8 Mart 1955 yılının karlı bir kış günü noktalanan bir aşk hikayesi... Belediye reisinin kızı Ayten' i, zengin bir aile ister oğullarına. Görücü giderler, ertesi gün bütün mahallede duyulur bu. Aynı sokakta oturan Sümerbank'ta memur olan İsmail Demirtürk, bunu duyar duymaz 'Ayten, benim gelinim olacaktı.' diye ağlar. Eşi Zeliha Hanım, onu teselli etmek ister, 'Vermezler ki bize bey.' der. 'Hem Erdal daha öğrenci, olacak iş değil bu, unut...'der. Erdal, Ankara' da askeri öğrenci olarak Veteriner Fakültesine yeni girmiştir, altı çocuklu ailenin tek umudu, en büyük çocuk.
O gün çalışırken birden dayanamaz, işten eve gelir İsmail Efendi; hanımına seslenir, 'Hadi..hadi hanım..Kız olanı, bin kişi ister, bir kişi alır...Mirat Efendilere gidiyoruz akşam, ben Ayten'i oğluma isteyeceğim....'
'Ama' der Zeliha Hanım, 'Ama oğlumun haberi bile yok, ya kızarsa... ya şehirde bir başkasına gönül verdiyse.'
'Olur mu öyle şey! ' diye kükrer İsmail Demirtürk, 'O nasıl söz! İster! '
Gece, Mirat Efendilerin kapısı çalınır, çekinilerek. Zeliha Hanım ne kadar çekiniyorsa da mahallenin büyüğü Mirat Amca'dan ve Sıdıkanımdan divanın kıyısına şöylece ilişir. Utana sıkıla geliş sebeplerini söylerler, içlerinden de kovarlar mı, kızarlar mı endişesi geçmektedir ama Mirat Efendi, kendine yakışanı yapar ve 'Bir düşünelim.' der. O gece Demirtürkler için bitmeyecek bir gecedir.
Öte yanda Mirat Efendi misafirler gidince Ayten'i, evin en küçük kızını, çağırır yanına. Güzelleşip serpildi diye ilkokuldan sonra okutmadığı Ayten'i. 'Bak kızım, seni mahalleden iki aile de istedi... Biri hala okuyor, diğeri zengin, hali vakti yerinde. Ne dersin? ' Ayten, zaten kaç gündür kafası karmakarışık olan Ayten, yüzü kızarık bir şekilde başını öne eğer, gözünün önüne pırıl pırıl üniformasıyla Erdal gelir. Geçende izinliyken annesine gitmişlerdi de kapıdan gelmiş, 'Hoş geldiniz.' demişti. O an, farklı duygular geçmişti içinden ve şimdi babası onu soruyordu ama çekiniyordu babasına cevap vermeye. Mirat Efendi tekrar sordu, Ayten başı önce, yüzü nar gibi kızarık 'Erdal' dedi. Mirat Efendi, onun öğrenci olduğunu, işlerinin zor olacağını biliyordu ama...'Peki' dedi. Ertesi gün, her iki aile de haber almaya geldi. Zeliha Hanım, aldığı 'Olur, gelin söz keselim.' sözünün şaşkınlığı ile eve nasıl gittiğini bilemedi. Şimdi ne olacaktı? Erdal'ın haberi bile yoktu. İsmail Bey, Erdal'a telgraf çekti, Ankara'dan apar topar geldi Erdal... Şaşkındı, ama mutluydu. Babası haklı çıkmıştı...oğlu da Ayten'i beğendiğini ama vermezler, diye hiç konu etmediğini söyledi. Söz kesildi. Tatilde nişan yapıldı. Dört yıl...O okul bitene kadar geçen dört yıl. Ne mektuplar yazıldı, ne ayrılıklar yaşandı, ne tartışmalar....neler neler...Küçük bir şehirdi Yozgat. Öksürsen duyulurdu. Nişanlılar...zor günler geçirdiler...Dört koca yıl..Biter mi denen dört yılda 'Evlenebilirsek...kızımızın adı Serap olsun, bu düş belki bir gün gerçek olur.' dediler ve karlı bir 8 Mart günü gelinliği karların içinde düğün resimlerini çektirdi Ayten ve Erdal'ı...Gittiler ilk tayin yerlerine genç teğmen ve eşi; dört yıl nişanlılığın bir bavul dolusu mektuplarını yakıp yok ettiler. sadece yüreklerinde kaldı yaşadıkları, vuslata ermişlerdi ya artık!
....................
..
_ Sokaklar sana çıkıyor sevgili, baktığım her kapıda sen varsın, gördüğüm her pencerede siluetin belirir ve özlem çoğaltırım sana gökyüzünün maviliğinden...
