‘Ağaç anlatabilir kendini yağmura, hiç değilse fısıldayabilir-bunu biliyorum. kuş nasıl tarif edecek; konsa yeryüzünde av, uçsa bir ömür boynunda vebal.’ Birhan Keskin
‘Kuşlar gelsin hafız; onlara dair kötü hatıraları yoktur gökyüzünün onlar intihar nedir, ihanet nedir bilmezler’ Bekir Erdoğan
‘Mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin..’ İsmet Özel
‘Ah beni vursalar bir kuş yerine..’ Sezai Karakoç
‘Ve sen kuş olup gidersin’ Tarık Tufan
‘Dön bana ve dinle, kuşlar uçuşuyor içimde..’ Erdem Beyazıt
‘Yüreğinden beyaz kuşlar uçardı yüreğime..’ Haydar Ergülen
‘Bir yastık arıyorum kuş seslerinden..’ İbrahim Tenekeci
‘Konuk et, kanatları kanatılmış kuşlar getirdim sana..’ Yılmaz Odabaşı
‘Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını..’ Cemal Süreya
‘Kuş ölür, sen uçuşu hatırla..’ Füruğ Ferruhzad
“Öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna” Nilgün Marmara
GÜZEL BİR ZAMANDI
Güzel bir zamandı. 1963 yılının Eylül ayı. Anadoluhisarı’nın eski ve kocaman ahşapyalılarından birinde, hanımelleri, mor salkımlar, vişne ağaçlarıyla dolu kuytu bir bahçede, sabahları rıhtımı yalayan denizi, gün boyu satıcıların seslerini ve akşamüstleri İsfahan faslının gizli serinliğini dinleyerek geçirilmiş bir yazdan sonra birden başlayan yarı kanatlı yarı gölgeli günler. Celal'le birlikte, Hukuk Fakültesinin benim için üç yıl ara verilmiş diploma sınavına hazırlanıyorduk. îçimiz sürekli bir isyanla doluydu. Kitapları açtıktan kısa bir süre sonra, İran'da ve Türkiye'de, yani hukukun karanlık sürprizlerle dolu bir labirent haline dönüştüğü ülkelerimizde yaşayan “hüsnünüyet sahibi üçüncü şahıslar’ın tümüne veryansın ederek kapatıyor, Furuğ Ferruhzad'dan söz etmeye başlıyorduk. İran'ın o sırada henüz yirmi yedi yaşındaki genç ve fırtınalı kadın şairinden.
Onun, Şah dönemi işkencelerine ve yeryüzündeki tüm haksızlıklara karşı yükselttiği karanlık bir çığlık olan 'Yeryüzü Ayetleri'ni birlikte çevirdik ve “Yapraklar” dergisinde yayımladık. Tıpkı aynı dergide çevirisini yayımladığım Juan Goytisolo'nun “Çürüyen Bir Ülke : İspanya' yazısı gibi büyük ilgiyle karşılandı şiir. Sonraki yıllarda da unutulmadı. Fakülte yılları boyunca sadece benim değil, Demir Özlü'nün, Selahattin Hilav'ın, Doğan Hızlan'ın, Yaşar Kemal’in, Atilla Tokatlı'nın da yakın arkadaşı olan Celal Hosrovşahi, çağdaş Îran edebiyatının yetenekli yazarlarından biri olduğu kadar, klasik doğu metinlerinin çoğunu ezbere bilecek kadar birikimi zengin bir gençti. Çok sevdiğim Sadık Hidayet'i onun bilgisiyle daha derinden tanıdım. Hafız'ı. Hayyam'ı, bizdeki ve Batıdaki çevirilerinden çok daha başka yönleriyle.
