Uzun hürriyet savaşının kaçınılmaz neticesi hakkında benimle konuşurken, Seydi Ömer'in sesinde vakar vardı, umutsuzluk ve keder değil. Kendisini mutlak bir ölümün beklediğini biliyordu. Ölümü aramıyor, ama ondan da kaçmıyordu. Ve eminim, kendisini nasıl bir ölümün beklediğini bilseydi bile, yine ondan kaçmaya çalışmayacaktı. İnsanın, nereye giderse gitsin, kendi kaderini de beraber götürdüğünün farkındaydı... Seydi Ömer'in adamlarından biri, beze sarılı bir tomar hurma koydu önümüze ve bizi bu basit sofraya dâvet etti. Biz hurma yerken yaşlı cengâver doğrulup: 'Artık gitme vakti geldi kardeşler. Günün doğuşunu burada karşılamayacak kadar yakınız Bu-Sfayya'daki İtalyan karakoluna.' Seydi Ömer'in arkasından atlarımızı sürdük. Öteki adamlar yaya olarak geliyorlardı. Boğazdan çıkınca, Seydi Ömer'in maiyetinin sandığımdan da kalabalık olduğunu gördüm: Kayaların ya da ağaçların ardından süzülüp çıkan karanlık gölgeler birbiri ardından bize katıldılar. Dışardan bakan biri çevremizde otuz-kırk adamın bulunduğunu tahmin edemezdi, çünkü mücahidler ağaçtan ağaca, kayadan kayaya temkinli, sessiz adımlarla ilerliyordu. Şafaktan önce vardık Ömer Muhtar'ın ana kampına. Kampta iki yüzü aşkın mücahid vardı. Kuytu, daracık bir boğazda kurulmuştu kamp; kayaların dibinde küçük ateşler yakılmıştı. Bazıları uzanmış yatıyorlardı; bazıları da şafağın ilk ışıkları altında kımıldanan belli belirsiz karartılar halinde dolaşıyor, abdest alıyor, su taşıyor, yemek hazırlıyor ya da ötede beride ağaçlara bağlı atların bakımıyla uğraşıyor, kamp hayatının günlük işlerini yoluna koyuyorlardı. Hemen hepsinin üzerinde eski giysiler vardı; ne o zaman, ne de daha sonra, mücahidler arasında yamasız, kadidi çıkmamış bir card ya da bornoz giyen birini görmedim. İçlerinden çoğu şurasında burasında sargı taşıyordu; bu onların yakınlarda düşmanla karşılaştıklarını gösteriyordu... Seydi Ömer'le iki gece bir gündüz boyunca mücahidlerle hangi yollardan işe yarar ve düzenli bir yardımın ulaştırılabileceğini görüştük (Bu arada kampın yeri değişmişti) . Hâlen Mısır'dan yetersiz bir yardım geliyordu... Seydi Ömerle, erzak nakil yolu için en uygun alternatifin benim geldiğim yol olduğu ve Mısır vahaları Bahriyya, Farafya ve Siva'da gizli depoların oluşturulması gerektiği konusunda görüş birliğine vardık. Fakat o bu plânın bile İtalyanların gözünden uzun süre saklanabileceğinden emin değildi. (Seydi Ömer haklıydı. Birkaç ay sonra bu yolla gönderilen bir yardım kervanı Cağbub'la Calu arasında İtalyan saldırısına uğradı. Bunun üzerine İtalyanlar Bir-Tarfavi'de, iki vahanın ortasında müstahkem bir karakol kurup bölgeye devriye birlikleri gönderdiler. Böylece, bu yoldan ikmâl sağlamak, artık son derece tehlikeli bir hâl aldı.) Yapacak birşey kalmamıştı. Batı'ya doğru katettiğimiz uzun ve yorucu yolu izleyerek geri dönmeyi pek gözüme kestiremediğim için, Seydi Ömer'e izlenebilecek daha kısa bir yolun olup olmadığını sordum. Vardı, ama tehlikeliydi... Zeyd ile ben, bir daha hiç görüşmemek üzere Ömer Muhtar'la vedalaştık. Ömer Muhtar, sekiz aya varmadı, son kurşununa kadar savaşarak İtalyanlar'a esir düştü ve asılarak şehid edildi. Hâdiseyi Seyyid Muhammed ez-Zuvay ve diğer bazı kaynaklar şöyle anlatıyor: 'Onun asılmasını emreden General Graziani'ydi. Seydi Ömer ve yanındaki bazı mücahîdler, Resulullah'ın (sas) sahabelerinden Seydi Rafi Hazretleri’nin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içerisindeydiler. İtalyanlar her nasılsa onların varlığından