Ekmek aslanın ağzından
midesine inmiş
Ne umudum kaldı ne param
Yaşamak bana haram
Şimdi büyük bir gemide olsam
açlığımı unutsam
Kavruk ve tuzlu bir toprak gibi çatlak
tenime değen dudaklar,
Akdeniz gibi nemli ve sıcak,
Bardaktan boşanırcasına ağlamak
Teker teker ve kat kat,
Yenilgilerimi ve unutulmuş şarkıları sırtlamak
Öyle bir geçer ki zaman
Dostlar birer, birer kaybolur
Ortadan
Anlayamazsın
Yumuşar o taş kalbin
HAKLILAR HEP KAZANIR
Bundan yarım asır önce otobüsler daha trenlerin yerini almamıştı. Trenle seyahatin rahatlık
ve görsel açıdan hiçbir devirde yerini alamayacak zannedersem. O gün ben yine öbür şehre işime gitmek için trene binmiş ve koridorun penceresini açmış istasyondaki heyecanlı kala-balığı seyrediyordum. Tren istasyonları ve trenler de canlılar gibi bir heyecanla hareketle-nirler, tren hareket edip, gözden kaybolunca canlı belirtisine pek rastlanmaz ve istasyonlar ölür. Elbette iç organları çalışmaya devam eder ama biz göremeyiz. Memurlar, (eskiden tabi) telgraflarla öbür istasyonlara trenin kaçta kalktığını, kaç yolcusu olduğunu, kaç boş yer oldu-ğunu bildirirler, gelen telgrafları (tabi mors alfabesiyle) hareket memurlarına, gar memur-larına bildirirler. En basitinden görünmeyen yüzlerce işçi ve memur, yirmi dört saat nöbetleşe, yolların ve yolcuların emniyeti için çalışır. Tren istasyona girince herkese bir canlık gelir, istasyonda canlılık başlar. Trenle birlikte onun da canı gider sanki… Şu anda istasyonda birazdan sönecek bir hareket bir canlılık var.
V Valizleriyle acele acele, sonradan oturacak yerlerini bulmak için, bir yandan elindeki biletle hem koşturup hem vagon numaralarına bakıp, gözleriyle binecekleri vagonu arayan, arada bir geride kalan çoluk çocuğun kendisini kaybetmemeleri için, yakından takip edip, etmemelerini kontrol eden aile reisleri, bir yandan valizleriyle trenden inmeye çalışan, yolculuğu bitenlerin, acele etmelerinin kargaşasına eklenen, bir de yolcu etmeye gelenlerin kalabalığı, istasyonu tam bir panayır yerine çevirmişti. Bütün bunlara ek olarak ellerindeki uzun saplı çekiçleriyle, kontrol için demir tekerleklere vurarak bütün treni baştan, başa kat edip, görevlerini yapan revizörlük işçileri; kararmış gres yağına bulaşmış yüzlerini tamamlayan, yıkanmaktan açılmış mavi renk üzerine, siyahın tonlarına boyanmış kep ve tulumları ile panayırdaki çadır tiyatrolarına müşteri toplayan cazgırları anımsatıyordu. İnen yolcuların çoğu kendilerini karşılamaya gelenlerle sarmaş dolaş olmuştu. Sıcak salep ve simit satıcıları aşağı doğru giderken, ekmek-peynir-üzüm satıcıları da yukarı doğru çıkıyordu. Trenin içinde kontrol memurlarına görünmeden dolaşan, köfte ekmek ya da pişmaniye satıcıları; birbirinin peşi sıra geçiyorlardı. Tren hareket ettikten sonra kollarına astıkları camekânlı ve cam kapaklı küçük sandıkları ile ve önüne gelene (özel iğneli) enjektörüyle hacıyağı püskürten, seyyar parfüm satıcıları da, (iki veya üç istasyon sonrasına gidiş-dönüş bilet alıp, bir sonraki trenle tekrar şehre dönen) trendeki son vagonda yerlerini almışlardı. Böylece kondüktörlerle karşılaşmadan, onların bir vagon arkasından giderek satışlarını yapıyorlardı.
