Eylül . Beni bu eylül öldürecek Bir ask kadar zehirli,bir orospu kadar güzel. Zina yataklari kadar akici,terkedilisler kadar hüzünlü. Sabah serinlikleri; yeni bir askin haberlerini getiren eski yunan ilahelerinin bagbozumu rengi soluklari kadar ürpertici. Öglen günesleri; üzüm salkimlari kadar sicak. Aksam rüzgarlari; tene dokunan bir kamçi kadar sehvetlidir. Ben her yil ölümü ve aski bu ayda beklerim.....
Ve eylülün çiplak ayakalrina bir yazi birakirim. Eylül sabahlari; kiliçlar kadar keskin isiltilariyla tenimi kanatarak uyandirir beni. Ben eylüle akarim. Bir hüzün gibi akarim ben eylüle kanayan bir ask gibi, siyah sallara bürünmüs,genç bir ölüm gibi akarim. Seviserek,aglayarak ve ölerek akarim ben eylüle. Her yil,hep ayni vakitte,genis bir irmak gibi bütün hayati berrak sularinda yikayarak gelir, beni ve herseyi koynuna alarak, bir meçhule hüznüyle emzirerek götürür hep. Kadinlari ve hüznü eylülde severim...
Keman konçertolarini, aksam saatlerinde bir bir isik yangini ile kipkizil tüten yalniz agaçlari,ürkek tebessümleri ve edepsiz kahkahakari severim. Lacivert bir deniz benim ellerimde oynasir. Sahiller,yasli bir kadin gibi kendine terkedilir Sarkilar,incecik bürümcükten acilar vaad eder her dinleyene Bitenin baslayana dokundugu yerdir eylül...
Onun için yanik yanik tütsü kokar, Onun için degdigi yeri kanatir. Eylülde ask,eylülde aci,eylülde yalnizlik zordur, eylülde hersey zordur,ben eylülü onun için severim. Eylül isiklarinda çirilçiplak ruhlar yikanir Herkes herseye kapisini aralar 'bir ask oluverir asinalik'. Ölüm kivircik saçlarini hayatin gögsüne dokundurur. Aski ve ölümü ben hep bu ayda beklerim. Nasil da mahsun ve nasil da tehditkardir. Ben eylülde bütün asklardan ve ve kadinlardan korkarim...
Ben her yil eylülün çiplak ayaklarina bir yazi adarim. Ve ben eylüle akarim Bir hüzün gibi akarim ben eylüle, kanayan bir ask gibi akarim, Siyah sallara bürünmüs bir genç ölüm gibi akarim... . Ahmet Altan . kendisini sevmem ama bu şiiri güzel....
Milyonlarca yıldan beri akan hayat, her rüzgar değdiğinde değişen egzotik bir çiçek gibi biçimden biçime, renkten renge, kokudan kokuya geçerken, iki şey hiç değişmeden, bu değişimi sırtında taşıdı. Aşk ve cinayet. Hayat, canavar bir ipekböceği gibi kozasını hep öldürmekle sevmenin etrafında ördü. Ve insanlar hiç durmadan hep bu iki vazgeçilmez tutkuyu, öldürmeyi ve sevmeyi anlattılar. Niye öldürdüklerini ve niye sevdiklerini keşfetmeye çalıştılar. Bazen sevdikleri için öldürdüler, bazen öldürdükleri için sevdiler. Geliştikçe, cinayetlerini daha büyütüp savaşları icat ettiler. Cinayetlerini özgürleştirirken, garip bir şekilde cinayetlerinden değil, aşklarından korktular. İnsanların topluluklar halinde karşı karşıya gelip ayni anda bir çok cinayeti bir arada işlemesiyle oluşan savaşlar, bu cinayetleri herkesten iyi planlayan komutanları yarattı. Komutanlar daha iyi komutan olup başka komutanlardan daha fazla adam öldürebilmek için insanlara 'yaşamın ' önemli olmadığını anlatmaya başladılar. 'Ölün, ' dediler 'kabileniz için ölün, kralınız için ölün, padişahınız için ölün, bayrağınız için ölün, vatanınız için ölün.' Kabileler, krallar, padişahlar, bayraklar, sınırlar değişti, ama öldürmek hiç değişmedi. İnsanlar cinayetlerle ölüp aşklarla çoğaldılar. Cinayetlere kutsal isimler bulundu, kahramanlık, cesaret, şehadet icad edildi. Savaşa giden Romalı lejyonerler kendi ölümlerini kabul ederek selamladılar komutanlarını. - Ave Sezar, ölüme gidenler selamlıyor seni. İspanya iç savaşında faşistler cinayeti daha da yücelttiler. İki kelimelik korkunç sloganlarını kazıdılar tarihe. -Viva muerta. ('Yasasın ölüm.') Bir insanın hayatının 'önemsiz' olduğu kılıçlarla kazındı insanların aklına. 'Bir hayat hiçbir şeydir.' Ve, Andre Mlraux, Fransızların bu ünlü yazarı ve kültür bakanı, toplu cinayetlere kurban gidenlerin tarihi cevabını verdi komutanlara: -Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey bir hayat değildir. Hiçbir şey olan bir hayatla, bir hayat olmayan hiçbir şey arasına sıkışan insanların aşklarını romanlar, savaşlarını tarih anlattı. Aşk da savaş da aynı şekilde ilgi çekiciydi. Belki de cinayetlere ve savaşlara olan tutkuları yüzünden, insanlar aşklarını da savaşlara benzetmeye başladılar. Saldırılar, karşı saldırılar, geri çekilmeler, pusular ve ihanetler yerleştirdiler aşkların içine. Aşkta da fetihler, fatihler, zaferler, yenilgiler, güçlüler, kurbanlar vardı. Aşk da savaş gibi taraflardan biri teslim olana kadar sürüyordu, aşkta da savaşlar gibi sonuçların arasında beraberliğe yer yoktu. Aşkta da savaşta olduğu gibi güçlüler kazanıyor, güçsüzler kaybediyordu. Aşkta da savaşta olduğu gibi güçlüler soğuk ve vahşiydiler. Asurluların çocukları olan Suriyeliler, Mezopotamya ikliminin bereketli savaşları ve aşklarını yaşarken o korkunç atasözünü buldular. 'İki yürekten biri soğuk biri sıcaktır, sıcak olan yüreği çöpe atarlar, soğuk olan yürek pırlanta değerindedir.' Güçlünün ve güçsüzün, kazananın ve kaybedenin bulunduğu yerde mutluluğun olmayacağını keşfettiklerinden olsa gerek, insanlar bir şairin ağzından 'mutlu aşk' olmayacağını ilan ettiler. 'Hiçbir şey olmayan' hayatların cinayetlerinden ve aşklarından mutluluk yerine acı çıkıyordu. Cinayetlerde ve savaşlarda acı vardı, aşklarda da acı vardı. 'Niye bu kadar çok acı var' sorusunun cevabi ise bulunamıyordu. Viyana valslerinin en büyük ustası Strauss, karısını kederiyle baş başa bırakarak terk ettikten sonra acılarla sarsılan aşklarını yaşamış ve bir gün karasıyla yeniden karşılaşmıştı. Kadın herkesin kendi kendine sorduğu soruyu Strauss'a sormuştu. - Niye çektik bunca acıyı? Strauss kısa bir cevap vermişti. - Müzik gibi, hiçbir nedeni yok. 'Niye başkasının oğlu değil de benim oğlum öldü, ' sorusunun cevabı böyleydi. -Müzik gibi, hiçbir nedeni yok. 'Bu acıları niye ben çektim, ' sorusunun cevabı da aynıydı. -Müzik gibi, hiçbir nedeni yok. Hayat kozasını, cinayetlerle aşkların çevresinde örüyordu ve bunun niye böyle olduğunun cevabı yoktu. Müzik gibi nedensizdi. Nasıl şarkı söylüyorsak öyle öldürüyor, nasıl şarkı söylüyorsak öyle acı çektiriyorduk. Şarkıların, cinayetlerin, aşkların, acıların nedeni yoktu. Biz insanlar böyleydik... Biz hayatın hiçbir şey olduğuna inanıyor, mutlu aşk olmadığına iman ediyor, şarkı söyler gibi öldürüp şarkı söyler gibi acı çektiriyorduk. Ölmeye ve öldürmeye gidenler selamlıyordu komutanlarını. - Ave Sezar, ölüme gidenler selamlıyor seni. Aşka gidenlerin bir Sezar'ı olsa, onlar da böyle selamlardı onu. - Ave Sezar, acıya gidenler selamlıyor seni. Bir savaştan bir savaşa, bir aşktan bir aşka arkamızda hep yıkılmış şehirler, parçalanmış insanlar bırakarak yürüyor ve hep aynı acıyı buluyorduk. Her savaşta ve her aşkta, uzaktan altın kuleleri, gümüş kubbeleri görünen o efsanevi kaleyi, mutluluk denilen o büyülü kenti zaptedeceğimizi sanıyor, ama her seferinde biz yaklaşınca kent kaybolup yerini farkına bile varmadan yıkıp geçtiğimiz bir harabeye bırakıyordu. Komutanlar, 'Bir hayat hiçbir şeydir, ' diyordu. Aragon, 'mutlu aşk yoktur.' diyordu. Strauss, 'Müzik gibi hiçbir nedeni yok.' diyordu. İnsanlar cinayetlerini büyütüp savaşlara çeviriyor, baltalarını tüfeklerle, sapanlarını uçaklarla değiştirerek birbirlerini öldürüyorlardı, her şey değişiyor, ama öldürme tutkusu değişmiyordu. Kabileleri, kralları, bayrakları, komutanları, vatanları için öldürüyorlardı. Hiç durmadan öldürüyorlar ve öldürmeyi kutsallaştırıyorlardı. Toplu törenlerle cinayetlerini kutluyorlardı. Aşklarını da savaşlarına benzetiyorlardı. Sonra, 'Niye mutsuzuz, ' diye soruyorlardı. 'Biz niye mutsuzuz ey tanrım? ' Macbeth kral olmak için kralını öldürüyor, Othello kıskandığı için Desdamona'yı boğuyor, Brütüs özgürlük için Sezar'ı hançerliyor, Romeo aşkı için vuruluyor, Hamlet intikam için cinayetler planlıyordu. Shakespeare biçim biçim cinayetleri anlatarak hayatı çözmeye çalışıyordu. Macbeth, kralı öldürdükten sonra kanlı ellerine bakarak haykırıyordu: 'Koca Poseidon'un bütün denizleri yıkayabilir mi bu elleri? Yıkayamaz, ellerim kana boyar denizleri.' Tarih 'denizleri kana boyayan' ellerle yazılıyor, komutanlar her seferinde aynı emri veriyordu: - Öldürün! Hayat, kozasını cinayetlerle aşkların çevresinde örüyor, aşklar da savaşlara benziyordu. Savaşlarda da aşklarda da arkamızda harabeler bırakarak zaferlerden zaferlere yürüyorduk ve galibiyetle bitmiş bir savaşın sonucunda, savaş meydanına bakan Büyük İskender'e - 'Bu nedir Aristo? ' diye sorduran şair, binlerce ölümle bitmiş savaşın sonucunu Aristo'nun ağzından tek cümleyle açıklıyordu. - Zafer ya da hiç. Faşistler ise ölüme tapınıyorlardı. - Viva muerta... Hiçbir şey olan bir hayatla, bir hayat olmayan hiçbir şey arasında, savaşlara aşık olup, aşkları savaşlara dönüştürerek kederden kedere dolaşırken, Malraux 'ölüme gidenlerin' adına atıyordu çığlığını: - Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey bir hayat değildir. Şarkı söyler gibi öldürüp şarkı söyler gibi acı çektirerek, müzik gibi nedensiz ıstırapların arasında sürüklenirken, bütün acıların aslında bir nedeni olduğunu, bütün çektiklerimizin aslında bizi son çığlığı atmaya hazırladığını görecektik. - Bir hayat her şeydir. Ve bu çığlıktan sonra belki savaşlara aşık olup aşklar savaşlara çevirmekten vazgeçecek ve yeni şiirimizi duyacaktık. - Mutlu aşk vardır.
