Sabahattin Ali’nin kendi düşüncelerini, dünyaya bakışını yansıttığı adeta manifesto niteliğindeki romanının baş karakteri ve adı… Yalan dolan bilmeyen ne köylü ne şehirli bir karakterdir… Gerçi, toplumsal koşulların ürettiği bir karakterden ziyade Sabahattin Ali, yoktan bir tip yaratma eğilimine girişmiş ancak bunda başarılı olduğu söylenemez... Yarattığı tip fazla karikatür kalmış sanki…
ilgilisi için Berna Moran’ın “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış” adlı eseri öneririm… (Romanın kendisini de okumak kaydıyla) Ufak bir tüyo; ilkel doğa ilkel saflık felsefesinin de emârelerini göreceksiniz… J.J. Rousseau’nun kulakları çınlasın…
Her kıvrımıyla bugüne dek sayısız romana, şiire, resme ve filme konu olan Boğaziçi kuşkusuz İstanbul'un en karakteristik simgelerinden biridir… Hemen kıyısında yer alan yalıları, köşkleri, saraylarıyla uygarlık ve zenginliğin kanıtı… En büyük aşkların, buluşmaların, ayrılıkların mekânı, İstanbul'un güzelliklerini yansıtan bir aynadır Boğaziçi…
Güneş Ülkelilere göre, önce toplumun, sonra da tek tek insanların hayatını gözetmek gerekir… Bu insanlar, et, peynir, tereyağı, bal, hurma ve çeşitli sebzelerle beslenirler… İlk zamanlar et yemezlermiş… Çünkü hayvan öldürmeyi barbarlık sayarlarmış… Ama sonradan, kesip yedikleri sebzelerin de bir bakıma canları, duyguları olduğunu düşünmüşler ve böylece haksızlık etmeyelim derken, açlıktan ölmek gibi bir duruma düşeceklerini, aşağı yaratıkların üstün yaratıkları beslemek için yaratılmış olduklarım anlamışlar ve o gün bugün, toprak ürünleriyle birlikte et yemeye de karar vermişler…
Ne var ki, bugün de at ve öküz gibi faydalı hayvanları kesip yemeye pek yanaşmıyorlar… Faydalı besinleri zararlılarından ayırt etmesini biliyor ve bu bakımdan tabiat bilimlerinden yararlanıyorlar…
kızgın demirin tene değmesi gibi bir şey, ilk anda ne olduğunu anlamadan hızlı bir refleksle tehlikeden uzaklaşma… hasar tespit çalışmaları bir süre sonra başlar… ve acının dayanılmazlığı... bazan baharın yazı çağırması gibidir, haberci çiçekler, huzur veren rüzgâr… insan ruhunun haritasında haz çağırılarının bambaşka karşılıkları vardır, bazan kuş gibi hafif, bazan demir gibi ağır…
bahar aşkları kadar bahar yorgunlukları da tanıdıktır… ama her çağrı bahar kadar gerçek midir? aşkın gerçeküstü yanılsamalarına karşı ne kadar korunaklıdır insan ruhu? ...
Arap atı gibi tahakküm kurmuştu doğanın üzerine... Çimenler kükremiş; güller tomurcuklanmış... Serçeler yuvalarından dışarı uçup, yemyeşil ağaçların başında şakıyarak gülüşmekte… Bir badem ağacı, kahverengiliğini bozmuş, gelin başı gibi açmış… Baharı kucaklamış... Sessizlik senfonisi… Zihnimde uzun yürüyüşlere çıkmıştım, başımı alıp da…
Mini mini kasabanın balkonlu, kuleli, gazinoyu andıran bir konağı vardı... Ama yenileme yapılmamıştı… Sıvanamayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu… Üst kat penceresiz, sıvasızdı… Kenarda battal bir kireç ocağı biraz ötesinde amelenin çalıştığı zamandan kalma bir sundurma öyle duruyordu… Etrafında ise köpeklerin uğultusu yankılanıyordu…
antoloji gezgini, eklediğin terimleri, il, ilçe, köy, kasaba, belde, cadde ve sokaklarını da al git... kaza nüfus memurluğuna atadım seni, ağzını büzme boşuna hem de birinci sınıf mevkiden...
