için mallarıda eşittir”[vii]
“Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”
Karmati’ler de kemal, ikinci doğumla gereçekleşir. Alem bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. Madde bir hicap (perde) tır. Bu hücap kaldırıldığında kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erilir ki işte ikinci doğum budur. Bu doğum, bir kozmik ben’e ulaşma halidir.
İkinci doğumun elde edilmesini sağlayan mistik eğitim (seyrusüluk) Beş müsibetten kurtulmak olarak görülür. İnsanın kozmik ben’e ulaşmasını engelleyen Beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç, ve zaruret. Beş müsibetten kurtulmak ibadettin de hem amacı hem de kendisidir.
Muhamed Ali es- Suri Karmatiler için şöyle der: Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tatışılmaz. Bunu inkar edemeyen iftiracı çevreler Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.
Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak geliştidikleri bu düşüncelerinde Kur’an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karamati te’vil” diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur’anı tanımaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”[viii] Karmati hareket gibi muhteşem bir düşünce ve siyaset aksiyonunun kur’an vahyini rahatsız eden bu tavırı, insanlık dünyası için çok büyük bir kayıp olmuştur kanısındayız.
İbni Sina ise; Karmati’lerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak şöyle der; Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak içinde çok okuyan insanlardı. Darulhikme denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi.
Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı ayrı idi. Bunlar:
1- Büyük ve seçkin dostlar için. 2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için. 3- Sıradan insanlar ve yolcular için. 4- Kadınlar için. 5- Saraylı kadınlar için.
Kısacası; Karmat topluluklar tam saoyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı.
Karmati’lerde mülkiyet sadece techizat ve kılıça hastı. Her mıntıkada toplanan nimetleri dağıtan bir görevli bulunurdu. Bu görevliler, yoksulları ve güçsüzleri asla ilgisiz bırakmazlardı.
Karmati toplumun bağlı bulunduğu sosyal, ekonomik ve hukuksal prensipler şöyle özetliyebiliriz.
1. Sosyal gruplar (İşçi, çiftçi, zanatkar, tüccar vs) bir tek bütçeden destek görürdü.
2. Karmati devletine bağlı bulunan her kişi, zekat ve fitre dışında her ay bütçeye 1 dinar vermek
Hakikat yolunda yürümeyenler, daima yarıda kalırlar.
zorundadır. Bunlardan başka sosyal konumuna göre başka vergiler de öderlerdi. Toplanan paralar kamu yönetimince sosyal, bilimsel ve sanai programların uygulanmasında kullanılırdı.
3. Bilge ve eğitim, toplumun tüm katmanları için gerçekleştirilirdi.
4. Toplum bireyleri arasında ruhsal ve bedensel boyutlarda kardeşçe yardımlaşma, dayanışma ve barış esastı. Yönetilenlerin yönetenlerle dostluk ve kardeşlik hisleriyle bağlılığı da bu cümledendi.
5. Kadına hayatın tüm alanlarında erkekle eşit hakları tanınmıştı.
6. Karmati olmayan toplum ve bireyleriyla münasebetlerde, sırların saklanması ve diplomasi kurallarına uygunluk esastı.
Karmatilerde tüm bu prensiplerin uygulanması, İmam’ın görevlendirdiği, eşit hak ve yetkilere sahip 3 kişilik bir dailer komitesince uygulanıp denetlenirdi.
Yukarıad görüldüğü gibi; İslami ulamaya göre yanlış olan, Karmati’lere göre doğrudur. Bu nedenle de Karmatiler islam çevrelerince dinden dışarı, zındık olarak görülmüşler. Absi Halifeleri ve iftiracı islam ulaması bu hınçlarını Hallacı Mansur’un sakalları traş edilip, bir deveye bindirilerek Bağdat sokaklarında halka teşhir edilirek “İşte Karmatilerden biri.” Veya “Karmati Papazını görmek istiyenler gelsinler! ” diye göstermişlerdir.
Bize göre; Hallac-ı Mansur’un asılması ne “Enel Hak” (Ben tanrıyım) sözü, ne de Hz. Peygamber’e yapılan övgü ile birlikte Velilik mertebesinin Nebilik‘ten üstün görülmesi veya Peygamber’in Kelam’dan önce gelmesi ve ne de isyanlara katılmasıdır. Onu idam ettiren sadece ve sadece Abbasi halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halk korkusu ve Arap gereciliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizliklerinden kaynaklanan tutum ve davranışlarıydı.. Bu nedenle dir ki Hallac; düzmece bir mahkeme ile ve de düzmece bir suç ile suçlanmıştır. Şöyleki;
308 (miladi 908) yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmalarda Hallac’ın düşüncelerinin kitleyi etkilemeya başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallac’ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallac’ın daha fazla yaşatılmasının sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu. Gerçektende başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallac-ın alehine olmuştur. Onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı.
