Yazar olmakla, yazmak zorunda kalmanın aynı şey olduğu söylenebilir mi?
Bu ikisi aynı şey değildi!
Biz insanların en büyük derdi anlaşılmak idi.
Anlaşılmanın bile dert olduğu bir hayatta, "derdini anlatmanın bir dert olduğu gerçeğini" kim inkar edebilirdi?
Mesele anlaşılmak meselesi ise, anlaşılmak için çırpınan biz insanların anlatmak istediği neydi?
Hepimizin bir derdi vardı belli ki.
Kim bilir? Belki de yanlış sorular soruyoruzdur! “Tavuk mu yumurtadan çıkmış, yumurta mı tavuktan? “ Bunun cevabını hiç bir zaman bilemeyeceğiz belki ama kesin olan şudur ki; böyle sorular, ne tavuk ne de yumurta kadar faydalı ve de lezzetli değildir. Kim bilir? Belki de yanlış sorular yumurtluyoruzdur! Şundan eminim ki! Ne tavuğun ne de yumurtanın böyle bir sorunu yoktur. Bazen bize kendimizi tavuk gibi hissettiren ve de aynı kümesin etrafında dolaşmamıza sebep olan, cevabını asla bilemeyeceğimiz sorularımız olduğu ise kesin!
“En çok neyi merak ediyorum biliyor musun? ” diye başlayıp, devamında tavuğu ve hatta yumurtayı bile utançtan kızartan; neden sorulduğunu çok merak ettiğim; dipsiz, tipsiz, ipsiz, sapsız sorular. Horozlara bile sorsak horozlanırlar! “Bu ne biçim soru, böyle soru mu olur? ” diye.
Neden bu kadar çok “merak” ettiğimizi merak etmeyip de, Neden her şeye bir neden aradığımızın merakına düşmeyip de sorulmuş olan, aslında sorunun ta kendisi olan ve de insana haddini de bildiren cevapsız, sevapsız, faydasız, gereksiz sorular.
En büyük sorunumuz belki de doğru soruları sormayışımız ile ilgilidir. Uyuyan birine, “uyudun mu? ” Ölen birine, ”öldün mü? ” diye sormanın bir manası var mıdır ki? Uyumak neyi anlatır? Ölüm neyi anlatır? Bunları merak etmekten daha mı önemlidir, cevabını asla bilemeyeceğimiz, cevabını asla duyamayacağımız sorular sormak?
Canı acıyan birinin, canının acısından kıvranan birinin “çok acıyor mu? ” diye sorarak, dindirilebiliyor muyuz acısını? Ne kadar da gereksiz sorunlarımız var değil mi? “Büyüyünce ne olacaksın? “diye sorduğumuz” Henüz büyümenin bile ne olduğunu bilmeyen bir çocuğun kalbinde büyüttüğümüz cehaletimizin büyüklüğüne ne demeli? “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı? ” gibi sorularımız var ki bizim, daha sorulduğu anda sevgimizi paramparça eden bir kıyasın yaşamına hapseder, hiç bir yanlışla kıyaslanamayacak kadar büyük bir yanlışlığına taşır.
“İstediğimiz sorudan başlayabilir miyiz? ” diye soran bir öğrencinin, sorunu istemeden de olsa dile getiriyor olması gibi bir ironiyi anlamayıp “Elbette” diye cevap veren öğretmenlerimiz var bizim. Soruya, soruyla cevap veren sorularımız var ki; “Neden? Diye, sorulan bir soruya, “Neden, neden diye sordun? ” gibi, cevaplara maruz kalır.
İnceldiği yerden kopmayan şeylerde vardı bu hayatta!
"Yazmak " mesela.
Bir kağıttan daha incesi var mıydı, eşyalar aleminde?
Peki! Kağıttan koparılabilir miydi aşk?
Bir Henry yazısı şöyle derdi:
Kalemin kağıda değdiği yerdeydi aşk.
Olabilir miydi?
Yarım kalan bir şey tamamlanabilir miydi?
Tamamlanmak için illa da parçalanmak mı gerekirdi?
Bir araya gelebilir miydi yeniden, paramparça bir hikayenin her zerresi?
Her zerresinde hissedilebilir miydi, aşkın o ölümsüz nefesi?
Züleyha'nın hikayesi ile Yusuf'un ki bir miydi?
Hayatın bizi susturduğu zamanlar vardı ki; susmaya eş değer söz bulamazdık.
Evet! "Susmak" ta bir kelimeydi ama ne yazılır ne de söylenirdi.
Robin, Henry'e bir keresinde şöyle demişti:
Bu hayatın sessizliği tüm kelimeleri gölgede bırakır, Henry.
