1-Hayatın kökeni konusu evrim için tamamen bir açmaz. Darwin kitabında hayatın kökeninden hiç söz etmemiş. Çünkü onun dönemindeki bilim anlayışına göre canlıların cansız maddelerden, mesela böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluşabileceğini iddia eden 'spontane jenerasyon' adlı teori kabul görüyordu. Ancak Pasteur yaptığı uzun araştırmalar neticesinde bunun imkansızlığını ispat etti.
İlk canlı hücresinin kendi kendine oluşabileceğini ispata soyunan Alexander Oparin ve Stanley Miller gibi bilimadamlarının çabaları da fayda vermedi. Sonuçta canlı bir hücre imal etmenin imkansızlığı anlaşıldığı için bu tür çalışmalar terk edildi. Şimdi soruyorum, insanoğlunun bütün akıl, bilgi ve teknoloji birikimiyle yapamadığı bir şey, doğada, kendi kendine nasıl var olmuş acaba?
2-Bir canlı hücresi, hatta bir protein dahi tesadüfen ortaya çıkamayacak kadar komplekstir. Mesela bileşiminde 288 aminoasit bulunan bir proteinin tesadüfen oluşabilme ihtimali 10 üzeri 300'de 1 ihtimaldir. Bu, 1 rakamının yanına 300 tane sıfır gelmesiyle oluşan astronomik bir rakamdır. Zaten matematikte 10 üzeri 50'de 1'den küçük ihtimaller pratikte sıfır ihtimal kabul edilirler.
3-Darwin ortaya attığı evrim teorisini tamamen 'soğal seleksiyon'a bağlamıştı. Mesela Darwin, ayıların suda balık avlamaya çalışırken zamanla balinalara dönüştüklerini iddia etmiştir. Bu iddiaya göre ayılar, suda balık avlamaya çalışırken kazandıkları fiziksel özellikleri gelecek nesillere aktara aktara balinaya dönüşmüşlerdir.
Ama günümüzde doğal seleksiyonun evrimleştirici bir güce sahip olmadığı biliniyor. Çünkü Mendel'in keşfettiği ve genetik biliminin gelişmesiyle kesinlik kazanan kalıtım kanunları, kazanılan özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı.
4-Bunun işe yaramadığını gören evrimciler 'mutasyon' adlı yeni bir evrim mekanizması ortaya attılar. Ancak bunun da tutarlı olmadığı açıktır. Zira mutasyonlar canlıları geliştirmez, aksine her zaman zarar verirler. Canlıların kusursuz DNA zincirlerini tahrip ederler. Bugüne kadar labaratuar ortamında canlılar üzerinde uygulanan mutasyonların hiçbiri olumlu bir sonuç doğurmamıştır. Evrim teorisi ise, göz, kulak, kalp, beyin gibi çok kompleks organların mutasyonların etkisiyle oluştuğunu iddia edecek kadar çıkmazdadır.
5-Evrim teorisinin diğer bir çıkmazı da fosil kayıtlarıdır. Evrimciler, canlıların milyonlarca yılda yavaş yavaş evrimleştiklerini iddia ederler. Buna göre tarihte yarı balık-yarı sürüngen, yarı sürüngen-yarı kuş vb. milyarlarca canlı yaşamış olması gerekir. Evrimciler bu hayali canlılara “ara geçiş formu” derler. Ne ilginçtir ki Darwin’den bu yana, 140 yıldır yapılan kazı çalışmalarında hiç bir ara geçiş formuna rastlanmamıştır. Milyonlarca yıl önce yaşamış canlılar, fosil kayıtlarında bugünkü şekilleriyle belirirler. Evrimcilerin ara geçiş formu olarak tanıttıkları bazı fosillerin ise gerçekte birer aldatmacadan ibaret oldukları sonradan anlaşılmıştır. Mesela; evrimciler Coelacanth adlı bir balık fosilini ara geçiş formu olarak tanıttılar. Çoktan evrimleşerek soyu tükenmiş sayılan balığın gerçeği Hint okyanusunda bulunduğunda evrimciler büyük bir şok yaşadılar. Fosilin gerçek Coelacanth’tan hiçbir farkı yoktu. Evrimciler ikinci olarak Archoeopteryx adlı bir kuş fosilinin ara geçiş formu olduğunu iddia ettiler. Archoeopteryx’in sternuma, yani göğüs kasına sahip olduğu tespit edilince de, tam bir kuş olduğu, dolayısıyla ara geçiş formu sayılamayacağı anlaşıldı. Ayrıca bazı evrimciler, geçersiz olduğunun farkına vardıkları teorilerinin sözde ispatı adına birçok bilim sahtekarlığı düzenlemişlerdir. Mesela, Haeckel’in embriyo çizimleri veya bir insan kafatasına bir orangutan çenesi yerleştirilerek üretilen ve 40 yıl boyunca bilim dünyasını ve insanlığı aldatan “Piltdown adamı” fosili buna bir örnektir. Evrimcilerin bir diş fosiline dayanarak ürettikleri “Nebraska adamı” da buna örnek teşkil eder. Dişin bir yaban domuzuna ait olduğu anlaşıldığında evrimciler büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı. Ramapithecus ve Australopithecus türlerinin hepsinin de soyu tükenmiş maymun ırkları olduklarını, Cro-Magnon, Homo Sapiens, Homo Hapilis, Homo Erectus ve Neandertal adamının ve benzer fosillerin de geçmiş insan ırklarına ait olduklarını ve bu kafatasları arasındaki farklılıkların günümüz insan ırklarının kafatasları arasındaki farklılıklardan fazla olmadığını evrimcilerin kendileri dahi itiraf etmektedirler.
6-Bu mesele tek başına evrim teorisini gömmeye yeter. Evrimin mantığına göre, ara geçiş formlarının sayısı normal canlıların sayısından fazla olmalıdır. Farzedelim bir sürüngen türünden 10 tane varsa, sürüngenle kuş arasındaki, her biri farklı bir canlı türü olarak kabul edilebilecek olan 1000 değişik hilkat garibesiyle karşılaşırız. Belki de daha fazla. Yani bu mantığa göre şu an insanoğlunun bulduğu sürüngen fosili sayısı 1000'se, bulunan ara geçiş formlarının sayısı belki yüzbinleri aşmalıydı. Niye bu canlılardan eser yok..?
7-Biyokimya, anatomi ve mikrobiyolojinin gelişmesi, canlılardaki organ ve sistemlerin ne derece kompleks ve mükemmel olduklarını ortaya koymuştur. Mesela, vücudumuzda paralı askerler gibi çalışan antikorlar, bilim adamlarının kompleksliği karşısında dehşete düştükleri hücrelerimiz, bir bilgi bankası gibi bütün özelliklerimizi içinde saklayan DNA’larımız, bilim adamlarının sırrını hala çözemedikleri beynimiz, kendisinden haberdar olmadığımız halde üzerine beş yüzden fazla görev yüklenmiş olan karaciğerimiz, Darwin’in; “Bu organı düşünmek beni teorimden soğuttu.” dediği gözlerimiz ve daha burada sayamayacağımız nice organ ve bu organların birbirleriyle olan münasebetleri, evrim teorisinin tesadüf mantığını kesinlikle geçersiz kılmaktadır.
8-“İndirgenemez komplekslik” denilen bilimsel kaideye göre, bir canlı, evrim teorisinin iddia ettiği şekilde; zamanla, küçük değişiklerle ve kademe kademe ortaya çıkmış olamaz. Mesela gözü ele alalım. Yaklaşık kırk farklı organelden oluşan insan gözünün çalışabilmesi için, gözün her organalinin tam ve eksiksiz olarak bulunması ve görevini kusursuz bir şekilde yerine getirmesi gerekir. Sadece bir organel, mesela gözyaşı bezleri olmasa veya gerektiği gibi çalışmasa, göz beş-on dakika içinde kurur ve kör olur. Bu şu demektir: Göz, bütün organelleriyle birlikte “tam ve eksiksiz” olarak oluşmuş olmalıdır. Bu da yaratılışın tarifidir. Gözün kademe kademe oluştuğunu varsaysak, evrimin mantığına göre, işe yaramayan organların körelmiş organ kategorisine gireceğini ve evrimin bir kanunu olarak eleneceklerini kabul etmemiz gerekir. Ama gözün elenmediğini, yani gözün bir anda var olduğunu görmekteyiz.
9-Bir kutunun içine bir ampulü oluşturabilecek materyalleri koyup onu milyarlarca yıl orada bekletsek, meydana bir ampulün çıkabileceğini iddia edebilir miyiz? Peki karada ve denizde yer alıp da teknolojik aletlerle kıyaslanamayacak kadar kaliteli ısı, elektrik ve ışık üretebilen canlılar kör tesadüfler sonucu oluşabilirler mi? Sahilde dolaşırken birkaç kelimeden oluşan bir yazı görsek, onun, dalgaların sahile vurmasıyla tesadüfen oluştuğunu mu iddia ederiz, bilinçli bir tasarlayıcının elinden çıktığını mı? Peki kelebeklerin üzerindeki geometrik desen, kuşların kanatlarındaki mükemmel düzen ve hayvanlardaki, tasarlanmış olduğunu her yönden belli eden göz alıcı sanatlar tesadüfen oluşabilir mi? Veya doğada kamuflaj yapan yüzlerce canlı tesadüfen oluşabilir mi? Kendileri farkında olmadıkları halde bulundukları ortamla aynı rengi alan bukalemunlar ve bazı ahtapotlar, kanat kısmı en ince ayrıntısına kadar bir yaprağa benzeyen bazı böcekler, bir asker gibi otlardan faydalanarak kamuflaj yapan yengeçler, mevsim değişikliğiyle beraber tüyleri bulunduğu ortamın rengini alan kutup kuşları ve dahası... Bu kamuflaj sistemlerinin tesadüfen oluştuklarını hiçbir akıl sahibi iddia edemez.
10-Kaplumbağa doğar doğmaz denize ulaşması gerektiğini, ördek yumurtadan çıktığı an yüzmeyi, arı doğduğu an altıgen petekler yapabilmeyi, kunduz modern barajlarla eşdeğer barajlar inşa edebilmeyi, sivrisinek kanı emmeye başlamadan narkoz kullanması gerektiğini ve bu narkozu üretebilmeyi, örümcek kauçuk ipliğinden %30 esnek, aynı kalınlıktaki çelikten 5 kat sağlam iplik yapacak kimyasal malzemeyi bulmayı ve onu kullanmayı, kör termitler topraktan havalandırma sistemli gökdelenler inşa etmeyi ve birçok hayvan, insanın aklını başından alan savunma ve avlanma tekniklerini nereden bilmektedirler? Evrimciler bunlara şu cevabı verirler; “Hayvanlar milyonlarca yıl önce tesadüfen bir şey keşfetmiş, bu alışkanlık haline gelmiş ve kan yoluyla gelecek nesillere aktarılmıştır. Buna içgüdü denir.” Bir kere hayvanların kesinlikle akıl etme, keşfetme ve öğrenme gibi özellikleri yoktur. İkincisi, hayvanlarda sonradan kazanılan özellikler gelecek nesillere kesinlikle hiçbir şekilde aktarılamaz. Dahası bu hayvanlar bu özelliklere yeryüzünde belirdikleri anda sahip olmak zorundadırlar. Bu özelliklere sahip olmayan hayvanlar hayatiyetlerini devam ettiremezler. Hayvanlarda bulunan şefkat ve merhamet duygusunu ise evrimciler kesinlikle açıklayamamaktadırlar. Çünkü evrim teorisine göre doğada daimi bir çatışma vardır ve evrim bu şekilde gerçekleşir. Halbuki farklı türler (farkında olarak veya olmayarak) birbirleriyle devamlı olarak yardımlaşırlar. Bir hayvanda o kadar büyük bir şefkat ve fedakarlık duygusu vardır ki, yavrusu için her an ölümü göze alır. Bir penguen, yavrusu için 4 ay aç kalıp onu soğuktan korumak için ayaklarının üzerinde taşımaktadır. Vahşi hayvanlar dahi yavrularına karşı aşırı derece merhametlidirler.
