ÖLÜ KUŞUN ARDINDAN...
“Gönül kafeslerinden bir kuş
Sana doğru uçmak istiyor.
Senin semalarına kanat açıp,
..
Bir kırık kuş kanadında bir tüydüm
Zemheride kanada tüy örtüydüm
Zaman geldi ne kuş kaldı ne kanat
Zımlamadan zaman beni ben tüydüm
(İstanbul,1997)
..
Yabani kuş kafese konur
Ve özgür kalacağı günü bekler.
Ama çok geç, özgür kalsa da
O artık yabani bir kuş değildir! ...
(24.06.98)
..
Bir uçurtma yükseldi gökyüzüne,
Rengarenk...
Sarı, kırmızı, mavi, pembe...
Sonra bir dala kondu,
İçinden bir kuş çıktı uçurtmanın.
Uçtu gökyüzünün derinliklerinde,
Kuş da rengarenkti
..
Zavallı kuş nafile bir çabadaydı,
Öyle uğraşıyordu ki, uçamıyordu,
Her kanat çırpışı, özgürlük adımıydı,
Ama biçareydi, kanatları yıpranmıştı.
Pencere açıktı, zavallı kuşa bakıyordum,
Gökten akan su, çakan şimşek onu yormuştu,
..
Tir tir titreyen bir serçedir avuçlarında zaman
Günlerine yansıyan kırık ve puslu aynalardan
Göklere hayat dolu kanat değecek anbean
Dudaklarına borçlandığın sevdaların ardından
Sözlerin ürkek, çekingen varlığın dalında kuş
Yuvalansın içinde yaşamak yürekte kıpır kıpır
..
Yüreği örselenmiş,
Kendi küçük bir kuş,
Avucunda sıkı sıkı tuttuğu
Kendi gibi yaralı bir kuş.
Sevgisi yarımdı,
Hasreti sonsuz.
..
Bir sabah dolaşırken papatyaları gördüm,
insanlar üzerlerinden çiğneyip geçmişler,
onları incitmişler,yaralamışlar.
beni insanlar üstümü değil, hatırımı çok çiğnediler.
papatyalar ağlıyorlardı,bende ağladım.
Başka bir yerde,bir baba kuş yuvasında, acı acı ötüyordu,
sordum neden.
..
Dedelerce dikilmiş, birçok kuş besleniyor,
Dut deyip de hiç geçme, büyük fayda sağlıyor…
Falan eleştirirmiş, yolu kirletiyormuş,
Hem dut kalitesizmiş, işe yaramıyormuş…
Hem ağaç yabaniymiş, dut fazla şekerliymiş,
..
Ağıt yakan kuşlar.
Şu dağda bir kuş öter
Yanık yanık gelir sesi
Gagasından düşer ateş
Dinleyenler kor gibi yanar
Şu dalda bir kuş tüner
..
Arafta bir kuş
Yana düşmüş kanatları yama tutmaz
Çalsa davul çengi otagında
Adım ritm tutmaz, coşmaz
O yaski
..
Ve bir yeşil alev ufkumda yanan,
Çok eski bir şarkı dinlediğimiz.
Ömrümde seninle başlayan zaman,
Uçan kuş, doğan gün, masmavi deniz.
Dallarda bir mevsim kuş seslerinden,
Eteğinde garip, çaresiz yürek.
..