Hamid; mahkemede esas alınmak üzere “Peygamberlik ve ilahlık adia etmek”idi. Bir de “Sidiğini şifa diye sunmaktan” Hulul (Allahın kullarının vucüduna girmesine) kadar her türlü suç isnat edilerek yargılanmak istendi. Bu idiaların gerçekçi göstermek için de Hallac, bu idaalara uygun bir fıkıh geliştirmiş olmakla suçlanıyor ve hatta Ben Tanrı’yım diyen Hallac’ın peygamberler atadığı da öne sürülüyordu. Hallac; tüm bu saçma sapan suçlamalara kısa ve net olarak söyle diyordu; “Allahlık veya peygamberlik iddiasından Allah’a sığınırım. Ben, Allah’a çokça ibadet eden, oruç tutan, onu her an anan birisiyim. Hepsi bu”[ix]
Hamid; Hallac’ın ölümüne her ne şekilde olursa olsun karar vermek üzere, mahkeme reisliğine Maliki mezhebinden ünlü kadı Ebu Ümer Muhammed b. Yusuf el Hammadi, mahkeme üyeliklerine de; Hanefi mezhebinden Ebu Cafer Muhammed b Ahmed el-Enbari et Tenuhi ve
Azim ve sebat en büyük yardımcıdır.
Ebu Hüseyn Ömer b. Malik ei Şeybani getirildi.
Mahkeme; yukarıda isnat edilen suçları bir tarafa bırakarak Hallacı “Zındıklıkla “ suçluyordu. Çünkü Hallac’ı asmanın tek yolu buydu. Çünkü Maliki mezhebine göre Zındıklığın tövbesi kabul olmaz. Öyle ise diğer mezheplece af edilmesi mümkün olsa da Maliki mezhebine göre af edilemez. Bununla yetinmeyen mahkeme reisi bir İsfahan fakihi olan İbni Davut ez Zahiri’nin Hallac’la ilgili şu görüşlerini rehber alıyor. “ İbni Davud el-Zahiri; “ Eğer Allahın Hz. Muhammed’e indirdikleri doğru ise Hallac’ın söyledikleri yanlıştır. Sonuç olarak, Hallac ölüme gönderilmelidir”
Hallac, tüm bu haksız suçlamalara karşı artık kendisini savunmanın boşuna olduğunu anlamış ve kendisini yargılayan kadılara dönerek; “Canıma kanıma dokunmanız haramdır. Dinin mubah saydığı yorumlarımı tevil ederek benim alehime kullanmanız helal değildir. Ben; dini İslam, tavrı sünnet olan bir insanım. Bunu gösteren kitaplarım çarşı-pazarda herkesin elindedir. Allahtan korkun da benim hayatıma kast etmeyin” Hallacın tüm bu feryadı boşunaydı. Çünkü ferman çok önceden verilmişti.
Hallac’ın idam kararı üzerine halifenin yanında mabenci olarak görev yapan Hallac’ın dostu Nasr el Kusuri Halife’nin annesine şunu söyledi; “Bu masum insanın ölüm fermanını tastiklemesi durumunda oğlunuzun başına bir bela geleceğinden korkuyorum.
Hallac-ı Mansur’un söylemleri Sünni İslam çevrelerince fırtınalar kopardığı gibi, İslam’a dayalı devletleri ve bu devletlerin başında bulunanların da korkulu rüyası durumuna gelmiştir. Prof. Yaşar Nuri Öztürk Hallac-ı Mansur için şöyle diyor:
“ Yeni oluşların rüyalarını gören ruh yeni istrapların kabuslarına gögüs germeye hazır olmalıdır. Çünkü her büyük aydınlık, yaratıcı ruhta bazı fanilikleri yakarak beşlenir. İstırap, işte bu yanmanın getirdiği acıların genel adıdır.Hallac bu istırabı ve acıyı duyan ve yaºayan ölümsüzlerdendir.”
Özellikle de kendisini dinlemediği için Hallac’ı sehirbazlıkla suçlayan süfilerin önderi/piri Cüneyd el- Bağdadi’de bu bilge, bu kamil insan için şöyle diyor:
“Artık o, sedece kendi benliğine güvenip dayanacak bir aşamaya girmiş bulunuyor.”