Öylesine sessiz söyler ki sözünü;
Üstüne söz söylemek bir kenara, söylenmiş tüm sözleri susturup koparır kelimelerin kıyametini
Şimdi size desem ki “şimdi” diye bir şey yok! ”An’layabilir misiniz beni? Bakın şimdi! Bir şey soracağım sizlere! İlk cümlenin sonundaki mi “şimdi” idi? “Başındaki mi? Şimdi size desem ki “şimdi” diye bir şey var! “ Ne kadar inanırsanız inanın, kimi cümleler vardır ki kendi kendini yalanlar. Şimdi size desem ki daha şimdi, ”şimdi! ” dedim. Diyeceksiniz ki o şimdi değil, “demindi! ” “Zaman” bile bir kelimeydi bu alemde, bir çırpıda söylenirdi. Şimdi size desem ki “zaman” diye bir şey yok! Olmayan bir şeyin geçmesini mi bekleyeceksiniz anlamak için gerçeği.
Nice gidenler vardır ki ardında bıraktığı sevgiliye “Sana günün birinde hatırlatacağım” derler. Ve de gidenlerin ardında bıraktığı “nice sevenler” vardır ki; “Ben artık her an günün birindeyim” derler.
Zaman; her zaman, her şeyin ilacı değildir. Bazen zehirdir, zıkkımdır zaman. Bitmesini hiç istemediğiniz anlarınızı alır. “Bir zamanlar” diye başlayan cümlelere hapseder. Yoksa “yok” muydu zaman? Neydi bizi böyle oyalayan? Neydi bu doğup batan gün’eşler? Neydi bu bitip tükenmez yalan? Yalnız aşıklar mı bilirdi, “yalnız” aşıklar mı anlardı, tüm anları kendine getiren anlar olduğu gerçeğini?
“Bir tanem” dersiniz mesela birine. Sonra gider ve çoğalır. Her tanesi bir taneniz olur bu hayatın. Yalnız aşıklar mı bilir, bu hayatın her tanesinin, her zerresinin, her anının hatırlattığı o üstü örtülemez hakikati? Hani “unutulur, zaman örter üstünü” derler ya. Üstü açık mı kalmış o aşkın? Titrememiz ondan mıdır? Gece gündüzün, gündüz gecenin üstünü örterdi belki ama hiç bir şey o hakikatin üstünü örtemezdi. Yalnız aşıklar mı bilir titreten o hakikati?
Bir an olsun aklınıza gelir miydi, kalbinize gelen? Bir an olsun aklınıza gelir miydi tüm anları tek bir ana hapseden “bir an” olabileceği? Yalnız aşıklar mı bilir aşkın zamana meydan okuyan bir iman olduğu gerçeğini?
Uçsuz bucaksız bir sonsuzluğun içindeki ucundan tutamayacağımız kocaman bir yalandır zaman. İçinden çıkılamayacak bir iştir ki, içi dışı olmayan. Her anıyla yalanında direten, her an kandıran, her kandığımızda kanatan acımasız bir talandır, zaman.
Gerçek anlamda güzelliği fark edilemeyen her şeyin adıydı bu.
Uykusundan uyandırılamamış tüm güzelliklere "Uyuyan güzel" deniliyordu.
Bir masal dinlemiştim küçükken,
Prensesin birine "Uyuyan Güzel" deniliyordu.
O masalı duymayan da yoktu zaten.
Kime sorsanız "evet duydum" diyordu.
Bitip tükenmeyen isteklerimiz vardı bizim, bir türlü vazgeçemediğimiz.
Bitirip tüketirdi bizi ama yine de vazgeçemezdik.
Biz vazgeçmenin kazanmak olduğunu anlayana dek, vazgeçmeyecekti hayat, vazgeçmemiz gerektiğini anlatmaya.
Kaçanın kovalandığı bir hayatta, peşine düştüğümüzün ardında kalacaktık hep.
Ne gece gündüzü yakalayabilecekti, ne de gündüz geceyi.
“Geceyi gündüze katmak” bir deyim olmaktan ileriye gidemeyecekti hiç bir zaman.
Gerçek olmayan bir hayatın, tüm gerçeği yalan değil miydi?
Hangi gerçek, varlığını bir yalana borçlu değildi?
Varlığı yalan olanın yokluğunu kim yalanlayabilirdi?
Hangi masalın kahramanı değiştirebilirdi, o masalın masal olduğu gerçeğini?
Pinokyo'yu yazan Carlo Collodi'nin burnu uzadı mı Pinokyo'yu yaratırken?
Yoksa Carlo Collodi'nin yalanına inananların gerçeği miydi, burnumuzdan gelen?
Kelimeler harflerden oluşurdu.
Sessizlik ise hiç bir şeyden
Bazı şeyleri anlatabilirdik kelimeler ile belki ama
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!