Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Resul Cengiz
Resul Cengiz

CÜMLELER DOĞRUDUR, SEN DOĞRU İSEN. DOĞRULUK BULUNMAZ SEN EĞRİ İSEN

  • osmanlı imparatorluğu12.09.2003 - 17:26

    Bu çoğrafyada osmanlı kadar ayakta duran dünyada bir başka devlet daha gelmedi...

  • aşk10.09.2003 - 17:25

    Aşk evveldir
    İskender PALA

    Mevlana “Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşünü aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı.” der (Mesnevi V,3853) . Her şeyden evvel aşkın var olduğunu, yaratılışın aşk ile gerçekleştiğini, dünyanın aşk esası üzerine kurulu bir düzen içinde döndüğünü açıklıyor bu beyit. Ve içinde iki eyleme vurgu yapıyor; yaratılış ve dönüş.



    Sufilerin çok önemsediği ve üzerinde durduğu bir kudsî hadis vardır. Bu hadise göre Allah bizimle “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi ve sevilmeyi istedim, kainatı yarattım” diye konuşur. Buradaki sevilme arzusu iradî olup yine sufilerin yorumuna göre “Kün (Ol) ! ” emrinin zuhuruna sebeptir. Bilindiği gibi Allah bir şeyin olmasını dilediği vakit ona yalnızca “Ol! ” der ve o şey derhal olur. (Nahl,40; Yasin,82) Buradaki oluş, “vuku bulma, yaratılma, gerçekleşme, değişme vs.” mutlak iradeye ait bütün fiilleri kuşatmaktadır ve “Ol! ” emrini duyar duymaz kendi iradesiyle açığa çıkar. Her varlık veya hadise oluşun cevherini içinde taşıdığı için birisinin onu düzenlemesine ayrıca ihtiyaç bulunmaz. “Kün! ” emrini duyması, zaten o emre koşarak uymasını gerektirmektedir. O halde müessirin (etkileyen) mukabilinde bir müteessir (etkilenen) olmayınca hiçbir eser ortaya çıkmaz ve tekvin (yaratılış) aslında bir etkileyen, bir etkilenen ve bir de etkiden ibaret kalır. Bu da aşkın özünü oluşturan seven, sevilen ve sevgi üçgeninin görüntüsüdür. Burada önemli olan, müessirin müteessiri kendi seçmiş olmasıdır. Yani aşk işinde önce Mâşuk, sonra âşık belli olur. Mâşuk olmazsa âşık nasıl olup da aşkı öğrenebilsin? Mum ışığı yoksa pervane nasıl olup da yanabilsin? Sevgilinin yanağındaki ışığı görmeyen bir âşık sevgiyi nasıl keşfedebilsin? O hâlde, yaratılışın özündeki “Kün” emri de öncelikle Mâşuk’tan (Cemâl–i Mutlak) zuhur ettiğine ve hitap da “Kün Muhammedâ (Muhammed ol!) ” şeklinde kelama döküldüğüne göre insanın sevgi işinde neyi gözetmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim Sevilmeyi İsteyen, daha dünyaya “Ol! ” demeden, oluş eylemi henüz maddeye bürünmeden çok çok evvel, ta ezel gününde, bu sevgiyi bizim ruhlarımıza “Elestü bi–Rabbikum (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? ” diyerek teklif ve ilka etti ve Cemal’ini buna karşılık gösterdi. Dünya hayatı, işte o aşkın sınanma meydanıdır, ve ruhlarımız o gün “Kalû belâ (Evet, dediler) ” Şimdi burda başımıza ne geliyorsa, hayatımızda neler oluyorsa, vaktiyle “Bela! ” dediğimizdendir. Bela ki, özü aşktan olunca, yaratılış da aşktan öte bir şeyi ifade etmez. Nitekim insan her şeyden yoksun olabilir; ama sevgiden ve aşktan yoksun olursa bu onun gerçek felaketidir.

    Mevlana’nın beytinde vurguladığı ikinci eylem dönüş idi. Dönüş ki aşkın esasıdır; bir cezbedir, cezbeye kapılarak dönüştür. Belli bir merkez etrafında dönüş ve o daireden dışarı çıkamayış... Pergelin sabit ayağı etrafında diğer ayağın çizginip durması gibi hani. Mumun çevresinde pervanelerin, uzay sonsuzluğunda galaksilerin, güneş sisteminde gezegenlerin, kalb (süveyda) merkezinde kanın, çekirdek etrafında atomun dönüşleri, durmadan dönüşleri gibi... Kainatta neye baksanız bir dönüşün cezbesi içinde hep bir merkeze doğru yol almaktadır. Hep aynı noktaya tekrar tekrar yönelme ve hep aynı yere tekrar tekrar ulaşma talebi. İnsanoğlunun, hevalarının ve heveslerinin (masiva ve dünya ilgilerinin) çevresinde dönüp durması da, kendini bu hevadan başka bir makama yönlendirmesi de hep o cezbenin dönüşü; hep o aşkın meşkidir. Âşıka gelince; sevgilinin çevresinde dönmekten gayrı elinden ne gelir ki onun? Sevgilinin bulunduğu yerde dönüp durmaktan başka ne yapabilir? Düşüncesi onun merkez olduğu hayallerde, ayakları onun bulunduğu mahallerde, rüyaları onun renginde, senaryoları onun yönetmenliğinde... Karar ta ezel gününde verilmiş bir kere...

    En evvel aşk idi; hâlâ ki aşktır...

    Aşk ki yaratılıştır; geriye ne kalır! ? ..