haberdâr oldu, ve 11 Eylül 1931 günü vâdiyi her taraftan çok sayıda kuvvetle kuşattı. Sayıları elli kadar olan mücahidler sonuna kadar çarpıştılar, öyle ki, sonunda sadece Ömer Muhtar ve birkaç mücahid sağ kaldı. Son anda Ömer Muhtar'ın atı vurulup yıkıldı; ama Ömer Muhtar kendini toparlayıp ateşe devam etti, tâ ki elinden yaralanıncaya kadar. Fakat bu da onu yıldırmadı, tüfeği öteki eline alıp cephanesi bitinceye kadar ateşi sürdürdü. Artık yapacak birşeyi kalmayınca İtalyanlar üzerine çullanıp esir aldılar. Önce Ömer Muhtar olduğunu anlayamadılar. Ancak kimliğini açıklayınca, elini kolunu bağlayarak önce Sûse'ye, ertesi gün bir destroyerle Bingazi'ye 60 km mesafedeki es-Sulûk'a götürüp hapsettiler. Haber Trablus ve Roma'ya hemen bildirildi ve her yere duyuruldu. Derhal göstermelik bir mahkeme düzenlenerek idam edilmesine dair emir verildi. Dört gün sonra sûreta yargılanacağı mahkemeden önce İtalya'nın Libya Genel Kumandanı Graziani'nin önüne çıkardılar. Aralarında şu muhavere geçti: - Neden böyle şiddetle İtalyan hükümeti ve ordusuna karşı durmadan savaştın? - Dinim ve vatanım için. - Peki varmak istediğin hedef ne idi? - Sadece sizi topraklarımdan kovmaktı hedefim. Zîrâ siz gasbedici bir kuvvetsiniz. Savaşa gelince, böyle durumlarda yani ülkemiz işgal edilince bu bizim için farzdır. Zafer ise Allah'ın elinde olan bir şey... - Sen Senusilik için mi savaşıyorsun? - Sen böyle düşünebilirsin. Ancak ben size karşı sadece dinim ve vatanım için savaşıyorum. Yoksa, mesele zannettiğin gibi basit değil. - Sen kaç gün içinde mücahidlere seslenip de savaştan vazgeçerek silâhlarını teslim edip bize boyun eğmelerini sağlayabilirsin? - Bu hususta birşey yapmama imkân yoktur. Biz daha evvel, kanımızın son damlasına kadar savaşacağımıza ve son ferdimize kadar silâhı elden bırakmayacağımıza yemin ettik. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, ben size esir düşerken silâhımı bırakarak teslim olmuş değilim. Beni siz zorla yakalayıp esir ettiniz.
Graziani ona son olarak şöyle sordu: 'Ne dersin, İtalyan Hükümeti, büyük alicenaplığını takınarak senin hayatını bağışlarsa, hayatının geri kalan yıllarını huzur ve barış içinde geçireceğine söz verebilir misin? ' Ömer Muhtar bu soruya şöyle cevap verdi: 'Vallahi, sizler memleketimden çekip gidinceye kadar seninle ve senin güruhunla savaşmaktan bir an bile vazgeçmeyeceğim. Bu uğurda ölümse akıbet, hoş geldi safa geldi... Ve insanın kalbindekini bilen Cenab-ı Hakk'a yemin ederim ki, şu anda ellerim bağlı olmasaydı, bu yaşlı ve bitkin halimle bile, çıplak ellerimle seninle boğuşmakta bir an bile tereddüt etmezdim.' Bunun üzerine Graziani bir kahkaha attı ve Seydi Ömer'in 15 Eylül 1931'de Sulûk çarşısında asılmasını emretti. Dediği gibi de yaptılar. Binlerce kadın erkek Müslümanı hapsedildikleri kamplardan getirterek, liderlerinin asılmasını seyretmek zorunda bıraktılar...' Kurşuna dizmek, düşman da olsa o kişinin asaletini teslim etmek mânâsına geldiğinden, buna yanaşmayan Graziani âdi suçlulara uygulanan darağacında idamı reva görmüştü ona. Fakat esas hükmü tarih verecekti. Ömer Muhtar ve arkadaşları, işgale uğramış vatanlarını, namuslarını ve nesillerini kurtarma mücadelesi verdiler. Saygısız ve saldırgan bir güruha karşı, imtihan dünyasında imanlarının gereğini yerine getirip, ellerinde kalan tek emanet durumundaki canlarıyla mücahede ettiler. Sebeplerin tükendiği anda da bir yandan Yaratıcı'ya iltica ettiler, bir yandan da mücadeleye devam. Ve sonunda severek