Onun. çoğu kez, olağanüstü esprilerle süslediği, azeri renkler taşıyan zengin konuşmalarını dinlerken hep şaşırırdım. Çağdaş Fransız, Alman, İtalyan, Rus yazarlarını, ozanlarını bunca yakından tanırken, hatta Tagor ve îkbal gibi doğu ozanlarını bile dilimize çevirmişken. nasıl olmuştu da bunca yakın bir komşu ülkenin edebiyatı bize bunca uzak kalmıştı? Nima ile başlayan ve Furuğ'a kadar uzanan modern Îran şiiri nasıl karanlıkta bırakılmıştı bizler için? Birlikte oturup, Deryabenderi'nin “Hacer'in Kısa Bacaklı Tavuğu” öyküsünü çevirirken sorardım Celal'e : "Nasıl bugüne kadar tanımamışım bu olağanüstü öykü yazarını?» Bana heyecanla, son otuz yılın önemli romancılarını, ozanlarını, öykü, deneme yazarlarını anlatırdı. Ama tam kestiremediğim bir nedenle, bütün konuşmalarımız Furuğ'la noktalanırdı. Bana açmadığı bazı şeyler olduğunu sezerdim. Ama doğulu erkeklerin çoğunluğu gibi "ölümüne dostluk” ancak “sırdaş" değil.
Olağanüstü güzel bir boğaz ikindisiydi. Komşumuzun oğlu ve küçük arkadaşımız Erdinç, köpeğini de bindirdiği ufak kayığından bize sesleniyordu: "Abi, bir Göksu yapalım mı?” Kayık, çırpıntılı sularda ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Kara Ticareti Hukuku kitaplarını kapadık. «Dördümüzü almaz o tekne, batar' dedim. Bir avuç vişne yemiş gibi güldü. Atladı, rıhtıma çıktı. Köpek de ardından. “iyi” dedi, "siz dolaşın. Ben tepeye çıkacağım." Az sonra köşeyi dönerek, taş köprünün altından geçtik ve Göksu'nun gölgeli, durgun sularına girdik.
Sular, çürümüş ahşaplarıyla kıyıdaki eski yalılar, ağaçların dalları durgundu ama ikimizin de yüreği gençlik ateşiyle fıkır fıkır. İsyan, şiir, mizah ve kadınlar konuşmalarımızın değişmez gündemi. Şah'ın komik generalleri, Sarı Kulhan'ın açık saçık öyküleri, Isfahan'ın güllerle dolu bahçelerinde bir yandan afyon içilen, bir yandan muhabbet edilen kerhaneleri... ve elbette şiir. Celal, Fars dilini olanca müzikalitesi ile kullanarak Hafız'dan, Hayyam'dan şiirler okumaya bayılırdı, bugün olduğu gibi. Çocukluğumda ve yeniyetmelik yıllarımda, babamdan ve amcamdan dinlediğim ve daha sonra çevirilerini defalarca okuduğum Hafız Divanı'nı çoktan kapatmıştım. Bu yüzden, aramızda sık sık düzenlediğimiz ve beni hem şaşırtan hem de sevindiren o küçük töreni başlatmasını istedim arkadaşımdan.
ikimiz de gözlerimizi kapadık. Elimizde birer küçük Hafız Divanı varmış gibi rastgele bir sayfa açmak üzere, yühsek sesle geleneksel dörtlüğü söyledik : «Ey Hafız-i Şirazi Ber men nigah endazi Men talib-i yek falem Tu kaşif-i her razi...»
Ellerimizde divanın açılmış sayfaları varmış gibi bir süre baktık birbirimize. Güldük. «Önce sen.;.» dedim Celal'e. Her davranışımdan bir muziplik beklediği için itiraz etti. “Hayır. Önce sen...”
Ezbere bildiğim topu topu üç beş Hafız beytinden birini söyledim : «Ela ya eyyühessaki, edir ke'sen ve navilha Ki ışk asan nemüd evvel velî uftad müşkilha» Yanlış hatırlamıyorsam Gölpınarlı şöyle çevirmişti bu beyti : «Gel ey saki! Herkese şarap sun, bize de sun Önce kolay göründü aşk, nice zor olduğu sonradan anlaşıldı»
İranlılar için yüzlerce yıldır gelenek olan “Hafız Falı”, aramızda, birbirimize takılmak, dalga geçmek, tongaya bastırmak için başvurduğumuz eğlenceli oyunlardan biriydi. Beyitlerden, birbirimizin karakteri ya da o günlerde başımızdan geçenlerle ilgili komik çağrışımlar, iğneleyici sözler üretir, eğlenirdik. Bu konuda üstünlük ondaydı. Bugün de dostlar arasında zaman zaman yaptığı gibi nerdeyse tümünü ezbere bildiği Divan'dan uygun gazeller bulur, şakayla şiirin birbirine karıştığı bir şölen yaratırdı.
