Azerbaycan Türkçesinden dilimize geçmiştir. Farsça kökenli bir kelimedir. Naz, nazlı, naz eden anlamında olmakla beraber sevilen (kadın) kişi anlamı da taşır.
‘Bir dost, bir tost yeter insana… Tek tük yaşayanlara!’
Vakit gecenin epey yarısı… Saatler hüzün buçuk. Pireler götünüzde sorti yaparken, ...bir yalnız bir yalnızı düşünür ihtimal. Ve birçok ayrıntı beynini tavaf eder.
Yalnız birasını yudumlar. Bir aralar, ne biralar içtiğini düşünüp sarhoş olur.
Düşlerini fırçalar, Düz çizgili pijamasını giyer ve uzanır tek kişilik yatağına.
Yalnızlar hiç sevmezler çift kişilik şeyleri!
Çünkü onlar, toplumun küsürüdürler… . . . . . . . . .
‘’Ben’’ Dedim… ‘’Şairim’’ heceleyerek… ‘’Hallac-ı Mansur’um ya da Seyyit Nesimi Tebrizli Şems’im ben, Konyalı Rumi Şirazi, Fuzili ne fark eder ki Karacaoğlan, Köroğlu ve de Nedim’i Bütün adlarımı duydun değil mi?’’
* Gözlerini kısarak geri yaslandı Gözaltı torbaları daha tavlandı ve Gözlerime çarpıp kızgın ağzını Suali tekrarladı!
* Şaşırdı sandıydım, başını eğdi Öfkeli suratı birden belirdi Çatıp kaşlarını, öne eğildi Ve burnumun ucuna burnu değerek Yineledi!
-Kimsin sen?
‘‘Ben’’ Dedim Daha bir yürekli, daha bir cesur…
‘‘Ben var ya ben Yârin canına canım! Bazen, bazıyım! Rabbin gazabına dünden razıyım! Sırat köprüsünün ip cambazıyım… Verenin çoğuyum ben! Alanın, azıyım… Cennet bahçesinden bülbül ağzıyım Aşkın lütfuna da artık, razıyım’’
* -Başka? Dedi Kaçık bakışlı adam!
-Açık söyle, daha açık…
‘’Ben’’ Dedim ‘’Filizdim, ben kuru bir dal Ben mir idim, pir idim, bir Sultan Abdal Ben Cibran’ım, ben Emre, belki de Yunus Dünyalara sığmayan coşkun okyanus Yusuf’a kuyuyum, İbrahim’e sal Ben az düşünceden doymayan abdal Ebrehe’ye dik duruş, meydan okuyuş Fil ordusunu tuş eden, o minnacık kuş’’
-Anladım! Dedi adam -Biraz anladım… -Amaaa!
‘‘Aması, maması yok’’ Dedim Ve de ekledim!
‘’Etle kemiğim ben, ha bir de tin En koyu düşmanıyım yalanla cehlin Dedem olur benim Hoca Nasreddin Anlamadım ki niye hayretin? Bir de Barbaros var, paşa Hayrettin Simgesiyim Serez’de ben cesaretin Bildin mi? Bilmem de Benim diğer adımdır, Şeyh Bedreddin…’’
* -Biliyorum! Dedi adam -Biliyorum…
‘‘Ben milletim’’ dedim ‘‘Ben devlet’’ ‘‘Anadolu’yum ben, hem medeniyet! Düşmanlığa setim ben dostluğa ise bet Yiğit harmanlanan soylu memleket… Gel-Git’lerden med’im ben Ümmet-i Muhammed’im…’’
‘’Sözde de harbiyim, özde de harbi Eyüp’ün sabrıyım, Âdem’in kabri Süleyman Peygamberin tükenmez kadri Mustafa Kemal’in bileği, kalbi…’’
‘’Ben’’ Dedim ‘’İsa’yım’’ ‘’Ben’’ Dedim ‘’Musa’’ ‘’Ölüyü dirilten, o cansız asa Kalmasın içinde artık hiç tasa Aşkta kanunum ben, şiirde yasa’’
Narkoz kokulu odalara giderken başladı ruhumdaki fırtınalar... Başkaları için yaşanan hayattan geriye kalanları tek tek gözümün önünden geçirdim... Geri dönmeseydim; En fazla 3 gündü dökülen gözyaşları ve benimle gelen de olmayacaktı... Geri dönersem ‘’biliyorum hayat sana’’ dedim... Boş vereceğim… Deli olacağım… Sınırları ben çizeceğim… Ne sınırlarım olacak nede sınırsızlık... Her şey bende başlayacak, bende bitecekti... Başka sınırlara da saygılı olacaktım...