_ Eflatun rengi olur tüm ağaçlar ve o ağaçlardan sana uzanır tüm yollar... Yağan her yağmur sen olur yanaklarımdan içlerime süzülürsün... Gözlerime vuran damlarda kapattığım gözlerimde belirir ve açınca gördüğüm tüm çiçekler sen kokar...
_ Ve her sabah dinginliğinde koşuşturan insanlarda senden bir parça görürüm... Ağlamakta olan bebeğin gözyaşı olursun, çocuksu kahkahalarda sevinç çığlıklarısın...
_ Tüten bacalardan çıkar el sallarsın bana ve gürültüyle geçen düğün konvoyunda görürüm seni el sallarım durmadan... Ruhumu bir çınar gölgesinde dinlendirirken uzak yerlerden gelen o tatlı keman nağmeleri olursun kulaklarımda tınıların öter ve hiç susmasın isterim, susturmam suskunluğumda.
..
Otobüste okula giden öğrenci kız/Şiir defteri yapmış/Babasının verdiği ajandayı/…/Sayfaları çevirip okuyor/Oturduğu koltukta/…/Biraz büyükçe yazmış/…/Ayakta iki yolcu/Biri iyi giyimli erkek/Ve malum yazarlara /Benziyor kadın/…/Kız sayfaları çevirdikçe/Huzursuzlanıyor/Mırmır konuşuyorlar/.../Aldırmıyor kız okuyor/Ahmed Arif, Neruda/Hasan Hüseyin, Lorca/Aragon, Eluard/.../Maviye/Maviye çalar gözlerin/Yangın mavisine/Rüzgarda asi/Körsem/Senden gayrısına yoksam/Beşikler vermişim Nuha/Salıncaklar, hamaklar/Havva Anan dünkü çocuk sayılır/Anadoluyum ben/Tanıyor musun/…/Seni anlatabilsem seni/Yokluğun, cehennemin öbür adıdır/Üşüyorum, kapama gözlerini/…/Yol bitti/İndi otobüsten/Arkasından/Bağıran kadının sesi/Yampirik/.../Dondu kaldı/Ne demek bu/Niye söyledi bunu/Bu bağnazlık neden/Kötü mü oluyordun/Onlardan farklı düşünürsen/.../Değil midir/Asıl korkunç olan/dogmalara/Inanmak/.../Oysa doğaldır/Beklenen budur/.../Kabul etmek/Zor olsa da/Kaçınmak gerekir/Böyle şartlananlardan
..
Tekamülü sürdürmenin temel unsuru eğitim,
Okul aile öğrenci ittifakı en iyi tim.
..
Böyle bitti işte bizim öykümüz,her ne kadar gülmese de yüzümüz.Sende yanlışlıklar bende kıskançlıklar,aslında en çok bana koydu bu vedalar.Şimdi belki mutlusun,gülüyorsun,dilerim tanrıdan bu son olsun.Gerçekler miydi bizi yıpratan yoksa yalanlar mıydı ayakta kalmamızı sağlayan? Sen bilinmezlerle dolu bir denklemdin,bense matematiği hep 1 olan haylaz bir öğrenci,çözemedim işte seni...
..
İnsan yaşadığı çağın değerleri ile inandığı değerleri nasıl birleştirmeli? Hangisi hayatına hakim olmalı? Ya da çağının imkanlarını değerlendirirken nelere dikkat etmeli neler önceliği olmalı? Aile hayatı iş hayatı çevresiyle beşeri münasebetlerinde nasıl olmalı? Teknolojiyi nasıl degerlendirmeli? Bu soruları çoğaltabiliriz.Günümüz insanına baktığımızda dengenin olmadığını görürüz.Kimse yaptığı işten memnun değil.Öğrenci okuldan,öğretmenden; işçi işinden işvereninden,anne baba çocuğundan,çoçuk anne babasından,insanlar birbirlriyle iletişim kuramıyor ya da birbirlerini anlamak istemiyorlar.Evliliklerin bir çoğu boşanmayla son buluyor.İnsanlar gittikçe bireyselleşiyor,içe kapanıyorlar.Komşuluk ilişkileri zayıflıyor,akrabalar birbirlerini arayıp sormuyorlar.Televizyon,bilgisayar,internet insanları birbirinden uzaklaştırıyor.Mesafeler kısaldıkça,imkanlar çoğaldıkça,refah seviyesi arttıkça gönüller uzaklaşıyor.Ben merkezli bir hayata doğru gidiyoruz.Kalbalıklar içinde yanlızlaşıyoruz.Paylaşmayı sevmiyoruz.Küçük olsun benim olsun mantığı hakim.Birlik ve beraberlik istenmiyor.Dünya ahiret dengesi dünyadan taraf.İnançlarımızı hayatımıza hakim kılamıyoruz.Yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz.Çözüm mü onuda sizlerden bekliyorum
..