Ama bu kez hiç de öyle olmadı. Sustu. Gölgelenen kıyılarına daldı gitti Göksu'nun. Kayığımız süzülerek harap ahşap evlerin, halat ve çömlek imalathanelerinin önünden geçiyordu. Sonra döndü, bana baktı. Gözlerinde garip bir pırıltı farkettim. Sevinç ya da gözyaşı. Bir süre öylece durdu. Sonra «Dinle» dedi.
«...Nigah kün ki mum-ı şeb berahı ma çegüne katre katre ab-mişeved surahiye siyahı dideganı men be lay lay germ tu Lebaleb ez şerab mişeved Be ruyi kahvare haye şiir men Nigah kün tu midemi ve aftab mişeved...» Kendine özgü azeri aksanı ile çevirdi, okuduklarını: «...Bak tam karşımızda gecenin mumu damla damla nasıl eriyor nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla gözlerimin simsiyah kadehi senin ninnilerini dinlerken ve bak nasıl şiirlerimin beşiğine sen doğuyorsun, güneş doğuyor...» “Kimden bu?" "Kimden, olacak' dedi, «Furuğ'dan elbette. Bugüne kadar okuduğum en güzel aşk şiirinin sonu..»
Benimle yaşıt olan bu siyah ve derin gözlü, hüzünlü bakışlı güzel genç kadını düşündüm. Bir üniversite öğrenimi bile görmemişti. Ama daha otuzuna varmadan çağdaş İran şiirinin en önemli şairlerinden biri, hatta birincisi olarak kabul ettirmişti kendini. Yaşam dolu, neşeli, dik başlı, hırçın ve çok duyarlı bir insandı. Baskıya karşı şiirleri elden ele dolaşıyor, her yapıtı edebiyat ortamında tartışmalara yol açıyordu. Çok genç yaşta evlenip ayrılmıştı. Özel yaşamında pervasız ve gözüpekti. Kendisinden daha yaşlı ve ünlü şairler bile hem çekiniyor, hem hayranlık duyuyorlardı Furuğ'a. Sonraki yıllarda yalnızca şiirleriyle değil, yaptığı son derece etkileyici bir belgesel filmle, “Kara Ev»le hem benim hem de dünya sinema çevrelerinin ilgisini daha da çekecek olan Furuğ, o sırada biraz gizemli bir yüzdü benim için. “Aşık mı Furuğ?” Celal cevap vermedi.
Ben ağır ağır kürek çekerken Celal, Furuğ'dan şürler okumayı sürdürdü. Farsça'nın garip bir özelliği var. Nima'nın. Furuğ'un ya da onun yakın arkadaşı Sohrab'ın şiirleri genellikle ölçüsüz, uyaksız olduğu halde, dilin müzikalitesi nedeniyle aruz vezninde şiirler dinlemiş gibi olursunuz. Ama öyle sanıyorum ki İran'lı şiir okurları, benim çeviriden sonra aldığım garip tadı şiiri okurken ya da dinlerken alırlar. Bu tat tıpkı Nazım'ın kimi rubaileri gibi hem eski'yi hem yeni'yi, hem Doğu'yu hem Batı'yı aynı anda içinde taşır. Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisi.
Furuğ'un şiirlerini dinlerken geleceğe doğru kürek çektim.
Okul bittikten sonra İran'a gitti Celal Hosrovşahi. Ondan uzun zaman haber alamadım. 1970'li yıllarda bir gün, şık takım elbisesi, James Bond tarzı çantasıyla Sinematek'teki odama girdi. İran Tersaneler Genel Müdürlüğü'nde çalışıyordu ve bir toplantı için gelmişti. İki eski dost hasretle kucaklaştık. Konusacak çok şey vardı. Ortak dostlarımız, politika, edebiyat, yaptığımız işler ve elbette şiir.