‘’Kanadını tak ve uç’’ dedim kendime…
Geri döndüğümde ilk iş oldu, şehrimi değiştirmek! Yirmialtı yaş, üniversite ve yeni bir şehir… Kolayı ve rahatı reddederek basit bir yaşam...
Yıkık dökük, badanalı duvarlar, mozaik tabanlı odalar, fakirhanem, sobam ve ben vardım. Kestaneler, alüminyum çaydanlık, kitaplar, teksir kâğıtları, kurşun kalemler… Akşamları ekmek parası için iş, sabah ayazında okul yolları… Beyaz bir deniz üstünde çıtırdayan botlar, patika yollara alışık olmayan ayaklar… Yeni sokaklar, yeni dükkânlar, yeni yüzler…
Ailenin asi çocuğu çok dayanamazdı nasılsa, geri dönerdi... Bilemezlerdi onlar, narkoz kokulu odalarda neler olduğunu... Tam on yıl geçti üstünden... Her şeye rağmen mutluyum... Artık aynalarda kaybolmuyor suretim… Kendimi görebiliyorum… İşte bu benim! Harman ettiği yaşamdan geriye kalan bir insan... Şu an 36 yaşındayım. Bazen seksen yaşında bir ruh, bazen beş yaşında... Med-cezirlerin girdabı başımı döndürmüyor değil… Bedenimle uyum sorunu yaşasa da ruhum, mutluyum... GERİ DÖNMEYECEĞİM.... Çünkü gün geçtikçe kendimi daha net görmeye başladım aynalarda... Ve dönüp dolaşıp kendime sarılmayı öğrendim…
Dante gibi filozofça yaşayamamış olsak da Dante gibi filozofça yaşayamamış olsak da
Dante gibi filozofça yaşayamamış olsak da geride kalan yıllarımızı -belki bomboş yaşamışlıktan olsa gerek otuzbeşinci yaşımızı bekleyemedik ömrün ortasına varmak için. Daha sığ, daha boşvermiş ama çok daha hızlı yaşadık, hala sorgula(n)maktan korkuyoruz üstelik.
Felsefe kitaplarının önsözlerini, şiirlerin vurucu kısımlarını aldık ezberimize, kendi suretlerimize vaazlar vermek için. Romantik akortlar yetti bize, sahil aşklarında isyan aramadık, şimdi isyan etmeye yetecek sesimiz yok. “bağışlayıcı bilge” pozlarındaydık, ilişkiler çiğleştikçe kişiliksiz bir tebessüm kazındı yüzlerimize; Bunu bir erdem gibi pazarladık, “bağışlayıcı” sıfatımızın reklamını yaptık. Oysa vurdumduymazlıktı bu. İçimizdeki şiddet arzusu alevlenmiş, iskeletimizi yakıyordu, damarlarımızı dağlıyordu.
Yaş otuzbeş olmadan ömrün ortasına gelmek çok şeydir. Onlu yaşlarında ihtiyar gibi görünen hastalıklı çocuklara benzedik. hastalandık, karantinaya alınmadı kimse, hasta hasta seviştik. sırtımızı döndük birbirimize.
Şimdi herşey daha süslü. Hayata hükmetmeye başladık erkenden. Soğuk şirket binalarında kendimize rahat koltuklar bulduk. Yara kabuklarımızı yaldızladık, göze hoş göründük. Bu ülkenin eğitimli ve marjinal gençleri olarak, sermayenin sevgilisi olduk. Para koydular cebimize, sırtımızı sıvazladılar; Sevdaları alaya vurduk, bizi alkışladılar. Toplantı salonlarında, seminerlerde sevişir olduk kendimizle.Tatmin olmak bilmeyen egomuzu okşadık, bizi izleyen herkes esirdi. Aşkı bilmeyen aşk çocukları’ymışız, bizi bize böyle tanıttılar.
