Allah’ın selamı üzerinize olsun.
Tasavvurat-ı Zalime-i Şeytaniyenin Mahsulü Yani: Şeytani Zalimce Düşüncenin Ürünü: Gizli Şirk
Ene (benlik) , gizli hazineler olan esma-i İlahiyenin anahtarıdır. Onun mahiyetinin bilinmesiyle ancak o ene açılır ve kainatın gizli sırları ve vacip olan alemin hazinesini bile açar.
Ene (benlik) kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, bir harftir ve o harfin iki yüzü vardır:
Biri hayra ve vücuda bakar. Diğeri şerre bakar.
Hayra bakan yüz, yalnız feyze kabildir, ilim, irfan elde edebilir. Verileni kabul eder; kendi icat edemez. Fail değil, icattan eli kısadır.
Şerre bakan yüz, ademe gider. Bu faildir ve fiil sahibidir.
Bu sebeple her kim olursa olsun, cemaat lideri, şeyh, mürşit, üstad, ordu komutanı veya her hangi bir sosyal grubun lideri; o cemaat, topluluk, ordu veya grubun başarıları, o mürşit, şeyh, lider veya komutana mal edilemez, ancak bozgun veya başarısızlıklar o lider veya komutana mal edilir. Hatta bu Allah Resulu bile olsa:
Sahabeden Abdullah es-Sıhhîr (R.anh.) bir gün Hz. Resul'e şöyle dedi:
'Ey Allah'ın elçisi, sen bizim efendimizsin, sen bizim onurumuz, velinimetimizsin; sen bizim babamız, en üstünümüzsün...'
Hz. Peygamber bu sözlerden rahatsız oldu ve şu cevabı verdi:
'Nasıl sözler bunlar! Dininize, imanınıza yakışır biçimde konuşun! Sizin efendiniz Allah'tır, Allah! ... Dikkat edin de şeytan sizi duygularınıza yenik düşürmesin.' (İbn Sa'd; et-Tabakât, 1/311; Îbnü'1-Esîr; Üsdü'1-Ğâbe, 3/275)
Yani, Allah Resulü “Bana efendimiz demeyin, efendimiz derseniz şeytan sizi duygularınıza yenik düşürmüş demektir, bundan sakının” demek istiyor, hem de azarlama dozunda.
Aslında biz genellikle bir öğretmene öğrenci, bir üstada talebe, bir mürşide mürid veya bir resule ümmet olmayı beceremiyor, ifrat ve tefrit arasında gidip gelerek ortada duramıyoruz. Zaten bizim aradığımız mürşit değil tanrı, çünkü öyle bir mürşit istiyoruz ki, onda hiçbir noksanlık, eksiklik ve günah bulunmamalı. Bu durumda iki taifeye ayrılıyoruz:
Bir taifemiz: Tefrite düşüp mürşitlerimizi yüceltiyoruz, tanrılaştırıyoruz
Diğer taifemiz: İfrata çıkıp mürşitlerimizi kendimiz yönlendiriyoruz.
Bir mürşitte fani olanlardan tefekkürsüz olan bir kısmımız, o fenaiyette takılıp kalarak Allah’ta fenaiyete geçemediğimizden dolayı tefrite düşüyor ve o mürşit veya üstadı yücelterek, o cemaat veya topluluğun hayrını o üstad veya mürşide veriyoruz.
Tefekkürlü azınlık olan ikinci kısmımız ise; o üstad veya mürşide yakın talebeler olduğumuzda onun safiyetinden yararlanarak dar ve kısacık akıllarımızla onu korumak maksadıyla, onun ile ona tabi olanlar arasına girerek onun halk ile irtibatını kesiyoruz ve onu kendilerimize göre yönlendirmeye ve kendi kalıplarımız içine sokmaya çalışıyoruz.
“İ’lem! Bil ey kardeş! Beşerin en şiddetli zulmündendir ki, bir cemaatin çalışıp kazanarak elde ettiklerini bir şahsa verir. Ve o güzel sonuçların meyve vermesini o şahıstan vehmederler. İşte böyle bir zulümden gizli şirk meydana gelir. Çünkü bir cemaat kesb ederek elde ettiklerini ve cüz-i ihtiyarilerinin eserini bir şahıstan çıkmasını vehmetmek, mümkün olmaz.. İlla ki o şahsı icad derecesine kadar terakki etmiş harika bir kudret sahibi şeklinde tasavvur etmekle olabilir.