********************************************************* Evrim teorisi bilimsel bir gerçek değil, materyalizmi ve ateizmi desteklemek için ayakta tutulan bir aldatmacadır. Evrim teorisi, tarih boyunca insanlığa zarardan başka hiçbir şey getirmeyen ideolojilere de ilham kaynağı olmuştur. Mesela emperyalist devletler evrim teorisi sayesinde şuçlarını meşru hale getiriyorlardı. Köleleştirdikleri zencilerin, daha evrimini tamamlayamamış hayvanlar olduklarını iddia ediyorlardı. Darwin de Avrupalı beyaz adamın haricindeki tüm milletleri (Türklerde dahil olmak üzere) “aşağı ırklar” olarak nitelendiriyordu. Ve evrimin kuralı olarak, bu aşağı ırkların zamanla Avrupalılar tarafından yok edileceklerini iddia ediyordu. Ayrıca evrim teorisi, Nazizm ve Komünizm gibi ideolojilere ilham kaynağı olarak milyonlarca insanın katliamına sebebiyet vermiştir. Evet, yüce Yaratıcıyı inkar edip şerefli insan oğlunu hayvanlarla aynı kefeye koymanın sonucunda katliamdan başka ne beklenebilir ki? **********************************************************
Öncelikle bugün 12.02.2009. Bu tarihi şundan dolayı atmak istedim. Bugün ntv televizyon kanalında evrim teorisi ile ilgili bir program yayınlandı. Bu programda (cümleleri tam hatırlamasam da) insanların evrimle dini inanışlarından dolayı çatışmasından bahsediyor. Aynı zamanda Darwinin 200. doğumgünü imiş. Tabi bu bizi ilgilendirmiyor. Burada şundan bahsetmek isterim. Neden evrim teorisi böyle zihinleri karıştıracak şekilde anlatılıyor. Ben canlı yayına çıkmış isem kanıtım varsa konuşurum. Yok efendim neden evrim hala kabul görmüyor, yok efendim vatikan artık evrim teorisiyle uzlaşmaya gidiyor, yok efendim Ahmedinejad bile okullarda okutulmasına karşı değil, yok efendim biyoloji kitaplarında yaratılış varmış neden evrim teorisi yokmuş, yok efendim evrimle islamın çatışacak noktası yokmuş... Bunlar ikinci planda konuşulması gereken konulardır. ilk önce kamuoyunun önünde evrim teorisinin bilimselliği tartışılmalıdır sonra ortaya çıkan sonuçla bu konular irdelenmelidir. Medyada ve akademik çevrede bazı kesimler kendilerinin çoğunluk olduğunu düşünerek evrim teorisini insanlara dayatmaya çalışıyor. Evrimi savunmayanlara tutucu gözüyle bakıp kendilerini üstün görüyorlar. Halbuki inandıklarını bir kanıtla sunamayan kendileri adeta evrimi kendilerine bir maşa yaparak sürekli insanların kafalarını karıştırıyorlar. Ben evrim teorisindeki bazı çıkmazları soru şeklinde yönelteceğim verecek cevabı olan varsa hodri meydan... 1- Günümüzde big bangin varlığı su götürmez bir gerçektir. Acaba Darwin, teorisinde yaratılıştan yani büyük bir oluşumdan bahsediyor mu? Yoksa statik bir evrenden mi bahsediyor? 2- Hücre hakkında etrafı jöleli bir yapı ibaresi ne demek? Evrim teorisi ışığında açıklayınız? 3- İnsanın maymundan geldiğine dair bir fosil kanıdı var mıdır?
Pek çok insan evrim teorisini, Charles Darwin tarafından ortaya atılan, sağlam bilimsel delillere, gözlemlere ve deneylere dayalı bir teori zanneder. Oysa evrim teorisinin ilk fikir babası Darwin olmadığı gibi, teorinin kaynağı da bilimsel deliller değildir.
Mezopotamya'da putperest dinlerin hakimiyetinin bulunduğu bir dönemde, canlılığın ve evrenin kökeni hakkında birçok batıl inanç ve efsane yaygındı; bunlardan biri de 'evrim' inancıydı. Sümerler'den kalan Enuma-İliş adlı yazıtta anlatıldığına göre, ilk başta bir su karmaşası vardı ve bu su karmaşasının içerisinden birdenbire Lahau ve Lahamu adlı tanrılar ortaya çıkmıştı. Bu batıl inanışa göre, ibadet edilen bu putlar ilk önce kendi kendilerini var etmişler, daha sonra da evrimleşerek diğer maddeleri ve canlıları oluşturmuşlardı. Yani Sümer efsanelerine göre canlılık, cansız su kaosundan birdenbire oluşmuş ve evrimleşerek gelişmişti.
Eski Yunan materyalist filozoflarından Demokritos da günümüz materyalistleri gibi, maddenin ezeli olduğunu ve maddeden başka bir varlık bulunmadığı yanılgısına sahipti. Evrim efsanesi, daha sonra bir başka putperest medeniyet olan Eski Yunan'da hayat sahası buldu. Eski Yunan'ın materyalist filozofları, maddeyi yegane varlık sayıyorlardı. Sümerler'den miras kalan evrim efsanesine ise, canlıların nasıl oluştuğunu açıklamak niyetiyle başvurdular. Böylece materyalist felsefe ve evrim efsanesi Eski Yunan'da birleşti, oradan da Roma kültürüne taşındı.
Evrim teorisinin savunduğu bütün canlıların ortak bir ataya sahip oldukları düşüncesini, Fransız biyolog Comte de Buffon, 18. yüzyılın ortasında ileri sürdü. Charles Darwin'in büyükbabası Erasmus Darwin Buffon'un ortaya attığı fikri geliştirdi ve bugün 'evrim teorisi' dediğimiz düşüncenin ilk temel önermelerini ortaya koydu.
Erasmus Darwin'den sonra Fransız doğa bilimci Jean Baptiste Lamarck, 19. yüzyılın başında ilk kapsamlı evrim teorisini ortaya attı. (bkz. Lamarck, Jean Baptiste) Lamarck, evrimin mekanizmasını 'kazanılan özelliklerin nesilden nesle aktarılması' olarak açıklıyordu. Buna göre canlıların yaşamları sırasında uğradıkları değişiklikler kalıcıydı ve yeni nesillere kalıtsal olarak aktarılabiliyordu. Lamarck'ın teorisi ortaya atıldığı dönemde büyük sükse yapmıştı, ama sonraları popülaritesini hızla yitirdi. Lamarck'ın teorileri hakkında haklı kuşkulara sahip olanlar araştırmalara başlamışlardı.
1870 yılında İngiliz biyolog Weismann, yaşam sırasında kazanılmış olan özelliklerin bir sonraki nesle aktarılmasının imkansız olduğunu ve böylece Lamarck'ın teorisinin yanlış olduğunu ispatladı. Bu nedenle, bugün evrim teorisi olarak bizlere ve tüm dünyaya empoze edilen öğreti, kendini Lamarck'a dayandırmaz. Bugün tüm dünyada evrim teorisi olarak bilinen Darwinizm'in doğuşu, Charles Darwin'in 1859'da yayınladığı The Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favored Races in the Struggle for Life (Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon veya Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla) isimli kitapla olmuştur. Darwin, Lamarck'ın teorisindeki bazı açık mantık hatalarını elemiş ve canlıların evrimini kalıtsal olarak açıklamak yerine 'doğal seleksiyon' tezini ortaya atmıştır.
Evrim teorisi canlıların yaratılmış oldukları gerçeğini reddeder, doğal süreçlerin ve rastlantısal etkilerin ürünü olduklarını savunur. Bu teoriye göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Yaklaşık bir buçuk yüzyıldır kabul gören teori, bugün paleontoloji, biyokimya, anatomi, biyofizik, genetik gibi pek çok ana bilim dalında yapılan çalışmaların sonuçlarıyla çelişmektedir.
Darwin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, insanların maymundan türediğini veya bir hayvandan başka bir hayvan geleceğini söylememiştir. Darwin böyle bir şey söylese bile bu sözün ilmi bir kıymeti olmaz.
İnsan ile hayvanlar arasındaki en büyük fark, insanın ruhudur. İnsanlarda ruh vardır. İnsanlık şerefi bu ruhtan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak Hazret-i Âdem’e verildi. İnsanlara mahsus olan bu ruh hayvanlarda yoktur. Maddecilerin bu ruhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sananları çıkıyor. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünkü ruhu vardır. Maymun ise hayvandır, insana mahsus olan ruhtan ve bu ruhun sağladığı üstünlüklerden mahrumdur. İnsan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiçbir zaman bir geçit olamaz.
Darwin’i kullandılar Materyalistler, fen adamı rolüne girip, (İnsanların maymundan türediğini Darwin söyledi) diyorlar. Halbuki Darwin böyle bir şey söylemedi. Canlılar arasında hayat mücadelesini anlattı. (Türlerin Kökeni) ismindeki kitabında, canlıların çevreye uyduklarını, bunun için, ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. (Bir tür, başka türe döner) demedi. İngiliz İlim Birliğinin 1980’de Salford’daki toplantısında konuşan Prof. John Durant diyor ki: (Darwin’in insanın kökeni ile ilgili görüşleri, modern bir efsane olup çıktı. Bu efsane, ilmi ve sosyal gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi. Evrim masalları, ilmi araştırmaları tahrip etti. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden patlamış, geriye perişan ve bozuk bir düşünce yığını bırakmıştır.)
Evrimcilere göre, Neandertalar, ilk insandır, önce dört ayak üzerinde yürümüş, daha sonra da bugünkü hâle gelmiştir. Bu kadar ilkel olan bir mahlûkun bugünkü mükemmelliğe ulaşması mümkün değildir. Bütün din kitapları, ilk insanın homo sapien [iki ayak üzerinde yürüyen ve düşünebilen bir mahlûk] olduğunu bildirmektedir. Dört ayakla yürüyen hayvanın bugünkü insana dönüşebileceğini hiç kimse iddia etmemiştir. Paleontoloji mütehassısları, bir canlının başka türe dönmediğini, canlılardaki değişmelerin, kendi türleri arasında olduğunu bildirirler.
Bütün din kitapları, ilk insan olan Hazret-i Âdem’in, buğday ektiğini, ev yaptığını ve kendisine on forma kitap verildiğini bildirmektedir. Görüldüğü gibi ilk insanın, dünyanın oldukça tekamül ettiği bir zamanda yaratılmış olduğu, dört ayağı üzerinde yürüyen, mağaralarda yaşayan mahlûklarla hiçbir ilgisinin olmadığı apaçıktır. [Zaten bütün din kitapları, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Havva ile Cennette yaşadığını, sonra dünyaya indirildiklerini bildirmektedir. Cennetten gelenlerin başka ilkel mahlûklarla ne alakası olabilir? ]
Üçüncü zaman sonunda yaşayan “Antropoit” dedikleri maymun iskeleti bulununca, evrimciler tarafından, (İnsanın ceddi olan maymunun kemiği bulundu. İnsanın maymundan geldiği kesinleşti) gibi yalanlar yazılıp, hayali resimler yapıldı.
1912’de İngiltere’de C. Dawson bir fosil bulduğunu söyledi. Sonradan (Piltdown adamı) denilen bu fosil, maymunla insan arasında bulunan fosiller içinde en güvenilir olarak meşhur oldu. Bu fosilin kafatası ve dişleri insanınkine, çene kemikleri ise maymunun çene kemiğine benziyordu. Böylece ilk insanın maymun insan arası bir mahlûk olduğu yazılıp çizildi. Din ile alay edildi. Bu fosilin şüpheli taraflarının bulunduğunu, bu bakımdan yeniden incelenmesini isteyen bilim adamlarına izin verilmedi. Ama son yıllarda bir Alman heyeti, bu fosili inceler, şüpheli yerler bulur. Neticede Dawson’un, hile yaparak, insan kafatasına maymunun çene kemiğini yerleştirdiği, çeneye de insan dişlerini koyduğu açığa çıktı.
1922’de Pliosen devrine ait bir azı dişi bulundu. Hemen evrimciler, bunun ilkel bir insan olduğunu söylediler. Bir azı dişinden esinlenerek, (Nebraska adamı eşiyle beraber) diye hayali resimler çizdiler. Amerika ve İngiliz basınında günlerce makaleler yazıldı. Neticede bu dişin, bir domuza ait olduğu tespit edildi.
Yarım kafatası, uyluk kemiği ile üç azı dişi ayrı ayrı yerlerde bulunmuş, bunların hepsi bir kafa kabul edilmiş ve adına Java adamı denilmiştir. Prof. Gish bu hususta diyor ki: (Java adamı denilen varlık bir maymundur. Maymun kafatası ile insan uyluğu birleştirilmiş, adına Java adamı denilmiştir.)
Bu kemikleri bulan ve Java adamı adını veren Mr. Dubois, ölmeden önce, gerçeği itiraf etmiştir. (Java adamı dediğim kemikler, gerçekte bir gibbon maymunudur) demiştir.
Madem böyle şu adam, bu adam yaşamış da, niye bir tane de, binlerce değildir? Bu husus da bunların uydurma olduğunun başka bir delilidir.
Evrimciler ne kadar uğraşırsa uğraşsın güneş balçıkla sıvanmaz. Maymundan geldiğini söyleyenler olduğu gibi, ayıdan geldiklerini söyleyenleri de vardır. Bir İtalyan profesörü, insanın maymundan değil, ayıdan geldiğine dair üç delil ortaya atmıştır:
1- Ayı, yavrusunu döverken insan gibi tokatlar, maymun ise ısırır.
2- Ayı, dişisi ile, yavrularının görmediği bir yerde çiftleşir. Halbuki maymunda böyle bir şey yoktur. Yavrularının yanında da çiftleşir.
3- Oyuncak dükkânına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu deliller insanların ayıdan geldiğini gösterir.
Maymun teorisi gibi ayı teorisi de, ilim adına uydurulmuş bir rezalettir.
Evrim ve tesadüfler Prof. Dr. Cevat Babuna konuşmasına şöyle devam etti: İnançsız evrimcilere göre, bir organizma veya bunun temsilcisi olan hücreler, bir işi yapa yapa öğrenirler ve sonunda ona göre uyum sağlarlar. Mesela zürafanın boynu yüksek dallardan gıda temin etmeye çalışa çalışa uzamıştır. Parmaklarımız sert cisimlere vura vura koruyucu olan tırnağı geliştirmiştir. Türler ve hücreler arasında bir hayat savaşı vardır. Bu savaşta kuvvetli olan zayıfı tasfiye eder.
Sadece hayatın başlama noktası, bütün bu iddiaların ne kadar geçersiz ve saçma olduğunu ortaya koymaktadır.
Dünya kurulalı beri hiçbir sperma hücresi, dölleme görevini yaptıktan sonra tekrar geri dönmek ve ana hücrelerine yaptığı işler hakkında bilgi vermek imkânını bulamamıştır.
