Parmağımı güz kesti,
Senin suçun yok!
Sarışın mevsimin hançeriydi
Azıcık serin,
Alabildiğine derin
Ve keskindi!
Uzun bir şiir yazmak istiyorum
Hüzünler
Sevdam
Ve hayat üstüne.
Bir yerinde kızıl bayraklı devrim -ki ömrümdedir-
Ve en kardelen haliyle aşkım üstüne.
Yola düşen gölgemin,
Yorgun, yol arkadaşıdır ömrüm...
Ve insan öykülerinin,
Raslantılı sularında, seyreden bir gezginim.
Rüyamda gördüğüm, umutsuz kadın,
Aynalı çarşıda, zaman pazarı...
Satılık günler, haftalar
Eskiden bir tat, kelepir baharlar
Kubbesinde yankılanan kuş sesi
Biraz göz izi,
İki tutam el izi,
Nasıl başlarsınız ki bunu anlatmaya? Suskunluğun boyut değiştirdiği, bambaşka bir hesaplaşmanın ürünüdür içsel yalnızlığımız... Kimsesiz bir çokluk duygusu ile birlikte, yokluk benzeri bir varlık çelişkisinin, onmaz yaralarıdır, dimağımızda açılan.
- En büyüğünden taşlarla bezeli, yer yer derin hendeklerden atlayarak, bazen olmadık bir dal, bazen en sivrisinden dikenlerle boğuşup, üstüne üstlük yokuş yukarı ilerlemeye uğraştığım yollarda, (bütün bunlar) yetmezmiş gibi, bir de yalın ayağım ben...-
Karma karışık, allak bullak ve kıyasıya zorlu bir yaşama savaşı; daha doğrusu, yalnızca kendimizin kurduğu düşte, varlık gösterebilme uğraşı. Bitmek bilmez bir eziyet bu, ne yana baksak... Her taraf yangın, her taraf karanlık ve her taraf marazi bir şaşkınlık içerisinde.
- Ne zaman içime bir göz atsam, ne zaman hayatın içinde durup, her şeyim yanımda mı diye yoklamaya kalksam ruhumu, kanayan parmaklarıma ve yollarda bıraktığım ayak izlerime rağmen, dehşetle fark ederim ki nafile bir yolculuğun, inatçı bir Don kişotuyum ben...-
Bir sürü çelişkinin anlamsız kavgasının orta yerinde barış elçisi gibi, hiçbir şey üretmeyen ve doğanın-insan oğlu ne yaparsa yapsın baş edemediği- devinimiyle görece mana kazanan bir mücadelenin hikayesidir, “ayrık otu “ olmak. Öğrenme aşkının kasıp kavurduğu ve bilginin, çölde su misali serinlettiği ruhumuzun, aldıkları için ödediği bedeldir yalnızlığı... Kimsenin galibi olamadığı bu kavgada, kazandıkça tükenir ve her soru yanıtlandıkça, yaralanırız.
- Ellerimi uzatırım bazen gökyüzüne... Ayak parmaklarımın ucunda olabildiğince yükselir, bedenimi mümkün olduğunca kasarak germeye çalışır ve kolumu zorlayabildiğim son noktaya kadar uzatarak, parmak uçlarımla bulutlara değmeye çalışırım. Kimi zaman şeker pembesi, kimi zaman düş beyazı bulutlar, eğer değmeyi başarabilirsem, beni yakalayıp, içlerinde ki mutlu arılığın lezzetiyle, tamamlayacaklarmış gibi gelir.
Bu benim mitolojim,
Tarihim,
Hikayem...
Tanrının yarattığı sihir,
Benim yüreğimin!
Bir gece,
Gecelerden bir gece...
Koptum gökyüzünden, düştüm yeryüzüne
Bir rüzgar, aldı götürdü beni
Şimdi yosun yeşili gözlerde,
Bir damla yaş oldum.
Hadi, kaldır başını,
Gözlerime bak!
Acı, öyle, kılıç gibidir işte,
İnsan yüreğinden, kılıf arar kendine...
Yasaklanmış sözleri vardır gözlerin,
Birgün,
Uykusuzluğum uzanacak yanına...
Ve sen,
Kırık kalbimin hatırasıyla birden uyanacaksın.
Yanmış ve yanlış yaşanmışları silip,
Ardımdan uzun uzun bakacaksın.
Ben aslında burada değilim! Yalnızca bir suret bu... Saydam bir duvarın arkasından, öteki hayatlara bakıyorum. Sanki; baş rollerden birinde benim bulunduğum bir film bu... Bütün bilinçlerin açık, her kesin uyanık olduğu saatler “prime time”. Ve oynanan filmler içerisinde, benimkisi bir “hit” çalışma. Sonra, uyku başlıyor. Tüm oyunlar gibi bu da, ertesi gün kaldığı yerden devam etmek üzere, beklemeye alınıyor. “Arkası yarın”, oysa, yarın her şey aynı olacak!
Derinliği olmayan, yaşama örgüsünün, “iki ters bir düz” motiflerinde, durağan, sabit ve hiçbir yere gitmeyen, bir varolma durumu. Onlarca insan “iki ters bir düz yaşıyor”. Ve “Ben varım “sanıyor (!) . Oysa, ben yokum! Hele siz, hiç olmadınız ki...
Yüreğimden kopup, akıntıya ters, inatla devinen çığlıklarım, bir tek, benim kulaklarımda ses oluyor. Öteki yaşamlar, kendi doğal(!) oluşumlarına, paralel gelişen kurgularına öylesine sahip çıkıp koruyor ki; bütün zorba ve dayatmacı yapılanmalarına paralel olarak, başka bir şey görmeye yanaşmayan tüm gözler kör, kendi sesleri dışında ki bütün seslere kapalı kulaklar sağır...
Aslında, “doğru ve ilkeli” yaşamak için, öyle kalabalık insan topluluklarına gerek yok. Hatta, bir ömrün acıklı(!) ve yenik öyküsünü,300 kelimeyle öğrenilmiş ana dilimizde, kimsenin bilmediği başka binlerce kelimeyle anlatmaya da gerek yok. Bakınca gören bir çift göz, sevmesini bilen bir yürek ve her şeye, hatta, kendisine rağmen direnen, bir tek adam yeter. Uğurunda, birkaç hayat harcanacak ve o en son solukta bile, avuçlarında ölmenin mutluluğu ile gurur duyulacak, tek bir adam...
Eğer sevemiyorsak; daha da önemlisi, bir şekilde ulaşıverdiğimiz, hayatın bize sürpriz armağanı gibi gelişen sevdalarımıza ait duyarlılıklarımızı, incecik cam bir mahfazada korumak adına, olmaz fedakarlıklarımız yoksa; yaşamak dediğimiz durum, bizim için, bir kazanma(!) ve kaybetme serüveninden oluşuyorsa, biz yokuz ki... Hatta, hiç olmadık!
Mutluluk düşlerimizin, kadere(!) fatura ettiğimiz, kırıklıklarla bezenmesinin tek bir nedeni var bence; Uğruna, onlarca masalın yazılıp, şiirlere ve şarkılara konu olmuş, bir dolu sevda hikayesine ait kahramanlara öykünen duruşumuza, sonuna kadar sahip çıkamamamız... Bizim de, onlara ait hayatları, bir sinema perdesinde, sonraya iz bırakmayan oyunlar gibi algılamamız ve kendimize pay çıkaramayışımız.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!