Kültür Sanat Edebiyat Şiir

zülfü livaneli sizce ne demek, zülfü livaneli size neyi çağrıştırıyor?

zülfü livaneli terimi Oğulcan Emre tarafından tarihinde eklendi

  • Fatma Sena Gündüz
    Fatma Sena Gündüz

    cumhuriyet halk partisinin gelecekteki lideri...

  • Borahan Bilen
    Borahan Bilen

    Bir sanatçı olarak çok seviyorum..Mükemmel...
    Yanlız AB parlementosunda Kıbrıs oylaması yapılırken 6 Azeri parlementerin bu toplantıya katılmaması Türkiye-Azerbaycan arasında gerginlik yarattı..Orada bulunmayan diğer sorumlu parlementer ise Zülfü Beydi...Neden bulunmadı hala açıklanmadı..

  • Fatma Sena Gündüz
    Fatma Sena Gündüz

    leylim ley,güneş topla benim için,böyledir bizim sevdamız ve tabi ki gözlerin.

  • Alp Tanhu
    Alp Tanhu

    karlı kayın ormanı.....

  • Yg
    Yg

    zülfü livaneli denince aklıma ilk gelen artvin nazım hikmet ve özgün müzik geliyor bide leylim ley tabiki sayın livaneli seni taktır ediyor ve büyük bir zevkle dinliyorum
    DÖNDÜM DALDAN DÜŞEN KURU KAPRAĞA LEYLİM LEY....
    hiç değişme livaneli

  • Gamze_dere
    Gamze_dere

    gözlerin bir martı...

  • Saadet Kaymaz
    Saadet Kaymaz

    gerçek bir sanatçı

  • Var Mısın?
    Var Mısın?

    Zülfü Livaneli

    Ömer Zülfü Livaneli 1946 yılında Konya Ilgın’da doğdu. Sinemaya ilgisi özgün film müzikleri yapmakla başladı. Hikaye kitapları yazdı. Çeşitli ülkelerde konserler verdi. Yorumuyla uluslararası üne sahip oldu. Yer Demir Gök Bakır'la yönetmenliğe başladı (1987) .

    Önemli filmleri (besteci) :Otobüs (Tunç Okan) , Sürü (Zeki Ökten) , Hazal (Ali Özgentürk) , Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray) , Yol (Şerif Gören) -Yönetmen: Sis (1988) .

    HAKKINDA YAZILANLAR

    Zülfü Livaneli:‘Hayatımı kültüre adadım
    Ünal Bolat
    Türkiye 2 Aralık 2000

    Dünya Değişirken
    Gazetedeki köşemin adı da Dünya Değişirken... Ben değişime çok açık bir insanım ve dünya değişiminin rotasını çizen insanlarla da arkadaşım. Gorbaçov’la da çok yakın arkadaşlığım var. Bunlar dünyayı değiştirmiş insanlar. Bunlarla yıllardan beri görüş alış verişi içerisindeyim. Benim söylediğim şey şu. Ben gerek gençliğimde gerek politik yaşamla ilgilendiğimden beri hiçbir zaman Sovyetler Birliği hayranı olmadım. Oradaki sistemi tasvip etmedim. Komünist partililerin dikta rejimiyle yönettiği ülkelere hiçbir yakınlık duymadım. Ben ilk başta düşündüğümü şimdi yine savunuyorum. Neydi bu: “Bu dünyada sömürü alçakça bir şeydir. İnsanların sömürülmemesi lazımdır. Çalışan insan emeğini alması lazımdır. Ülkelerin birtakım zenginler tarafından soyulmaması lazımdır. Bir de kültürün insan yaşamında çok seviyeli bir şekilde yer tutması gerekir.” Ben hayatını buna adamış bir insanım. Ben kültür adına mücadele verdim. Kültürün insanlar tarafından gündelik hayatlarında yudumlanması gerekir. Benim görüşlerim buydu yine aynı görüşleri savunuyorum.