Birden sordum : “Furuğ'dan ne haber?” Yüzünden karanlık bir bulut geçti. Ve yüreğine bir şey saplanmış gibi derin bir acıyla karardı. “Bilmiyor musun?" «Yoo...» "Öldü Furuğ. 1968'de. Henüz otuz iki yaşındayken. Bir araba kazasında. Başını kaldırımın kıyısına vurdu ve oracıkta bir kuş gibi öldü. Son kez gördüğümde uyuyor gibiydi...» Sustu ve bir daha konuşmadı. Şiir okumadı. Şaka yapmadı. İstanbul'da kaldığı birkaç gün süresince bir daha uğramadı bana. Celal Hosrovşahi'yi bir on beş yıl daha görmedim. Furuğ'un ölümünün, onun için ne demek olduğunu biliyordum. Bu nedenle, iki yıl önce, bombalanan Tahran'dan. biraz daha zayıflamış. biraz daha tedirgin ve uzun süre kalmak niyetiyle geldiğinde hiç Furuğ konusunu açmadım. Ta ki bir akşamüstü, Boğaz'da bir lokantada o, kendiliğinden bir ırmak gibi ardarda şiirlerini okumaya başlayıncaya kadar. Devrimin, kendisinin de katıldığı ilk aylarını, anlatırken nasıl coşkuluysa öyle, ölen onbinlerce gençten nasıl acı duyuyorsa öyle. Günlerce Furuğ'u anlattı. İki üç ay sonra, elinizdeki kitapta yer alan şiirleri çevirmeye başladık.
Ortalık ağır ağır kararıyor, sandal Göksu'nun kuytu kaynağına yaklaşıyordu. İkimiz de suskunduk. Kıyılardaki sazların birden çıkan akşam esintisiyle yükselen uğultusu ve uzak vapur düdükleri duyuluyordu. Kaynağı çevreleyen büyük çınar ağaçlarına doğru yaklaştık. Kürekleri bıraktım. Sandal hafifçe dönerek kaydı ve durdu.
Celal'in yüzü karanlıktaydı. Bana eğildi. Gözlerinde bir ışıltıyla usulca : «Furuğ'u seviyorum. Bir aşk öyküsü bizimki...» dedi.
Bunu hafif bir sesle söyledi ama birden, çevredeki çınarlardan bir sürü kuş havalandı. «...karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak uçup gittikleri o an...»ı şimdi çok iyi hatırlıyorum. Güzel bir zamandı.
ONAT KUTLAR
13 Şubat 2017 Pazartesi Füruğ Ferruhzad ve Nilgün Marmara.., bugün Füruğ'un ölüm, Nilgün Marmara'nın doğum yıldönümü...
"kuş ölür, sen uçuşu hatırla" demişti Füruğ, "öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna" demişti Nilgün..
nurlar içinde olsunlar..,
alıntı
Cuma
Cuma suskun Cuma terk edilmiş Cuma hüzün veren eski sokaklar gibi Cuma tembel ve hasta düşüncelerin Cuma eziyet verici esnemelerin Cuma beklentisiz Cuma teslim olmuş
Ev boş Ev incinmiş Ev gençliğin hamlelerine kapalı Ev karanlık, ev güneşin tasavvuru Ev şüphe edilen, fal açılan, yalnızlık çekilen Ev perde, kitap, dolap ve resimlerle dolu Ah ne suskunluk ve gururla geçti Benim hayatım garip bir ırmak gibi Bu suskun ve terk edilmiş cumalarda Bu boş ve incinmiş evlerde Ah! ne suskunluk ve gururla geçti
KUŞ ÖLÜR SEN UÇUŞU HATIRLA
‘Ağaç anlatabilir kendini yağmura,
hiç değilse fısıldayabilir-bunu biliyorum.
kuş nasıl tarif edecek; konsa yeryüzünde av,
uçsa bir ömür boynunda vebal.’