Uyanışımız bir felaket olabilir, zarar verebiliriz kendimize. Gözlerimizi açmak acı veriyor, gerçeğin zehirli hüzmeleri göz bebeklerimizi yakıyor. Matrix’den korkuyoruz ama bilmek istiyoruz: ’’Kim koydu cebime bu paraları, evimdeki kadın kim, benden ne istiyorsunuz?” seminerlerde dün sizi avuçları patlarcasına alkışlayanlar artık vebalı ıslak bir hayvan muamelesi yapıyor fikirlerinize. Patronlar sizi kaybetmek istemiyor, tatile gönderiliyorsunuz, lüks mekanlarda torna tezgahına yatırılıyorsunuz. Gövdenizdeki çapaklar törpüleniyor, tüm dişlerinizi cilalıyorlar, artık büyük çarktaki yerinize dönebilirsiniz... Tatil dönüşünde şirketi bulamıyorsunuz, eviniz yitip gitmiş. Dev bir değirmen olmuş şehir, işyeriniz taştan koca bir tekerlek, insanlar mekanik...
İşte hayatın tam da burasındayız; Önümüz ardımız uçurum, seçeceğimiz yolu bulamıyoruz. Dante’den de umut kalmadı, bunu söyleyebilirim açıkça... Belki yeniden babamın oğlu olabilirim, ondan harçlık alır, okula giderim. Yolsuz kaldığımda kitap parası isterim. Yaşam hakkında ahkam keserim, bilgiçlik taslarım. O yine bana güler yorgun gözleriyle, beni incitmez... Bana başıma gelecek orospulukları anlatmaz; ’’bu hayat senin götünü kemirecek evladım, aklına mukayyet ol” demez, diyemez... ’’her şeyi bana sen öğretirdin, en zorlarını niye atladın baba !?” diye sormak için çok geç artık.
Gidecek yerim yok, kimseyle paylaşacak bir fikrim yok. dante gibi ortasındayım ömrün, bok gibiyim…
Ne kadar gülersen gül, beni kandıramazsın… Yüzündeki hüzün bulutu, gözlerini gölgeler Dudak kıvrımlarından bakar acı… Sağ yanağındaki gamzen şahidimdir; Biliyorum… Unutamadın beni!
Azerbaycan Türkçesinden dilimize geçmiştir. Farsça kökenli bir kelimedir. Naz, nazlı, naz eden anlamında olmakla beraber sevilen (kadın) kişi anlamı da taşır.
Saplantılı-Obsessed Kore sinemasından farkli bir örnek.. Başarılı..
TEK KİŞİLİK BİR OYUNDUR ÖMÜR!
‘Bir dost, bir tost yeter insana…
Tek tük yaşayanlara!’
Vakit gecenin epey yarısı…
Saatler hüzün buçuk.
Pireler götünüzde sorti yaparken,
...bir yalnız bir yalnızı düşünür ihtimal.
Ve birçok ayrıntı beynini tavaf eder.
Yalnız birasını yudumlar.
Bir aralar, ne biralar içtiğini düşünüp sarhoş olur.
Düşlerini fırçalar,
Düz çizgili pijamasını giyer
ve uzanır tek kişilik yatağına.
Yalnızlar hiç sevmezler çift kişilik şeyleri!
Çünkü onlar, toplumun küsürüdürler…
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Van, 10 Mart 1996
Ali Asafoğulları
BANA AŞKINI ANLAT-Özgür SARAÇ (Râzı) / Yorum: Doğan BİLGE
AKİS
-Kimsin sen? Dedi
Dağınık saçlı, sakallı adam!
-Kimsin?
‘Ben’ Dedim…
‘İnsanım’ kekeleyerek…
‘Kalu Bela’dan beri, insanım’
*
Yinelendi
Şimşek bakışlı, yırtıcı kelam!
-Kimsin sen?