Şeref, ruhun misafir varlığına her başarılacak mutluluk ‘yaşamı, süreci, vedası’ ile bir toplamının güzelliğidir! Serbest rekabet her piyasada işleyecek! Uygarlık topraklarındır! Yörede altın barındıran toprağı işleyecek, onu ayağa kaldıracak, hayata geçirecek o yöre sakinleri olacak, o yöre sakinleri sahibidir bu rekabetin, dersem ‘aman dikkat’ ile de benim önümde engel duvarı örmeye kalkışılacak! Ya yıldırarak hırsızlamaya, ya da hata yılışarak benim üstüme de bu şerrini yığılmaya vs. Çok şükür! İnsan, hata yapmamaya ‘aman dikkat’ saygısını insani duygu haliyle disiplinli bir terbiyede hem sevgi koruyor alış-veriş duyarlığını hem de ‘insana öncelikli’ hissiyatında korunan olarak…
Eğitimde alternatif modeller diye 20 yıl boyunca geliştirilmiş, bir ülkenin itilecek olan karmaşa yıllarına da başarısı görsel hazırlıklı olan bir yenilik önlemi mi, yeni bir tuzağı mı, bir vatandaş mı, bir özgürlük anlayışı mı, bir ekonomiye mi ve ne kadarını demeye gerek bırakmayan haliyle de, bir rekabetçi mi yetiştirmeli evrensel insanı, sorusuna yanıt oluyor.
Örneğin, özgürlüğe dayanan bir eğitim: ‘kendi içinde sistem’ ve ‘ana akımın dışında bir model’ olarak bu iki ayrışma alanında bir ‘Alternatif Okullar’ kapsamına alınmış ve demokratik okulların ‘ana akım sistemine’ bir model diyerek, alternatif okullara ‘kendi içinde sistem’ diyen bu düşünce ile önce biraz açıklamalarını izlemeli: örneğin
Demokratik okullarda günlük ders programına karşılık, her öğrenci kendi dersini, istediği gün ve saat seçimiyle belirliyor, öğretmen varlığı ve yer konusu da karara uyumlanana kadar gereken müzakere ders saati olarak işliyorken, öğretmen için ücret ödeme başladığı ile, özel bir tespit tartışması, yani müzakere, belirlenen de ilk ders oluyor aynı zamanda. Öğrenci sayısı oranınca da keyfin belirlenme süreci o oranda uzaması şöyle açıklanıyor: ‘biz’ daha henüz hangi dersi nerede ne zaman alacağımıza karar vermiş oluyorken ana akımın dışında bir model denilen demokratik devlet okulları bu bir ayda işlenmiş ders olarak çok ilerideler. Bu ‘biz’, her özel öğrencinin kendisi olduğu ile ‘ben’ demesi gerekmiyor mu? Bu ‘biz’ nerede, nasıl, ne zaman, kaç kişiden, hangi ders için oluşuyor? Kendi içinde sistem….
..
Küçük Öğrenci
Küçük öğrenci
Büyük ışık
Küçük öğrenci
Büyük adam
..
-Verilen akit miydi onlari bunca yil baglayan? -
img src='http://img48.imageshack.us/img48/6918/ca4ls7tpkv6.gif '
8 Mart 1955 yilinin karli bir kis günü noktalanan bir ask hikayesi... Belediye reisinin kizi Ayten' i zengin bir aile ister ogullarina. Görücü giderler, ertesi gün bütün mahallede duyulur bu. Ayni sokakta oturan Sümerbank'ta memur olan Ismail Demirtürk, bunu duyar duymaz 'Ayten, benim gelinim olacakti.'diye aglar. Esi onu teselli etmek ister, 'Vermezler ki bize bey.' der. 'Hem Erdal daha ögrenci, olacak is degil bu, unut...'der. Erdal, Ankara' da askeri ögrenci olarak Veteriner Fakültesine yeni girmistir, alti çocuklu ailenin tek umudu, en büyük çocuk.
O gün çalisirken birden dayanamaz, isten eve gelir Ismail Efendi,hanimina seslenir, 'Hadi..hadi hanim..Kiz olani, bin kisi ister, bir kisi alir...Mirat Efendilere gidiyoruz aksam, ben Ayten'i ogluma isteyecegim....'
'Ama' der Zeliha Hanim, 'Ama oglumun haberi bile yok, ya kizarsa. ya sehirde bir baskasina gönül verdiyse..'