Tanrı fikri çok rahatlatıcı bir şey. Yani, Tanrı olduğu zaman iyi bir adamsan daima için rahat. Nasıl olsa Tanrı sana iyi davranır. İki, nasıl olsa her acını paylaşacak bir güç vardır ki, bu da çok muhteşem bir şey. Batılı bir düşünür, 'Tanrı fikri çok iyi bir proje' diyor.
Semavi bir edebiyatın kahramanlarından biri olmaktan hoşlanıyorum. Ben kendi müellifini tanımayan; ama ona hep hoş bakan, iyi şeyler olduğunda teşekkür etmesini bilen, kötü şeyler olduğunda, sitem eden bir kahramanı olarak dolaşırım.
Zor bir duruş
Ahmet Altan muhalif bir hayatın sahibi. Konuşmaya başlarken diyorum ki, konuşalım ama baştan bilin; 'Ey kavmim sen ki, peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin' gerçeği hâlâ devam ediyor.
Ahmet Altan'ın şu aralar üzerinde yoğunlaştığı ve eylül ayında kitaplaşacak bir çalışmasının önemli kahramanlarından olan Şeyh Efendi'ye kulak veriyorum, Şeyh Efendi; 'Kimseyi kendi ölçülerinle yargılama, herkesi kendi ölçüleriyle yargıla. Ahlâksız, benim ahlâkıma uymayan değildir, ahlâksız kendi ahlâkına uymayandır.' diyor. Kendi ahlâkı içinde tutarlı ve onurlu duruyor Ahmet Altan. Onun duyarlılığını açık yüreklilikle ifade etmek zorundayım. Ölüm karşısında, hayat karşısında, aşk karşısında, umut karşısında, hüzün karşısında, acı karşısında, inanç karşısında, Yaratıcı karşısında duyarlı. Bu duyarlılıkta; ölümün, hayatın, aşkın, hüznün, acının kendisine ya da hiç tanımadığı bir başkasına ait olması herhangi bir rol oynamıyor.
Hasan Paşa'nın kızı, Şeyh Mustafa Efendi'nin torunu, Halit Bey'in eşi Hanımefendi'yi hayatın, 'Ben her şeyin bedelini ödetirim.' demesinden, 'Parayı dedim, depremdekilerine gönder.' diyen çocuktan ziyadesiyle etkileniyor. Hapishanede ölümle yüz yüze duran Sevgi'den etkileniyor. Sarıkamış'ta Enver Paşa'nın ihtirasıyla ölen 90 bin insanla da, Akdeniz'de, Kıbrıs'ta kendi gemimizi batıran dahilerle de ilgileniyor. Benim acılarımla da, bütün kabilelerin acılarıyla da, duyarsızlıklarıyla da ilgileniyor Ahmet Altan.
Altan'ın biz Müslümanların bu hayatta olaylar karşısında tavır ve duruşlarına ait bazı sorularını düşünmeye değer buluyorum. Sahi biz, başkalarının ölümleri, korkutulmaları, haksızlığa uğramaları ve acıları karşısında niye sessiz kalırız ki!
Ahmet Altan, 'Hayatınızda hayatınızdan daha değerli bir başka şey yoksa eğer... ' diye başlayan ve oldukça anlam yüklü bir cümleyi de bırakıyor bize. Bir de, 'İnsan neresinden değişir? ' sorusunu.
Sahi insan neresinden değişir Ahmet Altan!
Her açıdan zor bir duruş, onun tercihi.
Bir dedem şeyh, bir dedem paşa. Ama bir dedem paşa olduğu için asker, bir dedem şeyh olduğu için sivil değilim. Fakat ben bunların izleriyle büyüdüm. Dedemin kılıcını ve kahramanlık hikâyelerini, diğer dedemin tekke anılarını dinledim. Bütün bunlar insanın damarlarına akar.' diyorsunuz bir söyleşide. Peki siz nesiniz, kimsiniz, nerede duruyorsunuz?
Ben yazı yazan bir adamım. Yazının haricinde beni tarif edecek pek bir özelliğim yoktur. İyi yazı yazmaya, yazıya ihanet etmemeye çalışırım. Yazıya ihanetin cezası her şeyden daha ağırdır bilirim. Düşündüğümü ve duyduğumu yazmaya çalışırım.
Sizi okurken aldığım notlarda; neredeyse birbirine benzemeyen iki hayatınızın olduğunu söylüyorsunuz.
Serserilikle dağılmaya yatkın, süfli zevklere düşkün tabiatımın bana kaçınılmaz bir kader gibi hazırladığı yok oluştan kadınlarla kitaplar çıkardı beni.
Nereden, hangi kadınlar, hangi kitaplar, nasıl ve nereye çıkardılar sizi?
Ben hem sokak çocukluğunu bilirim, hem de entelektüel bir dünyayı. Babamın meşhur bir yazar olması, her sabah bir daktilo sesinin hayatıma girmesi, benim ihtiyaçlarımı karşılayan paranın yazıdan gelmesi... Bu iki kültürün birleştiği kavşakta bir kültür melezi olarak büyüdüm. Biraz da asi tabiatlı bir çocuktum. Ders çalışmayı, okulu hiçbir zaman sevmedim. Derslerim kötüydü, çeşitli okullardan atıldım. Cehaletin bilgiye karşı iki tavrı vardır, ya onu yerden yere vurur, ya da onu çok yüceleştirir. Biz bunun ikisini de aynı anda bu toplumun içerisinde görüyoruz. Okulun, diplomanın, donmuş bilginin, ezberlenmiş bilginin bu kadar önem kazandığı bir yerde benim durumum bir yokluğa, bir hiçliğe, bir serseriliğe doğru giden bir yol gibi gözüküyordu.
Süflilikte kalma mı?
Hayatın süfli kısımlarına da meraklıyım. Ben bütün yerleşik aile değerlerini içine sindirmiş olarak büyümedim.
Kitaplardan ve kadınlardan ne öğrendiniz?
Edebiyat çok iyi bir beslenme kaynağıdır. İnsan hayat hakkında çok önemli şeyler öğretir. İnsana kendi güvenini, kendi değerlerini kazandırır. İnsana düşünmeyi gösterir. Hayatın içinde birçok değişik hayatlar olabileceğini bilirsin. Kendi hayatın içinde birçok başka insanın hayatlarını yaşarsın. Bu sana hiç yerinden kımıldamadan müthiş bir hayat tecrübesi verir. Kitaplar bana böyle şeyler öğretti. Süfli bir serserilik içine hapsolup kalmanın çok küçük bir hayat olabileceğini bana gösterdi. Bütün kitaplar zekânın ve zarafetin çekiciliğini gösterdi bana. Kadınlar ise beni her açıdan eğittiler, bana zevk, zarafet, incelik öğrettiler. Bugün eğer sahip olabildiğim herhangi bir değer varsa onların hepsinde bir kadının izi bulunur. Hayatı kitaplardan ve kadınlardan öğrendim. Bir de babam çok önemli bir faktördü.
Var olmak diye bir problematik. Varlığınızı nasıl temellendiriyorsunuz?
Bu bir problematik. Çünkü insanlar hayatın nedenini bilmiyorlar. Doğuyorsun, tabiatın ölçüleri içinde çok kısacık yaşıyorsun ve öleceğini de biliyorsun. Dindarlar hayatın manasını öteki dünyayla bu hayatı tamamlayarak açıklıyorlar. Ama dinî inançların bu kadar kuvvetli değilse, o zaman bu kendi elinde duran ve içi boş olan 80–90 yıllık zaman dilimine bir mana yüklemek senin görevin oluyor. Herkes hayata nasıl bir mana yükleyeceğini kendisi seçiyor. Bir kısmı hayata öyle mana yüklemek istiyor ki, ölümü ben hayatımda yaşarken yeneyim diyor, yani bedenen yok olduğum halde de benden bir şeyler kalsın diyor. Bazıları ölümünden sonra kalmasa bile, bu dünyada yaşadığı sürece çevresinin kendisine saygı göstereceği bir değer birikimine sahip olmak istiyor. Bir kısmı da hayata bir mana katmaya çalışmıyor, mümkün olduğunca eğlenceli bir biçimde geçirmeye çalışıyor. Burada bir sapmanın yol ayrımına geliyor; hayatı eğlenceli geçirmek için paraya ihtiyacın var. Parasız eğlenebilmek, çok büyük bir lüks ve çok büyük bir entelektüel birikim gerektirir. Eğer elinde bu birikim yoksa eğlenebilmek için başkalarına ve paraya muhtaçsın.
O zaman parayı nereden kazanıyorsun, nasıl kazanıyorsun diye sormak gerekiyor?
Evet. Bazen insanlar kendi varoluşlarını inkâr edebilecek bir biçimde para kazanıyorlar. O zaman kendi hayatlarının manasını eksiltip, o boşluğu eğlenceyle, iktidarla doldurmaya çalışıyorlar.
