Günaydın!
yeni güne,
doğacak günlere...
Günaydın!
Karanlığa karşı
çelik siper olmayı
Yaşadığımız coğrafyanın doğa koşullarından da kaynaklanan yaşamsal dayatmalar sonucu olsa gerek ki; Mezopotamya halkı olarak kıskançlık derecesinde hiçbir halka kısmet olmayan tarihi ve kültürel yaşanmışlıklarla donanımlıyız.
“Bu durum ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda bir doymuşluğun ifadesi midir? ” diye sorarsanız, yanıtım elbette ki “hayır” olacaktır. Çünkü soyutlar somuta dönüştürülmedikleri sürece pozitif değerde bir anlam da ifade etmezler.
Dağ, taş, ova, göl, nehir… Dört bir yanımız tarihi ve kültürel zenginliklerle dolup taşarken, biz sadece aidiyetin soyut yanıyla ilgili görünerek kendimizi tatmin olmuş gibi göstermeye çalışıyoruz. Evet, “ tatmin olmuş gibi…” Oysa aidiyet (ait olmak) kanla damar gibi, toprakla ekin gibi, yağmurla bulut gibi, ışıkla göz gibi… Biri olmadan diğerinin de yaşamsal fonksiyonlarını kaybedeceğini bilmekle beraber, çoğu kez bu değerleri görmezlikten gelmeye alışık duyarsız bir toplumun neme lazımcı bireyleri haline gelmişiz ne yazık ki…
Alışılagelmiş en klasik deyimle “eli kalem tutan mürekkep yalamış” aydınlarımızın bu tarihi, sosyal ve kültürel donanmışlığı kendilerinden sonra gelecek kuşaklara aktarabilme konusunda yeterli bir duyarlılık gösterdiklerini (bazı istisnalar dışında) öyle onurlandırıcı bir dik başlılıkla söyleyemeyiz sanırım.
Bu istisnalardan biri de değerli hemşerim kimya mühendisi, çevrebilimci araştırmacı yazar Müslüm Üzülmez’dir. Müslüm Üzülmez bu aralar 13. kitabı olan ve adını Ergani’nin Zülküfil Dağı’ndaki Zülküfil (Zülküf) Peygamber’in yazın konakladığı, kimine göre türbesinin de bulunduğu dağ olan “Makam”dan ve kardelenin bu yörede yetişen kardeşi Makam Çiçeği’nden alan “Makam, Makam Çiçeği Ve Bülbül”ü okurlarıyla buluşturmanın haklı gurur ve heyecanını yaşamaktadır. Her ne kadar kitabın arka kapağındaki tek tümcelik tanıtım yazısında “Ergani ve Erganililere Dair Yayınlanmış Yazılar” diye kısacık bir not düşmüş olsa da; bu tümcenin kitabın içeriği bakımından çok kısır kaldığına inandığımı belirtmekte yarar görüyorum.
Kitap incelendiğinde, Müslüm Üzülmez’in 76 konu başlığı altında topladığı tarihsel belge niteliğindeki makale ve araştırma yazılarının büyük çoğunluğu din, dil, ırk ve düşünce farklılığı gözetilmeksizin tüm halkları aynı sıcaklıkla kucaklayan bir yaklaşımla insanlığın gelişimine öncülük etmiş olan Mezopotamya Uygarlığı’nın 10 bin yıllık tarihi geçmişinin günümüze taşınması niteliğinde olduğu da görülecektir.
Uyurken kollarımda,
Uyanırken yanı başımda,
Savaşırken göğsümün sol yanında,
Sevişirken terimin tuzunda,
Ölürken gözümü kapatanım olur musun?
O yerin orta yerinde
bir ben vardım,
bir sen vardın,
bir de onlar vardı.
çarmıhı aratmayan o yerde,
zehir zıkkımdı yaşamak.
Yaptın yine yapacağını.
Güvercinin kanadını,
zeytinin dalını kırıp
ardına bakmadan
gidiyorsun işte.
Bekle sen,
Bekle ey sevdasız.
Can pazarından döner gelirim elbet.
Bilesin ki
Bu yollar,
Bu dağlar unutmaz ihaneti.
Sonbaharın delişmenliğinden yeni sıyrılmış bir akşamın gün batımı dolaylarıydı. Diyarbakır’ın üzerini kara bir göçmen çadırı gibi örten bulutlu gökyüzünün gözyaşları daha yeni yeni toprağı alnından öpmeye başladığı bir sırada telefonumun öbür ucundan sıcak bir dost sesi “Hocam Diyarbakır’a geldim, şimdi Silvan’dayım” diyordu.