'Olur mu öyle sey! ' diye kükrer Ismail Demirtürk, 'O nasil söz! Ister! '
..
Daha önceki yazılarımda da sizlere; veli ve öğrenci davranışlarından söz ettim. Ama unuttuğumuz bir saçayağı daha var ki bazen dilimizi ısırıyoruz söylememek için. O da bazı öğretmenlerimizin çocuklarımıza olan olumlu ve olumsuz etkileridir.
Veliler sorumludur. Çevre sorumludur. Peki burada öğretmenlerin ne kadar sorumluluğu var? Ne yazık ki artık kendimizi de sorgulamalıyız. Bu sorunun çözümünde kimin payı varsa herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Yoksa yarınımız olan gençlerimizi kaybederiz. Birileri bu oluşumda suçlu, ama kim? Suçlu olan ayağa kalksın.
Çuvaldızı başkalarına, iğneyi kendimize saplayarak; gerçeği göremeyiz. Yanlışlık varsa, nerelere kadar uzandığını araştırmak, bulmak ve düzeltmek hepimizin görevidir. Velilerden, çocuklarına yanlış davrananlar yok mu? Mutlaka vardır. Bu kadar insanın arasından tek tük yanlış davrananlar olabilir.
Peki ya emanet ettiğimiz öğretmenlerimizin söz ve davranışları, çocuklarımızı ne kadar etkiliyor dersiniz? Bunu bir annenin sözleriyle daha iyi anlayabiliriz. “ Okuldan eve gelince, ben ne söylersem söyleyeyim kulak arkası ediyor. Ama öğretmeninin gözüne girebilmek için, benim daha önce söyleyip de yaptıramadığım şeyleri bir çırpıda yapıyor. Şaşırıyorum.” Evet. Öğretmenlerimizin ruh hali, hareketleri ve sözleri ne kadar etkili acaba? Hiç düşündük mü? Bazen öğretmen seçeriz. “Benim çocuğum hassastır. Her öğretmen de okutmam. Çocuğumun dilinden anlayacak, onunla iletişim kuracak, onun konuşmasını, düşünmesini, yeteneklerini açığa çıkaracak öğretmen de okutmak isterim.” diye düşünenler yok mu?
..
Sabahları erken saatlerde mesaimiz başlıyor. Görev sorumluluğu içerisinde okullarımıza gidip öğrencilere faydalı olmak için çırpınıp duruyoruz. Ama öğrenciler çokta istekli değiller. Çoğu kez geç kalıp, devamsızlık yapmakta adeta birbirileri ile yarışıyorlar. Velileri okula çağırdığımızda pek çoğunun ilgisiz ve çocuklarından bihaber olduklarını görüyoruz. Maalesef çağırılan velilerin çoğu da okula gelmiyor.
Velinin anlayışı, öğrencim okula gidiyor ya… Oluyor. Harçlığını veriyorum, benden daha ne bekleyebilirler ki diyorlar. Ama öğrencinin velisinden, anne babasından çok şeyler beklediğinin farkına varmak istemiyorlar. İlgilenmek acaba yalnız maddi boyutu ile mi olmalı? Acaba yalnız parasal ilgi çocuğun geleceğe ümitle bakmasında yeterlimi?
Günümüzde bütün çevresel etmenler, öğrencileri olumsuz yönden etkilemeye namzet bir hal sergiliyor. Öğrencilerin birer beyaz sayfa olduğunu düşündüğümüzde, bu sayfayı başkalarının kirleteceği bir alan olmaktan kurtarmamız gerekmez mi?
Hepimiz sitem ediyoruz, Öğrencimiz okumuyor diye. Emek olmadan yemek olur mu? Bakın öğrenciler istemedikleri alanlara yönlendiriliyor. Öğrencilerle aileler birebir ilgilenmiyor ve öğrencilerinin nerede ne yaptıklarını takip etmiyorlar. Diyeceksiniz ki hangi zaman, nasıl öğrenciyi kontrol altına alayım? Ya da beni dinlemiyor? Ama sayın velilerimiz, öğrenciler bizim en değerli varlıklarımız. Evlatlarımız. Onların kötü bir durumda olmaları veya kalmaları herkesi derinden yaralar. Ama öncelikle aileleri daha da çok yaralar. Öyle değimli?