Ya siz?
Sade bir hayatım var. Yalnızlıktan çok hoşlanırım, kendi kendimi eğlendirebilirim. Ben kendi hayatıma yazı yazarak bir mana katmaya çalışırım. Yazmadığım zaman kendimle aram iyi olmuyor.
Yazarken kendinizde bir iktidar, bir kudret vehmediyor musunuz?
Yazarlar Enel Hakk'a en çok yaklaşan insanlardır. Her yazarın kendi kâinatı var. Kahramanlarının kaderlerine hükmeder, onların ölümlerine, doğmalarına, yaşamalarına, aşklarına karar verir. Burada gerçekten büyük ve dokunulmaz bir iktidar vardır. Sizi öldürebilirler, sizi hapse atabilirler; ama kimse size istemediğiniz bir şeyi yazdıramaz. Hem başka hiçbir kimseden yardım alamaz, hem başka hiç kimseden tesirle kötü bir hale gelemez. İnsanın Tanrı'ya en yaklaştığı yerdir bence yazarlık.
'Hayatın, bir sanat şaheseri olarak yaratıldığı açık; duygu zenginliği, anlatım gücü, aksiyonla ruhsal derinlik dengesi, kahraman bolluğu, sürprizleri, inandırıcı olmaya hiç uğraşmadan başardığı inandırıcılığı ve sürükleyiciliği bir başyapıt' diyorsunuz. Ahmet Altan bir yazar, bir de bu evrenin bir yazarı var. Peki bu başyapıtın yazarı ile aranız nasıl?
Zaten korkunç olan da bu geçek. Şimdi burada Tanrı fikrine bir yaklaşış var. Ben Tanrı fikrinden çok hoşlanan bir insanım.
Çok iyi bir çözüm...
Çok rahatlatıcı bir şey. Yani, Tanrı olduğu zaman iyi bir adamsan daima için rahat. Nasıl olsa Tanrı sana iyi davranır. İki, nasıl olsa her acını paylaşacak bir güç vardır ki, bu da çok muhteşem bir şey. Batılı bir düşünür, 'Tanrı fikri çok iyi bir proje' diyor. Ben bu fikirle biraz oynaşmaktan hep hoşlanırım. Bu kâinatın niçinini bilmiyoruz. Muhteşem bir sanat yapıtı gibi. Bunu yaratan biraz kendi yaratıcılığının gücünü de göstermek istiyor. Ben nasıl yaratırım ve neler yaratırım diye müthiş bir kudret gösterisi.
Kendini bildirmek...
Burada bir başka gösteri daha var. Bizim bilebildiğimiz kadarıyla kâinatta sadece iki çizgi vardır, düz ve kavisli çizgi. Sadece bu iki çizgiyi ve güneşin yedi rengini kullanarak, neredeyse milyarlarca renkte, tonda ve şekilde yaratık yaratabilmek olağanüstü bir hayal gücünün, muhteşem bir kudretin işareti. Bunun bir sahibi var mı derseniz, ben şu anda buna ne var diyebilirim, ne de yok...
Size var demek de, yok demek de zor geliyor, peki böyle bir 'muhteşem başyapıt' nasıl oldu sorusuna ne diyorsunuz?
Bunun cevabını bilmiyorum. Cevabını bilmediğim zaman, bir tahminim olabilir, ama tahmini gerçek olarak kabul edemiyorum. İnançlı olanlara karşı değilim ve onları şanslı görüyorum, karşı çıkanlara da karşı değilim. Biliyorum, emin olmak onları rahatlatıyor.
Emin olmak, insanı rahatlatıyorsa, her iki durumdan birini seçemeyen ve emin olamayan Ahmet Altan'da bir rahatlama isteği hiç olmuyor mu, ya da bu rahatsızlık, size rahatsızlık vermiyor mu?
Bir huzursuzluk. Ama bu bereketli bir huzursuzluk. Bu huzursuzluk soru sordurur. İnsanların da soru soranlara ihtiyacı vardır. Huzura ve rahata kavuşmak soruları bitirir. Benim huzursuzluğum sürdüğü sürece ben iki ucun arasında sürekli dolaşabilirim, bir kesin bağlanma sağlamadan onların arasında dolaşıp kendi sorularımı iki uçta da arayabilirim. Kesinlikler artık beni şüpheye düşürüyor.
Soruları kendiniz için mi soruyorsunuz, başkaları için mi?
Aklımda bir soru varsa, zaten onu yazarım. Türk toplumu sizin samimi konuştuğunuza, o konuşmalardan bir çıkar sağlamayacağınıza inanıyorsa, onun inançlarının tam tersini söyleseniz, buna belli bir hoşgörüyle yaklaşabiliyor. Genelde dindarlar tutucu bir yapıdadır, ama benim gibi tavrını net olarak söyleyen insanlarla onların bir problemi olmaz, rahatlıkla konuşurlar. Çünkü ben dindarların kendi hayatlarını yaşamalarının gereğine inanıyorum. Ama şuna da inanırım; Türkler söyledikleri kadar dindar değiller, eğer öyle olsalardı ahlaklı olurlardı. Ben bugüne kadar din motifli politik hareketlerden hiçbirinin 'haram' kavramının üstüne gittiğini hiç görmedim. Şimdi siz 'türban' meselesini 'haram' meselesinden önde tutan bir Müslümansanız, ben sizin inançlarınızdan ve tavrınızdan kuşkuya düşerim. Bu, Tanrı'nın varlığına duyduğum kuşkudan çok daha büyük bir kuşkudur.
Semavi bir edebiyatın kahramanlarından biri olduğunuzu da yazdınız.
Böyle olmaktan da memnunum. Büyük bir başyapıtın içinde yaşayan herkes onun kahramanlarından biridir. Ben de bu başyapıtın içinde dolaşan insanlardan biriyim. Ben de onun kahraman yaratmaya çalışan kahramanlarından biriyim. Ben kendi müellifini tanımayan; ama ona hep hoş bakan, onunla şakalaşan, iyi şeyler olduğunda teşekkür etmesini bilen, kötü şeyler olduğunda, ama biraz fazla değil mi diye sitem de eden bir kahramanı olarak dolaşırım.
Bu hayatı yaratıcıyla birlikte yazarak, adınızı onun adının yanına yazdırmayı başarmak mı buradaki kahramanlık?
Asıl zevk veren, asıl heyecanlı kısım, eserin yazılmasına yardımcı olabilmemiz, bunu hissetmemiz, bu yardımcılığı mümkün olan en son çizgiye kadar uzatma isteği taşımamız. Aslında yazarlığın da büyük bir başkaldırısı var, hem topluma hem Tanrı'ya. Çünkü yarışırım diyorsun. Ben bunu böyle yaşamaktan hoşlanıyorum, uçtan uca gidip gelmekten hoşlanıyorum.
Birbirinden çok farklı şeyleri aynı anda söylüyorsunuz. Mesela Aktüel'de iki hafta önce yayınlanan yazınızda 'Artık inanıyoruz Tanrı ve insanlar bizi bekliyor, sürgün bitiyor' diyorsunuz.
Benim yazılarımda Tanrı figürü çoktur, ben bu figürü, bu fikri seviyorum. Dindar olsaydım, radikal ölçülerde dindar olabilirdim. Yaratan birisi olmasından, sitem edebileceğim, şükredebileceğim birisi olması fikrinden ben hoşlanıyorum. Sadece o fikrin varlığından emin değilim. Bir dindar çocuk sormuştu, 'İnanmadığınızı söylüyorsunuz; ama yazılarınızda hep bir Tanrı var, nedir bu ilişkiniz? ' Onun kızacağından da biraz kuşkulanarak demiştim ki, 'Biz tanrıyla flört ediyoruz.' O bu sözden maksadımı anladı ve bana kızmadı. Bu bir tür düşünsel flört...
Ahmet Altan aslında Tanrı'yı ve dini çok ciddiye alıyor...
Elbette ki çok ciddiye alıyorum. Yazılarımda çok vardır, kitaplarımda da var. Mesela kahramanlarımdan biri Şeyh, gerçek bir din adamı. Gerçekten inanan bir adamın her zaman içinde bir kuşku olduğuna inanırım. En azından kendisine karşı bir kuşku taşır, layıkıyla inanıp inanamadığından kuşkudadır. İnsanların inanışları ilgimi çekiyor. Din insanlığın hayatında hep ciddiye alınmış, çok ciddi etkileri olmuş. Dini kültürel boyutta da, edebi boyu da çok ciddiye alırım. Mesela Batı edebiyatı kendi dininden çok beslenir. Ne yazık ki, bizim edebiyatımız kendi dininden o kadar beslenemedi, çünkü bizim dinî bilgilerimiz çok azdır.
İnanca yönelik bir yaklaşımda, 'Acıyla dolu bir hayatta insanların bu acılarını taşımalarına yardım eder... İnanç, insanların çekeceği azabı azaltır...' diyorsunuz.
Ben insanların inançsız olmalarını istemem. Hatta inançlıysalar onları şanslı bulurum...
Siz acıları nasıl taşıyorsunuz?
'Keşke Allah'a inansaydım' dediğim çok zaman oldu. Zaman zaman büyük acılarla karşılaşırsın. Annem öldüğü zaman bunu çok hissettim. Benim için ölüm bir kayboluştur, öteki dünyadan tam emin değilim. Çok sevdiğiniz birinin kesin yok oluşuna tahammül etmek çok güçtür. Allah'a inanan biri ölüm karşısında çok daha tevekkül sahibi olabilir, şunu düşünür; 'o gitti ama ruhu hâlâ etrafımda, ben de bir gün onun gittiği yere gideceğim ve buluşacağız.' Bu inanç acınızı yok etmez; ama taşımayı kolaylaştırır. İki, bizim toplumumuzda görmüyoruz; ama dinin inançlı insana çok büyük bir cesaret vermesi gerektiğini düşünüyorum. Onun içinde inançlarından kuşkuluyum, inanıyorsan cesurca fikrini söylemelisin, tavrını almalı. Dinin tek işaretinin de ibadet olduğuna inanmıyorum. Dinin daha özde var olabilen bir şey olduğunu düşünüyorum. Dinler ilk çıktıklarında ve muhalif oldukları dönemlerde özü çok önemsiyorlar; ama iktidar olduktan sonra şekli öne çıkartıyorlar. Ben, evet dinin özüyle ilgileniyorum. Hiçbir din insanlara kötü şeyler önermez. Ben yalnızlığa alıştım, yalnızlığa dayanabilirseniz, birçok acıya da dayanabilirsiniz. Bir de yazıya inanırım, tıpkı gerçek bir dindarın iyi yaşarsa cennete gideceğine inandığı gibi, ben de iyi yazarsam acıların üstesinden gelebileceğime inanırım. Benim hayatımda da bir inanç var aslında.