O'na yürüdüler. Hayatın hakkını vermek bu olsa gerekti. O tip işgallere bugün seyrek rastlanıyor. Bizler ise, işgal ve işgalciden ne anlıyorsak, bugün bunların daha sinsi, dolayısıyla daha tehlikeli olanlarıyla karşı karşıyayız. Bu yeni tip işgallerin özelliği bizlerde metafizik gerilim oluşmasına fırsat vermeyecek kadar hileli ve sinsi olması; içimizden, aramızdan, bizden gözükmesi; herşeyi mâsumane yapıyor intibaı vermesi; vatan, iman ve namus gibi değerleri alay konusu yapması; ciddiyetten rahatsızlık duyması, bize rehaveti telkin etmesi... Fakat, 'millet' olma, yani 'hür' ve 'kendi' kalabilmenin hayat kadar, hatta ondan da önemli olduğunu unutmamak için bu gibi mücadeleleri hatırlamak gerekiyor. Bugün bizim için Ömer Muhtar'ın mücadelesi, sonunun nasıl bittiği kadar, hangi şartlarda, hangi inanç ve iradeyle yürütüldüğü açısından da dikkatle üzerinde durmayı gerektiriyor. Bugün, geçmiştekine göre rahat şartlar ve geniş imkânlar altında yaşayan bizlerin metafizik gerilimimizi korumamız, ruhumuzun hayatîyeti açısından şart. 70 yaşının üstünde, yorgun, yaralı, gıdasız kalmış bedeniyle hayatını ortaya koyan Ömer Muhtar'ı ayakta tutan da imanlı ruhuydu. Yazımızı, bir ilim, tefekkür ve dava insanının şu tesbitleriyle noktalayalım: 'İnsanlar arasında çok cüz'i şeylerle satın alınabilecek kadar ucuz olanları bulunduğu gibi, dünyalar dolusu altın ve elmaslarla satın alınamayacak kadar pahalı olanları da vardır. Milletleri yükselten de, işte bu ikinci kısımda olanlardır. Pahalı insanlar, yağmur yüklü bulutlar gibi, hep yüksek ideal ve faziletlerle yüklüdürler. Bilinsinler, bilinmesinler, onların geçtikleri yerler arkalarından yeşerir gider... Ömer Muhtar, İtalyanlara, 'Ben ölüyorum; ebedî var olacağım. Fakat siz, ölümle biteceksiniz.' diyor. Müslüman, hayatını çok pahalıya satar; fâni hayatı verir, bâki hayatı alır.'
Çöl ve Zâviyeler Bu mücahede zemininde, olabilecek birçok menfî şart biraraya gelmiştir. Coğrafya ve iklimin zorluğu, su ve gıda azlığı, sıkça yer değiştirme mecburiyeti, silâh yetersizliği, buna karşılık düşmanın silâh üstünlüğü, kitle imha silâhlarına sahip oluşu ve zâlimane tavrı (savaş hukukunu hiçe sayışı) vd. Bütün bunlar gözönüne alındığında, Ömer Muhtar ve arkadaşlarının ortaya koyduğu mücadelenin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Coğrafya ve iklim şartlarındaki zorluklarla, ayrıca bölge insanının iman ve eğitim altyapısıyla ilgili olarak, 1890'lardan 1908'e kadar o bölgede kalan ve Senusîleri yakından tanıyan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi önemli tespitlerde bulunur; sahildeki Trablus'tan çölün içlerine, Fîzan'a gidecek bir yolcunun 30-40 gün, bir devecinin güdümündeki deveyle seyahat etmek zorunda olduğunu, yolculuğun ilk haftasından sonra, 'serir' tâbir edilen dehşetli çöllerin başladığını, 60-70 dereceyi bulan hararetin seyyahı ve deveciyi canından bezdirdiğini belirtir: 'Her tarafta kasvet saçan, kirli sarı bir renk; hayattan hiçbir eser yok... Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamaya başlar. Mânâsız bir yeis idrakini kaplar. Ateşler içindeki boğazını, gar-gar testisindeki ılık suyla söndürmeye çalışır. Hayvanların en gayretlisi olan, kanının son damlasına kadar insanların hizmetinden feragat etmeyen devenin adımları seyrekleşir... Deveci bir lokma ekmek için dûçar olduğu mihnet ve meşakkati bir inleyiş içinde Rabb-i Rahîm'e arzeder... Mübarek hayvan bu azabgâhta yalnız olmadığını, sahibinin de aynı meşakkatlere mâruz kaldığını pek güzel anlar. Mânâ maddeye, ruh cesede galebe eder. Üç-beş adım daha atmaya takati kalmayan hayvanda yeni bir faaliyet, şâyân-ı hayret bir gayret görülür... Ümit ye'se, hayat memata galebe eder. Adımlar sıklaşır; hayvancağız bu mihnet denizinden, bir selâmet ve rahat limanına varabilmek için çalışmaktan başka çare kalmadığını takdir eder. Deveci okur: Develeri dövmeyiniz! / Onlar kendileri giderler. / İşte zâten yaklaştık. / Yiyecek, içecek bulacağız. Deveci, ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin her kıtasından sonra 'hayyâ, hâ! ' gibi teşvikat sarfeder. Saatlerce daha gidilir, deveci de teselliye muhtaç bir hâle girer. Bu defa kendi mâneviyâtını takviye için kaside okur. Bitirdiğinde elini başına götürüp 'Ya Seyyidî Abdûsselâm! ' diye istimdat eder ve Nebiyy-i Zîşân'a selâm gönderir. Bu kaside, Arusîye pirlerinden Abdûsselâm el-Esmerî Feyturî Hazretleri’nindir. Mânâsı kısaca şudur: 'Müride nasihat ederim, sözümü anlamalıdır. Büyük azim sahibi olmalıdır; tâ ki kazanıp merâmına nâil olsun. Nâsın hayrete düştüğü gün (mahşerde) beni bayrağımı dikmiş bulurlar. Kuru kemikleri ihya eden Rabbim sözümün doğruluğuna şâhittir ki, yevm-i kıyamette bile mürîdimi bırakmam. Sana kötülük gelemez. 'Ya Abdûsselâm! ' diye beni çağır. Havz-ı Resûlullah'a vâsıl olduğumuzda fukaraya su veririm.' Bu ve emsali kasideler, mihnetkeşlerin elem yüklerini hafifletir, kalblerinde ümit ve tesellînin yeşermesine vesile olur. Siyasi musîbetler ve tabiî zorluklardan pek bedbaht olan ekser-i ahali, şiddet ve belâların amansız hücumuyla zebun kaldıkça, anne kucağına iltica eden bir masum gibi, zaviyeye gider, müteselli ve metin olarak döner.' Filibeli Ahmed Hilmi, Kuzey Afrika'da yaygın olarak Senûsîye, Arûsîye, İsevîye, Şâzelîye, Kadîriye, Tayyibîye, Ticanîye ve Rufaîye'nin görüldüğünü, tedrîsat hususunda hepsinin usulünün bir olduğunu belirtir: '5-6 yaşına vâsıl olan bir çocuk, bir tahta parçası, biraz beyaz toprak (tebeşir) , bir hokka, bir beyaz kamış kalem alıp, 'Mahzara' nâmı verilen mektebe gider. Bu mektepler zâviyelere bitişik büyücek birer odadan ibarettir. Bazı zâviyelerde ayrıca odalar bulunmaz, talebe bizim 'semaathâne' ismini verdiğimiz zikir yerinde ders okur. Çocuk muallimin yanına gider. Muallim, üzerine tebeşir sürülerek beyazlatılmış olan tahtaya Besmele'yi ve Fâtiha'nın ilk âyetini yazar ve bunu çocuğa tekrar tekrar okur... Akşam üzeri çocuklar, birer birer gelip hocanın önünde, ezberledikleri âyetleri okurlar. Âyet hıfzedildikten sonra, tahta silinir, kurutulur. Üzerine tebeşir sürülür. Hoca ondan sonraki âyeti yazar. Çocuk bu usulle Kur'ân'ı hıfzeder. Kur'ân'ın üçte birini hıfzeden çocuklar ezberleyecekleri sûreleri bizzat yazmaya muktedir olurlar... Bu usulün zarûri ve tabiî neticesi olarak, mektebi bitiren bir talebe ekseriyetle hâfız-ı Kur'ân olur. En anlayışsızı bile Kur'ân'ın yarısını ezberden okuyabilir. Usul-i tedrîs bu derece müşkül iken, oralarda okuyup yazmak bilmeyenler yüzde onu geçmez. Burası şâyân-ı hayrettir. Bu derece gayretli, bu kadar zeki bir halkın nelere muktedir olabileceğini takdir edebilen bir İslâm mütefekkiri bu halkın mahrumiyet ve rehbersizlik yüzünden dûçar olduğu sefaletleri tahattur ederek kalbinin kanadığını hisseder. Senûsîler ehemmiyet-i mahsusalarını, yüklendikleri gayelerin büyüklüğünü takdir eder, okur, fikirlerinin merkezîliğine ehemmiyet verir, ve şahsın cemiyete fedâsını lâzım görürler... Şimal-i Afrika'nın mukadderatı, Senûsîlerle pek ziyade alâkadardır.'