Birhan Keskin
‘Kuşlar gelsin hafız;
onlara dair kötü hatıraları yoktur gökyüzünün
onlar intihar nedir, ihanet nedir bilmezler’
Bekir Erdoğan
‘Mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin..’
İsmet Özel
‘Ah beni vursalar bir kuş yerine..’
Sezai Karakoç
‘Ve sen kuş olup gidersin’
Tarık Tufan
‘Dön bana ve dinle, kuşlar uçuşuyor içimde..’
Erdem Beyazıt
‘Yüreğinden beyaz kuşlar uçardı yüreğime..’
Haydar Ergülen
‘Bir yastık arıyorum kuş seslerinden..’
İbrahim Tenekeci
‘Uçan kuşlar konsun senin göğüne..’
Murathan Mungan
‘Konuk et, kanatları kanatılmış kuşlar getirdim sana..’
Yılmaz Odabaşı
‘Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını..’
Cemal Süreya
‘Kuş ölür, sen uçuşu hatırla..’
Füruğ Ferruhzad
“Öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna”
Nilgün Marmara
GÜZEL BİR ZAMANDI
Güzel bir zamandı.
1963 yılının Eylül ayı. Anadoluhisarı’nın eski ve kocaman ahşapyalılarından birinde, hanımelleri, mor salkımlar, vişne ağaçlarıyla dolu kuytu bir bahçede, sabahları rıhtımı yalayan denizi, gün boyu satıcıların seslerini ve akşamüstleri İsfahan faslının gizli serinliğini dinleyerek geçirilmiş bir yazdan sonra birden başlayan yarı kanatlı yarı gölgeli günler.
Celal'le birlikte, Hukuk Fakültesinin benim için üç yıl ara verilmiş diploma sınavına hazırlanıyorduk. îçimiz sürekli bir isyanla doluydu. Kitapları açtıktan kısa bir süre sonra, İran'da ve Türkiye'de, yani hukukun karanlık sürprizlerle dolu bir labirent haline dönüştüğü ülkelerimizde yaşayan “hüsnünüyet sahibi üçüncü şahıslar’ın tümüne veryansın ederek kapatıyor, Furuğ Ferruhzad'dan söz etmeye başlıyorduk. İran'ın o sırada henüz yirmi yedi yaşındaki genç ve fırtınalı kadın şairinden.
Onun, Şah dönemi işkencelerine ve yeryüzündeki tüm haksızlıklara karşı yükselttiği karanlık bir çığlık olan 'Yeryüzü Ayetleri'ni birlikte çevirdik ve “Yapraklar” dergisinde yayımladık. Tıpkı aynı dergide çevirisini yayımladığım Juan Goytisolo'nun “Çürüyen Bir Ülke : İspanya' yazısı gibi büyük ilgiyle karşılandı şiir. Sonraki yıllarda da unutulmadı.
Fakülte yılları boyunca sadece benim değil, Demir Özlü'nün, Selahattin Hilav'ın, Doğan Hızlan'ın, Yaşar Kemal’in, Atilla Tokatlı'nın da yakın arkadaşı olan Celal Hosrovşahi, çağdaş Îran edebiyatının yetenekli yazarlarından biri olduğu kadar, klasik doğu metinlerinin çoğunu ezbere bilecek kadar birikimi zengin bir gençti. Çok sevdiğim Sadık Hidayet'i onun bilgisiyle daha derinden tanıdım. Hafız'ı. Hayyam'ı, bizdeki ve Batıdaki çevirilerinden çok daha başka yönleriyle.