Kant; 'İki şey beni çok şaşırtır; yıldızlar ve insanlardaki iyilik' diyor. Sizi şaşırtan nedir hayatta ya da insanda?
Beni şaşırtan şudur; bu kadar muhteşem, ayrıntılı bir yaratma. Yani örümceğin kılcal damarına kadar düşünen, bir örümcek yaratıp bununla yetinmeyen ve üç yüz türünü yaratan, bir maymun yaratıp onunla da yetinmeyip iki yüz ayrı cins maymunu yaratan, denizin altında her bir balığı birbirinden farklı yaratan bir yaratıcılık, bunu sırf bir hiçliğe dönüştürmek için neden yapar! 'Kendi yaratıcılığını görmek için'den başka bir cevap bilmiyorum. Belki bir cevabı vardır. İnsan olağanüstü bir yapı, büyük bir kudret işi. Yaratıcılık gösterisine bakar mısın? Altı milyar tane aynı şeyden yapıyorsun ve hiçbiri birbirine benzemiyor. Sonra bunları buruşturup buruşturup atıyorsun. Niye?
Burayı bir vitrin olarak kullanıyordur...
Belki. Öyle de düşünülebilir. Bu soruların sahibiyim ama cevapların değilim.
Sorulara vurgu yaptığınız kadar, cevaplara da yöneliyor musunuz?
Bu soruların cevaplarını ben bulamam, bu benim gücümü aşıyor. Ben sorularımla devam etmek isterim. Sorularım en azından bana elimde olmayan cevapların gösteremediği yolları gösterir. Bir gün cevabını da bulursam harika olur... Edebiyat insana sorular verir. Bu sorular günlük hayatta pek işine yaramaz. Ama kendinle ilişkinde önemli bir rol oynayabilir ve insanın en önemli lişkilerinden biri kendisiyle ilişkisidir. Ayrıca senin kendinle ilişkilerin zenginleşirse hayatla da ilişkilerin zenginleşir. Hayatın da aynen dinde anlatılan gökyüzünün katları olduğu gibi katlarının olduğuna inanıyorum. Senin seviyen neyse sen hayatta ancak onun cevabı olan katta yürürsün.
Sizce ölüm nedir?
Hayata kıyasla ölüm bir mükemmelliktir. Çünkü hayat eksik olmak zorundadır. Ancak eksik şey ilerler. Mükemmelin gideceği bir yer yoktur. Mükemmel sondur. Ölümün mükemmelliği son olmasındadır ki, o mükemmellik bile yeniden hayata dönüşerek bozulur.
Yani ölüm bile tam mükemmel değildir.
Doğru. Hayat hareketini eksikliğe bağlamıştır. Zaten hiçbir zaman bir din devleti olamayacağına inanmamın nedeni de budur. Dinin bana göre tek eksikliği var o da, insandan mükemmelliği istemesi... İnsanoğlunun mükemmel olması hayatın akışına aykırıdır. Hepimiz eksiğiz ve sürekli bu eksikliği tamamlamak için hareket ederiz. Müslümanların dinlerini daha ciddiye almalarını bekliyorum.
Müslümanlar dinlerini ciddiye almıyorlar mı?
Hayır. Babam sorar; 'Müslümanlar neden Allah'ın kanunları karşısında merak eksikliği içindeler.' Eğer Allah'a gerçekten inanmışsan Allah'ın kanunlarını merak etmelisin. Senin Allah'la olan tek ilişkin onun büyüklüğünü kabul etmek ve ibadet etmekle sınırlı kalabilir mi? Senin Allah'ınla daha boyutlu, daha düşünsel, daha ruhsal bir ilişki olmayacak mı? Öz meselesi. Bu senin meselen mi derseniz, eğer onlar öze indirseydi, yaşadığımız hayatın çok daha renkli, çok daha zengin olabileceğine inanıyorum. Bu bana da yansıyacaktı. Ben romanımda bir şeyh, Allah'a inanan bir insan anlatıyorum. Benim kitabımın neredeyse en akıllı adamı bir şeyh. Orada kendi günahıyla, kendi imtihanıyla inanan bir adamın dövüşmesinin acısı var. Ama ben bizdeki Müslümanlarda böyle bir acı olduğuna inanmıyorum. Onlar bir cennet cehennem pazarlığı içindeler. Bunun da bir dini, olabilecek en ucuz ve kolay hale dönüştürmek olduğu kanaatindeyim... Bu son kitabımda şeyh diyor ki; 'Allah kulunu mükemmel yaratmaz. O'nun yarattığı kulun mükemmelliği tekâmül edebilmesindedir. O zaman sen Allah'ın dünyaya vermek istediği mükemmelliğe bir uyum katmak istiyorsan, sen de gelişmeli ve tekamül etmelisin...'
Ölüm korkutuyor mu sizi?
Ölümden gençliğimde korktuğum kadar şimdi korkmuyorum. Yazı yazmak beni ölüm korkusundan epeyce kurtardı. Özellikle Kılınç Yarası beni ölüm korkusundan epeyce kurtardı.
Nedir o korku?
İnsanlar yok olmaktan ziyade ölüm anından korkarlar. Geçenlerde babam yazdı, yabancı bir yazar diyor ki, dindarlar ölümden sonrasından korkuyorlar, komünist dinsizler ölüm anından korkuyorlar.
Siz neden korkuyorsunuz?
Aslında neden korktuğumu bile bilmiyorum. Sokrat'ın çok güzel bir lafı var, onu ölüme mahkum ettiklerinde hakimlere diyor ki; 'Siz kalıyorsunuz ben öleceğim, ama hangisinin daha iyi olduğunu hiç kimse bilmiyor.' Ben korkuyorum ama ne olduğunu bilmiyorum. Bu güdüsel bir korku. Bu kâinatı yaratan her kimse, hayatı ölüm korkusuyla devam ettiriyor, ölüm korkusu olmadan hayat bitiyor. Bütün canlıların içine ölüm korkusu bir güdü olarak yerleştirilmiş doğuştan. Çünkü korkmuyorsan öyle duruyorsun. Ceylanlar ölümden korkmasa aslanlar onları rahatlıkla yer, o zaman ceylan kalmaz, bütün denge bozulur. Ceylan niye korktuğunu biliyor mu, aslan gelince kaçıyor. Biz; 'Nasıl olsa öleceğim, niye bundan kaçıyorum? ' sorusunu sormalıyız.
Ölüm sizi teslim almadan, siz ölüme gitmeyi düşündünüz mü?
Yani intihar... O kadar büyük bir ölüm korkum yok. Gençliğimde bunu düşünebilirdim...
'Genç bir kız hapishanede ve galiba ölüyor. Bu kızın kurtulmasına yardımcı olacak, henüz gergedanlaşmamış, ruhunu satmamış bir insan yok mu koskoca toplumda? Eğer, bir kişi varsa, bir insan varsa ona yalvarıyorum: Yardım edin, biri ölüyor...' diye bir çağrı yaptınız...
Sevgi İnce'yle ilgili. Yaptım da ne oldu! Sarıkamış'tan Akdeniz'e yazdım; Sarıkamış'ın ölümcül gölgesi bu ülkenin üstünden hiç gitmedi. Eğer Sarıkamış'ta ölen 90 bin askerin hesabı Enver'e, Kıbrıs'ta batırılan geminin hesabı diğerlerine sorulsaydı, ölüm böylesine pervasızca kol gezmezdi bu ülkede. Hapishanede masum bir çocuk ölürken, nasıl olur da bu ülkenin dindarları ayağa kalkmaz? 18 yaşında bir kız çocuğunun hapishanede ölmesini, neden bir türban meselesi kadar önemsemezler? Din, 'Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı ihya eden bütün insanlığı ihya etmiş gibidir.' demiyor muydu! Allah rızası için bunu ben sorayım, bunu sizin gazeteniz sorsun. Biri bana bunun cevabını versin. Gözünün önünde bir kul bir başka kulu öldürüyorsa, sen nasıl sesini çıkartmazsın... Benim Şeyh kahramanım diyor ki: 'Kimseyi kendi ölçülerinle yargılama, herkesi kendi ölçüleriyle yargıla. Ahlâksız, benim ahlâkıma uymayan değildir, ahlaksız kendi ahlakına uymayandır.' İnsanlar dindarlara güvenmiyorlar, çünkü dindarlar kendi ahlâkına uymuyor. Çünkü dinin ahlâkı size o çocuğu kurtarmak için ayağa kalkmanızı emrederdi.
Bir insanı yalın bir 'insan' olarak görüp, bunu onun için 'yeter değer'de algılayamıyoruz da, etnik kimlik, aidiyet, bağ vs. arayışlarındayız?
Bunun vahşi bir cevabı var; çünkü biz yeterince insan olamadık. Biz tek başımıza bir insan olmayı beceremediğimizden belli bir kabilenin bir parçası olmaya çalışıyoruz. Bu kabilenin adı Kürtlük, Türklük, laiklik, dindarlık olabilir. Ama bu kabilelere dahil olan herkes sadece kendi kabilesiyle ilgileniyor ve karşı kabileden birinin acı çekmesine hiç aldırmıyor ve zaten onları da birer insan olarak görmüyor. Kendisini de bir insan olarak görmüyor, kendisini de sadece bu kabileden birisi olarak görüyor...
o malum kitle için edebiyat(!) yapan zat...
çoğu kitabı müstehcenlikten yasaklandıysa ve ttoplatıldıysa söyleyecek fazla söz yok...
Bülent Akyürek'in 'kadınlar üzerine Ahmet Abi'nin gözünden kaçanlar' isimli kitabıyla karizması yerle bir olan biri. haybeden yazar :)
Nurcuların çatır çatır kin dolu olduğu ne zaman rasyonalist olunacağını ne zaman Freud okunacağını iyi bilen bir adem :)
Eylül
.
Beni bu eylül öldürecek
Bir ask kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yataklari kadar akici,terkedilisler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir askin haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bagbozumu rengi soluklari kadar ürpertici.
Öglen günesleri; üzüm salkimlari kadar sicak.
Aksam rüzgarlari; tene dokunan bir kamçi kadar sehvetlidir.
Ben her yil ölümü ve aski bu ayda beklerim.....