‘’Ben’’ Dedim…
‘’Şairim’’ heceleyerek…
‘’Hallac-ı Mansur’um ya da Seyyit Nesimi
Tebrizli Şems’im ben, Konyalı Rumi
Şirazi, Fuzili ne fark eder ki
Karacaoğlan, Köroğlu ve de Nedim’i
Bütün adlarımı duydun değil mi?’’
*
Gözlerini kısarak geri yaslandı
Gözaltı torbaları daha tavlandı
ve
Gözlerime çarpıp kızgın ağzını
Suali tekrarladı!
-Kimsin sen?
‘’Ben’’ Dedim…
‘‘Ben, karasevdanın dert yoldaşıyım
Ağaçsız dağların çorak başıyım
Hüzünle acının gan gardaşıyım
Yokluk sofrasında bulgur aşıyım
Mecnunla Kerem’in en yârdaşıyım’’
*
Şaşırdı sandıydım, başını eğdi
Öfkeli suratı birden belirdi
Çatıp kaşlarını, öne eğildi
Ve burnumun ucuna burnu değerek
Yineledi!
-Kimsin sen?
‘‘Ben’’ Dedim
Daha bir yürekli, daha bir cesur…
‘‘Ben var ya ben
Yârin canına canım! Bazen, bazıyım!
Rabbin gazabına dünden razıyım!
Sırat köprüsünün ip cambazıyım…
Verenin çoğuyum ben! Alanın, azıyım…
Cennet bahçesinden bülbül ağzıyım
Aşkın lütfuna da artık, razıyım’’
*
-Başka? Dedi
Kaçık bakışlı adam!
-Açık söyle, daha açık…
‘’Ben’’ Dedim
‘’Filizdim, ben kuru bir dal
Ben mir idim, pir idim, bir Sultan Abdal
Ben Cibran’ım, ben Emre, belki de Yunus
Dünyalara sığmayan coşkun okyanus
Yusuf’a kuyuyum, İbrahim’e sal
Ben az düşünceden doymayan abdal
Ebrehe’ye dik duruş, meydan okuyuş
Fil ordusunu tuş eden, o minnacık kuş’’
-Anladım! Dedi adam
-Biraz anladım…
-Amaaa!
‘‘Aması, maması yok’’ Dedim
Ve de ekledim!
‘’Etle kemiğim ben, ha bir de tin
En koyu düşmanıyım yalanla cehlin
Dedem olur benim Hoca Nasreddin
Anlamadım ki niye hayretin?
Bir de Barbaros var, paşa Hayrettin
Simgesiyim Serez’de ben cesaretin
Bildin mi? Bilmem de
Benim diğer adımdır, Şeyh Bedreddin…’’
*
-Biliyorum! Dedi adam
-Biliyorum…
‘‘Ben milletim’’ dedim
‘‘Ben devlet’’
‘‘Anadolu’yum ben, hem medeniyet!
Düşmanlığa setim ben dostluğa ise bet
Yiğit harmanlanan soylu memleket…
Gel-Git’lerden med’im ben
Ümmet-i Muhammed’im…’’
‘’Sözde de harbiyim, özde de harbi
Eyüp’ün sabrıyım, Âdem’in kabri
Süleyman Peygamberin tükenmez kadri
Mustafa Kemal’in bileği, kalbi…’’
‘’Ben’’ Dedim ‘’İsa’yım’’
‘’Ben’’ Dedim ‘’Musa’’
‘’Ölüyü dirilten, o cansız asa
Kalmasın içinde artık hiç tasa
Aşkta kanunum ben, şiirde yasa’’
‘Ve ben’ Dedim
‘Ve bennnn!’
‘En çok Sevenim!’
‘Ennn Çoookkk! Seveennnnnn!’
-Biliyorum! Dedi adam
-Biliyorum…
Uzaklaştı aynadan…
Antakya, 13 Mart 2014
Ali ASAFOĞULLARI
NARKOZ KOKULU ODALAR
Narkoz kokulu odalara giderken başladı ruhumdaki fırtınalar... Başkaları için yaşanan hayattan geriye kalanları tek tek gözümün önünden geçirdim... Geri dönmeseydim; En fazla 3 gündü dökülen gözyaşları ve benimle gelen de olmayacaktı...