Gideceğim buralardan beni otobüs duraklarında arama. Ne tabutta olacağım ne de gözyaşında. Ayaklarım öyle sessiz hareket edecek ki bastığım yerde ayak izimi bulamayacaksın. Uçurumun başında Allah'ım canımı al diye yalvarılmaz. Direkt kendini atarsın boşluğa duaya gerek kalmaz. Ama ben ölmeyeceğim ve yüksekte bir kar gibi birikeceğim. Çığ gibi düşeceğim derin uçurumlara. Kanım sopsoğuk akacak kar suları gibi. Sonra başımı kaldıracağım kardelenler gibi. Hiç boşuna uğraşma ölmeyeceğim. Daha tanışmadım ki ben güneşle ve ayla. Sana kara kış gibi hoşça kal diyeceğim. Sonra bahar gibi dünyamı güneşle ve nisan yağmurlarıyla dolduracağım. Toprak kokusunu duymadan girmeyeceğim mezara. Hayatın kiraz dolu ağaçlarında daldan dala atlayacağım. Bir kelebek bir kuş olacağım. Gökyüzüne doğru bir seyahat edeceğim. Beni basit dolmuş duraklarında arama. Bir bulutun içinde yağmur sularını içeceğim. Yüreğim temizlenecek yeryüzüne ait tozdan ve kirden. Sonra seni tertemiz duygularla seveceğim. Berrak suları içine çeker gibi akacağım yüreğinin en hararetli bölgelerine. Seni ne günahtan korkar gibi ne de cenneti ister gibi seveceğim. Bir çocuğun okuma yazmayı öğrenmesi gibi seveceğim seni. Seninle kuracağım cümlenin en temizini ağzım süt kokarken. Dilimde küfür yokken ve insanlar gölgelerini aydınlığıma indirmemişken, seninle söyleyeceğim kelimelerin en hasını. Bütün insanların yeşil bir ağaçken, kupkuru bir dala dönüştüğünü görmeden seninle inanacağım doğanın sesine. Kulak vereceğim dalga sesine, kuş sesine hayatıma daha yalanlar girmemişken.
Şimdi sen sus, insanlar sussun. Yağmurun sesini dinleyeceğim. Çimenler bir sözcük gibi dizilirken doğanın kitabında, sana yemyeşil şarkılar söyleyeceğim bir cırcır böceğinin ağzından.
Beni öldürmeye çalışma. Daha seni seveceğim. Seninle bir bulutun bir bulata çarpması gibi sağanak öncesi ve sonrası enerji dolu bir hayat yaşayacağım.
..
Sevgiden kurulu bir dünyada yaşamadık. Hep kavga- gürültü, hep kargaşa, hep yaşamak uğruna birbiri ile savaşan yığınlar olduk. Birimiz birimizden çıkar sağlamazsa selam bile vermeyecek kadar körleştik, köreldik… Bu insanlığın bitme noktasına kaderin rıza gösterdiği, bu savaşta: batmadan kalacak, kirlenmeden, insanlığı yine inşa edecek, abideleştirecek nesilleri büyütemedik.
Hep sevgiden yoksun olarak büyüdük. Belki de bunun ceremesini hayat dolu olan her şey de çekecek! Ağaçtaki bir kuş bile ya da rüzgârla savrulan yaprakta.
İnsanlığın bitmeme savaşı vermesi gerek!
Oysa ne güzel anlatır doğa, doğasız yaşanılamayacağını… Suratımıza tokat olarak çarpar, yeşili yok edince, bize manzaramızın nasıl da yok olacağını! Bir balık bile bilir boşuna yaratılmadığını da o da gayesiz yaşamaz. İnsan çok ağır yük yüklenmiştir. Ya altından kalkacak ya altında kalacaktır. Elbet altında kalacaktır insan gibi yaşamayı, insan olmayı bıraktığı için!
Bilirim insan denilen şu canlı türü hep çıkmaza çıkmak, imkânsıza gitmek, yapılmayanları yapmak arzusuyla yer bitirir ömrünü. Yaşlanmaya çare bulamazken, ölmez bir eser bırakmayı tehir de ederek canı bu dünya uğrunda çıkacak. Hiç ötesine hazırlanmadan yolun ötesine gidecek. Ekmek peşinde koşan her birimiz, ekmeği paylaşmayı ise düşünmeden, muhtaç olanı görmeden ya da giyindirmeden, nihayetinde yok olup gidecek, eskiyecek şeyler peşinden koşup gittikçe, her gün insanlığımız da, insanlıktan sorgu- sual ederek geçip gideceğiz. Aynaya bakmadığımızdan mı yoksa çok baktığımızdan mı bilemem iç yüzünü görememiş, betonlaşmış bir muamma ordusu olmuşuz.
Teknoloji çöpleriyiz ki belki bizden beklenen de bu idi!