Onun. çoğu kez, olağanüstü esprilerle süslediği, azeri renkler taşıyan zengin konuşmalarını dinlerken hep şaşırırdım. Çağdaş Fransız, Alman, İtalyan, Rus yazarlarını, ozanlarını bunca yakından tanırken, hatta Tagor ve îkbal gibi doğu ozanlarını bile dilimize çevirmişken. nasıl olmuştu da bunca yakın bir komşu ülkenin edebiyatı bize bunca uzak kalmıştı? Nima ile başlayan ve Furuğ'a kadar uzanan modern Îran şiiri nasıl karanlıkta bırakılmıştı bizler için? Birlikte oturup, Deryabenderi'nin “Hacer'in Kısa Bacaklı Tavuğu” öyküsünü çevirirken sorardım Celal'e : "Nasıl bugüne kadar tanımamışım bu olağanüstü öykü yazarını?» Bana heyecanla, son otuz yılın önemli romancılarını, ozanlarını, öykü, deneme yazarlarını anlatırdı.
Ama tam kestiremediğim bir nedenle, bütün konuşmalarımız Furuğ'la noktalanırdı. Bana açmadığı bazı şeyler olduğunu sezerdim. Ama doğulu erkeklerin çoğunluğu gibi "ölümüne dostluk” ancak “sırdaş" değil.
Olağanüstü güzel bir boğaz ikindisiydi. Komşumuzun oğlu ve küçük arkadaşımız Erdinç, köpeğini de bindirdiği ufak kayığından bize sesleniyordu: "Abi, bir Göksu yapalım mı?” Kayık, çırpıntılı sularda ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Kara Ticareti Hukuku kitaplarını kapadık. «Dördümüzü almaz o tekne, batar' dedim. Bir avuç vişne yemiş gibi güldü. Atladı, rıhtıma çıktı. Köpek de ardından. “iyi” dedi, "siz dolaşın. Ben tepeye çıkacağım."
Az sonra köşeyi dönerek, taş köprünün altından geçtik ve Göksu'nun gölgeli, durgun sularına girdik.
Sular, çürümüş ahşaplarıyla kıyıdaki eski yalılar, ağaçların dalları durgundu ama ikimizin de yüreği gençlik ateşiyle fıkır fıkır. İsyan, şiir, mizah ve kadınlar konuşmalarımızın değişmez gündemi. Şah'ın komik generalleri, Sarı Kulhan'ın açık saçık öyküleri, Isfahan'ın güllerle dolu bahçelerinde bir yandan afyon içilen, bir yandan muhabbet edilen kerhaneleri... ve elbette şiir. Celal, Fars dilini olanca müzikalitesi ile kullanarak Hafız'dan, Hayyam'dan şiirler okumaya bayılırdı, bugün olduğu gibi. Çocukluğumda ve yeniyetmelik yıllarımda, babamdan ve amcamdan dinlediğim ve daha sonra çevirilerini defalarca okuduğum Hafız Divanı'nı çoktan kapatmıştım. Bu yüzden, aramızda sık sık düzenlediğimiz ve beni hem şaşırtan hem de sevindiren o küçük töreni başlatmasını istedim arkadaşımdan.
ikimiz de gözlerimizi kapadık. Elimizde birer küçük Hafız Divanı varmış gibi rastgele bir sayfa açmak üzere, yühsek sesle geleneksel dörtlüğü söyledik :
«Ey Hafız-i Şirazi
Ber men nigah endazi
Men talib-i yek falem
Tu kaşif-i her razi...»
Ellerimizde divanın açılmış sayfaları varmış gibi bir süre baktık birbirimize. Güldük. «Önce sen.;.» dedim Celal'e. Her davranışımdan bir muziplik beklediği için itiraz etti. “Hayır. Önce sen...”
Ezbere bildiğim topu topu üç beş Hafız beytinden birini söyledim :
«Ela ya eyyühessaki, edir ke'sen ve navilha
Ki ışk asan nemüd evvel velî uftad müşkilha»
Yanlış hatırlamıyorsam Gölpınarlı şöyle çevirmişti bu beyti :
«Gel ey saki! Herkese şarap sun, bize de sun
Önce kolay göründü aşk, nice zor olduğu sonradan anlaşıldı»
İranlılar için yüzlerce yıldır gelenek olan “Hafız Falı”, aramızda, birbirimize takılmak, dalga geçmek, tongaya bastırmak için başvurduğumuz eğlenceli oyunlardan biriydi. Beyitlerden, birbirimizin karakteri ya da o günlerde başımızdan geçenlerle ilgili komik çağrışımlar, iğneleyici sözler üretir, eğlenirdik. Bu konuda üstünlük ondaydı. Bugün de dostlar arasında zaman zaman yaptığı gibi nerdeyse tümünü ezbere bildiği Divan'dan uygun gazeller bulur, şakayla şiirin birbirine karıştığı bir şölen yaratırdı.