“Enel Hak” için kim ne söyledi; Hallac-ı Mansur denince akla “Enel Hak” sözü gelir. Tasavvuf’ta Hallac-ı Mansur bu sözü ile öne çıkmış bu nedenle de Sunni İslam ulamasının şimşeklerini üzerine çekmiş bir hayli düşman edinmiştir. Bu söz ayni zamanda Hallac’ın düşünce dünyasının esasını, kişiliğindeki hakim öğeyi ve tarihteki yerini belirlemektedir.
Hallac-ı Mansur; Enel Hak; “Ben tanrıyım” sözünü şöyle açıklar; “ Halk’ta yer alan Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır. Bir başka yerde şöyle diyor; “ Ben Hakk’ım, zira ben hiç bir zaman Hakk’la hak olmaktan vaz geçmedim”
Yine başka bir yerde de Allah’a yönelerek şöyle diyor; “Seninle benim aramda İllahlık ve Rablik(el-ilahiyye ve’r-rubiyye) yoktur. Ey ben olan O, ve ben O’yum. Zamandanlık ve ezelilik bir yana, benim benliğim ve senin O’luğun arasında hiç bir fark yoktur.”
Vicdanınız temizse özgürsünüz demektir. 6
Sunni İslam ulaması, Hallac-ı Mansur’u din adına yargılarken, çıkarlarını ve geleceklerini
düşünerek, zamanın egemen güçlerine hoş görünmek pahasına ya gerçekten onu anlamamışlar veya anlamak ismemişler. Sunni ulamanın bu konumunu daha sonraları Hallac-ı Mansur’un asılmasını yanlış gören Mutasavvıf, şaiir M. İkbal ve bir çok tesfir ve vıkıh yazarında görmek mümkündür. Tüm Suni İslam ulamasının bu yanlışlarına rağmen gerek Hallac döneminin şair, düşünür, bilim adamı, teolaog, sufi, mutasavvıf ve gerekse sonraki kuşak Hallac- Mansur için şöyle derler.
Büyük mutasavvıflardan Genguhi şöyle der;
“Enel Hak diyen Dost’tur, ben değilim!
Bu budala insanlar Hallac-ı darağacına asıp öldürdüler; eğer ben orada olsaydım, onu asla öldüremezlerdi.”
Kendisine Hallacın ruhunu temsil ediyor denilen mutasavıf Saçal; ,
“Şu son devrin Mansur’u Enel Hak sözünü aşikare söyler. Şimdi idam sehpası aşk vuslatının sembölü haline gelmiştir.”
“Aşıklar her saat darağacına meyleder, Çünkü Mansur’u darağacına çıkaran bu alev, aşkın alevidir. Aşkın mertebesi dar ağacıdır” diyor ve devamla;
Ölümü göze alıp buna azmetmek aşk erbabı için esastır.
Dar ağacı her şeyden evvel, aşıkların zihnetidir...
Darağacı, aşıkların gelin yatağı haline gelir...
*** *** *** *** ***
Enel Hak sözünü söylerken...
Dostun ellerini düşünerek kendimi öldürtürüm...
*** *** ** *** ***
“Her kim ki Hallac libasında geldi,
“Ölümünde” sözünde ebedi hayat buldu.
Akibeti bakamında Hallac-ı Mansur ile ayni olan Alevi Ulusu Seyid Nesimi şiirlerinde, deyişlerinde “Enel Hakk’ı” şöyle işliyor;
Sırr-ı Enel Hak söylersem
Alemde pinhan gelmişem
Hem Hak derim Hak bendedir
Mem batini insan gelmişem.
*** *** *** ***
Dara çıkmak bu fena darda Mansur’a düşer
Ol Enel Hak diyenin Sırrını dava ne bilir! .
** *** *** *** ***
Küllü yer gök Hak oldu mutlak
Söyler def u ceng u ney Enel Hak
Büyük işler ancak ortak çalışma ile olur. 7
Yanağında ayan oldu Enel Hak
Kaçan süret olur gözgüde mestür
Ne gayretli Enel Hak’tır bu yarap
Ki Mansur’u asar hem dare mansur.
Şah Latif ise, Hallac için şöyle diyor:
“Hallac, yalnız cefakeş aşık değil, ayni zamanda bütün eşyada mevcut bulunan ilahi hakikatin sembölüdür.”