Öğrencilerimizin lise çağlarında daha çok kendilerini ön plana atma, kendilerini kanıtlama, özenme dönemleridir. Televizyonlar insanlarımıza devamlı olumsuz örnekleri veriyor. Hayali yaşam standartları, sanatçıların toplumdan kopuk halet-i ruhiyeleri ve yaşam biçimleri örnek gösteriliyor. Tabi bunlara nasıl veriliyor, gençleri koruma kanunları nasıl işliyor, hala şaşıyoruz ama maalesef durum bu. Acaba anne ve babalar bu durum karşısında neler yapıyor? Çocuklar kendilerine hep birer kahraman arıyorlar ve genellikle kahramanlarını kaba güçten yana kullanıyorlar. Acaba neden? Acaba kanunlarımızın suçlu ve suçsuzları ayırma zafiyeti mi var. Acaba kanunlarımızın yeterli olduğuna güvenmiyorlar mı?
Öğretmenler cefakâr ve vefakâr öğretmenler. Bakın böyle denildiği zaman sakın edebiyat yapılıyor sanılmasın. Günde 7 saat devamlı öğrencilerle birebirler. Hatta öyle ki, anne ve babalarında daha çok öğrencilerle ilgileniyorlar. Ama bunca karanlığın arasında yalnızca bir ışıktır onlar. Öğrenci istekli olmalı, öğrenci desteklenmeli, öğrenci izlenmeli ve öğrenciye öz güven verilmeli ki; öğretmen elindeki beyaz sayfayı çok güzel bir şekilde işlesin.
Ne yapmalıyız o halde?
..
8-] Siyasetlerin ve aydınların anlamak istemediği şudur. Bir kişi topluma gittiği zaman, ya bir birey oluşla (üretim için) topluma gider. Ya da bir yükümlü mükelleftir. Veya bir hizmet sunumu talep eden yurttaştır. Bu gibi oluşla topluma gidilir. Söz gelimi kendinizi öznel ifade etmek için topuma gidilmez. Öğrenci olacakla topluma gidilir. Halk alan meydan okuma yeridir.
Bireyler adeta toplumuna, bir bütünün uyumlaşan parçası gibi, her bir parça başı ayrı işlev veya benzer işlevlerini sağlayışla gidilir. insan toplumda, organel işlev gibi iken halk yaşamında bu özelliği gider. İşte topluma bu işlevin aidiyetliği bilinci ile gidilir. Söz gelimi öğretmen birey olacaktan; ya da bir pilot gibi veya başka tür özel statülü, yükümlü, üretim yapacak, hizmet alacak, mükellefliğini yerine getirecekten gidilir.
Aynı birey öğretmenimiz, toplumun bireyi olacakla işlev eşemeyeceği bir toplum alanına gittiğinde; artık öğretmen gibi olmanın, vatandaşlık ve insanlık hakkı olan taşımalarını isteyemez. Sözgelimi öğretmenimiz, toplumun bir vergi dairesine alanına gitmişse; öğretmenimiz, burada öğretmenliğini taşır oluşla aktif olmanın kolaylıkları ve ayrıcalıkları olan saygınlaşmaları taşıyıp, bekleyemez. Sadece bir görevce yasal bir mükellef olan yükümlü sade vatandaştır. Sade vatandaş hakkı statüsünü ve aktifliğini taşımak zorundadır.
Veya vergi dairesinin, bir hizmet alanı, bir kamu alanı olması hesabı ile öğretmenimiz de burada, ya bir araba ya da gayrimenkul tescili yaptırıyordur. Söz gelimi yine öğretmenimiz bir berberde, bir markette de müşteridir. Yani buralarda birey öğretmen olacakla işlev eşemezler. Bir tüketici kimlikli statü kazanmıştırlar.
..
7-]Ancak, toplumların mümini olmaz. Toplumun bireyi vardır. Toplumdaki bireyin içinde taşıdığı inancı vardır. Ama inancı toplumda aktif olamaz. İnanç toplumda bireyler içti dünyasının düşünmesidirler. Söz gelimi toplumsa üretim alanı içinde, bireyler hiç bir inancı soyut anlamalarını kullanamaz. Ne bir vida sıkma işinde yararlanabilir; ne bir radyo devrelerini tamir ederken yararlanır. Ne de makinanın dişlilerini yağlarken, kullanacağı teknik donanımıdır. Ne kundura üretmenin bilgisidir.
İnançlar, ne de bir eğitim öğretim alanının deneyse ve edimse bilimsel plan, proje, anlama öğrenme metot ve ilkeleri içinde bir yol ve yöntemin kullanımıdırlar. Bu yüzden bu inanca dek bireyin öznel içti taşımaları sadece toplum içinde etkin olamayacaktır. Herkesçe paylaşılabilir, zorunlu bir karşılıklı yüküm edilme toplum üretimi değildirler. Toplumsal gücün zorunluluğunu içermezler.
