Önce yüreği yanar insanın Henry.
Sonra da yangınına yaraşır bir aşkın hikayesini yazar ateşten bir kalemle.
Yanan canının acısını bölüşmektir derdi, belkide;
"Canım" der, canının yanacağından habersize.
Yakar canını!
Yakar canımı!
Bana "en sevdiğin kelime nedir? " diye sorsaydılar.
Muhakkak ki bu soruya “paramparça” diye cevap verirdim.
Hayatı, bu kelimeden daha iyi tarif eden bir kelime duymadım.
Hangi açıdan bakarsam bakayım hep aynı neticeye varırdım.
Bu hayat paramparçaydı ve de her parçasında aynı hakikat vardı.
Nereye bakarsam bakayım! Nereden bakarsam bakayım!
Tesadüfen düşündüğüm bir şey değildi bu.
Hiçin bir şey olmasından tutunda, bir şeyin hiç olmasına kadar her şey bunu anlatıyordu.
Her şeyi, hiç bir şeyle anlatabilir miydik?
Her şey tesadüftür diyebilir miydik?
Hiçi bir şey ile tarif edebilir miydik?
Ne tesadüf? "Ne" diye bir şey vardı değil mi bu hayatta?
Tüm bir hayatı bir çift göze sığdırabilirsin ama İçindeki kelimeleri sığdırabileceğin bir tek söz bulamazsın.
İçin içine sığmaz taşarsın.
Bu hayata ait olmadığı besbelli olan bir muammanın gerçeğini yaşarsın.
Ayakların yerden kesilir.
Ve de Newton'ın kanunlarını yerle bir eden bir ilmin akıl almaz alemine düşersin.
Oralardan hayata bakmak başkadır..
Ne miydi ölüm?
Sonsuzluğa uyanmanın uykusuydu belki de.
Tek kullanımlık bir hayatın ne anlattığını anlatan o öldürücü anlatıştı belki de.
Bu hayatın hayatına son veren o sonsuzluğun, yenilgiyi bilmeyen süvarisi,
Bu hayatın, hayatında göremeyeceğini gösteren o sonsuzluğun, havarisiydi belki de.
Belki de, cümlelerimizi belkilerinden arındıran bir mutlaklığın, muallaklık barındıran son kelimesiydi, ölüm.
Kelimelerin hapsindeki bir yaşamda özgürlükten bahsedilebilir mi?
Öyle ki bu alemde "özgürlük" bile bir kelime idi.
Kelimelerin özgürlüğünü başka bir kelime verebilir miydi?
Sahi ya özgürlük neydi?
Kelimelerin hapsindeki bir alemde, kelimesizliğe duyulan bir özlem mi?
Özlemek mi o da neydi?
İnsanlar ile en sorunsuz iletişim kurmanın yolu yazmakmış. Belki de bu yüzden bu yolu seçtim. "Farkında olmak" sorunların en büyüğüdür bazen. Yalanlarını bile bile birilerinin gözünün içine bakmak zorunda kalmak, her baktığında aynı cehennemin seyrinde yanmak, o utancı hissedip gizlemenin telaşına kapılmak; içten pazarlıklı, sinsi, hile peşindeki insanlar ile muhattap olmak. Dayanılır gibi değil! Bir yolunu bulmuştum. Birilerinin gözünün içine bakmadan da onlar ile konuşabilmenin yolu belliydi. Yazmak!
İletişimlerin en güzeliydi. Sözünü kesmiyor ya da seni dinliyor gibi yapmıyorlardı. Özgürlüklerin en büyüğüymüş yazmak. Kaleminin ucundaydı kelimelerin akibeti. Söylediklerin senin hükmünde, söylemediklerin ise başka bir alemin gerçeğinde. Aynı anda tüm insanların gözlerine bakar gibi bir cesaretle okuyan herkes ile en samimi bir biçimde iletişim kurmak.
Şimdi düşünüyorum da; ben neden şimdiye kadar yazmamışım? Sonra buluyorum hemen cevabını. Bana bir hikaye lazımmış. Hepimizin hikayesi.
Yazacak o kadar çok şey var ki. Ama müsrif davranmamalıyım. ‘Tek bir heceye (aşk) bu kadar çok şey (her şey) sığabiliyorsa, uzun lafın "kıssasını" kısa sözler ile anlatmalıyım’ diyorum.
Anladığım kadarıyla; herkes anladığı kadarını yaşıyordu, bu hayatın.
Hangi dönemde yaşadığımızın hiç bir önemi yoktu.
Her dönemi aynı şeyi anlatıyordu.
Her dönemeci aynı çıkmaza çıkıyordu.
Kim olursak olalım herkes anladığı kadarını yaşıyordu.
Kim olduğumuz değiştirmiyordu, hikayenin sonunu.
Bilinçli her insan bunu bilirdi.
Bilinç diye bir şey vardı ve de onun hakkında pek az şey bilinirdi.
Nedir bilinç? Nedir ruh? Nedir Ego?
Nedir bunları bize sorduran?
Nedir bu kavramların zihnimizi meşgul etmesinin nedeni?
Yoksa bunlar "ben kimim" sorusunun cevabını mı içerirdi?
Şarkı hep aynı şarkıydı aslında.
Şiir hep aynı şiirdi.
Söz değişirdi, müzik değişirdi belki ama acı hep aynı acıydı.
O bunu çok iyi biliyordu!
En acıklısından bir melodiyi susan kelimelerin sessizliğini bozmuş, o melodinin sessizliğine gür bir ses olmuştu.
Ve de en acıklısından yaşamlara ayna olmuştu.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!