    21. yüzyılı da ıskalayacağız
    1920’lerde çok umutlu başlamıştı Türkiye Cumhuriyeti. Bugün geldiğiniz noktaya bakın. Yunanistan’ın yaşam kalitesi bakımından 65 basamak altındayız. Ama bütün zihinler hâlâ devleti ele geçirip kamu kaynaklarını soymak, yandaşlarına paylaştırmakla meşgul. Bundan başka bir şey yok. İşte bunlar, bizi geleceğe umutlu bakamayacak hale getiriyor. Biz 20. yüzyılı ıskaladığımız gibi, 21. yüzyılı da daha fazla ıskalamaya aday haldeyiz. Çünkü aradaki farklar açılıyor. Bugün İngiltere önümüzdeki 20 yıl içinde Hindistan’dan 75 bin bilgisayar mühendisi alacak. Bunun anlaşmasını yapıyor. Hindistan bütün okullarında eğitimini bu bilgisayara göre yönlendirdi. Büyük bir insan gücü oluşturuyor. Bu bakımdan, Toffler benim çok yakın arkadaşımdır. Bütün dünya bu beyinden, bu fikirden yararlanır. Onu zamanın Başbakanı Demirel’le de görüştürmüştüm. On yıl önce bize çok güzel bir teklif yapmıştı. “Slikon vadisi kapsamında Türk şirketleri girişimde bulunsun. Belki şirketler belli bir para kaybedebilir ama hiç olmazsa bu teknolojiyi ülkenize transfer edebilirsiniz” demişti. Bunu o zaman Demirel’e iletmiştik. Ama ne yazık ki aile fotoğraflarından bu gibi işlere vakit yoktu. Olmadı da...

    Sanatçı mı afyon mu?
    Sanatçı denilen, bilmem bir gecede kırk milyar alan, toplumu eğlendiren oyalayan kimselere sanatçı deniliyorsa ben öyle sanatçı değilim. Türkiye’de son yıllarda göze çarpan bir gelişme var. Bu toplumun sorunları çok ağır, giderek de ağırlaşıyor. Devlet kaynakları soyuluyor.Yurttaşların bu devlette hiçbir söz hakkı yok. Dört yılda bir onlardan oy alıp bırakılıyor. Onların fikirlerine sözlerine hiç önem verilmiyor.Sağlık sistemimiz çöküyor, eğitim sistemimiz çöküyor. Ülkenin geleceğine ait kaygılar yoğunlaşıyor. İnsanlar yaşam güçlüğü içinde. Bu durumda bir ülkede insanların siyasete ağırlıklarını koymaları ve zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan bu sisteme katlanamamaları gerekir. Ama bu insanlara afyon gibi bir eğlence sistemi sunuyor özel televizyonlar. Birtakım üç dört tane mankenin aşk ilişkilerine, o gece kiminle yatıp kalktığına, hangi arabayla nereye gittiğine kilitlenmiş bir eğlence şekli var. Bunu da sanat dünyası diye adlandırıyorlar.

    Sanat dünyasına girenler
    İşte böyle, gece aleminde barlarda dolaşan, çapraşık ilişkiler içinde olan, cinsel kimlikleri de tartışmalı tuhaf tuhaf insanlar giriyor. Ve bunların maceralarını oturup 60 milyon insana gece gündüz seyrettiriyorlar, okutuyorlar. Bundan başka insanların bir şey düşünmesini imkânsız hale getiriyorlar. Çocukları böyle yetiştiriyorlar artık. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de çok hazin bir manzara var gerçekten. İnsanlar kendi sorunlarıyla ilgilenemiyorlar. Onun bedeli olarak da o görevi üstlenenlere, işte ayda kırk milyar falan veriyorlar. Ayda kırk milyar lira kazanan, otellerin kral dairelerinde kalan, ne iş yaptığı hangi kabiliyeti olduğu, topluma ne gibi katkısı olduğu şüpheli birtakım yaratıklar; onun dışında kendi inim inim inlediği halde, kendi derdini unutup bunlara bakıp avunan bir halk; buna da sanat dünyası diyen bir medya. Bu bir tesadüf değildir. Bir model oluşturuluyor. Bu toplum modeli içinde bazıları öne çıkartılıyor ve toplum uyuşturuluyor. Bugün toplumun temelini oluşturan milyonlarca memuru işçiyi köylüyü esnafı emekliyi açlık sınırının altına iteceksin, bir avuç insanı daha zengin hale getireceksin. Bunun bir mekanizması olması lazım. Yoksa süpapları patlar bu ülkenin. Bunun patlamamasının bedelini de biz enayilik vergisi olarak o mankenlere, o tırnak içinde “sanatçı” dediğimiz kişilere ödüyoruz.