Ve eylülün çiplak ayakalrina bir yazi birakirim.
Eylül sabahlari; kiliçlar kadar keskin isiltilariyla
tenimi kanatarak uyandirir beni.
Ben eylüle akarim.
Bir hüzün gibi akarim ben eylüle kanayan bir ask gibi,
siyah sallara bürünmüs,genç bir ölüm gibi akarim.
Seviserek,aglayarak ve ölerek akarim ben eylüle.
Her yil,hep ayni vakitte,genis bir irmak gibi
bütün hayati berrak sularinda yikayarak gelir,
beni ve herseyi koynuna alarak,
bir meçhule hüznüyle emzirerek götürür hep.
Kadinlari ve hüznü eylülde severim...
Keman konçertolarini,
aksam saatlerinde bir bir isik yangini ile kipkizil tüten
yalniz agaçlari,ürkek tebessümleri ve edepsiz kahkahakari severim.
Lacivert bir deniz benim ellerimde oynasir.
Sahiller,yasli bir kadin gibi kendine terkedilir
Sarkilar,incecik bürümcükten acilar vaad eder her dinleyene
Bitenin baslayana dokundugu yerdir eylül...
Onun için yanik yanik tütsü kokar,
Onun için degdigi yeri kanatir.
Eylülde ask,eylülde aci,eylülde yalnizlik zordur,
eylülde hersey zordur,ben eylülü onun için severim.
Eylül isiklarinda çirilçiplak ruhlar yikanir
Herkes herseye kapisini aralar 'bir ask oluverir asinalik'.
Ölüm kivircik saçlarini hayatin gögsüne dokundurur.
Aski ve ölümü ben hep bu ayda beklerim.
Nasil da mahsun ve nasil da tehditkardir.
Ben eylülde bütün asklardan ve ve kadinlardan korkarim...
Ben her yil eylülün çiplak ayaklarina bir yazi adarim.
Ve ben eylüle akarim
Bir hüzün gibi akarim ben eylüle,
kanayan bir ask gibi akarim,
Siyah sallara bürünmüs bir genç ölüm gibi akarim...
.
Ahmet Altan
.
kendisini sevmem ama bu şiiri güzel....
insanları zayıf noktasından sömürüyor
Güzel insan vede o güzellikde yazilar yaziya aktaran, korkmadan, yilmadan vede cekinmeden...
Yazilarina art niyet katmayan...
Kin gütmeden, argo yazmadan vede en önemlisi herkesi kendi gibi görerek yazilar yazan bir zattir...
Sevip sevmeme insanin elinde, Herkes gibide onu sevmeyen insanlar vardir ama bence bunlar azinlikta kalan insan toplulugudur...
Bir arkadas yazmis, Köse yazilarini bana sevdiren insan dir diye, Ben baska bir sey ögrendim..
Kizmadan, öfkelenmeden vede hakaret etmeden cevap vermesini(Yaziyla) ....
bence bu adam çılgın
lisedeyken küpür küpür biriktirirdim yazılarını:P
bana makale okumasını sevdiren daha doğrusu makale okuma alışkanlığı veren sayılı yazarlardan,
Aşkı, kadını, isyanı en iyi anlatan yazar....
Şarkı Söyler Gibi...
Milyonlarca yıldan beri akan hayat, her rüzgar değdiğinde değişen egzotik bir çiçek gibi biçimden biçime, renkten renge, kokudan kokuya geçerken, iki şey hiç değişmeden, bu değişimi sırtında taşıdı. Aşk ve cinayet.
Hayat, canavar bir ipekböceği gibi kozasını hep öldürmekle sevmenin etrafında ördü.
Ve insanlar hiç durmadan hep bu iki vazgeçilmez tutkuyu, öldürmeyi ve sevmeyi anlattılar.
Niye öldürdüklerini ve niye sevdiklerini keşfetmeye çalıştılar.
Bazen sevdikleri için öldürdüler, bazen öldürdükleri için sevdiler.
Geliştikçe, cinayetlerini daha büyütüp savaşları icat ettiler.
Cinayetlerini özgürleştirirken, garip bir şekilde cinayetlerinden değil, aşklarından korktular.
İnsanların topluluklar halinde karşı karşıya gelip ayni anda bir çok cinayeti bir arada işlemesiyle oluşan savaşlar, bu cinayetleri herkesten iyi planlayan komutanları yarattı. Komutanlar daha iyi komutan olup başka komutanlardan daha fazla adam öldürebilmek için insanlara 'yaşamın ' önemli olmadığını anlatmaya başladılar.
'Ölün, ' dediler 'kabileniz için ölün, kralınız için ölün, padişahınız için ölün, bayrağınız için ölün, vatanınız için ölün.'
Kabileler, krallar, padişahlar, bayraklar, sınırlar değişti, ama öldürmek hiç değişmedi.
İnsanlar cinayetlerle ölüp aşklarla çoğaldılar.
Cinayetlere kutsal isimler bulundu, kahramanlık, cesaret, şehadet icad edildi.
Savaşa giden Romalı lejyonerler kendi ölümlerini kabul ederek selamladılar komutanlarını.
- Ave Sezar, ölüme gidenler selamlıyor seni.
İspanya iç savaşında faşistler cinayeti daha da yücelttiler. İki kelimelik korkunç sloganlarını kazıdılar tarihe.
-Viva muerta. ('Yasasın ölüm.')
Bir insanın hayatının 'önemsiz' olduğu kılıçlarla kazındı insanların aklına.
'Bir hayat hiçbir şeydir.'
Ve, Andre Mlraux, Fransızların bu ünlü yazarı ve kültür bakanı, toplu cinayetlere kurban gidenlerin tarihi cevabını verdi komutanlara:
-Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey bir hayat değildir.
Hiçbir şey olan bir hayatla, bir hayat olmayan hiçbir şey arasına sıkışan insanların aşklarını romanlar, savaşlarını tarih anlattı.
Aşk da savaş da aynı şekilde ilgi çekiciydi.
Belki de cinayetlere ve savaşlara olan tutkuları yüzünden, insanlar aşklarını da savaşlara benzetmeye başladılar.
Saldırılar, karşı saldırılar, geri çekilmeler, pusular ve ihanetler yerleştirdiler aşkların içine.
Aşkta da fetihler, fatihler, zaferler, yenilgiler, güçlüler, kurbanlar vardı.
Aşk da savaş gibi taraflardan biri teslim olana kadar sürüyordu, aşkta da savaşlar gibi sonuçların arasında beraberliğe yer yoktu.
Aşkta da savaşta olduğu gibi güçlüler kazanıyor, güçsüzler kaybediyordu. Aşkta da savaşta olduğu gibi güçlüler soğuk ve vahşiydiler.
Asurluların çocukları olan Suriyeliler, Mezopotamya ikliminin bereketli savaşları ve aşklarını yaşarken o korkunç atasözünü buldular.
'İki yürekten biri soğuk biri sıcaktır, sıcak olan yüreği çöpe atarlar, soğuk olan yürek pırlanta değerindedir.'
Güçlünün ve güçsüzün, kazananın ve kaybedenin bulunduğu yerde mutluluğun olmayacağını keşfettiklerinden olsa gerek, insanlar bir şairin ağzından 'mutlu aşk' olmayacağını ilan ettiler.
'Hiçbir şey olmayan' hayatların cinayetlerinden ve aşklarından mutluluk yerine acı çıkıyordu. Cinayetlerde ve savaşlarda acı vardı, aşklarda da acı vardı.
'Niye bu kadar çok acı var' sorusunun cevabi ise bulunamıyordu.
Viyana valslerinin en büyük ustası Strauss, karısını kederiyle baş başa bırakarak terk ettikten sonra acılarla sarsılan aşklarını yaşamış ve bir gün karasıyla yeniden karşılaşmıştı.
Kadın herkesin kendi kendine sorduğu soruyu Strauss'a sormuştu.
- Niye çektik bunca acıyı?
Strauss kısa bir cevap vermişti.
- Müzik gibi, hiçbir nedeni yok.
'Niye başkasının oğlu değil de benim oğlum öldü, ' sorusunun cevabı böyleydi.
-Müzik gibi, hiçbir nedeni yok.
'Bu acıları niye ben çektim, ' sorusunun cevabı da aynıydı.
-Müzik gibi, hiçbir nedeni yok.
Hayat kozasını, cinayetlerle aşkların çevresinde örüyordu ve bunun niye böyle olduğunun cevabı yoktu.
Müzik gibi nedensizdi.
Nasıl şarkı söylüyorsak öyle öldürüyor, nasıl şarkı söylüyorsak öyle acı çektiriyorduk.
Şarkıların, cinayetlerin, aşkların, acıların nedeni yoktu.
Biz insanlar böyleydik...
Biz hayatın hiçbir şey olduğuna inanıyor, mutlu aşk olmadığına iman ediyor, şarkı söyler gibi öldürüp şarkı söyler gibi acı çektiriyorduk.
Ölmeye ve öldürmeye gidenler selamlıyordu komutanlarını.
- Ave Sezar, ölüme gidenler selamlıyor seni.
Aşka gidenlerin bir Sezar'ı olsa, onlar da böyle selamlardı onu.
- Ave Sezar, acıya gidenler selamlıyor seni.
Bir savaştan bir savaşa, bir aşktan bir aşka arkamızda hep yıkılmış şehirler, parçalanmış insanlar bırakarak yürüyor ve hep aynı acıyı buluyorduk.
Her savaşta ve her aşkta, uzaktan altın kuleleri, gümüş kubbeleri görünen o efsanevi kaleyi, mutluluk denilen o büyülü kenti zaptedeceğimizi sanıyor, ama her seferinde biz yaklaşınca kent kaybolup yerini farkına bile varmadan yıkıp geçtiğimiz bir harabeye bırakıyordu.
Komutanlar, 'Bir hayat hiçbir şeydir, ' diyordu.
Aragon, 'mutlu aşk yoktur.' diyordu.
Strauss, 'Müzik gibi hiçbir nedeni yok.' diyordu.
İnsanlar cinayetlerini büyütüp savaşlara çeviriyor, baltalarını tüfeklerle, sapanlarını uçaklarla değiştirerek birbirlerini öldürüyorlardı, her şey değişiyor, ama öldürme tutkusu değişmiyordu.
Kabileleri, kralları, bayrakları, komutanları, vatanları için öldürüyorlardı.
Hiç durmadan öldürüyorlar ve öldürmeyi kutsallaştırıyorlardı.
Toplu törenlerle cinayetlerini kutluyorlardı.