Mademki, sperma ana hücresinin ve spermanın, kendisini ne gibi görevler beklediğini önceden bilmesine imkân yoktur. O zaman kendisine özel yapıyı veren ve bir sürü tedbirler aldıran nedir?
Spermanın başına koruyucu zırhı yerleştiren, birtakım hücreleri yok edecek eritici silahları taşıtan hangi kuvvettir?
Bilim dünyasının bile ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında öğrenebildiği insan hücresinin kromozom sayısının 46 olduğunu sperma nereden biliyor?
46’dan daha fazla kromozomlu bir insanın sakat olacağını, hatta öleceğini ve bu sebepten kromozom sayısını yarıya indirmesi gerektiğini nasıl öğrenmiştir? Yola çıkmadan önce görevinin başka bir hücreyle birleşmek olduğunu da bilmeden, üstelik bu işlemi 20. asırda değil, onbinlerce yıldan beri kusursuz olarak yerine getirmektedir.
Bu bilgileri ne kendisini yapan ana hücreden, ne de dünyadaki antropologlardan veya jinekolog doktorlardan alması mümkün değildir. O halde bu tedbirler ve ince mühendislik hesapları hangi kuvvetin eseridir?
Kromozomlarını indirgeyen sperma hücresi, taşıdığı yüzbinlerce genin kontrolünü hangi bilgisayarlarla yapmakta ve bunların yeterli olmadığını görerek yarıştan niçin çekilmektedir?
Çocuğun cinsiyetini verecek kromozomlar X ve Y harfleriyle adlandırılır. Yumurtacıkta daima X kromozomu vardır. Sperma ise yarısı X, yarısı Y kromozomlarından oluşan bir kombinasyona sahiptir. Yumurtacık, X kromozomu taşıyan bir sperma tarafından döllenirse, döllenmiş hücrede XX kromozomları olur ve çocuk dişi olur. Y kromozomu taşıyan bir sperma döllerse, çocuk XY kromozomlu olur, yani erkek olur. Buradan da anlaşılabileceği gibi, cinsiyeti tayin edecek spermadır, yani babadır.
Bu bilgilere göre, doğacak çocukların % 50’sinin erkek ve % 50’sinin kız olması gerekir. Hâlbuki gerçekte bu böyle olmamaktadır.
Normal hayatta dış şartlara kadınlar erkeklere göre daha dayanıklıdır. Mesela düşük kilolu bebeklerin kuvözlerde erkek çocukların yaşama şansı, kız çocuklara oranla daha azdır.
Aynı şekilde büyüklerde de, çeşitli sebeplerle erkekler kadınlardan daha çok ölmektedir. Harpler, trafik kazaları vs. ele alındığında, dünya üzerindeki erkek sayısının gittikçe azalan bir çizgi izlemesi gerekirdi.
Bu şekilde, sonunda sadece kadınlardan ibaret bir dünya ortaya çıkardı. Hâlbuki herkes biliyor ki, dünyada kadın erkek sayısında belirli bir denge vardır ve bu denge değişmemektedir.
Bütün bunlara rağmen, aklı başında olmak kaydıyla, her şeyin tesadüfen meydana geldiğini söyleyebilecek bir kişi çıkabilir mi?
Evrim ideolojisi Bilim Araştırma Vakfı’nın davetlisi olarak ülkemize gelen Paleontolog Prof. Dr. Duane Gish, konferansta özetle dedi ki: Canlıların kökenini araştırmak için başvurulabilecek en somut deliller, fosil kayıtlarıdır. Yani yaratılış veya evrimden, hangisinin doğru olduğunu saptayabilmek için, fosil kayıtlarının, hangisini desteklediğini incelemek gereklidir. Evrimciler, “Tesadüflerle, ilkelden gelişmişe doğru bir ilerleme kaydederek bugüne gelindi” diyorlar. Evrim gerçek olsaydı, evrimcilerin iddia ettikleri yüz milyonlarca yıl boyunca gerçekleşen evrim sürecinde, yüz milyonlarca canlı, kendinden önceki bir türden bir sonraki türe doğru gelişecekti. Bu ise, kaçınılmaz olarak yüz milyonlarca “ara-geçiş formu”nun varlığını gerektirirdi. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir.
Fosil kayıtlarının evrimi desteklemediği ortadadır. Kediler hep kedi, maymunlar hep maymun ve insanlar hep insan kalmışlardır. Evrimciler çarpık değerlendirmeler yapıyor. Kendi teorilerine uydurmaya çalıştıkları zamanlama metotlarını sık sık değiştirerek, yeni ortaya çıkan bilgilerin ışığında evrimi geçerli kılmaya çalışıyorlarsa da, bu çabaların faydasız olduğunu da biliyorlar.
Başlangıçta umduğu fosillerin bir türlü bulunamadığı görülünce, fosil kayıtları ve teorisinin birbirleriyle tutarsızlığını açıklamak için, Darwin’in bulduğu çözüm, yani fosil kayıtlarının çok eksik olduğu iddiası ileri sürüldü. Oysa şu anda Darwin’in döneminden beri 120 yıl geçti ve fosil kayıtları çok miktarda arttı. Bugün 250 bin farklı türün fosili mevcut. Ancak durum başlangıçtan farklı değil. Hâlâ Darwin’in bulunmasını umduğu fosillerden iz yoktur.
Karmaşık canlıların gelişmeleri için gereken milyonlarca yılda bırakmaları gereken fosillerin hiçbirinin mevcut olmayışı, bu teoriyi herhangi bir dayanaktan yoksun bırakır. Bu karmaşık canlıların birdenbire ve evrim açısından “dramatik” biçimde ortaya çıkışlarını açıklamak amacıyla girişilen jeolojik, iklimsel, atmosferik ve kimyasal çabaların hepsi çökmüştür. Bu kadar şüphe götürmez delillere rağmen, eğer bir kimse bu karmaşık canlıların hiçbir iz bırakmadan evrimleştiğine inandığını söylerse, elbette bu modern bilime zıttır. Bu kişi, evrime, bilimsel gerçekler ışığında değil, bilimsel gerçeklere rağmen inandığını kabul ediyor demektir. Nitekim evrimi savunan çevrelerin, içinde bulunduğu durum da budur. Bu ise, evrimi bilimsellikten uzaklaştırarak bir ideoloji haline sokmuştur.
Evrimciler insanın maymundan evrimleştiği düşüncesinde idiler. Ancak bu evrim süreci ve fosil kayıtları da yine en çok evrimciler tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Evrimcilerin, “Maymunla insan arası” olarak açıkladıkları Australapithecus aferensis, insan gibi iki ayağı üzerinde yürümüyordu. Bazı hareketler [mesela bir daldan meyve koparmak] için kısa süreli olarak dikilmesi, onun insan olduğu anlamına gelmiyordu. Günümüz paleontoloji araştırmaları ise, bunun artık soyu tükenmiş bir maymun cinsi olduğunu söylüyorlar.
Eugene Dubois, insanın maymundan evrimleşerek geldiğini söylemişti. 1891’de önce bir kafatası ve bundan 15 m. uzakta bir uyluk kemiği buldu. Ardından buluntulara 3 adet diş eklendi. Dubois bunların tek bir canlıya ait olduğunu iddia etmekle kalmadı, 900 cc olarak hesapladığı kafatasından hareketle ilkel bir maymun ve uyluk kemiğinden hareketle de dik yürüyen bir insan türü olduğunu ortaya attı. Buna Homo erectus [Dik yürüyen maymun] adını verdi. Bu yanlış iddia, evrimcilerce sevinçle karşılandı.
Ne var ki, Dubois bile, bir süre sonra kendisinin de ikna olmadığını ve bunun bir maymuna ait olduğunu düşündüğünü itiraf etti. Birçok bilim adamı da bunun Pithecantropus türü bir maymuna ait bir kafatası olduğu konusunda birleştiler.
İkinci örnek Pekin Adamı da bundan farklı değildir. Evrimciler hiçbir tutarlı iddia ortaya koyamadılar, iddialarını destekleyen hiçbir fosil kaydı bulunamadı ve evrimin, bilimsellikten uzak “İdeolojik bir çalışma” olduğu anlaşılmış oldu.
Evrim efsaneye dayanır Bilim Araştırma Vakfı’nın düzenlediği, yerli yabancı ilim adamlarının katıldığı konferansta konuşan Amerikalı biyolog Prof. Dr. Kenneth Cumming dedi ki: Evrim efsaneye dayanır. Şöyle ki, Enuma Elish destanı Yunan filozoflarını çok etkiledi. Thales, Aristo ve Platon felsefi teorilerini Sümerler’in destanından esinlenerek oluşturmuşlardı. Yunan filozoflarının doktrinleri ise Lamarck’a kadar uzandı. Lamarck ilk defa, canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini söyleyerek konuyu güncelleştirdi. Lamarck, bugünkü zürafaların geçmişte boynunun kısa olduğunu, ancak ağaçların yüksek dallarına uzandıkça boyunlarının da uzadığını iddia etmişti. Genetik biliminden habersizdi. Bugün böyle bir gelişimin, biyolojik olarak imkânsızlığı ispat edilmiştir. Lamarck’tan sonra, bu safsatayı Darwin tekrar gündeme getirdi.
Darwin’in fikirleri, temel olarak gözlemlere ve doğal seleksiyon, ayıklama adını verdiği bir mekanizmaya dayanır. Buna göre bütün canlılar, ortak bir ataya sahiptir ve türler bu ortak atadan zamanla, yavaş yavaş çeşitlenerek ortaya çıkmıştır.
Darwin’in zamanında genetik ve mikrobiyoloji gibi hücre ve üreme konularına bilimsel açıklamalar getiren bilimler mevcut değildi. Bunun için iddialarına karşı, kesin bir şey söylenemiyordu. Bu bilimlerin ortaya çıkması, Darwin’in teorisini temellerinden sarstı. Bu durumda evrimciler de yeni yollar aramak durumunda kaldılar ve teoriye mutasyon mekanizması eklendi.
Bu iddiaya göre, mutasyonlar, yani canlının genetik şifresi DNA’da meydana gelen hasar, bozulma ve kopmalar neticesinde yeni canlılar oluşuyordu ve doğal seleksiyon bunları ayıklayarak güçlülerin hayatta kalmalarını sağlıyordu.
Oysa bu durum teoriyi kendi içinde bile çelişkili hale getirmişti. Çünkü mutasyonlar canlıya zarar verip yaşama şansını azaltıyordu. Zaten çok nadiren meydana gelen bir mutasyon, üstelik de kazanılan özelliğin bir sonraki nesle aktarılabilmesi için ancak üreme hücrelerinde olması gerekirken, canlıya büyük zarar veriyordu. Tek bir faydalı mutasyonu tanımlamak bile çok zorken, türü değiştirebilecek bir mutasyonlar zincirini düşünmek imkânsızdı.
1953’de Miller bir deney gerçekleştirdi. Evrimcilerin iddialarındaki doğal seleksiyon mekanizmasının tek bir örneğinin bile mevcut olmadığını, çeşitli sebeplerden dolayı hayvan toplulukları sayılarında değişme yaşandığını, ancak hiçbir zaman bir kedinin köpeğe, bir çamın meşeye dönüşmediğini ispat etti. Moleküler düzeyindeki incelemelerinde, aminoasitlerin yapılarının evrimle açıklanamayacağı görüldü.
Bütün canlılarda, rastgele değil, çok muntazam bir dizayn vardır. Buna göre canlı organizmalar, bir makinenin parçaları gibi yüzlerce, binlerce parçanın, daha doğrusu sistemin birlikte çalışmasıyla hayatlarını devam ettirmektedirler.
Bu çok sayıdaki parçanın herbiri birbiri ile mükemmel bir uyum içinde çalışmaktadır. Mesela vücudun savunma sistemleri, organizmanın korunması için antikor oluşumu, hücre temizliği ve iltihabi reaksiyon gibi karmaşık metotlar kullanırlar. Yara tamiri, kan pıhtılaşması gibi birçok döngü reaksiyonları meydana getirirler. Olayların kendine has oluşları ve kontrolün oluşumu üst düzey bir dizayna işaret etmektedir. Böyle üstün bir dizayn tesadüfler sonucu ve rastgele oluşmuş olamaz. Bu, bir sisteme ait olan ve birbiriyle uyumlu bütün parçaların, ancak o sistemi bütünüyle tanıyan bir Yaratıcı tarafından ortaya çıkarılmış olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu parçaların her birinin yapısı, iç mekanizması ve işleyişindeki harikalık da o yaratıcının varlığına birer delildir. [Kur’an-ı kerimde ilk insanın topraktan, neslinin ise nutfeden yaratıldığı bildiriliyor. İlim ilerledikçe Kur’an-ı kerimin bildirdiği bu gerçek daha iyi anlaşılıyor.]
Evrim ve yaratılış Bilim Araştırma Vakfı yöneticileri, bir dergideki solcu bir yazara verdikleri cevabı, basına da dağıtmışlar. Bu uzun mesajda özetle [ve kısa ilavelerle] deniyor ki: Dergideki yazıda, “Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmaktadır” denmiştir. Hâlbuki bahsedilen konferanslarda, Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmamış, çürütülmüştür. Evrim teorisi ele alınmış, ateist ideolojilerin ürünü olan bu dogmanın mesnetsizliği, bizzat bilim yoluyla ortaya konarak, teorinin çöpe atılması sağlanmıştır. Ayrıca Marksist felsefeyi savunanların yaratılış gerçeği karşısında ileri sürdükleri teori, her açıdan geçersiz kalmış ve savunucuları büyük bir hezimete uğramıştır.