Geri dönersem ‘’biliyorum hayat sana’’ dedim... Boş vereceğim… Deli olacağım… Sınırları ben çizeceğim… Ne sınırlarım olacak nede sınırsızlık... Her şey bende başlayacak, bende bitecekti... Başka sınırlara da saygılı olacaktım...
‘’Kanadını tak ve uç’’ dedim kendime…
Geri döndüğümde ilk iş oldu, şehrimi değiştirmek! Yirmialtı yaş, üniversite ve yeni bir şehir… Kolayı ve rahatı reddederek basit bir yaşam...
Yıkık dökük, badanalı duvarlar, mozaik tabanlı odalar, fakirhanem, sobam ve ben vardım. Kestaneler, alüminyum çaydanlık, kitaplar, teksir kâğıtları, kurşun kalemler… Akşamları ekmek parası için iş, sabah ayazında okul yolları… Beyaz bir deniz üstünde çıtırdayan botlar, patika yollara alışık olmayan ayaklar… Yeni sokaklar, yeni dükkânlar, yeni yüzler…
Ailenin asi çocuğu çok dayanamazdı nasılsa, geri dönerdi...
Bilemezlerdi onlar, narkoz kokulu odalarda neler olduğunu... Tam on yıl geçti üstünden... Her şeye rağmen mutluyum... Artık aynalarda kaybolmuyor suretim… Kendimi görebiliyorum… İşte bu benim! Harman ettiği yaşamdan geriye kalan bir insan...
Şu an 36 yaşındayım. Bazen seksen yaşında bir ruh, bazen beş yaşında... Med-cezirlerin girdabı başımı döndürmüyor değil… Bedenimle uyum sorunu yaşasa da ruhum, mutluyum...
GERİ DÖNMEYECEĞİM....
Çünkü gün geçtikçe kendimi daha net görmeye başladım aynalarda...
Ve dönüp dolaşıp kendime sarılmayı öğrendim…
13 Kasım 2009, Antakya
Ali ASAFOĞULLARI
Kum Saati Ömrüm - ALİ ASAFOĞULLARI / Yorum NEFİSE DUREL
Sen Konuşunca
Bir an bile, ayrı düşsek seninle
Ben susardım...
Susardı yüreğim
Sana... Sesine... Nefesine susardı!
Sen konuşunca;
Ben susardım...
Şırıl şırıl sular akardı, ak köpüklü
Taşların arasından süzülürdü zaman
Anlamazdım,
Vakit, ne tez biterdi?
Sen konuşunca;
Ben susardım...
Dalgalar ahenk içinde çarpardı kayalara
Üstümüze beyaz güller atardı denizkızları
Balıklar mutluluktan uçardı...
Sen konuşunca;
Ben susardım...
İçlenirdi bulutlar
Saçlarımıza yıldız yağardı
Çiçekler açardı sen konuşunca
Mevsim, bahardı...
Sen konuşunca;
Ben susardım...
Susardı, kuşlar-böcekler
Cümle âlem susardı
Bülbüllerse; AĞLARDI...
Sen konuşunca;
Ben susardım...
Melekler yeryüzüne inerdi
Huriler Sıratı koşa koşa geçerdi
Afrodit, perilerle beraber, sana secde ederdi...
Yıllar oldu gideli sen!
Ve ben;
Sen gittin gideli
Hem susar
Hem de susarım...
Sana... Sesine... Nefesine...
Bursa, 02 Temmuz 2009
Ali ASAFOĞULLARI
Dante gibi filozofça yaşayamamış olsak da
Dante gibi filozofça yaşayamamış olsak da
Dante gibi filozofça yaşayamamış olsak da geride kalan yıllarımızı -belki bomboş yaşamışlıktan olsa gerek otuzbeşinci yaşımızı bekleyemedik ömrün ortasına varmak için. Daha sığ, daha boşvermiş ama çok daha hızlı yaşadık, hala sorgula(n)maktan korkuyoruz üstelik.