Aşklarını da savaşlarına benzetiyorlardı.
Sonra, 'Niye mutsuzuz, ' diye soruyorlardı.
'Biz niye mutsuzuz ey tanrım? '
Macbeth kral olmak için kralını öldürüyor, Othello kıskandığı için Desdamona'yı boğuyor, Brütüs özgürlük için Sezar'ı hançerliyor, Romeo aşkı için vuruluyor, Hamlet intikam için cinayetler planlıyordu.
Shakespeare biçim biçim cinayetleri anlatarak hayatı çözmeye çalışıyordu.
Macbeth, kralı öldürdükten sonra kanlı ellerine bakarak haykırıyordu:
'Koca Poseidon'un bütün denizleri yıkayabilir mi bu elleri? Yıkayamaz, ellerim kana boyar denizleri.'
Tarih 'denizleri kana boyayan' ellerle yazılıyor, komutanlar her seferinde aynı emri veriyordu:
- Öldürün!
Hayat, kozasını cinayetlerle aşkların çevresinde örüyor, aşklar da savaşlara benziyordu.
Savaşlarda da aşklarda da arkamızda harabeler bırakarak zaferlerden zaferlere yürüyorduk ve galibiyetle bitmiş bir savaşın sonucunda, savaş meydanına bakan Büyük İskender'e
- 'Bu nedir Aristo? '
diye sorduran şair, binlerce ölümle bitmiş savaşın sonucunu Aristo'nun ağzından tek cümleyle açıklıyordu.
- Zafer ya da hiç.
Faşistler ise ölüme tapınıyorlardı.
- Viva muerta...
Hiçbir şey olan bir hayatla, bir hayat olmayan hiçbir şey arasında, savaşlara aşık olup, aşkları savaşlara dönüştürerek kederden kedere dolaşırken, Malraux 'ölüme gidenlerin' adına atıyordu çığlığını:
- Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey bir hayat değildir.
Şarkı söyler gibi öldürüp şarkı söyler gibi acı çektirerek, müzik gibi nedensiz ıstırapların arasında sürüklenirken, bütün acıların aslında bir nedeni olduğunu, bütün çektiklerimizin aslında bizi son çığlığı atmaya hazırladığını görecektik.
- Bir hayat her şeydir.
Ve bu çığlıktan sonra belki savaşlara aşık olup aşklar savaşlara çevirmekten vazgeçecek ve yeni şiirimizi duyacaktık.
- Mutlu aşk vardır.
Ahmet Altan
altan ailesinin sevgi böcuğu bi babasına abisine bak bi ona :)
en sevdigim yazar
Ahmet Altan: Tanrı fikrini seviyorum
Tanrı fikri çok rahatlatıcı bir şey. Yani, Tanrı olduğu zaman iyi bir adamsan daima için rahat. Nasıl olsa Tanrı sana iyi davranır. İki, nasıl olsa her acını paylaşacak bir güç vardır ki, bu da çok muhteşem bir şey. Batılı bir düşünür, 'Tanrı fikri çok iyi bir proje' diyor.
Semavi bir edebiyatın kahramanlarından biri olmaktan hoşlanıyorum. Ben kendi müellifini tanımayan; ama ona hep hoş bakan, iyi şeyler olduğunda teşekkür etmesini bilen, kötü şeyler olduğunda, sitem eden bir kahramanı olarak dolaşırım.
Zor bir duruş
Ahmet Altan muhalif bir hayatın sahibi. Konuşmaya başlarken diyorum ki, konuşalım ama baştan bilin; 'Ey kavmim sen ki, peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin' gerçeği hâlâ devam ediyor.
Ahmet Altan'ın şu aralar üzerinde yoğunlaştığı ve eylül ayında kitaplaşacak bir çalışmasının önemli kahramanlarından olan Şeyh Efendi'ye kulak veriyorum, Şeyh Efendi; 'Kimseyi kendi ölçülerinle yargılama, herkesi kendi ölçüleriyle yargıla. Ahlâksız, benim ahlâkıma uymayan değildir, ahlâksız kendi ahlâkına uymayandır.' diyor. Kendi ahlâkı içinde tutarlı ve onurlu duruyor Ahmet Altan. Onun duyarlılığını açık yüreklilikle ifade etmek zorundayım. Ölüm karşısında, hayat karşısında, aşk karşısında, umut karşısında, hüzün karşısında, acı karşısında, inanç karşısında, Yaratıcı karşısında duyarlı. Bu duyarlılıkta; ölümün, hayatın, aşkın, hüznün, acının kendisine ya da hiç tanımadığı bir başkasına ait olması herhangi bir rol oynamıyor.
Hasan Paşa'nın kızı, Şeyh Mustafa Efendi'nin torunu, Halit Bey'in eşi Hanımefendi'yi hayatın, 'Ben her şeyin bedelini ödetirim.' demesinden, 'Parayı dedim, depremdekilerine gönder.' diyen çocuktan ziyadesiyle etkileniyor. Hapishanede ölümle yüz yüze duran Sevgi'den etkileniyor. Sarıkamış'ta Enver Paşa'nın ihtirasıyla ölen 90 bin insanla da, Akdeniz'de, Kıbrıs'ta kendi gemimizi batıran dahilerle de ilgileniyor. Benim acılarımla da, bütün kabilelerin acılarıyla da, duyarsızlıklarıyla da ilgileniyor Ahmet Altan.
Altan'ın biz Müslümanların bu hayatta olaylar karşısında tavır ve duruşlarına ait bazı sorularını düşünmeye değer buluyorum. Sahi biz, başkalarının ölümleri, korkutulmaları, haksızlığa uğramaları ve acıları karşısında niye sessiz kalırız ki!
Ahmet Altan, 'Hayatınızda hayatınızdan daha değerli bir başka şey yoksa eğer... ' diye başlayan ve oldukça anlam yüklü bir cümleyi de bırakıyor bize. Bir de, 'İnsan neresinden değişir? ' sorusunu.
Sahi insan neresinden değişir Ahmet Altan!
Her açıdan zor bir duruş, onun tercihi.
Bir dedem şeyh, bir dedem paşa. Ama bir dedem paşa olduğu için asker, bir dedem şeyh olduğu için sivil değilim. Fakat ben bunların izleriyle büyüdüm. Dedemin kılıcını ve kahramanlık hikâyelerini, diğer dedemin tekke anılarını dinledim. Bütün bunlar insanın damarlarına akar.' diyorsunuz bir söyleşide. Peki siz nesiniz, kimsiniz, nerede duruyorsunuz?
Ben yazı yazan bir adamım. Yazının haricinde beni tarif edecek pek bir özelliğim yoktur. İyi yazı yazmaya, yazıya ihanet etmemeye çalışırım. Yazıya ihanetin cezası her şeyden daha ağırdır bilirim. Düşündüğümü ve duyduğumu yazmaya çalışırım.
Sizi okurken aldığım notlarda; neredeyse birbirine benzemeyen iki hayatınızın olduğunu söylüyorsunuz.
Serserilikle dağılmaya yatkın, süfli zevklere düşkün tabiatımın bana kaçınılmaz bir kader gibi hazırladığı yok oluştan kadınlarla kitaplar çıkardı beni.
Nereden, hangi kadınlar, hangi kitaplar, nasıl ve nereye çıkardılar sizi?
Ben hem sokak çocukluğunu bilirim, hem de entelektüel bir dünyayı. Babamın meşhur bir yazar olması, her sabah bir daktilo sesinin hayatıma girmesi, benim ihtiyaçlarımı karşılayan paranın yazıdan gelmesi... Bu iki kültürün birleştiği kavşakta bir kültür melezi olarak büyüdüm. Biraz da asi tabiatlı bir çocuktum. Ders çalışmayı, okulu hiçbir zaman sevmedim. Derslerim kötüydü, çeşitli okullardan atıldım. Cehaletin bilgiye karşı iki tavrı vardır, ya onu yerden yere vurur, ya da onu çok yüceleştirir. Biz bunun ikisini de aynı anda bu toplumun içerisinde görüyoruz. Okulun, diplomanın, donmuş bilginin, ezberlenmiş bilginin bu kadar önem kazandığı bir yerde benim durumum bir yokluğa, bir hiçliğe, bir serseriliğe doğru giden bir yol gibi gözüküyordu.
Süflilikte kalma mı?
Hayatın süfli kısımlarına da meraklıyım. Ben bütün yerleşik aile değerlerini içine sindirmiş olarak büyümedim.
Kitaplardan ve kadınlardan ne öğrendiniz?
Edebiyat çok iyi bir beslenme kaynağıdır. İnsan hayat hakkında çok önemli şeyler öğretir. İnsana kendi güvenini, kendi değerlerini kazandırır. İnsana düşünmeyi gösterir. Hayatın içinde birçok değişik hayatlar olabileceğini bilirsin. Kendi hayatın içinde birçok başka insanın hayatlarını yaşarsın. Bu sana hiç yerinden kımıldamadan müthiş bir hayat tecrübesi verir. Kitaplar bana böyle şeyler öğretti. Süfli bir serserilik içine hapsolup kalmanın çok küçük bir hayat olabileceğini bana gösterdi. Bütün kitaplar zekânın ve zarafetin çekiciliğini gösterdi bana. Kadınlar ise beni her açıdan eğittiler, bana zevk, zarafet, incelik öğrettiler. Bugün eğer sahip olabildiğim herhangi bir değer varsa onların hepsinde bir kadının izi bulunur. Hayatı kitaplardan ve kadınlardan öğrendim. Bir de babam çok önemli bir faktördü.
Var olmak diye bir problematik. Varlığınızı nasıl temellendiriyorsunuz?
Bu bir problematik. Çünkü insanlar hayatın nedenini bilmiyorlar. Doğuyorsun, tabiatın ölçüleri içinde çok kısacık yaşıyorsun ve öleceğini de biliyorsun. Dindarlar hayatın manasını öteki dünyayla bu hayatı tamamlayarak açıklıyorlar. Ama dinî inançların bu kadar kuvvetli değilse, o zaman bu kendi elinde duran ve içi boş olan 80–90 yıllık zaman dilimine bir mana yüklemek senin görevin oluyor. Herkes hayata nasıl bir mana yükleyeceğini kendisi seçiyor. Bir kısmı hayata öyle mana yüklemek istiyor ki, ölümü ben hayatımda yaşarken yeneyim diyor, yani bedenen yok olduğum halde de benden bir şeyler kalsın diyor. Bazıları ölümünden sonra kalmasa bile, bu dünyada yaşadığı sürece çevresinin kendisine saygı göstereceği bir değer birikimine sahip olmak istiyor. Bir kısmı da hayata bir mana katmaya çalışmıyor, mümkün olduğunca eğlenceli bir biçimde geçirmeye çalışıyor. Burada bir sapmanın yol ayrımına geliyor; hayatı eğlenceli geçirmek için paraya ihtiyacın var. Parasız eğlenebilmek, çok büyük bir lüks ve çok büyük bir entelektüel birikim gerektirir. Eğer elinde bu birikim yoksa eğlenebilmek için başkalarına ve paraya muhtaçsın.
