Zehra Yılmaz Şiirleri - Şair Zehra Yılmaz

Zehra Yılmaz

Artık şiir yazamıyorum
Kalemim hicrana karışmış
Mutluyum ben diyemiyorum
Kelâmım hüsrana alışmış

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Bir haber gelse gökkuşağından, içinde sen olsan
Damla damla muştulansan yüreğime, içime dolsan
Yedi renge boyasan yedi yerinden kalbimi
Ben mumdan bir gemi olsam, sen ateşten bir deniz
Dönemem artık geriye, erisem de beraberiz

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Sararıp solan bir gül
Güle ağlayan bülbül
Ve işte geldi yine
Hüzünlendiren Eylül

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Zaten içim de ağlamak hissi vardı,
Ağlamaya başladığım da.
Ve yüreğim de seni özlemek duygusu
Seni özlediğim için ağladığım da.
Kaderim de gizli bir oyun,
Yüreğim de bir acı,

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Akşamdı senin bana geldiklerin
Akşamdı benim sana geldıklerim
Karanlıktı yer,gök,odalar,sofa
Karanlıktı ağaçlar,kuşlar,böcekler
Ve zaten severdim,karanlığı ben
Gittiğinde aydınlansa da her yer

Devamını Oku
Zehra Yılmaz


Çocukluğumda hiç kimse bana anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı diye bir soru yöneltmedi. Çünkü hayat bana sadece annemi sevmemi söyledi. Ben sadece bana ait olan bu kuralı hiç kimseye söylemiyordum zaten hiç kimse de hatırlatmıyordu. Bu iyi bir şey oluyordu belki de çünkü bu sayede ben bu katı kuralı tepiyor annemi de babamı da çok seviyor ve kendi kendime bana asla sorulmayacak olan o soruya akıllıca bir cevap buluyordum. Benden böyle bir cevabı duymadıkları içinde akıllı bir çocuk olduğumu hiç kimse fark etmiyordu.

Zaman hızla geçiyor ve ben çocuklara bu tatlı sorudan başka şeyler söylendiğini de öğreniyordum. Tabi başka başka içinde kardeşim ve ben olmayan çocuklara, yaramazlık yapan çocuklara oysa bizde yaramazlık yapıyorduk. Ama hiç kimse bize sol elinin o uzun ince işaret parmağını gözümüz hizasında sallayıp göstererek, akşam baban gelince görüşürüz, babana söyleyeyim de gör ya da babası şu çocuğuna baksana gibisinden can sıkıcı ve gereksiz bir laf kalabalığı bahşetmiyordu.
Belki de bu yüzden kalabalık değil yalnız geçti her günümüz. Bütün çocuklar hayatın gereksiz hengâmelerini öğreniyorken biz hayattayken yapmamız gerekenleri öğrendik hep.

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Ah ah! bir gün görürmüyüm beklediğim günleri
Çıkar mı yeryüzüne yüreğimde sakladığım kelebekler
Söyleyin, söyleyin bu yürek vuslatı daha ne kadar bekler
Bedeli ızdırap olan daha kaç hükmüm var
Derdimin dermanı sandığım güller neden hep erken solar
Bu çileli ömrümün son demi hangi mevsim dolar

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Uyumayıp dertleştiğimiz
Eylül gecelerinde
Anlamıştım
Gerçek bir dost olduğunu
Gözlerime güldüğünde
Alışmıştım

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Gözlerimde bir ağrı
Gözlerimde yaş var
Gözlerimde bir sızı
Gözlerimde aşk var

Devamını Oku
Zehra Yılmaz

Birisi bana çocukluğumun ilk hatıralarını sorsa, hayatımın bazı acı sergüzeştlerini bir yana bırakıp şu oturduğumuz kocaman evin kocamış halini anlatırdım herhalde. Çocukken kapısından ilk girişimde bu evin bana neler göstereceğini, hayatımın acı yanı bol olan hengâmelerini yaşatacağını ve burada bu kadar çok kalacağımı, kaldıkça alışıp seveceğimi, ayrılık vaktini hiç düşünmemiştim demekte ilk sözlerim olurdu tabiî ki...

Ev şehrin en eski mahallelerinden birinde ve o mahallenin en güzel yerindeydi. Ben küçükken bu ev o kadar büyüktü ki dünya sadece bu mahalle ve bu evden ibaret zannederdim. Ben büyüdükçe bu evin küçüleceğini sonradan anlayacaktım. Ama yinede dede yadigârı olan bu evin diğer bütün evlere inat güzellikleri vardı. Mesela kale kapısına benzeyen o zamanlar gözüme büyük mü büyük görünen öyle bir kapısı vardı ki, iki tane vuruşlu olan tokmakları çalındığında mahalleyi inim inim inletirdi. Evet, iki vuruşlu diyorum. Çünkü bu ev bir Osmanlı şaheseriydi. İnce düşünceli o büyük mimar dedelerimizin bilinçli olarak yaptığı bu vuruşlardan ince ses çıkaranı kadınlar, kalın ses çıkaranı erkekler içindi ki hane halkı kapıyı ona göre açsın. Tabi ben bunları sonradan öğrendim benim ilk gördüğümde bu güzel Osmanlı işlemeli tokmaklar hane halkını sinirlendirmek için yapılan birer oyun edevatı idi. Neden mi boş zamanlarımda kapıyı çalıp bu tokmakların o güzel seslerini dinlemek çok eğlenceliydi de ondan.
Kapıdan içeriye girilince betonarma küçük bir avlu vardı. Avlunun sonunda enli enli üç basamak merdivenle inilen, Arnavut kaldırımlarına benzeyen daha büyük bir avlu vardı ki burası evin en göz alıcı yerlerinden biriydi. Mesela iki tane karşılıklı dikilmiş dut ağacı vardı. Bunlardan birisi siyah diğeri ise beyaz duttu. Ben büyüdükçe büyüyen bu dut ağaçlarının zamanla kesileceğini, dallarına kurduğumuz salıncakların ben on sekiz yaşıma geldiğimde birer anı olarak kalacağını anımsamak bile istemiyorum.
Ve bu avlunun öyle bir havuzu vardı ki işte önceleri bu evin kalbi bu havuzdan atarmış. Köpük köpük kaynayan suyu öyle tazyikli akarmış ki evin bütün damarlarına can verir, can verdikçe sevinir, komşuların kıskanmalarına rağmen bu suya göz nazar değmez, güzelim havuz dolup dolup taşarmış. Tabi bütün bunlar o çağlayanlar gibi, oluk oluk akan suya belediye el koymadan önceymiş. Şimdi o havuzcağız küçük bir belediye musluğu ile yetinmek zorunda bırakıldı. Ne acı değil mi.
Dede yadigârı olan ve belinin bükük hali, orasına burasına çakılan direkleriyle de elinde bastonla gezen ihtiyarlamış dedelere benzeyen bu evde odaların çok olması hesabiyle çok insan yaşarmış. Aşağı kattaki odalarda yukarı katta insan yaşayan odalara karşılık yine dededen kalma meslek olan dokumacılık süregetirilirmiş. Biz bu eve gelmeden önce memleketin en güzel kumaş dokumaları bu evden çıkarmış. Şimdi boş duran bu odalarda sadece kırılmış dokuma tezgâhları,duymak isteyenlere de bu tezgâhların sesleri var.

Devamını Oku