Tren durduktan on dakika sonra istasyonda geçirmeye gelenler, seyyar satıcılar ve
20.11.2008
Problemleri -ki son üç gündür kafasına takılmıştı- ile cadde, sokak demeden gece gündüz dolaşıyordu. Her şey on ay önce başlamıştı. O günlerde annesi ülkenin batısından, güney’e onu ziyarete gelmişti. İlerlemiş yaşına rağmen oğlu gibi yalnız yaşıyordu. Kocasın-dan kalma maaş -onun deyimiyle Allah millete devlete zeval vermesin çok şükür yetiyor ve torunlarına vermek için artıyordu bile. Cumhuriyetin ilanından üç yıl sonra doğmuştu. Anado-lu’nun doğuya sınır vilayetlerinden birinde ilkokulu bitirdikten sonra, halası beş kardeş ten birisi olarak okutmak için; onu yanına alıp batıya götürüp, dördüncü çocuğu yapmıştı. Hala-nın kocası Atatürk’ün subaylarından birisiydi. Küçük kız burada okuyor, o günlerin cumhu-riyet ve asker sevgisiyle büyüyordu. Küçük kız ortaokulu bitirmeye çalışırken ikinci Dünya harbi patlamıştı. Batı da yerleşenler harbin ilerlediği yıllarda: Daha güvenli olacağını düşü-nerek, doğu vilayetlerine, akraba yanlarına sığınıyordu. Halası da yeğenini kendi evine gönderip riskten kurtulmak istedi. Ve trenle doğuya, memlekete gittiler. İndiği yerde halasının kaybolan bavulunu ararken, görevli bir memurun dikkatini çekecek ve bir yıl içinde evlene-ceklerdi. Kocasının görevi nedeniyle Anadolu da ki tren istasyonlarını gezerken; dört çocuk sahibi olacaktı. Orta Anadolu’nun batı sınırındaki kocasının vilayetine gelmek on üç senele-rini almıştı.
İlkokula orda başladığını anımsadı. Öğretmeninin hatta başöğretmeninin bile ismini hatırlıyordu. Babası demiryolcu olduğu için tren istasyonundaki lojmanlarda oturuyor ve ilk günler sabaha kadar gürültüden uyuyamıyorlardı. Bu yüzden pek yatılı misafirleri de olmazdı. Kore harbinde: Asker sevkiyatının yolu oradan geçtiği için, camdan seyrederken annesinin heyecanının ona da geçtiğini, askeri okula neden gittiğini ve neden okumayıp kaçtığını,; yıllar sonra bu günlerde anlıyordu. Ana rahminde bile bebek ve annenin ruhsal bütünleşmesini bir yerlerde okumuştu. Bütün hayatı boyunca da; devletlerarası özel, kırmızı telefon hattı gibi; her çocukla annesi arasında gizli bir bağ var olduğuna inanıyordu. Ölüm bu bağı kesiyor, çocuğu desteksiz, korumasız ve güvensiz bırakıyordu. Kaç yaşında olursa olsun bu böyleydi. J.P.Sartre var olmanın sorunları yanında, yok olmanın, var olanların ruh bütünlüğünün ne kadarını eksilttiği üzerinde de, onun gibi düşünmüş mü idi? Eksilenin yerine kimi, nasıl koymalıydı, bütünlüğü tekrar nasıl sağlamalıydı? Bunun cevabı kim de vardı, kim verebilirdi? Kırmızı hattı hatırladı. O günlerde ki ilk askeri devrimden sonra askeri okullar revaçtaydı. Dört çocuğa ancak yeten memur maaşı, yatılı okulları akla getirmiyor değildi. Hele askeri olursa ki annesinin idolü idi. Onu mutlu edebilmek duygusuyla kırmızı hat çalıştı ve askeri okul hayatı başladı. Bir ay yeni dolmuştu ki annesine dönmeyi; söndürülemez bir ateş olarak içinde hissediyor ve dönmeyi düşünüyordu. Gerçi dönmek, üç sene sonra okuldan kaçarak gerçekleşecek ve okul borcu taksitle yedi senede ödenecekti. Daha sonraki yıllarda, kardeş-lerine karşı bir haksızlıkmış gibi buruk bir duygu, vicdanının bir köşesinde yerini alacaktı. Babasıyla ters düşüp, üniversiteyi okumak için evden ayrıldığı yıllar da; kırmızı hattın ağır bastığı yıllar olacaktı. Gizli olarak annesini ziyaret ediyor ve başkente dönüyordu. Babasının nasıl tepki vereceğini kestiremiyordu. Yıllar sonra babasını kaybettiğinde Sekiz sene boyunca her aklına geldiğin de, burnunun direği sızlayıp, gözünden yaş geleceğini söyleyenlere; belki de gülerdi. Ama öyle oldu işte.