O zaman parayı nereden kazanıyorsun, nasıl kazanıyorsun diye sormak gerekiyor?
Evet. Bazen insanlar kendi varoluşlarını inkâr edebilecek bir biçimde para kazanıyorlar. O zaman kendi hayatlarının manasını eksiltip, o boşluğu eğlenceyle, iktidarla doldurmaya çalışıyorlar.
Ya siz?
Sade bir hayatım var. Yalnızlıktan çok hoşlanırım, kendi kendimi eğlendirebilirim. Ben kendi hayatıma yazı yazarak bir mana katmaya çalışırım. Yazmadığım zaman kendimle aram iyi olmuyor.
Yazarken kendinizde bir iktidar, bir kudret vehmediyor musunuz?
Yazarlar Enel Hakk'a en çok yaklaşan insanlardır. Her yazarın kendi kâinatı var. Kahramanlarının kaderlerine hükmeder, onların ölümlerine, doğmalarına, yaşamalarına, aşklarına karar verir. Burada gerçekten büyük ve dokunulmaz bir iktidar vardır. Sizi öldürebilirler, sizi hapse atabilirler; ama kimse size istemediğiniz bir şeyi yazdıramaz. Hem başka hiçbir kimseden yardım alamaz, hem başka hiç kimseden tesirle kötü bir hale gelemez. İnsanın Tanrı'ya en yaklaştığı yerdir bence yazarlık.
'Hayatın, bir sanat şaheseri olarak yaratıldığı açık; duygu zenginliği, anlatım gücü, aksiyonla ruhsal derinlik dengesi, kahraman bolluğu, sürprizleri, inandırıcı olmaya hiç uğraşmadan başardığı inandırıcılığı ve sürükleyiciliği bir başyapıt' diyorsunuz. Ahmet Altan bir yazar, bir de bu evrenin bir yazarı var. Peki bu başyapıtın yazarı ile aranız nasıl?
Zaten korkunç olan da bu geçek. Şimdi burada Tanrı fikrine bir yaklaşış var. Ben Tanrı fikrinden çok hoşlanan bir insanım.
Çok iyi bir çözüm...
Çok rahatlatıcı bir şey. Yani, Tanrı olduğu zaman iyi bir adamsan daima için rahat. Nasıl olsa Tanrı sana iyi davranır. İki, nasıl olsa her acını paylaşacak bir güç vardır ki, bu da çok muhteşem bir şey. Batılı bir düşünür, 'Tanrı fikri çok iyi bir proje' diyor. Ben bu fikirle biraz oynaşmaktan hep hoşlanırım. Bu kâinatın niçinini bilmiyoruz. Muhteşem bir sanat yapıtı gibi. Bunu yaratan biraz kendi yaratıcılığının gücünü de göstermek istiyor. Ben nasıl yaratırım ve neler yaratırım diye müthiş bir kudret gösterisi.
Kendini bildirmek...
Burada bir başka gösteri daha var. Bizim bilebildiğimiz kadarıyla kâinatta sadece iki çizgi vardır, düz ve kavisli çizgi. Sadece bu iki çizgiyi ve güneşin yedi rengini kullanarak, neredeyse milyarlarca renkte, tonda ve şekilde yaratık yaratabilmek olağanüstü bir hayal gücünün, muhteşem bir kudretin işareti. Bunun bir sahibi var mı derseniz, ben şu anda buna ne var diyebilirim, ne de yok...
Size var demek de, yok demek de zor geliyor, peki böyle bir 'muhteşem başyapıt' nasıl oldu sorusuna ne diyorsunuz?
Bunun cevabını bilmiyorum. Cevabını bilmediğim zaman, bir tahminim olabilir, ama tahmini gerçek olarak kabul edemiyorum. İnançlı olanlara karşı değilim ve onları şanslı görüyorum, karşı çıkanlara da karşı değilim. Biliyorum, emin olmak onları rahatlatıyor.
Emin olmak, insanı rahatlatıyorsa, her iki durumdan birini seçemeyen ve emin olamayan Ahmet Altan'da bir rahatlama isteği hiç olmuyor mu, ya da bu rahatsızlık, size rahatsızlık vermiyor mu?
Bir huzursuzluk. Ama bu bereketli bir huzursuzluk. Bu huzursuzluk soru sordurur. İnsanların da soru soranlara ihtiyacı vardır. Huzura ve rahata kavuşmak soruları bitirir. Benim huzursuzluğum sürdüğü sürece ben iki ucun arasında sürekli dolaşabilirim, bir kesin bağlanma sağlamadan onların arasında dolaşıp kendi sorularımı iki uçta da arayabilirim. Kesinlikler artık beni şüpheye düşürüyor.
Soruları kendiniz için mi soruyorsunuz, başkaları için mi?
Aklımda bir soru varsa, zaten onu yazarım. Türk toplumu sizin samimi konuştuğunuza, o konuşmalardan bir çıkar sağlamayacağınıza inanıyorsa, onun inançlarının tam tersini söyleseniz, buna belli bir hoşgörüyle yaklaşabiliyor. Genelde dindarlar tutucu bir yapıdadır, ama benim gibi tavrını net olarak söyleyen insanlarla onların bir problemi olmaz, rahatlıkla konuşurlar. Çünkü ben dindarların kendi hayatlarını yaşamalarının gereğine inanıyorum. Ama şuna da inanırım; Türkler söyledikleri kadar dindar değiller, eğer öyle olsalardı ahlaklı olurlardı. Ben bugüne kadar din motifli politik hareketlerden hiçbirinin 'haram' kavramının üstüne gittiğini hiç görmedim. Şimdi siz 'türban' meselesini 'haram' meselesinden önde tutan bir Müslümansanız, ben sizin inançlarınızdan ve tavrınızdan kuşkuya düşerim. Bu, Tanrı'nın varlığına duyduğum kuşkudan çok daha büyük bir kuşkudur.
Semavi bir edebiyatın kahramanlarından biri olduğunuzu da yazdınız.
Böyle olmaktan da memnunum. Büyük bir başyapıtın içinde yaşayan herkes onun kahramanlarından biridir. Ben de bu başyapıtın içinde dolaşan insanlardan biriyim. Ben de onun kahraman yaratmaya çalışan kahramanlarından biriyim. Ben kendi müellifini tanımayan; ama ona hep hoş bakan, onunla şakalaşan, iyi şeyler olduğunda teşekkür etmesini bilen, kötü şeyler olduğunda, ama biraz fazla değil mi diye sitem de eden bir kahramanı olarak dolaşırım.
Bu hayatı yaratıcıyla birlikte yazarak, adınızı onun adının yanına yazdırmayı başarmak mı buradaki kahramanlık?
Asıl zevk veren, asıl heyecanlı kısım, eserin yazılmasına yardımcı olabilmemiz, bunu hissetmemiz, bu yardımcılığı mümkün olan en son çizgiye kadar uzatma isteği taşımamız. Aslında yazarlığın da büyük bir başkaldırısı var, hem topluma hem Tanrı'ya. Çünkü yarışırım diyorsun. Ben bunu böyle yaşamaktan hoşlanıyorum, uçtan uca gidip gelmekten hoşlanıyorum.
Birbirinden çok farklı şeyleri aynı anda söylüyorsunuz. Mesela Aktüel'de iki hafta önce yayınlanan yazınızda 'Artık inanıyoruz Tanrı ve insanlar bizi bekliyor, sürgün bitiyor' diyorsunuz.
Benim yazılarımda Tanrı figürü çoktur, ben bu figürü, bu fikri seviyorum. Dindar olsaydım, radikal ölçülerde dindar olabilirdim. Yaratan birisi olmasından, sitem edebileceğim, şükredebileceğim birisi olması fikrinden ben hoşlanıyorum. Sadece o fikrin varlığından emin değilim. Bir dindar çocuk sormuştu, 'İnanmadığınızı söylüyorsunuz; ama yazılarınızda hep bir Tanrı var, nedir bu ilişkiniz? ' Onun kızacağından da biraz kuşkulanarak demiştim ki, 'Biz tanrıyla flört ediyoruz.' O bu sözden maksadımı anladı ve bana kızmadı. Bu bir tür düşünsel flört...
Ahmet Altan aslında Tanrı'yı ve dini çok ciddiye alıyor...
Elbette ki çok ciddiye alıyorum. Yazılarımda çok vardır, kitaplarımda da var. Mesela kahramanlarımdan biri Şeyh, gerçek bir din adamı. Gerçekten inanan bir adamın her zaman içinde bir kuşku olduğuna inanırım. En azından kendisine karşı bir kuşku taşır, layıkıyla inanıp inanamadığından kuşkudadır. İnsanların inanışları ilgimi çekiyor. Din insanlığın hayatında hep ciddiye alınmış, çok ciddi etkileri olmuş. Dini kültürel boyutta da, edebi boyu da çok ciddiye alırım. Mesela Batı edebiyatı kendi dininden çok beslenir. Ne yazık ki, bizim edebiyatımız kendi dininden o kadar beslenemedi, çünkü bizim dinî bilgilerimiz çok azdır.
İnanca yönelik bir yaklaşımda, 'Acıyla dolu bir hayatta insanların bu acılarını taşımalarına yardım eder... İnanç, insanların çekeceği azabı azaltır...' diyorsunuz.
Ben insanların inançsız olmalarını istemem. Hatta inançlıysalar onları şanslı bulurum...
Siz acıları nasıl taşıyorsunuz?