Oysa toplumsal olan, toplumsal gücün organizelerini zorunlu kılar. Toplumsal olan toplumsa olanın dışında sağlanamazdır. Bu sağlanışların kendisini direktife eden, sizin isteminiz dışınızda olan bir icbarı vardır. Toplumsal yüküm aksadı mı, giderek zincirleme bozulmalarla toplum biter. Oysa bir inançlar özelinde, sizin türban takmanız ya da takınmamanız toplumsal sağlayışların, bir umuru ve gereksinmesi değildirler.
Şimdi inançların topluma entegre edildiği, toplumsal bir düzenleme alanını ele alalım. Siz bir süre sonra kişinin inancına dek davranışlarını; zorunlu ve sindirilir olucu bir, icaptan hareketler olacaktan inancı, sistemin bir olgu ve parçası gibi algılayıp bakmaya başlarsınızdır! Toplumsal hareketlerin içi kimi çok ani, saniyelerle yarışan durumların tetiklenmeleriyle oluşabilmektedir.
..
05.03.13
Bugün 12’leri yazılı yaptım. Her iki sınıfta da yazılı yaparken notlar aldım. Bunları yayınlayacağım dedim. Yeni kopya tekniklerini aleni kopya teşebbüslerini. Ben bu okulda bilinçli öğrenciler var sanıyordum. Yine de aynı kanaatteyim. Ben bu okuldan başlayarak tüm ülkede ideal eğitimin ipuçlarını arıyorum. Öğrenciyi potansiyel suçlu olarak kabul edip, ona güvensizlik aşılayarak, onu suça iten bu sistemi toptan reddediyorum.
Kendimi o meşhur filmdeki öğretmen olarak düşünüyorum. İlk öğretmenliğimde ezberi reddetmiştim. Soruları veriyor kitapları açarak cevaplamalarını istiyordum. Her şey çok güzel gidiyordu. Ne olduysa sonradan oldu. Eğitimciler ordusu beni kendilerine benzetti. Ve ben de ezbere dayanan sorular icat ettim; tabii ki öğrenci kopyaya yöneldi, ben de onları takibe. İşte bir polis hırsız olayı başladı.
Oysa bu değildi amacım. Yapmak istediğim bu değildi. Şimdi aradan geçen bunca yılı birkaç denemem dışında kayıp yıllar olarak görüyorum. Ve yaptıklarımdan dolayı pişmanlık duyuyorum.
Hep bir arayış içinde oldum. Öğretmenliğimden önce de Kuran-ı Kerim öğretmiştim. Bu öğretimde kopyaya yer yoktu. Çünkü yazılı sınav yoktu. Medrese sisteminin basit bir hülasasıydı; öğrenci sayfa sayfa ilerliyordu. Öğrenim sonu sözlü sınav vardı, bireysel eğitimdi. Sözlü sınavda başarılı olan bir sonraki derse geçiyordu.
Oğlum Kuran- ı Kerim kursunda hafızlık yapıyor; orada da bu sistem işliyor. Medreselerde yürürlükte olan bu sistemin iyi incelenmesi ve ülkemizde yeni pratik bireysel eğitimin teorinin yapılması gerekecektir.
Bu alanda büyük araştırma ve çalışmalara ihtiyaç olduğu kesin. Sınıflardaki öğrenci sayısının daha az olduğu, yazılı sınavların olmadığı, ya da kopyaya mahal vermeyen bir bilinçle yapıldığı, teoriden ziyade pratik eğitimin yer aldığı, herkesin bir branşa yönelik yetiştirildiği, yetenek eğitiminin hedeflendiği bir sisteme acil ihtiyaç olduğu aşikar.
..
Tek dil tek ulus uğruna yatırım azaldıkça, gösterişli tarım yardımı gibi saptırmalar hatta, gün ihtiyacını karşılar, ama yarını çökertmeye kökten sarsan en dehşetli garanti olur. Önce şunu sonra onu diye haklılık boyamacılığı kolay yerleşir, kolay etkiler git gide… Tek dil tek ulus öncelliktir Anayasası ile, kadını çocuklarıyla, ancak bu öncellikle başarı adımlamayı bilmeli, eğer niyetler yıkmak değil, hatta insanlığa hizmetse, kaldı ki vatan sevgisi ağızda sakız iken ancak, asilliğin beli bükülür. Tarihlerce hep söylenir: Türk ulusunu koynundakine vurdurmalı. Başka sarsılamadı çünkü tarihler boyu…
Teknolojinin hız aldığı çağa doğuyor nesillerimiz. Makbul kadın, makbul öğrenci terimlerinde yılışıklık da kanayan yaramdır, Anayasa yüreğine çomak sokmaya an bekleyen fırsatçılık gibi. Tuzağa düşmeden teknoloji hızına çoklu zeka uygarlığını korumaya engel, zaman aşındırmaya yarayacak duvar örecek, içe kapatılı yığın halinde çepeçevre sarılmış olarak çöküşecek. Bu konuyla ilgili güncel bir örnek vardı, bununla düşünmeyi deniyorum: Gençlerle sohbet ediliyordu…
Çoklu zekaya gelişim sınıfında öğretmen bir orkestra şefi olur, her biri kendi özelliğinde gelişebilen öğrenciler ahenk sağlarsa, ortaya çıkan bir nağmedir. İyi vatandaş zarar vermeyen, korku kuluçkası akışında kulaçlamayan iyi insandır. Hükümet dinciliği, Anayasa yüreğinde çelik çomak tepinişi nedir?