Sabahattin Ali’nin kendi düşüncelerini, dünyaya bakışını yansıttığı adeta manifesto niteliğindeki romanının baş karakteri ve adı… Yalan dolan bilmeyen ne köylü ne şehirli bir karakterdir… Gerçi, toplumsal koşulların ürettiği bir karakterden ziyade Sabahattin Ali, yoktan bir tip yaratma eğilimine girişmiş ancak bunda başarılı olduğu söylenemez... Yarattığı tip fazla karikatür kalmış sanki…
ilgilisi için Berna Moran’ın “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış” adlı eseri öneririm… (Romanın kendisini de okumak kaydıyla) Ufak bir tüyo; ilkel doğa ilkel saflık felsefesinin de emârelerini göreceksiniz… J.J. Rousseau’nun kulakları çınlasın…
Her kıvrımıyla bugüne dek sayısız romana, şiire, resme ve filme konu olan Boğaziçi kuşkusuz İstanbul'un en karakteristik simgelerinden biridir… Hemen kıyısında yer alan yalıları, köşkleri, saraylarıyla uygarlık ve zenginliğin kanıtı… En büyük aşkların, buluşmaların, ayrılıkların mekânı, İstanbul'un güzelliklerini yansıtan bir aynadır Boğaziçi…
Güneş Ülkelilere göre, önce toplumun, sonra da tek tek insanların hayatını gözetmek gerekir… Bu insanlar, et, peynir, tereyağı, bal, hurma ve çeşitli sebzelerle beslenirler… İlk zamanlar et yemezlermiş… Çünkü hayvan öldürmeyi barbarlık sayarlarmış… Ama sonradan, kesip yedikleri sebzelerin de bir bakıma canları, duyguları olduğunu düşünmüşler ve böylece haksızlık etmeyelim derken, açlıktan ölmek gibi bir duruma düşeceklerini, aşağı yaratıkların üstün yaratıkları beslemek için yaratılmış olduklarım anlamışlar ve o gün bugün, toprak ürünleriyle birlikte et yemeye de karar vermişler…
Ne var ki, bugün de at ve öküz gibi faydalı hayvanları kesip yemeye pek yanaşmıyorlar… Faydalı besinleri zararlılarından ayırt etmesini biliyor ve bu bakımdan tabiat bilimlerinden yararlanıyorlar…
Tüm insan eylemlerinin, tarih ve doğa olaylarının tek tek belli açmalar doğrultusunda belirlenmiş ve yöneltilmiş olduğuna inanılan görüş, düşünce…
kızgın demirin tene değmesi gibi bir şey, ilk anda ne olduğunu anlamadan hızlı bir refleksle tehlikeden uzaklaşma… hasar tespit çalışmaları bir süre sonra başlar… ve acının dayanılmazlığı... bazan baharın yazı çağırması gibidir, haberci çiçekler, huzur veren rüzgâr… insan ruhunun haritasında haz çağırılarının bambaşka karşılıkları vardır, bazan kuş gibi hafif, bazan demir gibi ağır…
bahar aşkları kadar bahar yorgunlukları da tanıdıktır… ama her çağrı bahar kadar gerçek midir? aşkın gerçeküstü yanılsamalarına karşı ne kadar korunaklıdır insan ruhu? ...
Arap atı gibi tahakküm kurmuştu doğanın üzerine... Çimenler kükremiş; güller tomurcuklanmış... Serçeler yuvalarından dışarı uçup, yemyeşil ağaçların başında şakıyarak gülüşmekte… Bir badem ağacı, kahverengiliğini bozmuş, gelin başı gibi açmış… Baharı kucaklamış... Sessizlik senfonisi… Zihnimde uzun yürüyüşlere çıkmıştım, başımı alıp da…
Cengiz Aytmatov – Toprak Ana’dan…
Ben tüfek olsaydım eğer
Patlamazdım kimsenin üstüne
Bir tetiğimden utanırdım
Bir de eğri parmağından
İnsan amcaların
ALİ YÜCE
Mini mini kasabanın balkonlu, kuleli, gazinoyu andıran bir konağı vardı... Ama yenileme yapılmamıştı… Sıvanamayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu… Üst kat penceresiz, sıvasızdı… Kenarda battal bir kireç ocağı biraz ötesinde amelenin çalıştığı zamandan kalma bir sundurma öyle duruyordu… Etrafında ise köpeklerin uğultusu yankılanıyordu…
antoloji gezgini, eklediğin terimleri, il, ilçe, köy, kasaba, belde, cadde ve sokaklarını da al git... kaza nüfus memurluğuna atadım seni, ağzını büzme boşuna hem de birinci sınıf mevkiden...
'Seninle tattım ben her mutluluğu
Bırakıp gidersen bil ki yaşamam
Ömrümden canımdan ne istersen al
Gülü susuz seni aşksız bırakmam'...