Yazıda, “Evrim teorisi dinin en zayıf noktasıdır” deniyor. Evrim teorisi dinin değil, materyalist felsefenin en zayıf noktasıdır. Çünkü başta K. Marx ve F. Engels olmak üzere materyalist felsefenin ileri gelen fikir babalarınca defalarca ifade edildiği gibi, Evrim teorisi, materyalist felsefenin temel dayanağını teşkil etmektedir. Nitekim K. Marx, Evrim teorisini ortaya atan Darwin’in kitabı için, “Bizim görüşlerimizin doğal tarihi temelini içeren kitap budur” demiştir.
Evrim teorisi, materyalist felsefenin temeli olduğu için, bu teorinin mesnetsizliğini ortaya koyan her bulgu, materyalist felsefenin ve onunla bağlantılı bütün ideolojilerin de mesnetsizliğini ortaya çıkarmaktır. İşte yazarın saldırgan bir tutum sergilemesinin ardında yatan asıl sebep budur.
Dergi, “İnsanlar, yaratılış için tanrısal bir masal uydurmuşlar. Kutsal kitaplar, bütün canlıların Hazret-i Âdem’den yaratıldığını söyler” derken, dergi, bütün canlıların değil, insanların türemesini kastetmiş olmalıdır. Çünkü bilindiği gibi, Kur’an-ı kerimde Hazret-i Âdem’in ilk canlı olduğu ve mikroorganizmalardan memelilere kadar bütün canlıların Hazret-i Âdem’den türediği gibi bir açıklama mevcut değildir. Kur’an-ı kerimde, Hazret-i Âdem’in ilk insan olduğu ve insan neslinin Hazret-i Âdem’den türediği belirtilmektedir.
Yazar, “Doğal Seçme Yasası ile din asla bağdaşmaz” diyor. Yazar dini bilmediği gibi, Evrim teorisini ve bilimi de bilmiyor. Çünkü Doğal Seçme Yasası diye bir şey yoktur. Doğal seçme [seleksiyon] ise, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir kelime oyunundan ibarettir.
Yazar, “İnsanlar tercihlerini ya inançtan, ya bilimden yana yapacaklardır” diyor. Eğer, “İnanç”tan kastettiği “Yaratılış inancı” ise, iddiası gerçek dışıdır. Yaratılış ile bilim arasında hiçbir aykırılık mevcut değildir. Bilimsel gerçekler, yaratılışın doğruluğunu ortaya koymaktadır. Eğer “İnanç”tan kastettiği, Evrim teorisine olan körü körüne bağlılık ise, yalnız bu tespiti doğrudur. Bilim başka şey, Evrim teorisi başka şeydir. İnsanlar tercihlerini ya bilimden, ya Evrim teorisinden yana yapacaklardır. Hem bilim, hem Evrim teorisi savunulamaz.
Yazar, “Yaratılışa inananlar Evrim teorisini çürütseler bile, yine de bu, insanları yaratılış masalına inandırmaya yetmez” diyor.
Birincisi, yaratılış masal değil gerçektir. Esas masal olan, çeşitli türlerde atomların uzun bir zaman içerisinde, tesadüfler sonucu bir araya gelerek, elektron mikroskobu yapıp, kendi vücudunun hücre yapısını inceleyen bilim adamlarına dönüştüğünü iddia eden Evrim teorisidir.
İkincisi, Evrim teorisinin yanlışlığı, elbette ki, yaratılışı ispatlayan delillerden biridir. Canlıların tesadüfle oluşmasının imkânsızlığı, şuurun varlığı, bu da yaratıcının varlığını ispatlamaktadır. Başka bir deyişle, yaratılış, hem bilimsel verilerin yaratılışı doğrulamasıyla, hem de yaratılış dışındaki alternatiflerin imkânsızlığıyla kesinlik kazanmaktadır. Yazar, “Din ile bilim hiçbir zaman birbirleriyle uyuşmaz” diyor. Demek ki yazar, Evrim teorisini ilim ile karıştırıyor. (ALINTI)
^^Ota Benga^^, 1904 yılında, Samuel Verner adlı evrimci bir araştırmacı tarafından Kongo'da yakalanmıştı. Adı, kendi dilinde ^^dost^^ anlamına gelen yerli, evli ve iki çocuk babasıydı. Ama bir hayvan gibi zincirlendi, kafese kondu ve ABD'ye götürüldü. Buradaki evrimci bilim adamları, St. Louis Dünya Fuarı'nda onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese koyarak ve ne yazık ki ^^insana en yakın ara geçiş formu^^ olarak teşhir ettiler.
İki yıl sonra ise New York'taki Bronx Hayvanat Bahçesi'ne götürdüler ve birkaç ^^şempanze^^, Dinah adı verilen bir ^^goril^^ ve Dohung adı verilen bir ^^orangutan^^ ile birlikte ^^insanın eski ataları^^ adı altında sergilediler. Hayvanat bahçesinin evrimci müdürü Dr. William T. Hornaday, bu nadide ^^ara geçiş formuna^^ sahip olmanın kendisine verdiği gurur hakkında uzun konuşmalar yapmış, ziyaretçiler de kafese konan Ota Benga'ya sıradan bir hayvan gibi davranmışlardı.
Ota Benga, sonunda maruz kaldığı uygulamaya dayanamayarak ^^İNTİHAR^^ eder. Demek ki ^^Ota Benga^^ insanla hayvan arasında bir geçiş formu değil, hepimiz gibi onuru ve gururu olan bir ^^İNSAN^^mış.
Evrimciler 1922 yılında ^^Nebraska Çölü'nde^^ bulunan tek bir dişe bakarak, bunun sözde insan evriminde bir ara türe ait olduğunu iddia etmiş hatta yaptıkları canlandırma resimlerinde hayali canlının bedenini üstelik ailesiyle birlikte göstermişlerdi.
Halbuki bir dişe bakıp bunun kıllarla kaplı bir vücuda ve maymunla insan arası görünüme sahip bir canlıya ait olduğunu bilmek imkânsızdı.
Nitekim evrimci hayâller kısa süre sonra ^^boşa çıktı^^ ve fosilin bir ^^domuz dişi^^ olduğu anlaşıldı. ;)
Ancak EVRİM HİPOTEZİ bu tür sahte delillerle adını çoktan EVRİM TEORİSİNE dönüştürmüştü bile. Hani bir laf vardır ^^adı çıkmış dokuza inmez sekize^^ diye. Bu tam da evrim teorisi için söylenebilir. Artık kimse bu hipoteze hipotez demiyor, teori diyor bu da evrimi savunan görüş için büyük bir kazanım oldu. Belki de asıl amaç buydu.
Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de ^^Piltdown^^ yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere ^^Piltdown Adamı^^ adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı.
1949'da ise British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan ^^flor testi^^metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı.
Yapılan testte Piltdown Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı. Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı.
Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de ^^yeni ölmüş bir orangutana^^ aitti. Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için ^^potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti.^^ Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark; ^^dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatlerden kaçmış olabilir? ^^ diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Bunlar üzerine ^^Piltdown Adamı^^, 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum' dan alelacele çıkarıldı. ;)
Bu nedenle sözde evrim teorisi bana insanların ille de maymundan geldik demek için ne kadar büyük bir gayret içinde olduklarını düşündürüyor.
Şempanzelerin, insanların, gorillerin ve orangutanların DNA’larını karşılaştıran ABD’li, İngiliz ve Danimarkalı bilim adamları, şempanzeler ve insanların şimdiye dek tahmin edilen 5 ila 7 milyon yıl değil, yalnızca 4 milyon önce bir ortak atadan ayrıldıklarını belirlediler.
(Buluşu (!) yapan ülkeler ile, yaptığı yıkımların birbiri ile aynı zamanda olması çok büyük bir rastlantı...)
Evrim teorisi vardır demek tam bir bağnazlık ve safsatadır. Evrim demek bizi Allah yaratmadı biz maymundan türedik demektir. Bunu bile bile bu teoriye inanmakta tam bir cahillik ve ebedi Cehennem azabına müstehak olmaktır. Ayrıca bütün delilleri çürütülmüş absürt bir teordir... Bu teoriye normal insanlar inanmazlar...
toprağa atılan tohum, buğday olur. o buğdaylar değirmende öğütülür un olur. un su katılınca hamur olur. unun içindede aminoasit olmasa su katıldığı zaman hamura dönüşmez.(ve sen bana evrimden bahsediyosun) dünya saatte 1000km den hızlı doner. ve bu donme esnasında canlılk yaşamını sürdürmeye devam eder. (ve sen bana hala evrimden bahsediyosun)
Bilim ahlakı denilen kavrama göre bilimde tarafsız olunması gerektiği ve bilim adamının araştırmalarında kendi inanç ve düşüncesini araştırma konusuna dahil etmemesidir. Görüyorum ki evrim teorisine bilim adamı dışında herkes bu olaya karşı çıkıyor. Evrim teorisinde teoriyi açıklayandan çok eleştiren var. Evrim teorisini öğrenmek istiyorum ama araştırdığımda evrimi tanıtan yerine hep ona topyekun savaş ilan edenler var Bu hiç etik değil.
tarih boyunca tüm çağlarda allahı inkar edenlerin hep bir bahanesi vardı. ve hepsi tarih sayfalarına gömüldüler. hep hak galip geldi tüm bunlara karşı. şimdi ise modern putpereslik var evrim teorisi. ama bu zamandada allahın kelamı olan kuarnı kerim mucizeleriyle tüm bunları çürütüp tarih sayfalarına yollamaktatdır. en basit örneği tıpta bebeğin oluşumu yeni keşf edilirken bu çok önceden kuarnı kerim tarafından en açık bi şekilde insanlara bildirilmiştir.
Bir orangutan çenesini insan kafatasına ekleyerek çeşitli kimyasallarla eski görüntüsü vermiş ve bu kafatasını dünyanın en ünlü müzesinde yıllarca 'insanın atası' diye sergilemişler,bu resmen sahtekarlık.. Evrimciler, teorilerini kanıtlayan delilleri bulamayıp,işin içinden çıkamayınca kendileri üretmişler... :))
Bilim tarihinin en büyük yanılgısı... mesela sürüngenlerin evrimleşerek kuşlara dönüştükleri iddiası çok saçma ve kesinlikle bilimle çelişiyor,bunun delillerinden biri sürüngen pulları ile kuş tüylerinin yapıları arasındaki fark..
bu teoriye körü körüne inanan insanlar tam bi trajedi içindeler..varsayalımkı evrim zımbırtısı var... gözlemlenebilen tarih m.öncelerine dayanıyor..bu demek oluyorkı binlerce yıl...aradaki binlerce yılda evrim hiçmi evrimini sürdürmedi yoksa evrim işini bitirip tatile mi gitti...yada bir başka gezegende işi var hani oralarda yeni bir medeniyetmi kuruyor..... neden bu binlerce yılda insanlarda gözle görünür elle tutulu değişimler meydana getirmemiş..neden mutasyonlar devam etmedi biz evrimin varsayımına göre bizden daha ilkel olan insanımsı maymunlardan geldık,ve bu maymunlar kendinden daha mükemmel olan insanı meydana getirirken biz insanlar bizden önceki atalarımızdan akıl donanım olarak daha mükemmel olmamıza rağmen neden bizden daha mükemmel bi canlı oluşturamadık arada binlerce yıl olmasına rağmen sizin körü körüne bağlandığiniz evrim bunu demiyormu bir sonrakı hep daha mükemmel varlık.. maymun bozuntuları kadar becerikli değilmiyiz..değilmişiz demek puhahaha...
ademle havvanın(kaburgadan üreyen kadın :))) sapık ensest ilişkilerinden türemiş çocuklar olmaktansa maymunla ortak atadan degil maymun olmayı bile tercih ederim...................önce adem geliyo elmayı yiyo soona havva kaburgadan fırlıyo sevişiyorlar,dogan cocuklarınıda birbiriyle çiftleştiriyorlar...bumu daha mantıklısı.....tevekkeli akraba evlilikleri yaygın bu memlekette sasırmamalı..........komedi....
İlk insan Adem (a.s) Bunu bıldiği halde inkar eden ancak şeytandır. ve şeytan secde etmedi, inanmadı kıyamete kadarda ınanmayacak içinden bılırde, kalbınden inanırda Gururlanır, Kibirlenir de söyleyemezz Kırılan ve kırılacak olan boynuzunu sıvrılte sıvrılte, şeytan şeytanlığını yapacaktır evrim teorisi Allah'ı inkardır,
Öğrencisi Seyid Ahmet Arvasi'ye sorar:
- Hocam, İnsan,maymunun gelişmiş şeklidir diyorlar. Ne dersiniz?
Seyid Ahmet Arvasi cevap verir:
- O mantığa göre çınar ağacı da, maydanozun gelişmiş şeklidir.
Evrim Teorisini Çökerten 10 Külli Delil
1-Hayatın kökeni konusu evrim için tamamen bir açmaz. Darwin kitabında hayatın kökeninden hiç söz etmemiş. Çünkü onun dönemindeki bilim anlayışına göre canlıların cansız maddelerden, mesela böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluşabileceğini iddia eden 'spontane jenerasyon' adlı teori kabul görüyordu. Ancak Pasteur yaptığı uzun araştırmalar neticesinde bunun imkansızlığını ispat etti.