Ayaklarının onu kırmızı hattı takiben, mezarlığa getirdiğini fark etti. Bir ibrik su alıp, servilerin arasından geçip, kenarları betonla çevrilmemiş, toprakların kabarıklığından, yeni olduğu belli olan annesinin mezarı önünde durdu. İbrikteki suyu homojen bir şekilde dağıt-maya özen göstererek bitirdi. Kırmızı hattın çalışıp çalışmadığından emin değildi. Ölüm ne demek diye düşündü. Var olmanın karşıtı mıydı? Eğer öyleyse; yok olmak ne demekti. Biz ölenleri düşündüğümüze ve ruhumuzda, imgelemlerimizde yaşattığımıza göre yok olamıyor Sevgisi, düşünceleri ve bütün özellikleriyle beynimizde yaşıyor. Öte yandan yaşadığı halde beyin fonksiyonlarının tamamını kullanamayanlara: Yaşayanlar hiçbir anlam ifade etmiyorsa; onlar için ölüden farkı yok. Benim içinde ölenlerin yaşayanlardan farkı olmamalı. Sevdikle-rimi beynimde hep yaşatmalıyım. Hiçbir zaman onları unutmayacağım. Aslında tam olarak ölümü tarif edemiyoruz. Ölüm unutulmaktır diyenlere nasıl hak vermezsin. Yaşayan ölüler yok mu? Yıllarca ön planda halkın beğenisini kazanıp, daha sonra yanlışlarından ötürü; halkın hafızasından silinip, unutulan yıldızların, yok olması da onların ölümü değil mi? Uzayda yakıtı bitip sönen yıldızların yok olduğu gibi. Aslında ışığı söndüğü için yok olmuyor; sadece gözümüze görünmüyorlar. Uzayda dönmeye devam ediyorlar. Demek ki ölüm yeniden tarif bekliyor. İyi ama böyle düşünmem annemin sıcaklığını, sevgisini geri getirmiyor ki. Fikir mastürbasyonu yapıyorum galiba iyice dağıttım.