Ama bu kez hiç de öyle olmadı. Sustu. Gölgelenen kıyılarına daldı gitti Göksu'nun. Kayığımız süzülerek harap ahşap evlerin, halat ve çömlek imalathanelerinin önünden geçiyordu. Sonra döndü, bana baktı. Gözlerinde garip bir pırıltı farkettim. Sevinç ya da gözyaşı. Bir süre öylece durdu. Sonra «Dinle» dedi.
«...Nigah kün ki mum-ı şeb berahı ma
çegüne katre katre ab-mişeved
surahiye siyahı dideganı men
be lay lay germ tu
Lebaleb ez şerab mişeved
Be ruyi kahvare haye şiir men
Nigah kün
tu midemi ve aftab mişeved...»
Kendine özgü azeri aksanı ile çevirdi, okuduklarını:
«...Bak tam karşımızda gecenin mumu
damla damla nasıl eriyor
nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
gözlerimin simsiyah kadehi
senin ninnilerini dinlerken
ve bak nasıl
şiirlerimin beşiğine
sen doğuyorsun, güneş doğuyor...»
“Kimden bu?"
"Kimden, olacak' dedi, «Furuğ'dan elbette. Bugüne kadar
okuduğum en güzel aşk şiirinin sonu..»
Benimle yaşıt olan bu siyah ve derin gözlü, hüzünlü bakışlı güzel genç kadını düşündüm. Bir üniversite öğrenimi bile görmemişti. Ama daha otuzuna varmadan çağdaş İran şiirinin en önemli şairlerinden biri, hatta birincisi olarak kabul ettirmişti kendini. Yaşam dolu, neşeli, dik başlı, hırçın ve çok duyarlı bir insandı. Baskıya karşı şiirleri elden ele dolaşıyor, her yapıtı edebiyat ortamında tartışmalara yol açıyordu. Çok genç yaşta evlenip ayrılmıştı. Özel yaşamında pervasız ve gözüpekti. Kendisinden daha yaşlı ve ünlü şairler bile hem çekiniyor, hem hayranlık duyuyorlardı Furuğ'a. Sonraki yıllarda yalnızca şiirleriyle değil, yaptığı son derece etkileyici bir belgesel filmle, “Kara Ev»le hem benim hem de dünya sinema çevrelerinin ilgisini daha da çekecek olan Furuğ, o sırada biraz gizemli bir yüzdü benim için.
“Aşık mı Furuğ?”
Celal cevap vermedi.
Ben ağır ağır kürek çekerken Celal, Furuğ'dan şürler okumayı sürdürdü.
Farsça'nın garip bir özelliği var. Nima'nın. Furuğ'un ya da onun yakın arkadaşı Sohrab'ın şiirleri genellikle ölçüsüz, uyaksız olduğu halde, dilin müzikalitesi nedeniyle aruz vezninde şiirler dinlemiş gibi olursunuz. Ama öyle sanıyorum ki İran'lı şiir okurları, benim çeviriden sonra aldığım garip tadı şiiri okurken ya da dinlerken alırlar. Bu tat tıpkı Nazım'ın kimi rubaileri gibi hem eski'yi hem yeni'yi, hem Doğu'yu hem Batı'yı aynı anda içinde taşır. Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisi.
Furuğ'un şiirlerini dinlerken geleceğe doğru kürek çektim.