İlk canlı hücresinin kendi kendine oluşabileceğini ispata soyunan Alexander Oparin ve Stanley Miller gibi bilimadamlarının çabaları da fayda vermedi. Sonuçta canlı bir hücre imal etmenin imkansızlığı anlaşıldığı için bu tür çalışmalar terk edildi. Şimdi soruyorum, insanoğlunun bütün akıl, bilgi ve teknoloji birikimiyle yapamadığı bir şey, doğada, kendi kendine nasıl var olmuş acaba?
2-Bir canlı hücresi, hatta bir protein dahi tesadüfen ortaya çıkamayacak kadar komplekstir. Mesela bileşiminde 288 aminoasit bulunan bir proteinin tesadüfen oluşabilme ihtimali 10 üzeri 300'de 1 ihtimaldir. Bu, 1 rakamının yanına 300 tane sıfır gelmesiyle oluşan astronomik bir rakamdır. Zaten matematikte 10 üzeri 50'de 1'den küçük ihtimaller pratikte sıfır ihtimal kabul edilirler.
3-Darwin ortaya attığı evrim teorisini tamamen 'soğal seleksiyon'a bağlamıştı. Mesela Darwin, ayıların suda balık avlamaya çalışırken zamanla balinalara dönüştüklerini iddia etmiştir. Bu iddiaya göre ayılar, suda balık avlamaya çalışırken kazandıkları fiziksel özellikleri gelecek nesillere aktara aktara balinaya dönüşmüşlerdir.
Ama günümüzde doğal seleksiyonun evrimleştirici bir güce sahip olmadığı biliniyor. Çünkü Mendel'in keşfettiği ve genetik biliminin gelişmesiyle kesinlik kazanan kalıtım kanunları, kazanılan özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı.
4-Bunun işe yaramadığını gören evrimciler 'mutasyon' adlı yeni bir evrim mekanizması ortaya attılar. Ancak bunun da tutarlı olmadığı açıktır. Zira mutasyonlar canlıları geliştirmez, aksine her zaman zarar verirler. Canlıların kusursuz DNA zincirlerini tahrip ederler. Bugüne kadar labaratuar ortamında canlılar üzerinde uygulanan mutasyonların hiçbiri olumlu bir sonuç doğurmamıştır. Evrim teorisi ise, göz, kulak, kalp, beyin gibi çok kompleks organların mutasyonların etkisiyle oluştuğunu iddia edecek kadar çıkmazdadır.
5-Evrim teorisinin diğer bir çıkmazı da fosil kayıtlarıdır. Evrimciler, canlıların milyonlarca yılda yavaş yavaş evrimleştiklerini iddia ederler. Buna göre tarihte yarı balık-yarı sürüngen, yarı sürüngen-yarı kuş vb. milyarlarca canlı yaşamış olması gerekir. Evrimciler bu hayali canlılara “ara geçiş formu” derler. Ne ilginçtir ki Darwin’den bu yana, 140 yıldır yapılan kazı çalışmalarında hiç bir ara geçiş formuna rastlanmamıştır. Milyonlarca yıl önce yaşamış canlılar, fosil kayıtlarında bugünkü şekilleriyle belirirler.
Evrimcilerin ara geçiş formu olarak tanıttıkları bazı fosillerin ise gerçekte birer aldatmacadan ibaret oldukları sonradan anlaşılmıştır. Mesela; evrimciler Coelacanth adlı bir balık fosilini ara geçiş formu olarak tanıttılar. Çoktan evrimleşerek soyu tükenmiş sayılan balığın gerçeği Hint okyanusunda bulunduğunda evrimciler büyük bir şok yaşadılar. Fosilin gerçek Coelacanth’tan hiçbir farkı yoktu.
Evrimciler ikinci olarak Archoeopteryx adlı bir kuş fosilinin ara geçiş formu olduğunu iddia ettiler. Archoeopteryx’in sternuma, yani göğüs kasına sahip olduğu tespit edilince de, tam bir kuş olduğu, dolayısıyla ara geçiş formu sayılamayacağı anlaşıldı.
Ayrıca bazı evrimciler, geçersiz olduğunun farkına vardıkları teorilerinin sözde ispatı adına birçok bilim sahtekarlığı düzenlemişlerdir. Mesela, Haeckel’in embriyo çizimleri veya bir insan kafatasına bir orangutan çenesi yerleştirilerek üretilen ve 40 yıl boyunca bilim dünyasını ve insanlığı aldatan “Piltdown adamı” fosili buna bir örnektir. Evrimcilerin bir diş fosiline dayanarak ürettikleri “Nebraska adamı” da buna örnek teşkil eder. Dişin bir yaban domuzuna ait olduğu anlaşıldığında evrimciler büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı.
Ramapithecus ve Australopithecus türlerinin hepsinin de soyu tükenmiş maymun ırkları olduklarını, Cro-Magnon, Homo Sapiens, Homo Hapilis, Homo Erectus ve Neandertal adamının ve benzer fosillerin de geçmiş insan ırklarına ait olduklarını ve bu kafatasları arasındaki farklılıkların günümüz insan ırklarının kafatasları arasındaki farklılıklardan fazla olmadığını evrimcilerin kendileri dahi itiraf etmektedirler.
6-Bu mesele tek başına evrim teorisini gömmeye yeter. Evrimin mantığına göre, ara geçiş formlarının sayısı normal canlıların sayısından fazla olmalıdır. Farzedelim bir sürüngen türünden 10 tane varsa, sürüngenle kuş arasındaki, her biri farklı bir canlı türü olarak kabul edilebilecek olan 1000 değişik hilkat garibesiyle karşılaşırız. Belki de daha fazla.
Yani bu mantığa göre şu an insanoğlunun bulduğu sürüngen fosili sayısı 1000'se, bulunan ara geçiş formlarının sayısı belki yüzbinleri aşmalıydı. Niye bu canlılardan eser yok..?
7-Biyokimya, anatomi ve mikrobiyolojinin gelişmesi, canlılardaki organ ve sistemlerin ne derece kompleks ve mükemmel olduklarını ortaya koymuştur. Mesela, vücudumuzda paralı askerler gibi çalışan antikorlar, bilim adamlarının kompleksliği karşısında dehşete düştükleri hücrelerimiz, bir bilgi bankası gibi bütün özelliklerimizi içinde saklayan DNA’larımız, bilim adamlarının sırrını hala çözemedikleri beynimiz, kendisinden haberdar olmadığımız halde üzerine beş yüzden fazla görev yüklenmiş olan karaciğerimiz, Darwin’in; “Bu organı düşünmek beni teorimden soğuttu.” dediği gözlerimiz ve daha burada sayamayacağımız nice organ ve bu organların birbirleriyle olan münasebetleri, evrim teorisinin tesadüf mantığını kesinlikle geçersiz kılmaktadır.
8-“İndirgenemez komplekslik” denilen bilimsel kaideye göre, bir canlı, evrim teorisinin iddia ettiği şekilde; zamanla, küçük değişiklerle ve kademe kademe ortaya çıkmış olamaz. Mesela gözü ele alalım. Yaklaşık kırk farklı organelden oluşan insan gözünün çalışabilmesi için, gözün her organalinin tam ve eksiksiz olarak bulunması ve görevini kusursuz bir şekilde yerine getirmesi gerekir. Sadece bir organel, mesela gözyaşı bezleri olmasa veya gerektiği gibi çalışmasa, göz beş-on dakika içinde kurur ve kör olur. Bu şu demektir: Göz, bütün organelleriyle birlikte “tam ve eksiksiz” olarak oluşmuş olmalıdır. Bu da yaratılışın tarifidir.
Gözün kademe kademe oluştuğunu varsaysak, evrimin mantığına göre, işe yaramayan organların körelmiş organ kategorisine gireceğini ve evrimin bir kanunu olarak eleneceklerini kabul etmemiz gerekir. Ama gözün elenmediğini, yani gözün bir anda var olduğunu görmekteyiz.
9-Bir kutunun içine bir ampulü oluşturabilecek materyalleri koyup onu milyarlarca yıl orada bekletsek, meydana bir ampulün çıkabileceğini iddia edebilir miyiz? Peki karada ve denizde yer alıp da teknolojik aletlerle kıyaslanamayacak kadar kaliteli ısı, elektrik ve ışık üretebilen canlılar kör tesadüfler sonucu oluşabilirler mi?
Sahilde dolaşırken birkaç kelimeden oluşan bir yazı görsek, onun, dalgaların sahile vurmasıyla tesadüfen oluştuğunu mu iddia ederiz, bilinçli bir tasarlayıcının elinden çıktığını mı? Peki kelebeklerin üzerindeki geometrik desen, kuşların kanatlarındaki mükemmel düzen ve hayvanlardaki, tasarlanmış olduğunu her yönden belli eden göz alıcı sanatlar tesadüfen oluşabilir mi?
Veya doğada kamuflaj yapan yüzlerce canlı tesadüfen oluşabilir mi? Kendileri farkında olmadıkları halde bulundukları ortamla aynı rengi alan bukalemunlar ve bazı ahtapotlar, kanat kısmı en ince ayrıntısına kadar bir yaprağa benzeyen bazı böcekler, bir asker gibi otlardan faydalanarak kamuflaj yapan yengeçler, mevsim değişikliğiyle beraber tüyleri bulunduğu ortamın rengini alan kutup kuşları ve dahası... Bu kamuflaj sistemlerinin tesadüfen oluştuklarını hiçbir akıl sahibi iddia edemez.
10-Kaplumbağa doğar doğmaz denize ulaşması gerektiğini, ördek yumurtadan çıktığı an yüzmeyi, arı doğduğu an altıgen petekler yapabilmeyi, kunduz modern barajlarla eşdeğer barajlar inşa edebilmeyi, sivrisinek kanı emmeye başlamadan narkoz kullanması gerektiğini ve bu narkozu üretebilmeyi, örümcek kauçuk ipliğinden %30 esnek, aynı kalınlıktaki çelikten 5 kat sağlam iplik yapacak kimyasal malzemeyi bulmayı ve onu kullanmayı, kör termitler topraktan havalandırma sistemli gökdelenler inşa etmeyi ve birçok hayvan, insanın aklını başından alan savunma ve avlanma tekniklerini nereden bilmektedirler? Evrimciler bunlara şu cevabı verirler; “Hayvanlar milyonlarca yıl önce tesadüfen bir şey keşfetmiş, bu alışkanlık haline gelmiş ve kan yoluyla gelecek nesillere aktarılmıştır. Buna içgüdü denir.”
Bir kere hayvanların kesinlikle akıl etme, keşfetme ve öğrenme gibi özellikleri yoktur. İkincisi, hayvanlarda sonradan kazanılan özellikler gelecek nesillere kesinlikle hiçbir şekilde aktarılamaz. Dahası bu hayvanlar bu özelliklere yeryüzünde belirdikleri anda sahip olmak zorundadırlar. Bu özelliklere sahip olmayan hayvanlar hayatiyetlerini devam ettiremezler.
Hayvanlarda bulunan şefkat ve merhamet duygusunu ise evrimciler kesinlikle açıklayamamaktadırlar. Çünkü evrim teorisine göre doğada daimi bir çatışma vardır ve evrim bu şekilde gerçekleşir. Halbuki farklı türler (farkında olarak veya olmayarak) birbirleriyle devamlı olarak yardımlaşırlar. Bir hayvanda o kadar büyük bir şefkat ve fedakarlık duygusu vardır ki, yavrusu için her an ölümü göze alır. Bir penguen, yavrusu için 4 ay aç kalıp onu soğuktan korumak için ayaklarının üzerinde taşımaktadır. Vahşi hayvanlar dahi yavrularına karşı aşırı derece merhametlidirler.
*********************************************************
Evrim teorisi bilimsel bir gerçek değil, materyalizmi ve ateizmi desteklemek için ayakta tutulan bir aldatmacadır. Evrim teorisi, tarih boyunca insanlığa zarardan başka hiçbir şey getirmeyen ideolojilere de ilham kaynağı olmuştur. Mesela emperyalist devletler evrim teorisi sayesinde şuçlarını meşru hale getiriyorlardı. Köleleştirdikleri zencilerin, daha evrimini tamamlayamamış hayvanlar olduklarını iddia ediyorlardı. Darwin de Avrupalı beyaz adamın haricindeki tüm milletleri (Türklerde dahil olmak üzere) “aşağı ırklar” olarak nitelendiriyordu. Ve evrimin kuralı olarak, bu aşağı ırkların zamanla Avrupalılar tarafından yok edileceklerini iddia ediyordu.
Ayrıca evrim teorisi, Nazizm ve Komünizm gibi ideolojilere ilham kaynağı olarak milyonlarca insanın katliamına sebebiyet vermiştir.
Evet, yüce Yaratıcıyı inkar edip şerefli insan oğlunu hayvanlarla aynı kefeye koymanın sonucunda katliamdan başka ne beklenebilir ki?