    Kimseye özentim yok
    Eğer Türkiye’de gerçekten sanatla uğraşıyorsanız para kazanamazsınız. Benim eğer sömürülmemiş olsaydım, altınım teriyle kazandığım çok param olması lazımdı. Türkiye’de otuz yıldır benim kasetlerimin girmediği ev yok gibidir. Ya da benim parçalarımı Zeki Müren’den İbrahim Tatlıses’e Sezen Aksu’dan Bülent Ersoy’a kadar okumayan insan kalmamıştır. En azından o bestelerimden kazanmam lazımdı. Ama hayatımız korsan kasetle uğraşmakla geçti. Korsan kasetçiler sattılar. Bir yandan telif hakları yayası çıkmadı. Bu arada benim bir tek para kazanma yolum vardı. O da neydi? Gazinolara çıkmak, içkili yerlerde şarkı söylemek. Ben de hayatım boyunca bunu reddettim. Bir tek kere bile öyle böyle yerlerde bulunmadım. Ücretsiz halk konserleri yaptım. Hiçbirinden para almadım. Sonunda işte geçinmek için çalışmak zorundayım. Ayrıca bir özentim falan da yok. Öyle insanın değerini kullandığı arabanın ya da oturduğu semtin ya da üstündeki giysinin kalitesinin oluşturmadığını düşünüyordum. Kalitesini başka değerler belirler. O bakımdan da benim bir zenginlik merakım zaten yok.

    UNESCO’dan büyükelçilik
    1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO yani Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu bana bir büyükelçilik verdi. Bir de Genel Direktör danışmanlığı görevi verdi. 1996’dan beri Birleşmiş Milletlerin kırmızı pasaportum var. Bu günlerde bu seyahatlerin çok
    olmasının bir nedeni de bu görevim.

    Böyle bir affa karşıyım
    Af yasası kamuoyunda tasvip görmüyor. Eğer bir ülkede demokrasi varsa yani halkın egemenliği varsa, beğenmediği yasaları tekrar gözden geçirirsiniz. Halk, bu af yasasının bazı bölümlerinden memnun değil. Bir kere şöyle bir yanlışlık var. Devlet kendisine karşı işlenen ve adına düşünce suçu denilen suçları af kapsamına almıyor. Onun dışında trafik kazası suçundan tutun da her türlü şeyi içine koyuyor. Hatta af konusuna banka soygunlarında adı geçenleri de ilave etmek istediler. Oysa kamuoyunun en hassas olduğu konular bunlar. Sonra herkes kendi adamını affettirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bence bu af Türkiye’ye huzur getirmeyecek. Tam tersine zaten yitirilmiş olan adalet duygusunu daha da yitirmeye sebep olacak. Zaten kendileri de öyle bir çıkmazın içindeki hükümet ortakları dahi bu konuda ne yapacağını bilmiyor. Bu af adil bir af değil. Ben buna karşıyım.