Felsefe kitaplarının önsözlerini, şiirlerin vurucu kısımlarını aldık ezberimize, kendi suretlerimize vaazlar vermek için. Romantik akortlar yetti bize, sahil aşklarında isyan aramadık, şimdi isyan etmeye yetecek sesimiz yok. “bağışlayıcı bilge” pozlarındaydık, ilişkiler çiğleştikçe kişiliksiz bir tebessüm kazındı yüzlerimize; Bunu bir erdem gibi pazarladık, “bağışlayıcı” sıfatımızın reklamını yaptık. Oysa vurdumduymazlıktı bu. İçimizdeki şiddet arzusu alevlenmiş, iskeletimizi yakıyordu, damarlarımızı dağlıyordu.
Yaş otuzbeş olmadan ömrün ortasına gelmek çok şeydir. Onlu yaşlarında ihtiyar gibi görünen hastalıklı çocuklara benzedik. hastalandık, karantinaya alınmadı kimse, hasta hasta seviştik. sırtımızı döndük birbirimize.
Şimdi herşey daha süslü. Hayata hükmetmeye başladık erkenden. Soğuk şirket binalarında kendimize rahat koltuklar bulduk. Yara kabuklarımızı yaldızladık, göze hoş göründük. Bu ülkenin eğitimli ve marjinal gençleri olarak, sermayenin sevgilisi olduk. Para koydular cebimize, sırtımızı sıvazladılar; Sevdaları alaya vurduk, bizi alkışladılar. Toplantı salonlarında, seminerlerde sevişir olduk kendimizle.Tatmin olmak bilmeyen egomuzu okşadık, bizi izleyen herkes esirdi. Aşkı bilmeyen aşk çocukları’ymışız, bizi bize böyle tanıttılar.
Uyanışımız bir felaket olabilir, zarar verebiliriz kendimize. Gözlerimizi açmak acı veriyor, gerçeğin zehirli hüzmeleri göz bebeklerimizi yakıyor. Matrix’den korkuyoruz ama bilmek istiyoruz: ’’Kim koydu cebime bu paraları, evimdeki kadın kim, benden ne istiyorsunuz?” seminerlerde dün sizi avuçları patlarcasına alkışlayanlar artık vebalı ıslak bir hayvan muamelesi yapıyor fikirlerinize. Patronlar sizi kaybetmek istemiyor, tatile gönderiliyorsunuz, lüks mekanlarda torna tezgahına yatırılıyorsunuz. Gövdenizdeki çapaklar törpüleniyor, tüm dişlerinizi cilalıyorlar, artık büyük çarktaki yerinize dönebilirsiniz... Tatil dönüşünde şirketi bulamıyorsunuz, eviniz yitip gitmiş. Dev bir değirmen olmuş şehir, işyeriniz taştan koca bir tekerlek, insanlar mekanik...
İşte hayatın tam da burasındayız; Önümüz ardımız uçurum, seçeceğimiz yolu bulamıyoruz. Dante’den de umut kalmadı, bunu söyleyebilirim açıkça... Belki yeniden babamın oğlu olabilirim, ondan harçlık alır, okula giderim. Yolsuz kaldığımda kitap parası isterim. Yaşam hakkında ahkam keserim, bilgiçlik taslarım. O yine bana güler yorgun gözleriyle, beni incitmez... Bana başıma gelecek orospulukları anlatmaz; ’’bu hayat senin götünü kemirecek evladım, aklına mukayyet ol” demez, diyemez... ’’her şeyi bana sen öğretirdin, en zorlarını niye atladın baba !?” diye sormak için çok geç artık.
Gidecek yerim yok, kimseyle paylaşacak bir fikrim yok. dante gibi ortasındayım ömrün, bok gibiyim…
ALİ Ö. ASAFOĞULLARI
Maske
Maske
Ne kadar gülersen gül, beni kandıramazsın…
Yüzündeki hüzün bulutu, gözlerini gölgeler
Dudak kıvrımlarından bakar acı…
Sağ yanağındaki gamzen şahidimdir;
Biliyorum… Unutamadın beni!
Ali Asafoğulları