**********************************************************
Öncelikle bugün 12.02.2009. Bu tarihi şundan dolayı atmak istedim. Bugün ntv televizyon kanalında evrim teorisi ile ilgili bir program yayınlandı. Bu programda (cümleleri tam hatırlamasam da) insanların evrimle dini inanışlarından dolayı çatışmasından bahsediyor. Aynı zamanda Darwinin 200. doğumgünü imiş. Tabi bu bizi ilgilendirmiyor. Burada şundan bahsetmek isterim. Neden evrim teorisi böyle zihinleri karıştıracak şekilde anlatılıyor. Ben canlı yayına çıkmış isem kanıtım varsa konuşurum. Yok efendim neden evrim hala kabul görmüyor, yok efendim vatikan artık evrim teorisiyle uzlaşmaya gidiyor, yok efendim Ahmedinejad bile okullarda okutulmasına karşı değil, yok efendim biyoloji kitaplarında yaratılış varmış neden evrim teorisi yokmuş, yok efendim evrimle islamın çatışacak noktası yokmuş... Bunlar ikinci planda konuşulması gereken konulardır. ilk önce kamuoyunun önünde evrim teorisinin bilimselliği tartışılmalıdır sonra ortaya çıkan sonuçla bu konular irdelenmelidir. Medyada ve akademik çevrede bazı kesimler kendilerinin çoğunluk olduğunu düşünerek evrim teorisini insanlara dayatmaya çalışıyor. Evrimi savunmayanlara tutucu gözüyle bakıp kendilerini üstün görüyorlar. Halbuki inandıklarını bir kanıtla sunamayan kendileri adeta evrimi kendilerine bir maşa yaparak sürekli insanların kafalarını karıştırıyorlar. Ben evrim teorisindeki bazı çıkmazları soru şeklinde yönelteceğim verecek cevabı olan varsa hodri meydan...
1- Günümüzde big bangin varlığı su götürmez bir gerçektir. Acaba Darwin, teorisinde yaratılıştan yani büyük bir oluşumdan bahsediyor mu? Yoksa statik bir evrenden mi bahsediyor?
2- Hücre hakkında etrafı jöleli bir yapı ibaresi ne demek? Evrim teorisi ışığında açıklayınız?
3- İnsanın maymundan geldiğine dair bir fosil kanıdı var mıdır?
Pek çok insan evrim teorisini, Charles Darwin tarafından ortaya atılan, sağlam bilimsel delillere, gözlemlere ve deneylere dayalı bir teori zanneder. Oysa evrim teorisinin ilk fikir babası Darwin olmadığı gibi, teorinin kaynağı da bilimsel deliller değildir.
Mezopotamya'da putperest dinlerin hakimiyetinin bulunduğu bir dönemde, canlılığın ve evrenin kökeni hakkında birçok batıl inanç ve efsane yaygındı; bunlardan biri de 'evrim' inancıydı. Sümerler'den kalan Enuma-İliş adlı yazıtta anlatıldığına göre, ilk başta bir su karmaşası vardı ve bu su karmaşasının içerisinden birdenbire Lahau ve Lahamu adlı tanrılar ortaya çıkmıştı. Bu batıl inanışa göre, ibadet edilen bu putlar ilk önce kendi kendilerini var etmişler, daha sonra da evrimleşerek diğer maddeleri ve canlıları oluşturmuşlardı. Yani Sümer efsanelerine göre canlılık, cansız su kaosundan birdenbire oluşmuş ve evrimleşerek gelişmişti.
Eski Yunan materyalist filozoflarından Demokritos da günümüz materyalistleri gibi, maddenin ezeli olduğunu ve maddeden başka bir varlık bulunmadığı yanılgısına sahipti.
Evrim efsanesi, daha sonra bir başka putperest medeniyet olan Eski Yunan'da hayat sahası buldu. Eski Yunan'ın materyalist filozofları, maddeyi yegane varlık sayıyorlardı. Sümerler'den miras kalan evrim efsanesine ise, canlıların nasıl oluştuğunu açıklamak niyetiyle başvurdular. Böylece materyalist felsefe ve evrim efsanesi Eski Yunan'da birleşti, oradan da Roma kültürüne taşındı.
Evrim teorisinin savunduğu bütün canlıların ortak bir ataya sahip oldukları düşüncesini, Fransız biyolog Comte de Buffon, 18. yüzyılın ortasında ileri sürdü. Charles Darwin'in büyükbabası Erasmus Darwin Buffon'un ortaya attığı fikri geliştirdi ve bugün 'evrim teorisi' dediğimiz düşüncenin ilk temel önermelerini ortaya koydu.
Erasmus Darwin'den sonra Fransız doğa bilimci Jean Baptiste Lamarck, 19. yüzyılın başında ilk kapsamlı evrim teorisini ortaya attı. (bkz. Lamarck, Jean Baptiste) Lamarck, evrimin mekanizmasını 'kazanılan özelliklerin nesilden nesle aktarılması' olarak açıklıyordu. Buna göre canlıların yaşamları sırasında uğradıkları değişiklikler kalıcıydı ve yeni nesillere kalıtsal olarak aktarılabiliyordu. Lamarck'ın teorisi ortaya atıldığı dönemde büyük sükse yapmıştı, ama sonraları popülaritesini hızla yitirdi. Lamarck'ın teorileri hakkında haklı kuşkulara sahip olanlar araştırmalara başlamışlardı.
1870 yılında İngiliz biyolog Weismann, yaşam sırasında kazanılmış olan özelliklerin bir sonraki nesle aktarılmasının imkansız olduğunu ve böylece Lamarck'ın teorisinin yanlış olduğunu ispatladı. Bu nedenle, bugün evrim teorisi olarak bizlere ve tüm dünyaya empoze edilen öğreti, kendini Lamarck'a dayandırmaz. Bugün tüm dünyada evrim teorisi olarak bilinen Darwinizm'in doğuşu, Charles Darwin'in 1859'da yayınladığı The Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favored Races in the Struggle for Life (Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon veya Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla) isimli kitapla olmuştur. Darwin, Lamarck'ın teorisindeki bazı açık mantık hatalarını elemiş ve canlıların evrimini kalıtsal olarak açıklamak yerine 'doğal seleksiyon' tezini ortaya atmıştır.
Evrim teorisi canlıların yaratılmış oldukları gerçeğini reddeder, doğal süreçlerin ve rastlantısal etkilerin ürünü olduklarını savunur. Bu teoriye göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Yaklaşık bir buçuk yüzyıldır kabul gören teori, bugün paleontoloji, biyokimya, anatomi, biyofizik, genetik gibi pek çok ana bilim dalında yapılan çalışmaların sonuçlarıyla çelişmektedir.
Darwin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, insanların maymundan türediğini veya bir hayvandan başka bir hayvan geleceğini söylememiştir. Darwin böyle bir şey söylese bile bu sözün ilmi bir kıymeti olmaz.
İnsan ile hayvanlar arasındaki en büyük fark, insanın ruhudur. İnsanlarda ruh vardır. İnsanlık şerefi bu ruhtan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak Hazret-i Âdem’e verildi. İnsanlara mahsus olan bu ruh hayvanlarda yoktur. Maddecilerin bu ruhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sananları çıkıyor. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünkü ruhu vardır. Maymun ise hayvandır, insana mahsus olan ruhtan ve bu ruhun sağladığı üstünlüklerden mahrumdur. İnsan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiçbir zaman bir geçit olamaz.
Darwin’i kullandılar
Materyalistler, fen adamı rolüne girip, (İnsanların maymundan türediğini Darwin söyledi) diyorlar. Halbuki Darwin böyle bir şey söylemedi. Canlılar arasında hayat mücadelesini anlattı. (Türlerin Kökeni) ismindeki kitabında, canlıların çevreye uyduklarını, bunun için, ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. (Bir tür, başka türe döner) demedi. İngiliz İlim Birliğinin 1980’de Salford’daki toplantısında konuşan Prof. John Durant diyor ki:
(Darwin’in insanın kökeni ile ilgili görüşleri, modern bir efsane olup çıktı. Bu efsane, ilmi ve sosyal gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi. Evrim masalları, ilmi araştırmaları tahrip etti. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden patlamış, geriye perişan ve bozuk bir düşünce yığını bırakmıştır.)
Evrimcilere göre, Neandertalar, ilk insandır, önce dört ayak üzerinde yürümüş, daha sonra da bugünkü hâle gelmiştir. Bu kadar ilkel olan bir mahlûkun bugünkü mükemmelliğe ulaşması mümkün değildir. Bütün din kitapları, ilk insanın homo sapien [iki ayak üzerinde yürüyen ve düşünebilen bir mahlûk] olduğunu bildirmektedir. Dört ayakla yürüyen hayvanın bugünkü insana dönüşebileceğini hiç kimse iddia etmemiştir. Paleontoloji mütehassısları, bir canlının başka türe dönmediğini, canlılardaki değişmelerin, kendi türleri arasında olduğunu bildirirler.
Bütün din kitapları, ilk insan olan Hazret-i Âdem’in, buğday ektiğini, ev yaptığını ve kendisine on forma kitap verildiğini bildirmektedir. Görüldüğü gibi ilk insanın, dünyanın oldukça tekamül ettiği bir zamanda yaratılmış olduğu, dört ayağı üzerinde yürüyen, mağaralarda yaşayan mahlûklarla hiçbir ilgisinin olmadığı apaçıktır. [Zaten bütün din kitapları, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Havva ile Cennette yaşadığını, sonra dünyaya indirildiklerini bildirmektedir. Cennetten gelenlerin başka ilkel mahlûklarla ne alakası olabilir? ]
Üçüncü zaman sonunda yaşayan “Antropoit” dedikleri maymun iskeleti bulununca, evrimciler tarafından, (İnsanın ceddi olan maymunun kemiği bulundu. İnsanın maymundan geldiği kesinleşti) gibi yalanlar yazılıp, hayali resimler yapıldı.
1912’de İngiltere’de C. Dawson bir fosil bulduğunu söyledi. Sonradan (Piltdown adamı) denilen bu fosil, maymunla insan arasında bulunan fosiller içinde en güvenilir olarak meşhur oldu. Bu fosilin kafatası ve dişleri insanınkine, çene kemikleri ise maymunun çene kemiğine benziyordu. Böylece ilk insanın maymun insan arası bir mahlûk olduğu yazılıp çizildi. Din ile alay edildi. Bu fosilin şüpheli taraflarının bulunduğunu, bu bakımdan yeniden incelenmesini isteyen bilim adamlarına izin verilmedi. Ama son yıllarda bir Alman heyeti, bu fosili inceler, şüpheli yerler bulur. Neticede Dawson’un, hile yaparak, insan kafatasına maymunun çene kemiğini yerleştirdiği, çeneye de insan dişlerini koyduğu açığa çıktı.
1922’de Pliosen devrine ait bir azı dişi bulundu. Hemen evrimciler, bunun ilkel bir insan olduğunu söylediler. Bir azı dişinden esinlenerek, (Nebraska adamı eşiyle beraber) diye hayali resimler çizdiler. Amerika ve İngiliz basınında günlerce makaleler yazıldı. Neticede bu dişin, bir domuza ait olduğu tespit edildi.
Yarım kafatası, uyluk kemiği ile üç azı dişi ayrı ayrı yerlerde bulunmuş, bunların hepsi bir kafa kabul edilmiş ve adına Java adamı denilmiştir. Prof. Gish bu hususta diyor ki:
(Java adamı denilen varlık bir maymundur. Maymun kafatası ile insan uyluğu birleştirilmiş, adına Java adamı denilmiştir.)
Bu kemikleri bulan ve Java adamı adını veren Mr. Dubois, ölmeden önce, gerçeği itiraf etmiştir. (Java adamı dediğim kemikler, gerçekte bir gibbon maymunudur) demiştir.
Madem böyle şu adam, bu adam yaşamış da, niye bir tane de, binlerce değildir? Bu husus da bunların uydurma olduğunun başka bir delilidir.
Evrimciler ne kadar uğraşırsa uğraşsın güneş balçıkla sıvanmaz. Maymundan geldiğini söyleyenler olduğu gibi, ayıdan geldiklerini söyleyenleri de vardır. Bir İtalyan profesörü, insanın maymundan değil, ayıdan geldiğine dair üç delil ortaya atmıştır:
1- Ayı, yavrusunu döverken insan gibi tokatlar, maymun ise ısırır.
2- Ayı, dişisi ile, yavrularının görmediği bir yerde çiftleşir. Halbuki maymunda böyle bir şey yoktur. Yavrularının yanında da çiftleşir.
3- Oyuncak dükkânına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu deliller insanların ayıdan geldiğini gösterir.
Maymun teorisi gibi ayı teorisi de, ilim adına uydurulmuş bir rezalettir.
Evrim ve tesadüfler
Prof. Dr. Cevat Babuna konuşmasına şöyle devam etti:
İnançsız evrimcilere göre, bir organizma veya bunun temsilcisi olan hücreler, bir işi yapa yapa öğrenirler ve sonunda ona göre uyum sağlarlar. Mesela zürafanın boynu yüksek dallardan gıda temin etmeye çalışa çalışa uzamıştır. Parmaklarımız sert cisimlere vura vura koruyucu olan tırnağı geliştirmiştir. Türler ve hücreler arasında bir hayat savaşı vardır. Bu savaşta kuvvetli olan zayıfı tasfiye eder.
Sadece hayatın başlama noktası, bütün bu iddiaların ne kadar geçersiz ve saçma olduğunu ortaya koymaktadır.
Dünya kurulalı beri hiçbir sperma hücresi, dölleme görevini yaptıktan sonra tekrar geri dönmek ve ana hücrelerine yaptığı işler hakkında bilgi vermek imkânını bulamamıştır.
Mademki, sperma ana hücresinin ve spermanın, kendisini ne gibi görevler beklediğini önceden bilmesine imkân yoktur. O zaman kendisine özel yapıyı veren ve bir sürü tedbirler aldıran nedir?
Spermanın başına koruyucu zırhı yerleştiren, birtakım hücreleri yok edecek eritici silahları taşıtan hangi kuvvettir?
Bilim dünyasının bile ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında öğrenebildiği insan hücresinin kromozom sayısının 46 olduğunu sperma nereden biliyor?