Okul bittikten sonra İran'a gitti Celal Hosrovşahi. Ondan uzun zaman haber alamadım. 1970'li yıllarda bir gün, şık takım elbisesi, James Bond tarzı çantasıyla Sinematek'teki odama girdi. İran Tersaneler Genel Müdürlüğü'nde çalışıyordu ve bir toplantı için gelmişti. İki eski dost hasretle kucaklaştık. Konusacak çok şey vardı. Ortak dostlarımız, politika, edebiyat, yaptığımız işler ve elbette şiir.
Birden sordum : “Furuğ'dan ne haber?”
Yüzünden karanlık bir bulut geçti. Ve yüreğine bir şey saplanmış gibi derin bir acıyla karardı.
“Bilmiyor musun?"
«Yoo...»
"Öldü Furuğ. 1968'de. Henüz otuz iki yaşındayken. Bir araba kazasında. Başını kaldırımın kıyısına vurdu ve oracıkta bir kuş gibi öldü. Son kez gördüğümde uyuyor gibiydi...»
Sustu ve bir daha konuşmadı. Şiir okumadı. Şaka yapmadı. İstanbul'da kaldığı birkaç gün süresince bir daha uğramadı bana. Celal Hosrovşahi'yi bir on beş yıl daha görmedim.
Furuğ'un ölümünün, onun için ne demek olduğunu biliyordum. Bu nedenle, iki yıl önce, bombalanan Tahran'dan. biraz daha zayıflamış. biraz daha tedirgin ve uzun süre kalmak niyetiyle geldiğinde hiç Furuğ konusunu açmadım. Ta ki bir akşamüstü, Boğaz'da bir lokantada o, kendiliğinden bir ırmak gibi ardarda şiirlerini okumaya başlayıncaya kadar. Devrimin, kendisinin de katıldığı ilk aylarını, anlatırken nasıl coşkuluysa öyle, ölen onbinlerce gençten nasıl acı duyuyorsa öyle. Günlerce Furuğ'u anlattı.
İki üç ay sonra, elinizdeki kitapta yer alan şiirleri çevirmeye başladık.
Ortalık ağır ağır kararıyor, sandal Göksu'nun kuytu kaynağına yaklaşıyordu. İkimiz de suskunduk. Kıyılardaki sazların birden çıkan akşam esintisiyle yükselen uğultusu ve uzak vapur düdükleri duyuluyordu. Kaynağı çevreleyen büyük çınar ağaçlarına doğru yaklaştık. Kürekleri bıraktım. Sandal hafifçe dönerek kaydı ve durdu.
Celal'in yüzü karanlıktaydı. Bana eğildi. Gözlerinde bir ışıltıyla usulca : «Furuğ'u seviyorum. Bir aşk öyküsü bizimki...» dedi.
Bunu hafif bir sesle söyledi ama birden, çevredeki çınarlardan bir sürü kuş havalandı.
«...karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak uçup gittikleri o an...»ı şimdi çok iyi hatırlıyorum.
Güzel bir zamandı.
ONAT KUTLAR
13 Şubat 2017 Pazartesi
Füruğ Ferruhzad ve Nilgün Marmara..,
bugün Füruğ'un ölüm,
Nilgün Marmara'nın doğum yıldönümü...
"kuş ölür, sen uçuşu hatırla" demişti Füruğ,
"öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna" demişti Nilgün..
nurlar içinde olsunlar..,
alıntı
Cuma
Cuma suskun
Cuma terk edilmiş
Cuma hüzün veren eski sokaklar gibi
Cuma tembel ve hasta düşüncelerin
Cuma eziyet verici esnemelerin
Cuma beklentisiz
Cuma teslim olmuş
Ev boş
Ev incinmiş
Ev gençliğin hamlelerine kapalı
Ev karanlık, ev güneşin tasavvuru
Ev şüphe edilen, fal açılan, yalnızlık çekilen
Ev perde, kitap, dolap ve resimlerle dolu
Ah ne suskunluk ve gururla geçti
Benim hayatım garip bir ırmak gibi
Bu suskun ve terk edilmiş cumalarda
Bu boş ve incinmiş evlerde
Ah! ne suskunluk ve gururla geçti
Füruğ
Çeviren: Hatice Gülcan Topkaya
Yeniden Doğuş’tan