Bağımsızlık karakteri tarihlerce aslımızdır: Türkün doğuşudur düşünmek. Öğrenmeyi öğreniyoruz. Toplum kültürü ve ahlak sistemi bir taraftan hükümet gelişmesi kadardır, öğretmen niteliğini halk olacaktır. Medyayı kontrol eden bir hükümet neyi anlamlandırıyor? Halbuki Cumhuriyetimizdir, egemenlik milletindir, halk olacaktır soran, sorgulayan, araştıran… diğer taraftan yine, şehir planlaması kimin aklıyla çalışıyor? Karakterini bağımsız geliştirmeye hareket alanı olan yöresinde, çocuğumuz orada makbul kadın kıskacında makbul öğrenci bağnazlığı, hükümetin uğraştığı ve kurtulamadığı, hadi diyelim ki güya anlamıyorlar, hükümet gelişene kadar, kendini yöneten bebeklerimizden kaç nesil deveyi hendek atlatır… olacak…
..
Mekkede doğdu
dünyayı nura boğdu
yürüyorum Hicaza
çöl kumları fazla
Arapçam Arapçam
seni zordan kurtaracağım
diploma ,kopma
..
Ülkemizde ve dünyada eğitim bir ülkenin ilerlemesi,kalkınması,ayakta durması için olmazsa olmazların başında gelir. Toplumları geçmişiyle yarınlarına daha emin adımlarla taşımak için eğitimin çok önemli misyonu vardır.Bu misyonun devamlılığı için eğitim her zaman taze kana ihtiyaç duyar.Bunu da kendisinin geçmişten bu yana yetiştirdiği bireylerle gerçekleştirmeye çalışır. Bireyler farkında olsun ya da olmasın formal ya da informal bir şekilde eğitime katkıda bulunurlar. Eğitim yaşı formal anlamda belki 36 aya kadar düştü ve 3 yaşından sonra belki yaşam boyu eğitim programlarımızıda dahil ederken hayatımızın büyük bir kısmı eğitimle geçmekte. Ülkemizde İlkokul,ortaokul,lise,lisans,yüksek lisans,doktora eğitimi tamamlandıktan sonra bu aşamaların herhangi birinin ardından iş hayatı başlamaktadır. Eğerki öğrenci bu aşamalarda büyük başarı gösterirse belkide yurtdışına gitmekte ve dünya sıralamasında üstlerde olan üniversitelerce "beyin göçüne" dahil olmaktadır,burda yatay bir beyin göçü yaşanmıştır. Yatayda yaşanan bu beyin göçü geri dönebilir,gittiği yerde daha donanımlı olup yuvasına dönebilir,kendisini olabildiğince üst seviyelere taşıyabilir ya da bir aşamada sistemden kopup başka bir hayat yaşayabilir. Zaten bu seviyeye geldiyse kopması düşük bir ihtimal gibi...
Gelelim dikey beyin göçüne. O kadar eğitim alıp teog,lys,kpss,ales,yds girip bölümü,mezun olduğu üniversite ne olursa olsun. Bu sınavlarda başarı elde edemeyen birey,hayatının başlamasını hep ertelemiştir.Zaten başlayacak gibi durmuyordur. Matematikteki dikey eksende gibi aşağı yukarı hareket eder,davamlılık,kararlılık göstemez.Hep pişmanlık yaratır geçmiş tercihleri;keşke daha düşük bir puanlı bölüm yazsaydım da atansaydım diye çünkü yüksek puanla öğrenci alan bölümlerden mezun olan çoğu aday şuan işsiz ve iş beklemekte.eeee ister istemez insan beyni hemen kıyaslama yapabiliyor,benden daha düşük puanla yerleşti ama hemen iş sahibi oldu bense kpss 10 kez girdim olmuyor,alım az puanlar yüksek. Bu şekildeki gibi mezunlara verilen ilk tavsiyelerden biri "özelde çalışsana", oluyor. Özelde özel kölelik yaptırılmak isteniyor ve aday bunu son çare olarak görüyor.Dİkey beyin göçü bireyi hep en derinlere,eksilere,depresyona,tükenmişliğe ve hatta örnekleri çok ihtihara kadar götürebiliyor. Madem 20 yıllar boyunca eğitim almış bireye çıkışta diplomasıyla birlikte iş vermeyecektiniz, neden 20 yıl meşgul ettiniz. Tabikide kendi tercihi bu ama bir zahmet eğitiminin karşılığını da bir nebzede olsa veriniz.