Üretmeyen- tüketen, sormayan, sorgulamayan, zevk- sefa içinde yüzen, hazırca ya konan vs. İşte bu yüzden ağaçtaki kuş kadar huzuru bulamamışız, ağaçtaki kuş kadar bile hayattan habersiziz.
..
Kavuşmak yok
Konmadı kanatları bu kuşun henüz
Kuş kanatsız uçamaz
Uçsun diye değil ki bu kuş
Hem kime ne, bu benim kuşum
..
Şairler ya da yazarlar, edebiyata gönül vermiş kişiler, bilgi birikimleri, yetenekleri, görgüleri ve geniş muhayyileleri ile ne denli başarılı olurlarsa olsunlar başka biri olamadıkça kendilerini tekrar edip kısır bir döngüde dolanıp dururlar.
Şiirleri eserleri de ezber olmakdan tekrar olmakdan kurtulamayan tatsız tuzsuz keyif vermeyen öğretisi, mesajı olmayan sıradan eserler olurlar...
Marifet yeri gelince mekân,olmak yol, şehir. orman oalbilmekte. Kuş olup kuş dilinden aşk olup aşkın ağzından yazabilmekte.
Marifet başkaları olabilmek...
..
Her çeşmenin suyu içilmez.
Her ağaç meyve vermez.
Ağaç mevsiminde meyve verir.
Sulanmayan kök kurur.
..
İçimden
bir kuş uçup gitti...
Kanatlarının izi kaldı...
Bir de yarasının kabuğu...
Yada ben
uçup gittim içimden
İçim yaralı kuşa kaldı...
..
Bir ak kuş kanatlandı Adevviye'den,
Kar taneleri gibi hafif,kanadı yeşil.
Bir kuş uçtu ak meydandan,
Kırmızı akıyor mavi Nil.
Rahat oturun siz evinizde,
Rahat uyuyun yatağınızda,
..
Çok, çok eskilerde bu bastığım yerdeydi evimiz. Solumda, Selçuklulardan kalma damlı, güdük minareli, tarihi Mescit. bitişiğinde Erciyes’in buz gibi suyunun pöğreğinden güldür güldür akıp yalağına döküldüğü, büyük baş hayvanların kana kana içtiği sokak çeşmesi. Önümden on adım ileri de mahalle arasında kalmış mevsimine göre, lahana, pırasa, havuç, turp. marul, domates, biber ve salatalığın yetiştirildiği büyükçe bir sebze bahçesi.
Bu sebze bahçelerinden hemen, hemen her mahalle aralarında vardı. Mübalağasız her evin ahırı, ahırında da, birer büyük baş, yada küçük baş hayvanı olurdu. Sabahları Camız ve inekler harman yeri denen yerde toplanırlar, çobanın ıslık sesiyle otlanmaları için o zamanlar mera olan, şimdilerde yerleşim alanına dönüşen Gaziosmanpaşa Mahallesi, Karpuzatan mevkine götürülür, akşam yine aynı yerden de ıslık sesiyle evlerindeki ahırlarına dağılmaları sağlanırdı. Hayvanlar toplanma yerine kendileri gider kendileri gelirlerdi. Çoban azık bohçasını her gün ayrı hayvanın boğazına bağlardı. Sahibi sabahları hayvanıyla birlikte toplanma yerine gelir, çobanın azığını ve ücretini elden verirdi.
Okullar kapanıp yaz gelince genelde aileler bağ evlerine göçerlerdi. Aile reisleri şehirde kalır ticaretle uğraşır, hafta sonları ya da her akşam canlı vasıtalarıyla bağ evlerine dönerlerdi. Hali vakti yerinde olanlar Talas, Hisarcık, Germir, Mimarsinan. Orta halliler, Eskişehir Bağları, Hacılar ve Mahrumlara göçerlerdi.