Kaynaklar - Muhammed Esed, Mekke'ye Giden Yol, İnsan Yayınları, 1998. - Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid, Ses Yayınları, 1992. - Ahmet Ağırakça, Ömer Muhtar, Beyan Yayınları, 1994.
Bir adam bir kadını sever kadin adami reddeder adam etrafi tarafindan sevilen biridir bir gun basina talihsiz bir kaza gelir hem kadin uzulur hem de onu sevenler bu adam icin hazin bir sondur ama o bunu bilmemektedir cunku o anda büyük buluşmadadir ve o hazin sonu tarif edenler, bu olaya isim verenler hâlâ hayatta olanlardır: 'Allah'ım onun için ne hazin bir son! ' derler
Her şey bir yerde bir zaman başladı. Kim nerde ve ne zaman başladığını bilmiyor. Ama eğer 2000 yıllarda bir gun seçerseniz ve seçtiğiniz günün o günle tam olarak uyuşması (26 nisan perşembe gibi) ihtimali X, ya da bir kisminin uyuşma ihtimali Y (26 perşembe) gibi ve X/Y oranı da 359/23 verilirse; bulabilirsiniz hikayelerin ne zaman başladığını. Tabii burdan da nerden başladını bulabilmek için yerle alakali da bir ihtimal verilmeli. Neyse biz hikayemize dönelim. Hikayede yer alan şahıslar: Zeki çocuk Şabbaz Şabbaz'ın kızkardeşi Makbule Çocuğun emekli berber dedesi: Hüsamettin Amca Bakkal Hayri Çocuğun yatalak annesi Malule
Hikayenin gectigi yer Adıgüzeller Mahallesi
O sabah erkenden kalktı Şabbaz. Okulun ilk günüydü ve bir an önce okula gitmek istiyordu. Aşağıya indi, annesine baktı, annesi hâlâ uyuyordu. Zavallı kadın o meşum kazadan beri yatağa mahlum kalmıştı. Tüm işlerini küçük kızı Makbule görüyordu. Zavallı yavrucak için çok zor oluyordu; ama o hiç ses çıkartmıyordu. Küçük yaşına rağmen ne olup bittiğini anlar gibiydi. Şabbaz elini yüzünü yıkadıktan sonra karnındaki gurultuyu kesmek için teldolaptan(bozulmayacak yiyeceklerin konduğu saklama yeri) bir şeyler alıp atıştırdıktan sonra yola koyuldu. Hava güzeldi, eylül ayının tüm sadeliği yazın kavuran sıcaklarını unutturmak, zihinlerden silmek için elinden geleni yapıyordu. Şabbaz okula giderken kendisi gibi üzerinde siyah önlükleri olan çocukları gördü. Ama bu çocuklar onun gibi tek başlarına gitmiyorlardı okula. Kimisinin yanında babası, kimisinin yanında annesi, kimisinin de hem annesi hem babası vardı. Onlar şanslı olamalıydılar. Şabbaz'ın zihnine bir soru takildi. 'Acaba küçük bir mahallede, okulun ilk gününde okula yeni başlayanlar arasında hem annesi hem de babası tarafında okula götürülmem ihtimali ne? ' Bilmiyordu bu sorunun cevabını. Hem ne gerek vardı? Okula yaklaştıkça siyahlıların sayısı artıyor, çocukların yüzleirndeki ifade korkuya meylediyordu. Ne de olsa burası hepsine yabancı bir yerdi. Senelerce evlerinde kalmışlar, okul denen yerin yakınından bile geçmemişler. Sadece bazenönlükler içinde ablalarını ve abilerini görmüşler, 'Neden böyle giyiniyolar? ' diye merak etmişlerdi. Daha şanslıları; ki bunlar abileri ya da ablaları olanlardı. Onların kardeşleri bu siyah önlük içinde haftanın beş günü okul denen yere neden gittiklerini merak etmiyorlardı. Cevabı basitti: Adam olmak için. Şabbaz kalabalığını arasına daldı, kendine bir yer buldu. Bazı çocukların ağlama seslerini duyuyordu. 