Kırk yıl yatarı vardı bu sevdanın.
Ne bu sevdaya müebbet, ne mavi bir gökyüzü, ne de rahat bir uyku isterdim; yastığım dizlerindi.
Daktilom adınla silik, hırkam teninle işlenmiş; yüz hatların kaderimdi.
Üç numaraydı saçım, yüreğim sinekkaydı; üşürdüm.
Avluda kanatları vardı yalnızlığımın, sende umudum; ranzam çoğu zaman mezarımdı.
Gençliğim kızgın bir örste dövülürdü, çaresizliğim demlenirdi mehtapta; yakamoz gözlerindi.
Gözlerimi kapadım.
Çünkü açsam ilk göz bebeklerimde doğacaksın.
Önce biraz gelişi güzel olacak söylediklerin,
sonra yavaş yavaş devrik olacak; anlamsız gelecek.
Kaç sabah, kaç akşam, kaç gece sensiz
geçen; baykuşları uzun zamandır görmemiştim.
“Çaylar geldi.
Benimki açık, Kız Kulesi desenli sanmıştım
bardağı; ah şu titreyen, telaşlı heyecanım.
Önce biraz güldü, sonra sustu; sonra gözleri
kapandı kahkahalarının içinde.
Kaç şiir yazmalıktı, kaç özleme sığardı o an.
Meğer sana gelmek içinmiş
bağcıklarımı çiçeklere dönüştürme çabam;
tüm yollarım bu yüzden bahar kokuyormuş meğer
Sen ki bahçemde mor sevinçleri olan menekşelerimin ardından yas tutan karanfiller bıraktın.
İçimde ölmüş kuşlara mezar yapan çocuklar, uçurtma uçuşlarının heyecanını yaşayan mahalle halkı, Yaşar Kemal’in şiirlerinden hendeklere saklanan Mezopotamya var.
Sırtınızdaki paraşütün ipleri başkalarının elinde oldukça yerle bir olmaya mahkumsunuz.
Geri döndüğünde mevsim yine kış, ben yine
sonbahar, sen yine papatya açacaksın.
Kırmızıya çalan şarkılar çalmayacak; fakat
Cemal Süraya şiirleri duvarlarda, çocukların
ses tellerinde, sarmaşık çiçekleri gibi hep olacak.
Kız Kulesi’nin eteklerine dolanan martılar
27 Mart tarihli gazete manşeti Rıfat’ın elinde bulunan televizyon kumandasındaki TV kapatma düğmesine basmak için yeterliydi. Odadaki sessizlik tüm İstanbul’u sessiz moduna almıştı. Duvarda asılı olan saatteki akrep ile yelkovanın sesini duyabilecek kadar sessizlikti bu, kapının çığlıklarını duymayacak kadar derin bir sessizlikti. Sayfa 14’ü açmamak için her ne kadar çırpınsa da diğer sayfaları yıprata yıprata onu bu kadar derinden etkileyen bu haber başlığının detayına varıncaya kadar nefes nefese kaldı; sanki dördüncü kattaki evine merdivenleri kullanarak tek nefeste çıkmıştı.
“Nermin Eroğlu bulundu!” Gamzelerini gizleyen sakallarının, omuzlarında yükselen yanardağların, aynaya kendisini küstürmesine sebep olan bu kadının bulunması onun için çok önemli ve bir o kadar endişelendiriciydi. Kapının çığlığını nihayet duymuştu ve adımlarını haberi okuya okuya kapıya doğru yönlendirdi. Çamurda yürümenin vermiş olduğu bir güçlükle ilerledi. Kapıyı açtığında Tayfun’un kekeleyerek “Nermin abla bulunmuş Rıfat ağabey!” deyişini duyunca iki eliyle ayakkabılarının bağcıklarını bağlamaya çalışırken gazeteyi de Tayfun tutuverdi. Hiç bir şey demedi, Tayfun’u da duymuyordu. Gazeteyi, telefonunu ve hatta montunu bile almadan hızlı adımlarla merdivenlerden aşağı doğru inmeye başladı. Tayfun da peşinden gidecekken kapının açık olduğunu fark ederek geri döndü. Tam kapıyı kapatacakken de aklına dışardaki yağmurun yağışı geldi ve içeri girip Rıfat’a mont almak için evin koridorunu dolaşmaya başladı. Oysa mont, hemen kapının sağındaki vestiyerde asılıydı. Bu haber onu heyecanlandırmıştı. Aradığı şey gözünün önünde olmasına rağmen bulamıyordu. Birden yerinde durdu ve “Bu da ne?” diye söylendi kendine kendine. Kapısı açık bir odada görmeye alışık olmadığı bir manzara ile karşı karşıya kaldı. Duvardaki kırmızı panoya raptiye ile birlikte sabitlenmiş küçük küçük notlar, Nermin’in doğal hallerinin fotoğrafları vardı. ‘14 Ekim, ilk yemek!’, ‘Tarhanaya alerjisi var!’, ‘Vin Gris şarabını çok sever!’, ‘Gözlüksüz dışarı çıkmaz!’, ‘Saat taşımaz!’, ‘14 Temmuz doğum günü!’
Hayretler içerisinde kalmıştı. O sırada Rıfat içeri girdi ve “Tayfun!” diye bağırdı. Birden kalp ritmi yükselen Tayfun ne yapacağını bilmeden cevap veremedi ve karşısında Rıfat’ı görünce bu sefer daha fazla kekeleyerek “Nermin ablayı git al!” dedi.
Rıfat, siyah kapüşonlu montunu da giyerek evden ayrıldı. Hemen ince direksiyonlu arabasını Güngören’de bulunan Nermin’in evine doğru sürdü. Yağmurun şiddeti arabanın sileceklerini bir an olsun durduramadı. Bütün kırmızı ışıklardan geçen Rıfat Nermin’in evine geldi. Yağlanması unutulmuş şiddetli bir sese sahip olan bahçe kapısını yavaşça araladı, ağır adımlarla dış kapının merdivenlerinden çıkarak eve girdi, dizleri titriyordu. Nihayet 4 nolu daireye gelmişti, biraz durarak elini kapı ziline götürüp tüm cesareti ile birlikte zile bastı. Fakat kapıyı açan olmadı. Biraz bekledi, durdu ve hatta merdiven basamaklarında beklemeye başladı. Saatlerce oracıkta bekledi. Kimseler gelmedi, kimseler o kapıdan çıkmadı. Telefonu almak için elini sol cebine götürdü ve telefonun olmadığını fark etti. Vakit kaybetmeden aşağı inerek Nermin’i telefonla aramak için bir market aramaya başladı. Tam kapıdan çıkacakken Nermin ile karşı karşıya geldi. Ne diyeceğini bilemeden gözlerinin içine baktı ve yağan yağmurdan habersizce ikisi de dakikalarca orada durdular, konuşmak için ikisi de birbirini beklediler. Yağmur şiddetini azalttı şehrin kuzey yönünde kocaman bir gökkuşağı oluştu.
“Bir şey demeyecek misin?” diye söylendi Rıfat. Nermin sessizliğini korumaya devam ederken Rıfat,
“Neredeydin? N’aptın? Kısa saç hiç yakışmamış! Gözlüğün de yok. Böyle susmaya devam mı edeceksin? Konuş n’olursun bir şey de!”
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!