Evet Yunanlıların ve Vessenilerin ilahları ve putları ancak bu gibi tasavvurat-ı zalime-i şeytaniyeden (şeytani zalimce düşünceler) meydana gelmişlerdir.” (Mesnevi-i Nuriye, Habab, 190, (Badıllı tercümesi)
“BEŞİNCİ MESELE: Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar.
Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir ayna vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, aynayı masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir.
Evet, ayna muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.
Hattâ bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır, o aynada çok garaibi müşahede eder. Halbuki aynada değil, belki aynaya olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, aynanın haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, Bazen nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.” (Onyedinci Lem’a)
“Nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.
… bütün şerefi ve mânevî ganimeti komutana verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mes'ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütuhat yapsa, 'Aferin Hasan Ağa'; mağlûp olsa 'Aşirete Tuh' diye aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatin aksine hükmedilir…
Aynen bunun hatası gibi: Eski Harb-i Umumîden biraz evvel, ben Van'da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: 'Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.'
Ben de dedim: 'O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes'ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.'
O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o dâvamda tasdik edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar.” (14. Şua s. 315)
Lidere yakın olanlar akılları sıra hizmet için bu dünyada ve şefaat ve kefillik için ahirette kullanma gibi; tefekkürsüz ve lidere uzak olanlarsa öteki dünyada şefaatçi ve kefil olarak kullanma gibi birer şeytani zalimce düşünceyle, cemaatin hayrını vererek o lideri yüceltiyor, kutsallaştırıyor ve şefaatçi ve kefil tayin ediyorlar.
Bunu işin kolayına kaçıp hayır ve hasenatları lidere vererek kendilerine ısmarlama şefaatçi tayin edip, sorumluluktan kurtulacaklarını sanarak yapıyorlar.Yani, onlar yarın haşirde: “Bunu niye yaptınız? ” diye kendilerine sorulduğunda: “Biz ancak şeyhimize, üstadımıza veya önderimize uyduk? ” deyip kurtulacaklarını sanarak, gerçekte kendilerini kandırıyorlar. Oysa ki; Peygamberimizin (asm.) amcası için şefaat talebi bile reddedilmiştir, çünkü onun şefaati ümmetinden büyük günah işleyip tevbe etmeden ölenlere olacaktır, şirk üzere tevbe etmeden ölenlere değil.
Cemaat lideri kendinin bu anlamda öne çıkarılmasına kapı aralamamış ve cemaatteki bireylerin kendini aşmalarına fırsat vermişse eğer; onun bu işte bir suçu yoktur, fakat bu ve benzeri fikir, hal ve hareketlerde bulunmuşsa, o da bundan sorumlu olarak bunun hesabını verecektir. Cemaat ise: Her halükarda, yani lider kendinin yüceltilmesine kapı aralamış veya aralamamış da olsa ve kendini aşmalarına fırsat vermiş veya vermemiş de olsa, cemaat bundan sorumludur ve gizli şirkten hüküm giyer.
Ayrıca cemaat liderlerinin çevrelerindeki cemaatler tarafından yüceltilip dokunulmaz hale getirilmeleri taassuba yol açar.
Bazı cemaatlarda öncülerin, liderlerin veya üstadların etrafındaki; ve o cemaatin hizmetinin zorlu günlerinde en gerilerde iken, sonradan en öne çıkmış kimseler, davanın zahmet ve kahrını çekmedikleri ve hep hizmette önde olma hırsıyla, piramitsi otoriter bir yapılanmanın devamı için, bütün cemaatin hayrını lidere, şerrini ise cemaate veriyorlar.
Bu durum cemaatlerin çoğu bireylerinin de hoşuna gidip onları destekliyorlar ve karşı çıkanları ise dışlıyorlar, adeta tekfir ediyorlar
Bu, ihlas risalelerinde belirtilen şahs-ı maneviye ters olduğu gibi, yukarıda Üstad’ın da ifade ettiği gibi, bir başka yönden de “şeytani zalimane bir düşüncenin ürünüdür” ve “bu zulümde bir şirk-i hafi vardır”.
Bunun sebepleri içinde en önde gelen sebeplerden birisi de: Para, mal veya dünyevi bir mevki ve makamla yapılan hizmeti, ilim ve irfan ile yapılan hizmetle bir tutmakla başlayan süreçte giderek, ilim ve irfan ile yapılan hizmetin önüne geçiren anlayış, ilim irfan sahiplerini danışman gibi geri planda bırakarak ‘ilmin izzeti’ ayaklar altına alınıyor.