'Ne korkaklar! Ne var ki bunda! Amma çok insan var burda da. Acaba kaç kişi var? Ya da kaç tane kız var ya da kaç tane oğlan? İŞte biri çıktı...' O bunları düşünürken müdür muavini çıkmış aileleri ve yeni gelenleri selamla karşılıyordu. 'Ne çirkin bir adam bu böyle! Göbeği de kocaman.' Muavin yeni gelenlere seslendikten ve onları biraz olsun yatıştırdıktan sonra sırayla isimlerin okunacağını ve ismi okunanların belirtilen sınıflara gideceklerini söyledi. İsimler okunmaya başlayıp da bazı çocuklar sınıfların yolunu tutunca ağlamaya başladılar. Anneleri babaları yanındaydı ama onlar ağlıyorlardı. Şabbaz hala bulundugu yerde kaç insan oldugunu düşünüyordu. 'Acaba nasil sayabilirim? ' Şabbaz okula gitmemişti ama saymaya biliyordu. Dedesi torununun bakkal Hayri nin yanına çırak verince, bakkal çocuğa saymayı öğretmişti. '5 kilo, 30 lira, iki tane, buçuk, çeyrek...' Şabbaz hemencecik kavrayivermişti bunları. Bakkal Hayri Şabbazı öz evladı gibi seviyor, ona elinden geldiğince sahip çıkmaya çalışıyordu. Zaten onu okula yazdıran da oydu. Aslında onun bu kadar üstüne titremesinin sebebi vardı; ama o da başka bir hikayede. Şabbaz kaç kişi olduğunu düşünürken onun adı söylendi; ama o kadar dalmıştı ki nasıl hesaplarıma bunu duymadı. Birkaç kez daha okundu ama o hiçbirini duymadı ve başka isme geçtiler. Şabbaz 'buldum'dediğinde onu duyan pek insan yoktu. Çünkü çcukların ağlama sesleri, muavinin haporlerden çıkan çatlak sesi, anne babaların çocuklarını avutmak için söyledikleri; o kadar çok ses vardı ki! Bu yuzden Şabbaz ı da duyan olmadı. 'buldum, buldum be' diye hopluyordu Şabbaz! Acaba gerçekten o kadar insanı saymak için bir yol bulabilmiş miydi? ... ! . Bölümün Sonu (Tüm haklara bana aittir biline :))
kalmadı, başka sevgi pinarina
zümbül derler bizim orda
giyene bağlı.
eger giyen hatunun bacakları kisa ise bu mini(k) etek olmayacaktir. eger hatun uzun bacakli ise olacaktir.
yani goreceli bi kavramdir :)
dikkate alınmasında bir mahsur yoktur
bölüm 2
Uzun hürriyet savaşının kaçınılmaz neticesi hakkında benimle konuşurken, Seydi Ömer'in sesinde vakar vardı, umutsuzluk ve keder değil. Kendisini mutlak bir ölümün beklediğini biliyordu. Ölümü aramıyor, ama ondan da kaçmıyordu. Ve eminim, kendisini nasıl bir ölümün beklediğini bilseydi bile, yine ondan kaçmaya çalışmayacaktı. İnsanın, nereye giderse gitsin, kendi kaderini de beraber götürdüğünün farkındaydı...
Seydi Ömer'in adamlarından biri, beze sarılı bir tomar hurma koydu önümüze ve bizi bu basit sofraya dâvet etti. Biz hurma yerken yaşlı cengâver doğrulup: 'Artık gitme vakti geldi kardeşler. Günün doğuşunu burada karşılamayacak kadar yakınız Bu-Sfayya'daki İtalyan karakoluna.'
Seydi Ömer'in arkasından atlarımızı sürdük. Öteki adamlar yaya olarak geliyorlardı. Boğazdan çıkınca, Seydi Ömer'in maiyetinin sandığımdan da kalabalık olduğunu gördüm: Kayaların ya da ağaçların ardından süzülüp çıkan karanlık gölgeler birbiri ardından bize katıldılar. Dışardan bakan biri çevremizde otuz-kırk adamın bulunduğunu tahmin edemezdi, çünkü mücahidler ağaçtan ağaca, kayadan kayaya temkinli, sessiz adımlarla ilerliyordu.