Şah Latif bir şiirinde;
Su, toprak, ırmak: Bir tek feryat!
Ağaç, çalı, bir çağırış: ‘Enel Hak! ’
Bütün eşya ıstrabına layık hale gelmiştir.
Hepsi binlerce Mansur’dur
Hangisini darağacına çekeceksin?
“Enel Hak Çağıruben dara geleyim mevlam! ” diye yakaran ve: “ Bir ben vardır bende benden içeru” diyerek Enel Hakk’ı bir başka şekilde ifade eden Yunus İmre’de divanında:
Mansur eydur Enel Hak dil suretun oda yak
Dinüz dara gelsunler ben darı kurup geldim.
*** *** *** *** ****
Bin yıl toprakta yatsam hiç komayan Enel Hakk’ı
Ne vakt gerek olur ise nefesin uru gelem
*** *** *** *** ***
Dem urmaz idi Mansur tevhid-i Enel Hak’tan
Aşk darına dost zülfü asmıştı beni uryan
*** *** *** *** ***
Pir Sultan Abdal kendisinin idamına karar verildiğini duyduğu zaman “ber dar” olmak yani Hallac gibi öldürülmek deyimini kullanıyor ve;
Hızır paşa bizi berdar etmeden
Açılan kapılar şaha gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar şaha gidelim.
Zeki Eyuboğlu’nun Tarikatlar adlı eserinde belirttiğine göre;
Hallac-ı Mansur’un Yeni –Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine göre “evren” yaratılmamıştır, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratış-yartılış olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için “yaratılmış nesne” den söz edilemez. Yatılmış nesne, tek varlık olan Tanrı
Fazilet kıralların en büyügüdür. 8
Karşısında ikinci bir varlığın bulunduğunu ileri sürmektir. Bu da tanrısal öze aykırıdır., iki ayrı varlık olduğunu söylemektir.[x]
Hallac; bunları söylerken, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallac’ın benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, sagısızlık yapmak insana yakışmaz. Bu eksik eylemlerin kaynağı tanrısal sevgiden yoksun kalmaktır.
Hallac-ı Mansur için kim ne söyledi:
Vasiti, Hallac için şöyle der; “ Benim gözümde o Kur’anı ezberlemiş ve manasını kavramış bir insandır. Fıkıhta üstat, hadis ve rivayet ilminde bilgin, yıl boyu oruç tutan, geceler boyu namaz kılan bir süfidir. Öğüt verir, ağlar, bazen de anlayamadığım sözler söyler. Ben onun küfrüne de hüküm veremem”
Mısırlı Zeki Mubarek de şöyle der; “ Eğer Muhiddin İbn Arabi ebedi semböllerin arkasına sığınmasaydı onu da Hallac gibi katlederlerdi”
Öğrencisi ve müridi olan Şibli şöyle der;
Hallac’ı, idamından sonra rüyamda gördüm. Ve onu sordum:
Allah sana nasıl muamele etti? Dedi:
‘Beni bir misafir gibi karşıladı ve bana ikramda bulundu.
Seninle ilgili olarak diğerlerine nasıl davranacak? diye sordum. Dedi:
“Onları da affedecek. Bana marhametli davrananları, Allah için merhametli davranmayanları yüzünden; bana düşmanlık edenleri de Allah için düşmanlık ettikleri için”
Şibli sözlerine devamla;
“Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı. Ben ve Hallac ayni şey idik. Ne var ki o sırrı aşığa vurdu, ben sakladım”
Hallacı Mansur’u sehirbazlıkla şuçlayanlara en iyi yanıtı, süfi düşüncesinin önde gelen isimlerinden Hucviri Keşful -Mehcup adlı eserinde Hallac ile ilgili bölümde yer vermiştir. Hücviri şöyle der; “ Hallac, yüce hal sahiplerindendi....O, asıl ve esas yönünden terk edilmemiştir... Bu Hakk erini büyücülüğe nisbet edenlerin iddiaları tutarsızdır... Hallac, namaz kılmış, zikirle meşgul olmuş, çokça oruç tutmuştur... O halde ondan zuhur eden şeylerin keramet olduğu kesindir.”
Ebu Said ibn Ebil Hayr Hallac’tan söz ederken şöyle der; “ Hüseyin b. Mansur, yükseklerin en yükseğinde idi. Doğu ile batı arasında hiç kimse, bu tevhid vadisinde onun gibi dolaşamadı.”