'Keşke Allah'a inansaydım' dediğim çok zaman oldu. Zaman zaman büyük acılarla karşılaşırsın. Annem öldüğü zaman bunu çok hissettim. Benim için ölüm bir kayboluştur, öteki dünyadan tam emin değilim. Çok sevdiğiniz birinin kesin yok oluşuna tahammül etmek çok güçtür. Allah'a inanan biri ölüm karşısında çok daha tevekkül sahibi olabilir, şunu düşünür; 'o gitti ama ruhu hâlâ etrafımda, ben de bir gün onun gittiği yere gideceğim ve buluşacağız.' Bu inanç acınızı yok etmez; ama taşımayı kolaylaştırır. İki, bizim toplumumuzda görmüyoruz; ama dinin inançlı insana çok büyük bir cesaret vermesi gerektiğini düşünüyorum. Onun içinde inançlarından kuşkuluyum, inanıyorsan cesurca fikrini söylemelisin, tavrını almalı. Dinin tek işaretinin de ibadet olduğuna inanmıyorum. Dinin daha özde var olabilen bir şey olduğunu düşünüyorum. Dinler ilk çıktıklarında ve muhalif oldukları dönemlerde özü çok önemsiyorlar; ama iktidar olduktan sonra şekli öne çıkartıyorlar. Ben, evet dinin özüyle ilgileniyorum. Hiçbir din insanlara kötü şeyler önermez. Ben yalnızlığa alıştım, yalnızlığa dayanabilirseniz, birçok acıya da dayanabilirsiniz. Bir de yazıya inanırım, tıpkı gerçek bir dindarın iyi yaşarsa cennete gideceğine inandığı gibi, ben de iyi yazarsam acıların üstesinden gelebileceğime inanırım. Benim hayatımda da bir inanç var aslında.
Kant; 'İki şey beni çok şaşırtır; yıldızlar ve insanlardaki iyilik' diyor. Sizi şaşırtan nedir hayatta ya da insanda?
Beni şaşırtan şudur; bu kadar muhteşem, ayrıntılı bir yaratma. Yani örümceğin kılcal damarına kadar düşünen, bir örümcek yaratıp bununla yetinmeyen ve üç yüz türünü yaratan, bir maymun yaratıp onunla da yetinmeyip iki yüz ayrı cins maymunu yaratan, denizin altında her bir balığı birbirinden farklı yaratan bir yaratıcılık, bunu sırf bir hiçliğe dönüştürmek için neden yapar! 'Kendi yaratıcılığını görmek için'den başka bir cevap bilmiyorum. Belki bir cevabı vardır. İnsan olağanüstü bir yapı, büyük bir kudret işi. Yaratıcılık gösterisine bakar mısın? Altı milyar tane aynı şeyden yapıyorsun ve hiçbiri birbirine benzemiyor. Sonra bunları buruşturup buruşturup atıyorsun. Niye?
Burayı bir vitrin olarak kullanıyordur...
Belki. Öyle de düşünülebilir. Bu soruların sahibiyim ama cevapların değilim.
Sorulara vurgu yaptığınız kadar, cevaplara da yöneliyor musunuz?
Bu soruların cevaplarını ben bulamam, bu benim gücümü aşıyor. Ben sorularımla devam etmek isterim. Sorularım en azından bana elimde olmayan cevapların gösteremediği yolları gösterir. Bir gün cevabını da bulursam harika olur... Edebiyat insana sorular verir. Bu sorular günlük hayatta pek işine yaramaz. Ama kendinle ilişkinde önemli bir rol oynayabilir ve insanın en önemli lişkilerinden biri kendisiyle ilişkisidir. Ayrıca senin kendinle ilişkilerin zenginleşirse hayatla da ilişkilerin zenginleşir. Hayatın da aynen dinde anlatılan gökyüzünün katları olduğu gibi katlarının olduğuna inanıyorum. Senin seviyen neyse sen hayatta ancak onun cevabı olan katta yürürsün.
Sizce ölüm nedir?
Hayata kıyasla ölüm bir mükemmelliktir. Çünkü hayat eksik olmak zorundadır. Ancak eksik şey ilerler. Mükemmelin gideceği bir yer yoktur. Mükemmel sondur. Ölümün mükemmelliği son olmasındadır ki, o mükemmellik bile yeniden hayata dönüşerek bozulur.
Yani ölüm bile tam mükemmel değildir.
Doğru. Hayat hareketini eksikliğe bağlamıştır. Zaten hiçbir zaman bir din devleti olamayacağına inanmamın nedeni de budur. Dinin bana göre tek eksikliği var o da, insandan mükemmelliği istemesi... İnsanoğlunun mükemmel olması hayatın akışına aykırıdır. Hepimiz eksiğiz ve sürekli bu eksikliği tamamlamak için hareket ederiz. Müslümanların dinlerini daha ciddiye almalarını bekliyorum.
Müslümanlar dinlerini ciddiye almıyorlar mı?
Hayır. Babam sorar; 'Müslümanlar neden Allah'ın kanunları karşısında merak eksikliği içindeler.' Eğer Allah'a gerçekten inanmışsan Allah'ın kanunlarını merak etmelisin. Senin Allah'la olan tek ilişkin onun büyüklüğünü kabul etmek ve ibadet etmekle sınırlı kalabilir mi? Senin Allah'ınla daha boyutlu, daha düşünsel, daha ruhsal bir ilişki olmayacak mı? Öz meselesi. Bu senin meselen mi derseniz, eğer onlar öze indirseydi, yaşadığımız hayatın çok daha renkli, çok daha zengin olabileceğine inanıyorum. Bu bana da yansıyacaktı. Ben romanımda bir şeyh, Allah'a inanan bir insan anlatıyorum. Benim kitabımın neredeyse en akıllı adamı bir şeyh. Orada kendi günahıyla, kendi imtihanıyla inanan bir adamın dövüşmesinin acısı var. Ama ben bizdeki Müslümanlarda böyle bir acı olduğuna inanmıyorum. Onlar bir cennet cehennem pazarlığı içindeler. Bunun da bir dini, olabilecek en ucuz ve kolay hale dönüştürmek olduğu kanaatindeyim... Bu son kitabımda şeyh diyor ki; 'Allah kulunu mükemmel yaratmaz. O'nun yarattığı kulun mükemmelliği tekâmül edebilmesindedir. O zaman sen Allah'ın dünyaya vermek istediği mükemmelliğe bir uyum katmak istiyorsan, sen de gelişmeli ve tekamül etmelisin...'
Ölüm korkutuyor mu sizi?
Ölümden gençliğimde korktuğum kadar şimdi korkmuyorum. Yazı yazmak beni ölüm korkusundan epeyce kurtardı. Özellikle Kılınç Yarası beni ölüm korkusundan epeyce kurtardı.
Nedir o korku?
İnsanlar yok olmaktan ziyade ölüm anından korkarlar. Geçenlerde babam yazdı, yabancı bir yazar diyor ki, dindarlar ölümden sonrasından korkuyorlar, komünist dinsizler ölüm anından korkuyorlar.
Siz neden korkuyorsunuz?
Aslında neden korktuğumu bile bilmiyorum. Sokrat'ın çok güzel bir lafı var, onu ölüme mahkum ettiklerinde hakimlere diyor ki; 'Siz kalıyorsunuz ben öleceğim, ama hangisinin daha iyi olduğunu hiç kimse bilmiyor.' Ben korkuyorum ama ne olduğunu bilmiyorum. Bu güdüsel bir korku. Bu kâinatı yaratan her kimse, hayatı ölüm korkusuyla devam ettiriyor, ölüm korkusu olmadan hayat bitiyor. Bütün canlıların içine ölüm korkusu bir güdü olarak yerleştirilmiş doğuştan. Çünkü korkmuyorsan öyle duruyorsun. Ceylanlar ölümden korkmasa aslanlar onları rahatlıkla yer, o zaman ceylan kalmaz, bütün denge bozulur. Ceylan niye korktuğunu biliyor mu, aslan gelince kaçıyor. Biz; 'Nasıl olsa öleceğim, niye bundan kaçıyorum? ' sorusunu sormalıyız.
Ölüm sizi teslim almadan, siz ölüme gitmeyi düşündünüz mü?
Yani intihar... O kadar büyük bir ölüm korkum yok. Gençliğimde bunu düşünebilirdim...
'Genç bir kız hapishanede ve galiba ölüyor. Bu kızın kurtulmasına yardımcı olacak, henüz gergedanlaşmamış, ruhunu satmamış bir insan yok mu koskoca toplumda? Eğer, bir kişi varsa, bir insan varsa ona yalvarıyorum: Yardım edin, biri ölüyor...' diye bir çağrı yaptınız...
Sevgi İnce'yle ilgili. Yaptım da ne oldu! Sarıkamış'tan Akdeniz'e yazdım; Sarıkamış'ın ölümcül gölgesi bu ülkenin üstünden hiç gitmedi. Eğer Sarıkamış'ta ölen 90 bin askerin hesabı Enver'e, Kıbrıs'ta batırılan geminin hesabı diğerlerine sorulsaydı, ölüm böylesine pervasızca kol gezmezdi bu ülkede. Hapishanede masum bir çocuk ölürken, nasıl olur da bu ülkenin dindarları ayağa kalkmaz? 18 yaşında bir kız çocuğunun hapishanede ölmesini, neden bir türban meselesi kadar önemsemezler? Din, 'Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı ihya eden bütün insanlığı ihya etmiş gibidir.' demiyor muydu! Allah rızası için bunu ben sorayım, bunu sizin gazeteniz sorsun. Biri bana bunun cevabını versin. Gözünün önünde bir kul bir başka kulu öldürüyorsa, sen nasıl sesini çıkartmazsın... Benim Şeyh kahramanım diyor ki: 'Kimseyi kendi ölçülerinle yargılama, herkesi kendi ölçüleriyle yargıla. Ahlâksız, benim ahlâkıma uymayan değildir, ahlaksız kendi ahlakına uymayandır.' İnsanlar dindarlara güvenmiyorlar, çünkü dindarlar kendi ahlâkına uymuyor. Çünkü dinin ahlâkı size o çocuğu kurtarmak için ayağa kalkmanızı emrederdi.
Bir insanı yalın bir 'insan' olarak görüp, bunu onun için 'yeter değer'de algılayamıyoruz da, etnik kimlik, aidiyet, bağ vs. arayışlarındayız?
Bunun vahşi bir cevabı var; çünkü biz yeterince insan olamadık. Biz tek başımıza bir insan olmayı beceremediğimizden belli bir kabilenin bir parçası olmaya çalışıyoruz. Bu kabilenin adı Kürtlük, Türklük, laiklik, dindarlık olabilir. Ama bu kabilelere dahil olan herkes sadece kendi kabilesiyle ilgileniyor ve karşı kabileden birinin acı çekmesine hiç aldırmıyor ve zaten onları da birer insan olarak görmüyor. Kendisini de bir insan olarak görmüyor, kendisini de sadece bu kabileden birisi olarak görüyor...
Mehmet GÜNDEM