Şafaktan önce vardık Ömer Muhtar'ın ana kampına. Kampta iki yüzü aşkın mücahid vardı. Kuytu, daracık bir boğazda kurulmuştu kamp; kayaların dibinde küçük ateşler yakılmıştı. Bazıları uzanmış yatıyorlardı; bazıları da şafağın ilk ışıkları altında kımıldanan belli belirsiz karartılar halinde dolaşıyor, abdest alıyor, su taşıyor, yemek hazırlıyor ya da ötede beride ağaçlara bağlı atların bakımıyla uğraşıyor, kamp hayatının günlük işlerini yoluna koyuyorlardı. Hemen hepsinin üzerinde eski giysiler vardı; ne o zaman, ne de daha sonra, mücahidler arasında yamasız, kadidi çıkmamış bir card ya da bornoz giyen birini görmedim. İçlerinden çoğu şurasında burasında sargı taşıyordu; bu onların yakınlarda düşmanla karşılaştıklarını gösteriyordu...
Seydi Ömer'le iki gece bir gündüz boyunca mücahidlerle hangi yollardan işe yarar ve düzenli bir yardımın ulaştırılabileceğini görüştük (Bu arada kampın yeri değişmişti) . Hâlen Mısır'dan yetersiz bir yardım geliyordu... Seydi Ömerle, erzak nakil yolu için en uygun alternatifin benim geldiğim yol olduğu ve Mısır vahaları Bahriyya, Farafya ve Siva'da gizli depoların oluşturulması gerektiği konusunda görüş birliğine vardık. Fakat o bu plânın bile İtalyanların gözünden uzun süre saklanabileceğinden emin değildi.
(Seydi Ömer haklıydı. Birkaç ay sonra bu yolla gönderilen bir yardım kervanı Cağbub'la Calu arasında İtalyan saldırısına uğradı. Bunun üzerine İtalyanlar Bir-Tarfavi'de, iki vahanın ortasında müstahkem bir karakol kurup bölgeye devriye birlikleri gönderdiler. Böylece, bu yoldan ikmâl sağlamak, artık son derece tehlikeli bir hâl aldı.)
Yapacak birşey kalmamıştı. Batı'ya doğru katettiğimiz uzun ve yorucu yolu izleyerek geri dönmeyi pek gözüme kestiremediğim için, Seydi Ömer'e izlenebilecek daha kısa bir yolun olup olmadığını sordum. Vardı, ama tehlikeliydi... Zeyd ile ben, bir daha hiç görüşmemek üzere Ömer Muhtar'la vedalaştık. Ömer Muhtar, sekiz aya varmadı, son kurşununa kadar savaşarak İtalyanlar'a esir düştü ve asılarak şehid edildi.
Hâdiseyi Seyyid Muhammed ez-Zuvay ve diğer bazı kaynaklar şöyle anlatıyor: 'Onun asılmasını emreden General Graziani'ydi. Seydi Ömer ve yanındaki bazı mücahîdler, Resulullah'ın (sas) sahabelerinden Seydi Rafi Hazretleri’nin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içerisindeydiler. İtalyanlar her nasılsa onların varlığından haberdâr oldu, ve 11 Eylül 1931 günü vâdiyi her taraftan çok sayıda kuvvetle kuşattı. Sayıları elli kadar olan mücahidler sonuna kadar çarpıştılar, öyle ki, sonunda sadece Ömer Muhtar ve birkaç mücahid sağ kaldı. Son anda Ömer Muhtar'ın atı vurulup yıkıldı; ama Ömer Muhtar kendini toparlayıp ateşe devam etti, tâ ki elinden yaralanıncaya kadar. Fakat bu da onu yıldırmadı, tüfeği öteki eline alıp cephanesi bitinceye kadar ateşi sürdürdü. Artık yapacak birşeyi kalmayınca İtalyanlar üzerine çullanıp esir aldılar. Önce Ömer Muhtar olduğunu anlayamadılar. Ancak kimliğini açıklayınca, elini kolunu bağlayarak önce Sûse'ye, ertesi gün bir destroyerle Bingazi'ye 60 km mesafedeki es-Sulûk'a götürüp hapsettiler. Haber Trablus ve Roma'ya hemen bildirildi ve her yere duyuruldu. Derhal göstermelik bir mahkeme düzenlenerek idam edilmesine dair emir verildi. Dört gün sonra sûreta yargılanacağı mahkemeden önce İtalya'nın Libya Genel Kumandanı Graziani'nin önüne çıkardılar. Aralarında şu muhavere geçti:
- Neden böyle şiddetle İtalyan hükümeti ve ordusuna karşı durmadan savaştın?