Mevlana Celaleddin Rumi; Mesnevisinde; Hallac’a doğrudan veya dolaylı atıf yapan, hayranlık ve saygı ifade eden sözlerinden yalnız birini buraya almayı yeterli buluyorum. Mevlana “Gerçeği, işaretle anlatan Hallac’ı halk darağacına çekti. Hallac sağ olsaydı, sırlarının büyüklüğü yüzünden o beni darağacına çekerdi.”
Mevlana’nın oğlu sultan Veled’te şöyle der;
“Tanrı doslarını tanımak, Tanrı’yı tanımaktan daha güçtür. Hallac-ı Mansur’u o çağın bilgin ve velileri
inkar ettiler. Onu öldürmeğe azmettiler. Hepsi o asılsın diye fetva çıkardı. Sonunda o büyük insanı astılar. Astıktan sonra da cesedini yaktılar. Alemde ondan bir eser kalmasın diye, yanan cesedin küllerini de nehre attılar. Her ne yaptılarsa yine “Enel Hak” yazmıştı. Bu gördükten sonra herkes
Eğer faziletiniz yoksa yratınız. 9
yaptığına pişman oldu. O günden beri Hallac’ın adı anılmaktan hiçbir öğüt meclisi renklenmez. Onu kıyamete kadar öveceklerdir.”
Kadiri tarikatının piri Abdülkadir Geylani
“Hallac çok zor durumdakaldı. O zamanda elinden tutacak kimse de yoktu. Eğer ben onun zamanında yaşamış olsaydım, onun elinden turardım”
Ve yíne; Hakk’ı bilenlerden biri dava ufkunda Enel Hak kanatlarıyla yükseldi de sonsuzluk bahçesinin dostsuz, sakinsiz olduğunu gördü. Ona dendi ki: ‘ Senin durumundakilerden gayrısının anlamayacağı bir dille konuştu.”
Hallac’ı Mansur’un savunduklarından pekte hoşlanmayan süfi Alaudedevle es-Simnai şöyle nakleder
“ İbret için Hüseyin b. Mansur’un mezarına gittim. meditasyonnum sırasında ruhunu yükseklerin en yükseğinde gördüm. Şöyle yakardım: ‘Rabbim, bu ne haldir ki Firavun: ‘Ben en yüce rabbinizim’ ve Hallac: ‘Ben Hakkım’ dedikleri ve ikisi de Allahlık iddia ettikleri halde Hallac, yücelerin yücesinde. Firavun ise cehennem çukurunda. İçimi ilham edilen bir ses şöyle dedi: ‘Firavun hep kendini görerek öyle dedi, Hallac ise bizden başkasını görmediği için Enel Hak dedi” [xi]
Hallac’ı destekleyen onun görüşlerini her zaman savunan halveti süfilerinden Sandiyuni şöyle der; “ Hallac, bilginlerin gerçeği fark edenlerince. Veliliği ve Allah’ı bilmekteki kudreti üzerinde ittifak edilen biridir. Bunun dışında ona isnat edilenler iftira ve yalandır. Onun sadakat ve veliliğine inanmak bir borçtuır. O, Hak yolunun temel insanlarından biridir; Mislümanların önderlerindendir. Bazı düşmanlarını İblis kandırdı ve ona iftira ve işkence ettiler.”
Hallac-ı Mansur’un etkilerinin genişlik ve derinliklerindeki temel sebeplerden bir de sufiliği politik bir aksiyon, söylem ve güç olarak sosyal arenaya çıkarmasıdır. Hallac, inandıklarını savunduğu için idam edilerek bedel ödemiştir. Ama bu idamı veya Hallac’ın idam edilerek ortadan kaldırılması, sufiliği izbelere habseden kapıdaki kilitin de düşüşü olmuştur. Yani Hallac, ölümüyle hiç bir şey kaybetmemiş aksine milyonların ardından gelmesini sağlayarak kendisinin de “insan ölmez, ölüm olarak görülen bir dönüşümdür” dediği gibi onu ölümsüzleştirmiştir.
Massingnon şöyle der; Hallac sayesindedir ki ölümü düğün yani Allah’a varış, sevgiliye vuslat telaki eden anlayış sufi ekollerinin
tümüne, adeta bir ortak imam gibi girdi.[xii] Sufiler zafer sarayına Hallac’ın kanı hürmetine girdiler. Bunun uzantısı olarak darağacı, sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü oldu. Sadece zülme uğrayarak katledilen şehit sufiler değil, nefsini öldürerek sosuzlukla arasındaki perdeyi kaldırmayı deneyen süfiler de Dar’ı Mansu (Hallac’ın idam edildiği darağacı) deyimini kullanmışlardır.