Yavaşça kalktı, annesine bir öpücük gönderdikten sonra; mezarlıktan çıkıp bir dolmuşa atladı. Biraz ferahladığını iyiden iyiye hissediyordu. Her zamanki arkadaşlarıyla takıldığı meyhaneyi geçince dolmuştan indi ve meyhaneye doğru yürürken; üç günlük kaybını nasıl anlatmalı diye düşünüyordu. İçeri girerken birbirine karışmış içki ve sigara kokusuyla birlikte, büyük bir tezahüratla karşılandı. Masasına davet edenlerim arasından, sohbetinden hoşlandığı gurubun masasına, dördüncü olarak çöktü. Kırmızı hattı unutmayı yeğleyip kırmızı şarap, salata, köfte ve biraz da meze söyledi. Senelerdir arkadaşlarıyla, yarışlardan bir gün önce burada buluşur, hem neşelenirler hem varsa tiyoları birbirlerine geçerlerdi. İçlerinde at antremanlarını izleyecek kadar işi ileri götürenler vardı. Çarşaf, çarşaf yarış dergileri cep-
Doğru Karar
Mazbut bir aile babası sayılırdı çevresinde. Kendi işinde hırslı fakat düşünmeden hareket etmeyen, duygunun işte yeri olmadığını bilen bir kişilikti. Gelgelelim özel haya-tında oldukça duygusal sayılırdı. Romantizmi hep canlı tutuyor, duygusallığından mutluluk çıkarabiliyordu. Üniversite yıllarından bu yana okumaya ve yazmaya hiç ara vermemişti. Ailesi kendisi ve iki çocuğuyla beraber dört kişilikti. Eşini üniversitede tanımış ve askerliğini yaptıktan sonra evlenmişti. Eşi özel bir şirkette insan kaynakları müdürlüğü yapıyordu. Çocuklar büyüyene kadar ailelerinden epey yardım görmüşlerdi. Aksi halde eşinin özel şirketten ayrılması icap ederdi ki bu da kariyerini yarım bırakması demek olurdu. Adam orta halli, on çalışanı olan bir pirinç döküm işletmesi çalıştırıyordu. Bu mesleği tesadüfen öğrenmişti. Lisede okurken babasının mobilya yapım malzemeleri satan dükkânında yazın yardım ediyordu. Dolap kapak tutacakları, koltuk ayaklarına veya masa, sehpa ayaklarına takılan pabuçlar, anahtar deliklerine takılan işlemeli dökümler, cam sehpaların altlıkları ve süslü ayaklarını sarıdan dökmek modaydı o yıllarda. Sipariş üzerine çalıştıkları bu işi yapan yaşlı, babadan kalıt sanatkar ustaya bir yakınlık duyuyor ve fırsat buldukça dükkanına gidiyordu. Ve hem yapılan işten, hem ustanın aktardığı deneyimine dayanan görüşlerini dinlemekten zevk alıyordu. O günler usta meslek sırlarını olduğu gibi aktarmıştı.
Üniversitede iktisat okumuş, askerliğini bitirince ailesi büyük şehre taşındığı için, oraya yerleşmişti. Birkaç yıl süresince, özel fabrikalarda muhasebe müdürü olarak çalışırken ilişkisi devam eden kız arkadaşı ile hayatını birleştirmişti. Bu evlilikten iki yıl arayla önce oğlan, sonra kız çocuğu doğdu. Buyruk altında çalışmaktan oldum olası hoşlanmazdı. Ne iş yapacağını düşünürken, sarı dökümcülüğünü her zaman göz önünde tutuyor ve piyasa araştırmasını ihmal etmiyordu. Fikir almak için yanına uğradığı kalıpçı akrabası da onu yüreklendirince; dükkân aramaya başladı.
Sabahları odama güneş gibi doğan
Aydınlık ve sımsıcak yüzünüz
İçimi huzurla doldurur bendeniz kulunuz
Tıraş suyumu siz hazırlar
Kahvaltıyı yatağıma getirir
Yollarımız burada ayrılıyor
Yol kavşağına geldik
Ayrılacağımızı keşke bilseydik
Birbirimize elveda derdik
Ben gelemem şimdilik
Senin gittiğin yere
Maviliklerinde dalarken gözlerının
Çimenlere yayılırdı güneş rengi saçların
Aşkımıza katık ederdik kuş seslerini
Bir ayin gibi kutsaldı buluşmalarımız,
Baharı sevmiyorum,kuşları da
Mehtap gecenin koynunda uzanırken mahmur,
Yıldızlar arzuyla göz kırpıyordu.
Dalgalar mendirekte tırmanırken uzaya,
Yakamozların düşerken göz kapakları
Kara kalem bir gecede
İçimde sen, elde var keder




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!