    Livaneli’den bir an
    Gorbaçov’un odasındaki resim
    Gorbaçov’la biz 1986 yılında tanışmıştık. O zaman Perestroyka ve Glasnost politikasını başlatmış olan kudretli bir devlet başkanıydı. Ve perestroykanın tarihi adlı kitabında bizimle görüşmesi “Perestroykanın ikinci önemli olayı” olarak yer aldı. O zamandan beri tanırım. Fikirlerini bilirim. Çeşitli ülkelerde görüştük, buluştuk. Amerika’da, Sovyetler Birliği’nde, İspanya’da Türkiye’de falan. Fakat en son Gorbaçov’u ben bundan bir ay önce Kırgızistan’da sıcak göl anlamına gelen Isık Göl’ün kıyılarında gördüm. Orada bir toplantımız vardı. Sonra da Isık Göl üzerinde bir gemi gezintimiz vardı. Orada bir sohbetimiz oldu. Dedi ki bana:
    -Benim evimde, çalışma masamda bir resim durur. Bu resmin kim olduğunu tahmin edersin?
    -Aile resmi mi?
    -Yok. Bir devlet adamı.
    -Lenin mi?
    -Hayır.
    -Stalin olmaz zaten, Karl Marks mı?
    -Hayır
    -Ne resmi peki?
    -Atatürk.
    Ve onun o “daça”sındaki çalışma odasında, ta gençlik yıllarından beri Atatürk resminin durduğunu kendi ağzından duydum.

    GÜNDEM

    Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman...
    Zülfü Livaneli
    Sabah 12 Nisan 2001

    Bernard Shaw, 'Gazetecilik, dünya savaşı başlangıcıyla, bisiklet kazasını birbirinden ayıramayan bir alandır' der.
    Sivri dilli Shaw böyle diyerek gazetecileri kızdırabilir ama benim asla böyle bir niyetim yok.
    Sadece gazete-televizyon haberlerini art arda izlemenin, günü anlamaya yetmeyeceğini belirtmekle yetineyim.
    Birbirinden kopuk gibi görünen birçok olay, aslında yaşadığımız günün ruhunu oluşturuyor ve bu da gazetecilikten çok edebiyatın, yani daha derin bir kavrayışın alanına giriyor.
    ***
    Bugünlerde sık sık Anton Çehov geliyor aklıma; büyük Çehov! Onun dahice örülmüş oyunlarında da her şey olağan gibidir. Gündelik yaşam, tembel bir nehir gibi ağır ağır akmakta ve insanlar kendilerini bu nehrin akıntılarına bırakmaktadırlar.
    Yaz bahçelerindeki beyaz giysili insanlar; piyano konserleri, yemekler, fıkralar ve entellektüel tartışmalarla vakit geçirirler.
    Ama oyun biraz ilerleyince anlarız ki, bu insancıkların hepsi derin bir huzursuzluğun pençesindedir.
    Durup durup ağlama krizlerine giren kadınlar, ölesiye sarhoş bir doktor, ona umutsuzca sevdalanmış bir genç kız, ölümü bekleyen bir ihtiyar... Hepsi de huzursuz ve her an isteri krizlerine açık bir kırılganlıkta yaşamaktadır ama dış görünüşte bunu farketmeye imkân yoktur.
    İç huzursuzluğu anlayabilmek için Çehov çapında dahi bir yazarın, insan ruhlarını, sandıktan çıkarılmış gizli bir çeyiz bohçası gibi kat kat açması gerekmektedir.
    İhtilale, yani büyük değişime akan bir toplumdaki derin huzursuzluktur bu.
    Taşlar yerinden oynamış ve insan ruhları onulmaz biçimde yaralanmıştır.
    ***
    Türkiye'de de ekonomik krizden daha yoğun olarak yaşanan kriz bence bu. Amacını yitirmiş, hayallerini tüketmiş ve yarınına umutla bakamayan bir toplum.
    Büyük değişimin sancılarıyla kıvranan ve ne olduğunu bir türlü anlayamayan huzursuz insanlar.
    Yerleşik değerlerin çöktüğü ama bir türlü yeni değerler sistemine geçemeyen insanların iki cami arasında bînamaz kalmış hali.
    Beni en çok bu durum korkutuyor biliyor musunuz!
    Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman, ekonominin ve siyasetin bu yarayı iyileştirmesi çok zor oluyor.
    Her akşam televizyon ekranında dinlediğimiz kur, makas, çapa çıpa, para kurulu formüllerinin ulaşamayacağı derinlikteki bir yara bu.
    Ve için için kanıyor.