Osmanlı Devletinde Tarhuncu Ahmet Paşa öncelikle devletin geriye doğru on yıllık harcamalarıyla ilgili bir araştırma yapmıştır. Bu araştırma sonunda devletin yıllık gelirleri ile giderinin ne kadar olduğunu yaklaşık olarak hesaplamıştır. Böylece devlet gelirleri ile giderleri arasında denge kurarak denk bütçe yapmayı planlamıştır. İlk kez modern anlamda bütçe hazırlamış, gelirlerin 24 milyon, giderlerin 25,5 milyon altın olduğunu tespit etmiştir.Bütçe açığının saray masraflarının çokluğundan ve lüzumsuz hediye ve bahşişlerden kaynaklandığını görünce, bunları azaltmaya çalışmıştır. Bu çalışma hep hoşuma gitmiştir Tarhuncu Ahmet Paşa ne güzel yapmış,belkide herkes ayağını yorganına göre uzatmış, Devlet bir nebzede olsa toparlanmıştır.Şimdinin teknolojisi,bilgisayar çağı,ilerlemiş eğitim seviyesi ve yüksek kültürü düşünüldüğünde acaba diyor insan çok mu zor denk bütçe gibi bir çalışma yapılarak eksiğimiz fazlamız nedir?, şu bölümlerden,şu işlerden önümüzdeki 10 yıl alımlar az olmalı,gençlerin bu mesleklere yönlenmesi ihtiyaçlar doğrultusunda kısıtlanmalı. Ama nerde? Artık elini sallasan herkes üniversite mezunu,bu anlamda eğitimin denkliğide hesaplanamz mı? Mesela bir A mesleğinden 5000 kişiye ihitiyaç varken 30.000 kişiyi mezun etmenin mantığı nedir. Her mezun iş bulmak zorunda değil diyor bazıları ki bunu diyenlerin zeka seviyesi tartışılır.25 yaşından sonra çaresiz, boş boş gezen diplomalı işsizler,ailelerine karşıda mahcup olmakta,hayatının en önemli yaşları 20li yaşlar çok sıkıntılı geçmektedir. Artık hayat 30-35 yaşında başlamaktadır.Dikey beyin göçüyle 20 yıl aldıkları eğitim yavaş yavaş dibe vurmakta ve bu gençlere eğitim veren öğretmenlerinin,doçentleri,profesörlerinde verdiği eğitim boşa çıkmış olmakta.
Sahi biz niye eğitim alıyoruz, eğitim-öğretim ortamları niye var?
..
Sil Baştan; Sıfırdan Başlamak veya Yeniden Doğmak! . = 000.006 =
Taşıyabileceğimiz Sorumluluğa Uyanmalı; İlerlemelidir! .
=000.006=
Daima; Karar Kılınanın Gereğinde Kitaplarımızı Okumak! .
Her bir öğrenci; öğretmeninin koyduğu kurallara, ilkelere ve prensiplere göre var oluşumu yaşar! . Bir öğrenci olarak; varlığımın hükmü öğretmenlerimizdedir hep!
..
Bugün günlerden pazartesinin ertesi
Aslında Salı diye bilinir kendisi
Bağırın öğrenciler! Herkes duysun bu sesi
Öğrenci kalmasın artık! Geçsin bütün dersleri
Öğrenci dediğin bir gariban çocuk
Çoğunun üstünde yok sağlam bir gocuk
..
Öğretmenlerime, bu güne kadar tanıdığım; tanımadığım bütün öğretmenlere!
Bu haftanın ve yarın ki öğretmenler gününün hayırlı uğurlu ve kutlu olmasını diliyorum.
En büyük öğretici pek tabii ki, doğa; en büyük öğretmenimiz ise Mustafa Kemal Atatürk.
Onun şahsında Van şehrimizde depremde hayatını kaybeden ve bi şekilde aramızdan ayrılmış olan öğretmenlerimize gani gani rahmet diliyorum.
..