Bu ses; sözcüklere aşkın gizemini, tümcelere sevdanın yüceliğini nakışlayan sevgili dostum Şair Ahmet TAHSİN’E aitti. Bir an ne diyeceğimi bilememenin şaşkınlığı içinde kalsam da, toparlanmam pek uzun sürmedi.
Ahmet TAHSİN’le yüz yüze görüşmüşlüğümüz yoktu. Birkaç yıldan beri “sanal” diye adlandırılan internet ortamından tanıyorduk birbirimizi. Diğer dostlarımızın yaptığı gibi şiir ve makalelerimize yorumlar yapıyor, arada bir telefonla görüşüyor, asgari müştereklerde de olsa bazı paylaşımlarımız oluyordu. Ancak birbirimizi onlarca yıl öncesinden tanıyormuşuz gibi sıcak ve sarsılmaz bir dostluk bağı oluşmuştu aramızda.
Sevgili dostumun Diyarbakır’da ne aradığını sormama gelmişti sıra.
“Doktor kızımın tayini Silvan’a çıktı, ben de onunla birlikte geldim, şimdi Silvan’dayım. Marta kadar da burada kalmayı düşünüyorum” diyordu dostum.
Aksilik bu ya; 17 yıldan beri kendisinden haber alamadığım, yüzünü görme özlemiyle yanıp tutuştuğum başka bir arkadaşım da o gün Diyarbakır’daydı ve benimle görüşmek istediğini söylemişti. Bir yanda Ahmet TAHSİN, bir yanda 17 yıldan beri göremediğim arkadaşım, öbür yanda okulum ve öğrencilerim… Hangilerini, ya da hangisini nasıl görmezden gelebilirdim ki?
Riyanı görmezden gelmemi,
Yanlışına doğru dememi,
Yalanlarına baş koymamı,
Bekleme benden, ben insanım.
Çaldıklarına göz yummamı,
Öyle suskun,
Öyle durgun,
Öyle kahredici durma karşımda.
Aş artık kendini
ve yen şu suskunluğunu.
Bir şeyler söyle ne olursun?
Yazma işi, beyinde şekillenen duygu ve düşüncelerin ruhsal namluya sürülerek patlatılmaya hazır hale getirildiği duygular bütünüdür, duygu sanatıdır yani. Yazan kişi veya kişilere doğayı, insanları ve olayları çıplak gözle görmek yetmiyor, yetmemelidir. Beyniyle görmek, yüreğiyle duyumsamak ve yüreği tetikleyip harekete geçirici gizemli sözcükleri bir araya getirerek yazınsal bir eylemi gerçekleştirmektir yazma sanatı.
Şiir de, bu yazma sanatının dantel gibi işlenen, oya gibi nakışlanan; adını ve rengini sevdadan, barıştan, dostluktan ve evrensel kardeşlikten alan en etkileyici ve en zor dalıdır. Öyle, “ hele şöyle koltuğuma kurulup bir şiir yazayım” demekle yazılabilecek basit sözcükler oyunu değildir şiir. Oldukça zengin bir sözcük haznesi, bilgi birikimi, kültürel yeterlilik ve kişisel becerinin duygu kazanında harmanlanarak tümcelere can, şekil ve ruh verilmesi sanatıdır şairlik…
Her çağda ve her koşulda insanlığı, içinde bulunduğu pasifleştirme, uyutma ve uyutulma ortamından uyandırarak zalime, zorbaya, sömürüye ve sömürücüye karşı uyanık kalmasını sağlayıp emeğin ve sevginin bulunduğu safta yer almasını sağlamak ve yaşamın içine çekme işidir şiir yazmak, şair olmak…
Şair, savaşın ve yıkımın karşısında, barışın ve onarımın yanında yer alan kişidir. Zalimin karşısında mazlumun savunucusu, kötünün karşısında iyinin savunucusu olmak durumundadır şair. Şair açlığın, sefaletin, acının, zorbalığın ve her türlü adaletsizliğin karşısında isyan bayrağına dönüştürdüğü dizeleriyle dimdik ayakta durabilen kişidir.
Yaşamın en yaşanılmaz yerinde inadına yaşayan, inadına umut olan, inadına umudu diri tutan, tutmak durumunda olan kişidir şair. Tüm insanları renk, din, dil, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmaksızın adalet terazisinin kefelerini dengede tutabilendir şair. Tüm dünya halkalarınca “iyi niyetin ve barışın sembolü” olarak kabul edilen Gandi boşuna “Sıkılmış Yumruklarla El Sıkışamazsınız” dememiştir.
Goothe’de:
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!