46’dan daha fazla kromozomlu bir insanın sakat olacağını, hatta öleceğini ve bu sebepten kromozom sayısını yarıya indirmesi gerektiğini nasıl öğrenmiştir? Yola çıkmadan önce görevinin başka bir hücreyle birleşmek olduğunu da bilmeden, üstelik bu işlemi 20. asırda değil, onbinlerce yıldan beri kusursuz olarak yerine getirmektedir.
Bu bilgileri ne kendisini yapan ana hücreden, ne de dünyadaki antropologlardan veya jinekolog doktorlardan alması mümkün değildir. O halde bu tedbirler ve ince mühendislik hesapları hangi kuvvetin eseridir?
Kromozomlarını indirgeyen sperma hücresi, taşıdığı yüzbinlerce genin kontrolünü hangi bilgisayarlarla yapmakta ve bunların yeterli olmadığını görerek yarıştan niçin çekilmektedir?
Çocuğun cinsiyetini verecek kromozomlar X ve Y harfleriyle adlandırılır. Yumurtacıkta daima X kromozomu vardır. Sperma ise yarısı X, yarısı Y kromozomlarından oluşan bir kombinasyona sahiptir. Yumurtacık, X kromozomu taşıyan bir sperma tarafından döllenirse, döllenmiş hücrede XX kromozomları olur ve çocuk dişi olur. Y kromozomu taşıyan bir sperma döllerse, çocuk XY kromozomlu olur, yani erkek olur. Buradan da anlaşılabileceği gibi, cinsiyeti tayin edecek spermadır, yani babadır.
Bu bilgilere göre, doğacak çocukların % 50’sinin erkek ve % 50’sinin kız olması gerekir. Hâlbuki gerçekte bu böyle olmamaktadır.
Normal hayatta dış şartlara kadınlar erkeklere göre daha dayanıklıdır. Mesela düşük kilolu bebeklerin kuvözlerde erkek çocukların yaşama şansı, kız çocuklara oranla daha azdır.
Aynı şekilde büyüklerde de, çeşitli sebeplerle erkekler kadınlardan daha çok ölmektedir. Harpler, trafik kazaları vs. ele alındığında, dünya üzerindeki erkek sayısının gittikçe azalan bir çizgi izlemesi gerekirdi.
Bu şekilde, sonunda sadece kadınlardan ibaret bir dünya ortaya çıkardı. Hâlbuki herkes biliyor ki, dünyada kadın erkek sayısında belirli bir denge vardır ve bu denge değişmemektedir.
Bütün bunlara rağmen, aklı başında olmak kaydıyla, her şeyin tesadüfen meydana geldiğini söyleyebilecek bir kişi çıkabilir mi?
Evrim ideolojisi
Bilim Araştırma Vakfı’nın davetlisi olarak ülkemize gelen Paleontolog Prof. Dr. Duane Gish, konferansta özetle dedi ki:
Canlıların kökenini araştırmak için başvurulabilecek en somut deliller, fosil kayıtlarıdır. Yani yaratılış veya evrimden, hangisinin doğru olduğunu saptayabilmek için, fosil kayıtlarının, hangisini desteklediğini incelemek gereklidir. Evrimciler, “Tesadüflerle, ilkelden gelişmişe doğru bir ilerleme kaydederek bugüne gelindi” diyorlar. Evrim gerçek olsaydı, evrimcilerin iddia ettikleri yüz milyonlarca yıl boyunca gerçekleşen evrim sürecinde, yüz milyonlarca canlı, kendinden önceki bir türden bir sonraki türe doğru gelişecekti. Bu ise, kaçınılmaz olarak yüz milyonlarca “ara-geçiş formu”nun varlığını gerektirirdi. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir.
Fosil kayıtlarının evrimi desteklemediği ortadadır. Kediler hep kedi, maymunlar hep maymun ve insanlar hep insan kalmışlardır. Evrimciler çarpık değerlendirmeler yapıyor. Kendi teorilerine uydurmaya çalıştıkları zamanlama metotlarını sık sık değiştirerek, yeni ortaya çıkan bilgilerin ışığında evrimi geçerli kılmaya çalışıyorlarsa da, bu çabaların faydasız olduğunu da biliyorlar.
Başlangıçta umduğu fosillerin bir türlü bulunamadığı görülünce, fosil kayıtları ve teorisinin birbirleriyle tutarsızlığını açıklamak için, Darwin’in bulduğu çözüm, yani fosil kayıtlarının çok eksik olduğu iddiası ileri sürüldü. Oysa şu anda Darwin’in döneminden beri 120 yıl geçti ve fosil kayıtları çok miktarda arttı. Bugün 250 bin farklı türün fosili mevcut. Ancak durum başlangıçtan farklı değil. Hâlâ Darwin’in bulunmasını umduğu fosillerden iz yoktur.
Karmaşık canlıların gelişmeleri için gereken milyonlarca yılda bırakmaları gereken fosillerin hiçbirinin mevcut olmayışı, bu teoriyi herhangi bir dayanaktan yoksun bırakır. Bu karmaşık canlıların birdenbire ve evrim açısından “dramatik” biçimde ortaya çıkışlarını açıklamak amacıyla girişilen jeolojik, iklimsel, atmosferik ve kimyasal çabaların hepsi çökmüştür. Bu kadar şüphe götürmez delillere rağmen, eğer bir kimse bu karmaşık canlıların hiçbir iz bırakmadan evrimleştiğine inandığını söylerse, elbette bu modern bilime zıttır. Bu kişi, evrime, bilimsel gerçekler ışığında değil, bilimsel gerçeklere rağmen inandığını kabul ediyor demektir. Nitekim evrimi savunan çevrelerin, içinde bulunduğu durum da budur. Bu ise, evrimi bilimsellikten uzaklaştırarak bir ideoloji haline sokmuştur.
Evrimciler insanın maymundan evrimleştiği düşüncesinde idiler. Ancak bu evrim süreci ve fosil kayıtları da yine en çok evrimciler tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Evrimcilerin, “Maymunla insan arası” olarak açıkladıkları Australapithecus aferensis, insan gibi iki ayağı üzerinde yürümüyordu. Bazı hareketler [mesela bir daldan meyve koparmak] için kısa süreli olarak dikilmesi, onun insan olduğu anlamına gelmiyordu. Günümüz paleontoloji araştırmaları ise, bunun artık soyu tükenmiş bir maymun cinsi olduğunu söylüyorlar.
Eugene Dubois, insanın maymundan evrimleşerek geldiğini söylemişti. 1891’de önce bir kafatası ve bundan 15 m. uzakta bir uyluk kemiği buldu. Ardından buluntulara 3 adet diş eklendi. Dubois bunların tek bir canlıya ait olduğunu iddia etmekle kalmadı, 900 cc olarak hesapladığı kafatasından hareketle ilkel bir maymun ve uyluk kemiğinden hareketle de dik yürüyen bir insan türü olduğunu ortaya attı. Buna Homo erectus [Dik yürüyen maymun] adını verdi. Bu yanlış iddia, evrimcilerce sevinçle karşılandı.
Ne var ki, Dubois bile, bir süre sonra kendisinin de ikna olmadığını ve bunun bir maymuna ait olduğunu düşündüğünü itiraf etti. Birçok bilim adamı da bunun Pithecantropus türü bir maymuna ait bir kafatası olduğu konusunda birleştiler.
İkinci örnek Pekin Adamı da bundan farklı değildir. Evrimciler hiçbir tutarlı iddia ortaya koyamadılar, iddialarını destekleyen hiçbir fosil kaydı bulunamadı ve evrimin, bilimsellikten uzak “İdeolojik bir çalışma” olduğu anlaşılmış oldu.
Evrim efsaneye dayanır
Bilim Araştırma Vakfı’nın düzenlediği, yerli yabancı ilim adamlarının katıldığı konferansta konuşan Amerikalı biyolog Prof. Dr. Kenneth Cumming dedi ki:
Evrim efsaneye dayanır. Şöyle ki, Enuma Elish destanı Yunan filozoflarını çok etkiledi. Thales, Aristo ve Platon felsefi teorilerini Sümerler’in destanından esinlenerek oluşturmuşlardı. Yunan filozoflarının doktrinleri ise Lamarck’a kadar uzandı. Lamarck ilk defa, canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini söyleyerek konuyu güncelleştirdi. Lamarck, bugünkü zürafaların geçmişte boynunun kısa olduğunu, ancak ağaçların yüksek dallarına uzandıkça boyunlarının da uzadığını iddia etmişti. Genetik biliminden habersizdi. Bugün böyle bir gelişimin, biyolojik olarak imkânsızlığı ispat edilmiştir. Lamarck’tan sonra, bu safsatayı Darwin tekrar gündeme getirdi.
Darwin’in fikirleri, temel olarak gözlemlere ve doğal seleksiyon, ayıklama adını verdiği bir mekanizmaya dayanır. Buna göre bütün canlılar, ortak bir ataya sahiptir ve türler bu ortak atadan zamanla, yavaş yavaş çeşitlenerek ortaya çıkmıştır.
Darwin’in zamanında genetik ve mikrobiyoloji gibi hücre ve üreme konularına bilimsel açıklamalar getiren bilimler mevcut değildi. Bunun için iddialarına karşı, kesin bir şey söylenemiyordu. Bu bilimlerin ortaya çıkması, Darwin’in teorisini temellerinden sarstı. Bu durumda evrimciler de yeni yollar aramak durumunda kaldılar ve teoriye mutasyon mekanizması eklendi.
Bu iddiaya göre, mutasyonlar, yani canlının genetik şifresi DNA’da meydana gelen hasar, bozulma ve kopmalar neticesinde yeni canlılar oluşuyordu ve doğal seleksiyon bunları ayıklayarak güçlülerin hayatta kalmalarını sağlıyordu.
Oysa bu durum teoriyi kendi içinde bile çelişkili hale getirmişti. Çünkü mutasyonlar canlıya zarar verip yaşama şansını azaltıyordu. Zaten çok nadiren meydana gelen bir mutasyon, üstelik de kazanılan özelliğin bir sonraki nesle aktarılabilmesi için ancak üreme hücrelerinde olması gerekirken, canlıya büyük zarar veriyordu. Tek bir faydalı mutasyonu tanımlamak bile çok zorken, türü değiştirebilecek bir mutasyonlar zincirini düşünmek imkânsızdı.
1953’de Miller bir deney gerçekleştirdi. Evrimcilerin iddialarındaki doğal seleksiyon mekanizmasının tek bir örneğinin bile mevcut olmadığını, çeşitli sebeplerden dolayı hayvan toplulukları sayılarında değişme yaşandığını, ancak hiçbir zaman bir kedinin köpeğe, bir çamın meşeye dönüşmediğini ispat etti. Moleküler düzeyindeki incelemelerinde, aminoasitlerin yapılarının evrimle açıklanamayacağı görüldü.
Bütün canlılarda, rastgele değil, çok muntazam bir dizayn vardır. Buna göre canlı organizmalar, bir makinenin parçaları gibi yüzlerce, binlerce parçanın, daha doğrusu sistemin birlikte çalışmasıyla hayatlarını devam ettirmektedirler.
Bu çok sayıdaki parçanın herbiri birbiri ile mükemmel bir uyum içinde çalışmaktadır. Mesela vücudun savunma sistemleri, organizmanın korunması için antikor oluşumu, hücre temizliği ve iltihabi reaksiyon gibi karmaşık metotlar kullanırlar. Yara tamiri, kan pıhtılaşması gibi birçok döngü reaksiyonları meydana getirirler. Olayların kendine has oluşları ve kontrolün oluşumu üst düzey bir dizayna işaret etmektedir. Böyle üstün bir dizayn tesadüfler sonucu ve rastgele oluşmuş olamaz. Bu, bir sisteme ait olan ve birbiriyle uyumlu bütün parçaların, ancak o sistemi bütünüyle tanıyan bir Yaratıcı tarafından ortaya çıkarılmış olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu parçaların her birinin yapısı, iç mekanizması ve işleyişindeki harikalık da o yaratıcının varlığına birer delildir.
[Kur’an-ı kerimde ilk insanın topraktan, neslinin ise nutfeden yaratıldığı bildiriliyor. İlim ilerledikçe Kur’an-ı kerimin bildirdiği bu gerçek daha iyi anlaşılıyor.]
Evrim ve yaratılış
Bilim Araştırma Vakfı yöneticileri, bir dergideki solcu bir yazara verdikleri cevabı, basına da dağıtmışlar. Bu uzun mesajda özetle [ve kısa ilavelerle] deniyor ki:
Dergideki yazıda, “Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmaktadır” denmiştir. Hâlbuki bahsedilen konferanslarda, Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmamış, çürütülmüştür. Evrim teorisi ele alınmış, ateist ideolojilerin ürünü olan bu dogmanın mesnetsizliği, bizzat bilim yoluyla ortaya konarak, teorinin çöpe atılması sağlanmıştır. Ayrıca Marksist felsefeyi savunanların yaratılış gerçeği karşısında ileri sürdükleri teori, her açıdan geçersiz kalmış ve savunucuları büyük bir hezimete uğramıştır.
Yazıda, “Evrim teorisi dinin en zayıf noktasıdır” deniyor. Evrim teorisi dinin değil, materyalist felsefenin en zayıf noktasıdır. Çünkü başta K. Marx ve F. Engels olmak üzere materyalist felsefenin ileri gelen fikir babalarınca defalarca ifade edildiği gibi, Evrim teorisi, materyalist felsefenin temel dayanağını teşkil etmektedir. Nitekim K. Marx, Evrim teorisini ortaya atan Darwin’in kitabı için, “Bizim görüşlerimizin doğal tarihi temelini içeren kitap budur” demiştir.
