İlahi rahmetinde olmuşken beşer,
Gönül surlarında yalın ayak gezer,
Kaysı Mecnun eyleyen asil keder,
Gam vurdukça kar gibi eriyorum,
Zehr-i aşk serbet edip içiyorum,
Boğazıma kadar isyan sûkutuna battım bu gece...
Karabasanlara, afakanlara inat,
Şeytan oldum, cin oldum bu gece...
Teşekkür ederim sanada kader,
Artık herşeyden vazgeçtim bu gece...
Sana bu mektubu gecenin sessiz ve sensiz koynunda yazıyorum. Tüm kainat sus pus otururken kendi köşesinde, ben yüreğimin bir köşesinden akıtıyorum kanımı dışa... Sessizliğin bile gıpta edeceği kadar sessizce vede sensizce yazıyorum... Ellerimi koyuyorum sağ göğsüm üzre, sağ duyuya ait ne varsa döküyorum, belki sessiz ve sensiz haykırışların hayrını görürüm diye...
Bir köşeye atılmış kullanışsız bir eşya gibi; yada bütün kapılar üzerine kilitlenmiş cezalı bir çocuk gibi; sahipsiz, kaybolmuş, kimsenin beş duyusuyla algılamadığı bekleyişlere gark olurken hislerim, en safi duygulardan isyan damlayan bir yağmur gibi çiseliyorum sokaklara, yollara vede çok sevdiğin, fazlada eskimemiş kordona... Etrafımda çatlamış dudaklarıyla teselli veren meşrepsiz suratlara gülüyor gülüyor inadına gülüyorum... Dipsiz kuyu gibi, karanlığın sonsuzluğu yada evrendeki bitmeyen nizamın tekdüzeliğine benzeyen hayatlar sürüyorum dolu dizgin atlarla. İçime ne atarsam atayım kaybediyorum en kuytularımda... Ne kadar kararırsa kararsın sonsuza giden sevişlerim; siyah-ı siyah dahada siyah oluyorum... Gözlerinin karasına boğuluyorum. Güneşi doğuruyor, ayları batırıyorum, bazende yıldızlar kaydırıyorum yüreğimden, sana doğru...
Sine-i Dem de sebebine intizar ettiğim bir kader çizgisindeki ayrılmış bir kaderin tercümesiyle gecenin kıyısında tekrar ve tekrar inadına sessiz ve bana inat olan sensizlikle yazıyorum... Işık düşmesede sana doğru, ben aydınlanma çağıma girmiş bulunmaktayım... Elleri umud ve umudu üşüyen bir çift elin sihriyle, leyl olan kainatın hafif hafif seslerini duyuyorum... Kah gülüyorum kah gülüyorum ve hep gülüyorum... İnadına tekrar ve tekrar gülüyorum... Ve gülerek leyl e gönderiyorum bu sefer...
Gülmek öğreticisidir aslında üzüntünün...Ayağını yere bastığında nasıl ki yerin varlığını anlarsan, işte ancak gülerek anlarsın üzülmenin huzursuzluğunu... Kalemim gülsün, kağıdım gülsün, mürekkebim gülsün, gül bezeli sözcükler gülsün diyerek; gül kurusu akşamlardan dost hasretiyle yazıyorum... Gülmeyen kadere dik durmak için ama bir o kadarda kabullenmişlikle, bir palyaço suratı çiziyorum en güleninden... Sahnede bir perdelik tiyatronun kimi zaman başrolündeyim, kimi zaman ise bir figüran oluveriyorum... Güldürdüğüm insanların aslında, ben haline gülüyorum... Muhabbet duymanın şerefine nail olamamış, saygı ifadelerini sunan; bakan ama göremeyen, işiten ama duyamayan, dokunan ama hissedemeyen sevgi yoksulu, his garibesi, taşlaşmış bünyelerdeki güzelliğe gülüyorum... Gülün etrafının dikenli olması elbette gülün güzelliğini örtpas etmez, işte neden gül gibi bir güzelliğe; Mevla neden diken vermiştir, bunu çözmekten acizim... Demek ki bildiği bir şey var diyorum...
El açmanın, yalvarmanın, dilemenin ve duacı olmanın tüm hazzıyla, tek olan ve eşşiz yaratıcının merhametine sığınarak kalemime süt emziriyorum bu leyli gecede... Salatu selamlarla alemlere merhamet intisab eden, resul diye inleyen Mekke fakirlerinin dualarına ortak olarak; tertemiz bir beyaz sayfadan sesleniyor sözcüklerim... Yemenli Veyse, Erzurumlu İbrahim Hakkıya, Somuncu Babaya, Eyüp Sultana, Bayraklı Babaya elçilik teklifinde bulunarak başlıyor merhamet dileklerim... Ellerinde çaputlarıyla dilek dileyen yurdum insanının niyeti kadar saf ve temiz bir silsile ile ama batıldan uzak bir ibadetle sesleniyorum. Süphan olanın aşkına, resul olanın aşkına, Eba Bekir, Ömer, Osman, Allah ın aslanı Ali nin aşkına yazıyorum...
Şahit tutup leyli mektuba; muhabbetin sır sarhoşluğundan Bişr-i Hafi riyasetiyle yazıyorum... Sarı Saltuğa, Dursun Fakıha, Şeyh Edabali den Osman Gaziye, Üftade den Mahmud Hüdayi ye, Hacı Bayram-ı Veli den fetihler sulatanı Akşemseddin hazretlerine, daha el vermiş nice erenlerin duası üzre koca bir milletin dualarıyla yazıyorum...
Aşkın özü çiledir, hakikatin sırrı saklı....
Özü çiledir hakikatin, sırrı saklı aşkın....
Çiledir hakikatin sırrı, saklı aşkın özü....
Ellerinde tuttuğun,
Kıyamadan baktığın,
Sinesine bastığın,
Perişan bir sevda...
Yar hayali güttüğün,
Bir gün gidersem şu dünyadan,
Kalemler kağıda sitemler yazsın.
Dökülsün sükut asil kanımdan,
Yusufun Züleyhaya aşkını yazsın.
Yazsında konuşsun kağıda,
Kaç zaman geçti gideli,
Tutuştu ömür defteri,
Akıttın gözümden seli,
Söyle şimdi neredesin...
Bırak savrulsun enkazım,
Elbet bir mimar bulunur....
Yeniden kurulur gönül evim,
Hepsi gecer hepsi unutulur....
Unutulmayan ne kaldı geride,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!