  • Yıldız Yazgan
    Yıldız Yazgan

    Sanatçı kişiliğine diyeceğim yok..Çok güzel şarkıları var.Son seçimlerde mandacı zihniyetli daha ne olduğunu anlatamayan sağ-sol bocalaması yaşayan ABD oyuncağı Derviş'i partilerine kabul eden C.H.P den milletvekili oldu.O gün bugündür bir icraatını göremedik.Doğaldır Meclis koltukları rahat geldi galiba!

  • Nagihan Akalın
    Nagihan Akalın

    dillere dolanmış

    ezbere bilinen karlı kayın ormanı parçası negüzeldir..

    ama daha da güzel parçaları çok fazla...

    örn:'nefesim nefesine'

  • Mustafa Evci
    Mustafa Evci

    'Akasya kokan gecelerde
    Türküler söyleyip dolaşırdın sen
    Birer birer dökülen hecelerde
    Kendi yüreğinle yarışırdın sen'

  • Gizem Salman
    Gizem Salman

    kan cicekleri derim suan onu dinliyorum...

  • Pınar Güzel
    Pınar Güzel

    Dağlara Küstüm...

  • Pınar Güzel
    Pınar Güzel

    Sussan olmuyor,susmasan olmaz.dil dursa hâkim bey,tende can durmaz,yazsan olmuyor,yazmasan olmaz...

  • Gamze
    Gamze

    onun kitaplarını çok seviyorum bi de yıllar önce özgürlük onu seslendirmişti..... o zaman da deliler gibi onu söylüyoduk....... bi de bi deeeeeeeeeee karlı kayın gelir aklıma efkarlıyım efkarlıyım elini ver nerde elin............

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    Ömer Zülfü Livanelioglu,
    Stockholm'ü onun sayesinde hep merak ediyorum...
    ama bir türlü de gitmek nasip olmadi...
    entellektüel olma cehdiyle yazdigi yazilar güzel...
    Bazi kasetlerini dinledim, güzel.. sesinin detone olusu biraz da hosuma gidiyor...

    ISIM BABASI

    Liselilerin okula giderken kullandiklari otobüs arizali oldugundan belediye teypli bir otobüa tahsis etmisti.. HEr gün okula ferdi tayfur, orhan gencebay, benim bastirmamla baris manco dinleyerek gider gelir olmstuk..
    Bir kac muzip arkadas, babasi ögretmen olan bir arkadasin cantasindan bir kaset araklamislar ve kikirdemeler arasnda mesarun ileyh kaseti teybe yerlestirdiler.. Herkeste bir merak...
    Bakalim ferdi'den orhan'dan daha baba kaset neymis diye ahali pür dikkat, derken dandiru dindiriden sonra kapkalin bir ses:
    saat dört yoksunnnnn
    ara müzigi
    5 hala yok
    felan diye saatin bütün rakamlarini saymaya baslayinca...
    otobüs kahkahayla sallanmaya basladi...
    Kasedi cantasinda tasimis olma gibi bir yanlisi yapmanin utancini öfkeyle kamufle eden arkadasimiz, kendisine hinzir hinzir gülen sakaci ekibi akla gelebilecek her türlü siddet cesidiyle tehdid ediyordu..
    ama bir ay kadar ismi makamina kaim olmak üzere
    'saat 4 yoksun' diye cagrildi...
    Zülfü Livaneli,
    bir dostumuzun isim babasi olmus oldu...

  • Oğuzhan Keskin
    Oğuzhan Keskin

    türküleri çok güzel..