Seven ben, o sevilen de ben
Bir bedene girmiş iki ruhuz.
Hallac-ı Mansur’dan:
Fakir, Allan’tan başka her şeyden müstağni olan ve yalnız Allah’a bakan kimsedir.
Yüksek ahlak, Hakk’ı tanıdıktan sonr, halktan gelen eza ce cefanın insana tesir etmemesidir.
Tevvkkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir.
Kunuşan diller, susan kalplerin helakidir.
Sözler ve sohbetler illetlere. Fiiller sirke bağlıdır. Allahise ise cümlesinden müstağnidir.
Mürid tevbesinin, mürad ise arınmışlığın gölgesindedir.
Müridin cehdi kefşini, müradın keşfi cehdini geşmiştir.
Kişinin vakti, bağrındaki deryanın incisidir; yarın kıyamet günü bu incileri mahşerin zeminine çarparlar.
İyi yaradılışlıolmak esenliktir: 10
Dinyadan geçmek nefs zühdü. Ahiretten geçmek ruh zühtüdür.
Erkeklerin yüz boyası onların kanlarıdır.
Aşk’ta kılınan iki reket namazın abdesti ancak ve ancak kanla alınırsa sahih olur! Hallac-ı Mansur ile ilgili bu kısa araştırmayı Yüne Hallacı’ın bir şiiri ile noktalayalım.
Şu bedenden sana makam.
Candır Senden başkasına yer yo gönülde
Seni saran; ruhum, cildim, kanımdır
Ne yaparım ayrı düşersek. Söyle! ?
*** *** *** ***
Ey! Duyur doslara, çabuk haber ver!
Paröalandı yelken. Çöktü sefine
Deniz ortasında kaldım perişan
Gün olur Mansur’u berdar ederler
Göründü gözüme salibden nişan
Ne bahta var bana, ne de Medine
*** *** *** ***
Seven ben, o sevilen de benim
Bir bedene girmişiz iki ruhuz biz
O diye gördüğün benim bedenim
Bana bak, onu gör; hep ayni şeyiz!
HARAMİ[email protected] PATİ[email protected]
anlam arayışında derisi yüzülmüştür. tanrıya mekan biçmemek adına ve tanrının heryerde olduğuna inanan varlıktır. bu bağlamda ben hakkım demiştir. aslında tümel olarak doğru bir kavram. tikel olarak yanlış... hallac'ı anlamak yürek ister.
Vahdet deryasına dalan Hallac, derin bir vecd ve sekr halindeyken, üzerindeki tecellîlerin şiddetli girdabına kapılmış ve 'Ene'l-Hak' diye feryad etmiştir.
Mahrem bir sırrın böylece dile dökülmesi, insanların akıl kıstası ile ölçmelerine sebep olmuş ve akıl, bu nezaketi tartamamıştır.
Allah'tan başka ilah yoktur. Hallac-ı Mansur Allah'tan ayrı değildir. O kendisini başka ilah olarak tanıtmadı bizlere. O Allah'ta buldu kendini. 'Enel Hak' dedi.
Enel Hak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı tanrılık şarabından
Şişelerle küplerle içtim ben sızmadım
Ben hacetler kıblesiyim
Gönül kıblesiyim ben
Ben cuma mescidi değil
İnsanlık mescidiyim ben
Mevlana Celalettin Rumi
Bana Allah'ı çağrıştırıyor.
Allah Sad Suresi 72. ayettte diyor ki. 'Ben insanı çamurdan yarattım ve ona kendi ruhumdan bir nur üfledim'.Yani yaratılan herşeyde Allah'ın aklı vardır ama Yaradılan'larn en üstünü insanda 'Yaradan' ın parçası vardır.Bu 'Öz' dür.O yüzden Yunus Emre de “Beni bende deme ben bende değilem… Bir ben vardır bende benden içeru” demiştir.Yani içindeki Allah'ın özünden (NUR'dan) bahsediyor.Yani herşeyde olduğu gibi insanda da Allah'ın bir parçası olan öz vardır.Önemli olan o öze erişmektir.Hallac-ı mansur u neden öldürdüler? 'En El hak' dediği için.Ne demekti? 'Ben Yaradan'ım'. yani içindeki Allah'ın parçasından bahsediyordu ve O öze erişmişti.O yüzden kendinin Yaradan olduğunu söylüyordu.