Evrim teorisi, materyalist felsefenin temeli olduğu için, bu teorinin mesnetsizliğini ortaya koyan her bulgu, materyalist felsefenin ve onunla bağlantılı bütün ideolojilerin de mesnetsizliğini ortaya çıkarmaktır. İşte yazarın saldırgan bir tutum sergilemesinin ardında yatan asıl sebep budur.
Dergi, “İnsanlar, yaratılış için tanrısal bir masal uydurmuşlar. Kutsal kitaplar, bütün canlıların Hazret-i Âdem’den yaratıldığını söyler” derken, dergi, bütün canlıların değil, insanların türemesini kastetmiş olmalıdır. Çünkü bilindiği gibi, Kur’an-ı kerimde Hazret-i Âdem’in ilk canlı olduğu ve mikroorganizmalardan memelilere kadar bütün canlıların Hazret-i Âdem’den türediği gibi bir açıklama mevcut değildir. Kur’an-ı kerimde, Hazret-i Âdem’in ilk insan olduğu ve insan neslinin Hazret-i Âdem’den türediği belirtilmektedir.
Yazar, “Doğal Seçme Yasası ile din asla bağdaşmaz” diyor. Yazar dini bilmediği gibi, Evrim teorisini ve bilimi de bilmiyor. Çünkü Doğal Seçme Yasası diye bir şey yoktur. Doğal seçme [seleksiyon] ise, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir kelime oyunundan ibarettir.
Yazar, “İnsanlar tercihlerini ya inançtan, ya bilimden yana yapacaklardır” diyor. Eğer, “İnanç”tan kastettiği “Yaratılış inancı” ise, iddiası gerçek dışıdır. Yaratılış ile bilim arasında hiçbir aykırılık mevcut değildir. Bilimsel gerçekler, yaratılışın doğruluğunu ortaya koymaktadır. Eğer “İnanç”tan kastettiği, Evrim teorisine olan körü körüne bağlılık ise, yalnız bu tespiti doğrudur. Bilim başka şey, Evrim teorisi başka şeydir. İnsanlar tercihlerini ya bilimden, ya Evrim teorisinden yana yapacaklardır. Hem bilim, hem Evrim teorisi savunulamaz.
Yazar, “Yaratılışa inananlar Evrim teorisini çürütseler bile, yine de bu, insanları yaratılış masalına inandırmaya yetmez” diyor.
Birincisi, yaratılış masal değil gerçektir. Esas masal olan, çeşitli türlerde atomların uzun bir zaman içerisinde, tesadüfler sonucu bir araya gelerek, elektron mikroskobu yapıp, kendi vücudunun hücre yapısını inceleyen bilim adamlarına dönüştüğünü iddia eden Evrim teorisidir.
İkincisi, Evrim teorisinin yanlışlığı, elbette ki, yaratılışı ispatlayan delillerden biridir. Canlıların tesadüfle oluşmasının imkânsızlığı, şuurun varlığı, bu da yaratıcının varlığını ispatlamaktadır. Başka bir deyişle, yaratılış, hem bilimsel verilerin yaratılışı doğrulamasıyla, hem de yaratılış dışındaki alternatiflerin imkânsızlığıyla kesinlik kazanmaktadır. Yazar, “Din ile bilim hiçbir zaman birbirleriyle uyuşmaz” diyor. Demek ki yazar, Evrim teorisini ilim ile karıştırıyor.
(ALINTI)
Asıl evrimi ben geçirdim kimse bilmiyor.Uğruna evrimleştiğim kişi bile farkedemedi.Artık farketsede farketmez :))))))
darwin amcama soralım, olmadı; orhan istediği gibi hançerler...
anlayana ve anlamayana...
insanların uydurduğu gerçek olmayan islama ve insanın sahip olduğı değerlere karşı gelen bir düşünce..
batıl inanç demek
kesinlikle teori değildir çünkü kısa bi zaman önce çürütülmüştür bunu bilmeyipte hala bu saçmalıkta diretenlere duyurulur...
Maymunlarla bağdaşır.....
^^Ota Benga^^, 1904 yılında, Samuel Verner adlı evrimci bir araştırmacı tarafından Kongo'da yakalanmıştı. Adı, kendi dilinde ^^dost^^ anlamına gelen yerli, evli ve iki çocuk babasıydı. Ama bir hayvan gibi zincirlendi, kafese kondu ve ABD'ye götürüldü. Buradaki evrimci bilim adamları, St. Louis Dünya Fuarı'nda onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese koyarak ve ne yazık ki ^^insana en yakın ara geçiş formu^^ olarak teşhir ettiler.
İki yıl sonra ise New York'taki Bronx Hayvanat Bahçesi'ne götürdüler ve birkaç ^^şempanze^^, Dinah adı verilen bir ^^goril^^ ve Dohung adı verilen bir ^^orangutan^^ ile birlikte ^^insanın eski ataları^^ adı altında sergilediler. Hayvanat bahçesinin evrimci müdürü Dr. William T. Hornaday, bu nadide ^^ara geçiş formuna^^ sahip olmanın kendisine verdiği gurur hakkında uzun konuşmalar yapmış, ziyaretçiler de kafese konan Ota Benga'ya sıradan bir hayvan gibi davranmışlardı.
Ota Benga, sonunda maruz kaldığı uygulamaya dayanamayarak ^^İNTİHAR^^ eder. Demek ki ^^Ota Benga^^ insanla hayvan arasında bir geçiş formu değil, hepimiz gibi onuru ve gururu olan bir ^^İNSAN^^mış.
Evrimciler 1922 yılında ^^Nebraska Çölü'nde^^ bulunan tek bir dişe bakarak, bunun sözde insan evriminde bir ara türe ait olduğunu iddia etmiş hatta yaptıkları canlandırma resimlerinde hayali canlının bedenini üstelik ailesiyle birlikte göstermişlerdi.
Halbuki bir dişe bakıp bunun kıllarla kaplı bir vücuda ve maymunla insan arası görünüme sahip bir canlıya ait olduğunu bilmek imkânsızdı.
Nitekim evrimci hayâller kısa süre sonra ^^boşa çıktı^^ ve fosilin bir ^^domuz dişi^^ olduğu anlaşıldı. ;)
Ancak EVRİM HİPOTEZİ bu tür sahte delillerle adını çoktan EVRİM TEORİSİNE dönüştürmüştü bile. Hani bir laf vardır ^^adı çıkmış dokuza inmez sekize^^ diye. Bu tam da evrim teorisi için söylenebilir.
Artık kimse bu hipoteze hipotez demiyor, teori diyor bu da evrimi savunan görüş için büyük bir kazanım oldu. Belki de asıl amaç buydu.
Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de ^^Piltdown^^ yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere ^^Piltdown Adamı^^ adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı.
1949'da ise British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan ^^flor testi^^metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı.
Yapılan testte Piltdown Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı. Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı.
Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de ^^yeni ölmüş bir orangutana^^ aitti. Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için ^^potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti.^^ Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark;
^^dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatlerden kaçmış olabilir? ^^ diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Bunlar üzerine ^^Piltdown Adamı^^, 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum' dan alelacele çıkarıldı. ;)
Bu nedenle sözde evrim teorisi bana insanların ille de maymundan geldik demek için ne kadar büyük bir gayret içinde olduklarını düşündürüyor.
Şempanzelerin, insanların, gorillerin ve orangutanların DNA’larını karşılaştıran ABD’li, İngiliz ve Danimarkalı bilim adamları, şempanzeler ve insanların şimdiye dek tahmin edilen 5 ila 7 milyon yıl değil, yalnızca 4 milyon önce bir ortak atadan ayrıldıklarını belirlediler.
(Buluşu (!) yapan ülkeler ile, yaptığı yıkımların birbiri ile aynı zamanda olması çok büyük bir rastlantı...)
bknz: Danimarka, Amerika, İngiltere...:D (bermuda şeytan üçgeni.)
http://www.ntvmsnbc.com/news/400957.asp
Evrim teorisi vardır demek tam bir bağnazlık ve safsatadır. Evrim demek bizi Allah yaratmadı biz maymundan türedik demektir. Bunu bile bile bu teoriye inanmakta tam bir cahillik ve ebedi Cehennem azabına müstehak olmaktır. Ayrıca bütün delilleri çürütülmüş absürt bir teordir... Bu teoriye normal insanlar inanmazlar...
Bence inananlar kafirdir...
İlk insan Hz. Adem olduğunu hepimiz biliyoruz..
Maymun nerden çıkıyor?
Sonuçta hepimiz müslümanız...
toprağa atılan tohum, buğday olur. o buğdaylar değirmende öğütülür un olur. un su katılınca hamur olur. unun içindede aminoasit olmasa su katıldığı zaman hamura dönüşmez.(ve sen bana evrimden bahsediyosun)
dünya saatte 1000km den hızlı doner. ve bu donme esnasında canlılk yaşamını sürdürmeye devam eder. (ve sen bana hala evrimden bahsediyosun)
Bilim ahlakı denilen kavrama göre bilimde tarafsız olunması gerektiği ve bilim adamının araştırmalarında kendi inanç ve düşüncesini araştırma konusuna dahil etmemesidir. Görüyorum ki evrim teorisine bilim adamı dışında herkes bu olaya karşı çıkıyor. Evrim teorisinde teoriyi açıklayandan çok eleştiren var. Evrim teorisini öğrenmek istiyorum ama araştırdığımda evrimi tanıtan yerine hep ona topyekun savaş ilan edenler var Bu hiç etik değil.
tarih boyunca tüm çağlarda allahı inkar edenlerin hep bir bahanesi vardı. ve hepsi tarih sayfalarına gömüldüler. hep hak galip geldi tüm bunlara karşı. şimdi ise modern putpereslik var evrim teorisi. ama bu zamandada allahın kelamı olan kuarnı kerim mucizeleriyle tüm bunları çürütüp tarih sayfalarına yollamaktatdır. en basit örneği tıpta bebeğin oluşumu yeni keşf edilirken bu çok önceden kuarnı kerim tarafından en açık bi şekilde insanlara bildirilmiştir.
yüce yaratıcının yaratarak şekil verdiği. her türlü koşula göre özellik verdiği canlılara güya değişime uğrama saçmalığının ismidir.
Bir orangutan çenesini insan kafatasına ekleyerek çeşitli kimyasallarla eski görüntüsü vermiş ve bu kafatasını dünyanın en ünlü müzesinde yıllarca 'insanın atası' diye sergilemişler,bu resmen sahtekarlık.. Evrimciler, teorilerini kanıtlayan delilleri bulamayıp,işin içinden çıkamayınca kendileri üretmişler... :))
Bilim tarihinin en büyük yanılgısı... mesela sürüngenlerin evrimleşerek kuşlara dönüştükleri iddiası çok saçma ve kesinlikle bilimle çelişiyor,bunun delillerinden biri sürüngen pulları ile kuş tüylerinin yapıları arasındaki fark..
bu teoriye körü körüne inanan insanlar tam bi trajedi içindeler..varsayalımkı evrim zımbırtısı var... gözlemlenebilen tarih m.öncelerine dayanıyor..bu demek oluyorkı binlerce yıl...aradaki binlerce yılda evrim hiçmi evrimini sürdürmedi yoksa evrim işini bitirip tatile mi gitti...yada bir başka gezegende işi var hani oralarda yeni bir medeniyetmi kuruyor..... neden bu binlerce yılda insanlarda gözle görünür elle tutulu değişimler meydana getirmemiş..neden mutasyonlar devam etmedi biz evrimin varsayımına göre bizden daha ilkel olan insanımsı maymunlardan geldık,ve bu maymunlar kendinden daha mükemmel olan insanı meydana getirirken biz insanlar bizden önceki atalarımızdan akıl donanım olarak daha mükemmel olmamıza rağmen neden bizden daha mükemmel bi canlı oluşturamadık arada binlerce yıl olmasına rağmen sizin körü körüne bağlandığiniz evrim bunu demiyormu bir sonrakı hep daha mükemmel varlık.. maymun bozuntuları kadar becerikli değilmiyiz..değilmişiz demek puhahaha...
kimileri için büyük kazanç kapısı, kimileri için düzene getirilmiş bir açıklama...
ademle havvanın(kaburgadan üreyen kadın :))) sapık ensest ilişkilerinden türemiş çocuklar olmaktansa maymunla ortak atadan degil maymun olmayı bile tercih ederim...................önce adem geliyo elmayı yiyo soona havva kaburgadan fırlıyo sevişiyorlar,dogan cocuklarınıda birbiriyle çiftleştiriyorlar...bumu daha mantıklısı.....tevekkeli akraba evlilikleri yaygın bu memlekette sasırmamalı..........komedi....
adı üstünde zaten 'teori'..yani kesin kanıtlanmamış...
evrim teorisi, dinlerin yaratılış konusundaki açıklamalarına göre çok daha mantıklı geliyor çoğunluğa..
'ol' deyince, 'olmaz bu işler' diyen bilim adamlarının ısrarla savunduğu, ve üzerinde halâ bilimsel çalışmaların yapıldığı bir teori...
darwın in palavraları nı..... :)
İlk insan Adem (a.s)
Bunu bıldiği halde inkar eden ancak şeytandır.
ve şeytan secde etmedi, inanmadı kıyamete kadarda ınanmayacak içinden bılırde, kalbınden inanırda
Gururlanır, Kibirlenir de söyleyemezz
Kırılan ve kırılacak olan boynuzunu sıvrılte sıvrılte, şeytan şeytanlığını yapacaktır
evrim teorisi Allah'ı inkardır,