Bazı evlerin önünde, “Yaylı “ at arabaları vardı. Romalı gladyatörlerin savaşlarda kullandıklarının benzeri bu arabalar, uyarlanmış lastik tekerlekli iki kişinin bindiği süslü arabalara dönüştürülmüştü. Bu zenginlerin evlerinin ahırında ayrıca atlar için de Musullar vardı. Bahar geldiğinde ahırların tabanı bellenir, kemreleri gübre olsun diye sebze bahçelerine verilirdi. Baharları mahalle araları mayıs kokardı.
O dönemlerde bırakın mahalleleri şehirde sayılıydı otomobiller. Bazı evlerin önünde Tek ya da çift atın çektiği süslü faytonlar vardı, şimdilerde taksilerin yerini tutan. Sokaklar nal sesiyle inlerdi. Dört lastik tekerlekli at arabaları vardı çokça, nakliye işlerinde kamyon gibi kullanılırlardı.
Sokaklarımız taş kaplıydı, öyle sık sık eşelenmez, köstebek gibi delik deşik edilmezdi. Tek tırnaklı hayvanlar gibi hada çift tırnaklı İnek, Öküz gibi hayvanlarda nallanırdı, tırnakları aşınmasın diye. Kadınlar sokak çerçilerinin ne sattıklarını çığlıklarından, hayvanlarının nal sesi ya da kişneme sesinden bilirlerdi. Çerçiler katır ya da atlara çatılmış büyük küfeler içerisinde pazarlarlardı sattıkları ürünleri, sebzeleri. Hele bir çerçi vardı ki yarım asırdan evvel, çığırışıyla sokakları inletirdi. Katır semerine çatılı küfe içerisinde sakatatları satmak için “ Koyun ayağı var Kelle var” diye bağırır inletirdi sokakları. Bir seferinde Düven önünden, Kağnı pazarına doğru giderken, Adem ağanın konağının önünde, o sakatatçı yönünü konağın üst kat penceresine doğru dönüp iki elinin ayasını ağzına dayayarak, yine aynı ses tonuyla “ koyun ayağı var kelle var” diye avazı çıktığı kadar bağırır. Adem Ağa pencereyi açar, önünden geçip giden sakatatçıya “ ne bağırıyonğ lan, benim evden başga ev bulamadınğmı gandıracah, kosnüg der. Sakatatçı uzun boylu, Adem Ağa yaşlarında birisi idi. Biraz komik bir tavırla,bir eli katırının yularındayken, diğer eliyle küfeyeden çıkardığı kelleyi ağaya sallayarak, ne gızıyon ağa, belkim ağanın da canı çeker diyi bağardımdı ” der. Aynı nakaratı bir daha çağırarak uzaklaşırken.” Get lan işine sümsük herif diyi, sokranarak penceresini kapatır, Adem Ağa”
Her mahallenin ev ekmeği pişiren fırını vardı. Ev hanımları hane halkına göre, bir hafta yetecek kadar hamuru akşamdan yoğurur, sıra kapmak için sabah namazını müteakip bakır leğenler içerisindeki hamurlar omuzlarda fırınlara taşınırdı. Ekmek pişiricisinin arkasında bulunan bel hizasında yükseltilmiş tezkerelerin üzerinde sıra sıra. Bu tezkerelerin üzerinde bazen otuza yakın leğen sıralanır, geç kalanların ekmeği öğleden sonraya kalır, komşulardan ödünç alınırdı. Biz çocuklar birkaç gün sonra bayatlayan ev ekmeğinden bıkar, illa ki çarşı ekmeği diye tutturur mızmızlanır hadda bir tonda azar işitirdik ebeveynlerimizden. Yalanda değildi hani. Hamur mayalı o mis gibi kokan somun ekmeğine ve meşhur Şıhaslan Fırınının çıkardığı, kapalı uzunca pidesine doyum olmazdı. O pideler hemen hemen her bakkalda bulunurdu. Bakkalcı bilirdi pidenin yanında çemenin gittiğini. Öğlenleri okul aralarında veya oyun seyrederken. Yirmi beş kuruşa çeyrek, elli kuruşa yarım pide arası çemen ekmeği ne keyif ve iştahla yerdik Bilmezdik ne hamburger ne kola, ne döner, ne ayran. Bilseydik de alamazdık ki.
..