İlmin geri plana itilmesi ile tebliğ, iman ve emr-i bil maruf gibi vazifeler; san’at, kültür ve edebiyat ön plana çıkarılarak, tv., radyo ve gazete gibi yayın organları vasıtası ile yapılır hale geliyor, en kötüsü ise; tebliğ yaptıklarını sanıyorlar, oysa ki sürekli aynı şeyleri tekrarlayarak reklam yapıyorlar ve muhataplarını bıktırıyorlar. Bundan daha kötüsü ise; kimileri de tebliği propaganda ile karıştırıyorlar ve tebliğin değerini düşürerek çok büyük zararlar veriyorlar. Oysa ki tebliğ, bire bir ve yaşanıp örnek olunarak yapılır. Sözle tebliğ, muhataplar tarafından talep edilirse ancak o zaman yapılabilir. Sözle tebliğ yapabilecek kimselerin ilim, irfan ve hikmet yanında icazat ve belagat sahibi olması ve lisanın afetlerinden sıyrılmış olması gereklidir.
Bu gibi yayın organlarında reklam, haber, film, dizi film vb.ları yayınlarında hizmet, tebliğ ve emr-i bil maruf adına, İslam’a muhalif bazı vasıtalar hizmette mubah sanılıp işleniyor. Kendi anlayış ve görüşleri İslami anlayış gibi sunuluyor.
Bu yazının konusu; “cemaat ile cemaat lideri arasındaki ilişki”dir, asla bire bir ilişki ile karıştırılmamalıdır. Yani bu yazı mürid ile mürşidin karşılıklı bire bir ilişkisini hedef almak maksadıyla hazırlanmış değildir. Ayrıca cemaat liderlerinin durumunu inceleyen bir yazı hiç değildir. Bu yazının amacı bizlerin, yani cemaat durumunda olanların kendi kendilerini sorgulaması ana teması üzerine bina edilmiştir. Üstelik bu yazı Risale’nin bir çok yerinde önemine binaen vurgulanmış bir hakikatin bir nev’i şerhidir, yani acizane benden çıkan bir fikir değildir.
Beş bin yıllık dünya tasavvuf tarihinde görülmüş müdür ki, mürşitler siyasi parti başkanları gibi reklam ve propaganda yoluyla ismi teşhir edilip duyurulması.
Benzer bir yolla duyurularak ismi meşhur edilen mürşitlerin en çarpıcı örneği ise; Hacı Bayram-ı Veli Hz.leri ve bir buçuk mürididir. Bu örnekte açık seçik görüyoruz ki; o bir buçuk müridin dışındaki binlerce mürid mürşitleri hakkında Tasavvurat-ı Zalime-i Şeytaniyenin Mahsulü olan bir düşünceye saplanmışlar.
Ve: Beş bin yıllık tasavvufun, seyr-ü süluk çerçevesinde şeyhi, mürşidi veya öğreticisi ile bire bir karşı karşıya gelmeden irşad olmuş bir tek salik gösterilebilir mi? Buna mukabil günümüzde hayatı boyunca mürşidi ile karşı karşıya hiç gelememiş kişiler o mürşidde fena oluyorlar.
Tasavvuf yolu ile hakikat ne yaşanır, ne de yaşattırılır, tasavvuf yolu ile ancak velayet mertebelerine çıkılabilir. Tasavvuf: Hakikat yoluna süluk edenler için geçilmesi gereken bir eşiktir.
En doğrusunu Allah bilir.
O’nu her türlü noksandan tenzih ederiz. O’nun bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. O her şeyi hakkıyla bilir ve her işi hikmetle yapar. (Bakara: 32.)
Allah’a emanet olunuz.
28. Ağustos. 2006
Ali Oskan
Ali OskanKayıt Tarihi : 12.3.2007 10:17:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Ali Oskan](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/03/12/i-duz-yazi-cemaat-liderleri-ile-sirk-kosmak-2.jpg)
Üzerinde düşünülmesi gereken bir yazı... Aslında bahsettiğiniz bu durumu meydana getiren cemaat liderleri değil de ona bağlı olan talebeler...Ve yine bu talebeler farkında olmadan çok sevdikleri hocalarının nefislerini zorluyorlar...Sevgi adına aslında hocalarımıza kötülük mü yapıyoruz acaba?...Allah bizi muhafaza eylesin...
Saygılar...........
TÜM YORUMLAR (3)