  • nazım hikmet11.08.2003 - 17:54

    Komünist Türk şairi Nazım Hikmet Ran'ın (1902/1963) , hayatı boyunca komünist ideoloji peşinde koşturarak zikzaklar içinde geçen bir ömür sürmüştür...
    Ömrünün son yıllarına doğru, arkadaşı Mustafa Mehmed'e, arayış içinde ve pişmanlık dolu olduğunu ifade ettiğini...Mustafa Mehmedin onunla Romanyadaki beraberlikleri ile alakalı olarak:
    1960'lardan önceydi. Nazım Hikmet Romanya'nın davetlisi olarak Bükreş e gelmişti. İsteği üzerine Bilimler Akademisinden beni buldular. Nazım Hikmet'in kaldığı otele gittim. Açık olan radyosundan Türkiye'yi dinliyordu. Sohbet sırasında saatine bakarak bana Bu gece Kadir Gecesi' dedi ve benden kendisini Türklerin bir araya geldikleri camiye götürmemi istedi. Ben o gecenin Kadir Gecesi olduğunun bile farkında değildim. Bir an tereddüt ettim ama Nazım'ın ricası Romanya'da bir emirdi. Rus eşi Vera, ben ve Nazım taksiyle caminin bulunduğu semte yöneldik. Arabayı rica ve minnetle caminin bulunduğu parka sokabildik.
    Biz camiye girdiğimizde Türkler mevlid okuyorlardı. Nazım mevlidi dinlerken coştu ve cemaate hitaben bir konuşma yaptı.
    Konuşmasında: Ben komünistim ama sizin burada bir araya gelmeniz beni çok duygulandırdı' dedi. O sıralarda kalp yetmezliğinden muzdarip olduğundan ben heyecanlanmasından dolayı bayağı endişelendim. Gerçekten de endişelerim yerindeydi. Konuşmasından sonra kendisini kriz yokladı. Eşi Vera ile ben Nazım'ı dışarıdaki banklardan birinin üzerine yatırdık. Vera yanında bulundurduğu ilaçlardan verdi ve daha sonra koluna girerek güç bela taksiye bindirdik
    Ben Nazımın Romanya'da camiye gittiğini şimdiye kadar saklı tuttum. İşte ilk kez anlatıyorum...' diyerek Nazım'ın pişmanlık dolu hikayesini gözler önüne sermiştir...

  • nazım hikmet08.08.2003 - 20:10

    Vatan hainlerinin değerli olduğu popüler olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Çok garip hallere düştük... Çile çeken gerçek şairlerimiz unutuluyor vatan hainlerinin propagandası yapılıyor burada... Nazım hikmet kominist olmasaydı acaba şiirleri kaç para ederdi merak ediyorum...

  • sevip de sevilmemek15.07.2003 - 20:25

    YAŞAYAN ANLAR...

  • necip fazıl kısakürek18.06.2003 - 09:51

    DOĞUNUN BATIYA BAKIŞI
    Necip Fazıl

    Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.

    Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... Garp temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü, tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit olmıyarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya “barbar” diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.

    Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahiptir.

    Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış olmak yüzünden, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul edebiliriz.

    İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da,7 – 8 asır boyunca, (Rönesans) a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans) a kadar aslî rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle denktir.

    İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, İslâm dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.

    Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans) dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...

    İşte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist) ini de, (Brehmen) ini de, (Mecusî) sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da, bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...

    Ve yine Doğunun Batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hindlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle bakmaya başlaması...

    İşte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti; ve bütün Doğu âleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (Medyum) lar sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.

    Doğunun olanca derdi bu son bakışın içindedir.

  • necip fazıl kısakürek18.06.2003 - 09:49

    BATININ DOĞU’YA BAKIŞI
    Necip Fazıl

    Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası (Herodot) , yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Şark ve Garp...

    Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine 'Arap' ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi, Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşey barbardı.

    Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis, onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne gittiği, barbar...

    Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet sahiplerine hâstır.

    Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans) dan sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet hârası...

    Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor) dur.

    (Rönesans) tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri, Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint racasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece” hayalinden ileriye geçiremez. İşaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına mahsus, beylik görüştür bu...

    Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve nefsini iptale kadar gitmiştir. İşte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.

    Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.

    Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır- kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşamaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında, parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”

    Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için daima satıhta ve âciz kalacaktır.”

    Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...

    Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”

    Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz, dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.

    Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.

  • yaşar nuri öztürk11.06.2003 - 18:03

    Yaşar Nuri Öztürk sözüm ona entel liboşlara hoş görünmek isteyen zekası aklından fazla olan biri. Kendini bir şey yaptığını sanıyor ama aklı başında olan kimse onu dikkate almıyor. Din cahillerinin akıl hocası...

  • necip fazıl kısakürek08.06.2003 - 16:45

    O kadar da değil canım. Tamam Necip Fazılı Çok severim ama sadece o dediğin zaman. Şairlerimizin sayısını indirmiş olmuyormusunuz. Osmanlı patişahlarının neredeysehemen hemen hepsi bir şairdi. Bir Kanuni'nin Divanı Muhibbisini okuyun bir de ecevit'in sözüm ona şiir saçmalıklarını... Sadece ikisi arasındaki şiir farkı bile yönetimdeki kapasiteleri bile belirliyor. Bu çercevede. Necip fazıl güzel iyi bir şair başka başka güzellerde var...

  • necip fazıl kısakürek06.06.2003 - 20:39

    Necip Fazılı anlayabilmek için kitaplarını okumak gerekir. Haricten gazel okumakla bir kişi övülemez veya eleştirilemez. Necip Fazılı eleştiren kişilerin hangi kitabını okuduğunu çok merak ediyorum. O Türk dilinin en büyük üsdatlarından biridir...