- Dinim ve vatanım için.
- Peki varmak istediğin hedef ne idi?
- Sadece sizi topraklarımdan kovmaktı hedefim. Zîrâ siz gasbedici bir kuvvetsiniz. Savaşa gelince, böyle durumlarda yani ülkemiz işgal edilince bu bizim için farzdır. Zafer ise Allah'ın elinde olan bir şey...
- Sen Senusilik için mi savaşıyorsun?
- Sen böyle düşünebilirsin. Ancak ben size karşı sadece dinim ve vatanım için savaşıyorum. Yoksa, mesele zannettiğin gibi basit değil.
- Sen kaç gün içinde mücahidlere seslenip de savaştan vazgeçerek silâhlarını teslim edip bize boyun eğmelerini sağlayabilirsin?
- Bu hususta birşey yapmama imkân yoktur. Biz daha evvel, kanımızın son damlasına kadar savaşacağımıza ve son ferdimize kadar silâhı elden bırakmayacağımıza yemin ettik. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, ben size esir düşerken silâhımı bırakarak teslim olmuş değilim. Beni siz zorla yakalayıp esir ettiniz.
bölüm 3
Graziani ona son olarak şöyle sordu: 'Ne dersin, İtalyan Hükümeti, büyük alicenaplığını takınarak senin hayatını bağışlarsa, hayatının geri kalan yıllarını huzur ve barış içinde geçireceğine söz verebilir misin? ' Ömer Muhtar bu soruya şöyle cevap verdi: 'Vallahi, sizler memleketimden çekip gidinceye kadar seninle ve senin güruhunla savaşmaktan bir an bile vazgeçmeyeceğim. Bu uğurda ölümse akıbet, hoş geldi safa geldi... Ve insanın kalbindekini bilen Cenab-ı Hakk'a yemin ederim ki, şu anda ellerim bağlı olmasaydı, bu yaşlı ve bitkin halimle bile, çıplak ellerimle seninle boğuşmakta bir an bile tereddüt etmezdim.' Bunun üzerine Graziani bir kahkaha attı ve Seydi Ömer'in 15 Eylül 1931'de Sulûk çarşısında asılmasını emretti. Dediği gibi de yaptılar. Binlerce kadın erkek Müslümanı hapsedildikleri kamplardan getirterek, liderlerinin asılmasını seyretmek zorunda bıraktılar...' Kurşuna dizmek, düşman da olsa o kişinin asaletini teslim etmek mânâsına geldiğinden, buna yanaşmayan Graziani âdi suçlulara uygulanan darağacında idamı reva görmüştü ona. Fakat esas hükmü tarih verecekti.
Ömer Muhtar ve arkadaşları, işgale uğramış vatanlarını, namuslarını ve nesillerini kurtarma mücadelesi verdiler. Saygısız ve saldırgan bir güruha karşı, imtihan dünyasında imanlarının gereğini yerine getirip, ellerinde kalan tek emanet durumundaki canlarıyla mücahede ettiler. Sebeplerin tükendiği anda da bir yandan Yaratıcı'ya iltica ettiler, bir yandan da mücadeleye devam. Ve sonunda severek O'na yürüdüler. Hayatın hakkını vermek bu olsa gerekti.
O tip işgallere bugün seyrek rastlanıyor. Bizler ise, işgal ve işgalciden ne anlıyorsak, bugün bunların daha sinsi, dolayısıyla daha tehlikeli olanlarıyla karşı karşıyayız. Bu yeni tip işgallerin özelliği bizlerde metafizik gerilim oluşmasına fırsat vermeyecek kadar hileli ve sinsi olması; içimizden, aramızdan, bizden gözükmesi; herşeyi mâsumane yapıyor intibaı vermesi; vatan, iman ve namus gibi değerleri alay konusu yapması; ciddiyetten rahatsızlık duyması, bize rehaveti telkin etmesi... Fakat, 'millet' olma, yani 'hür' ve 'kendi' kalabilmenin hayat kadar, hatta ondan da önemli olduğunu unutmamak için bu gibi mücadeleleri hatırlamak gerekiyor. Bugün bizim için Ömer Muhtar'ın mücadelesi, sonunun nasıl bittiği kadar, hangi şartlarda, hangi inanç ve iradeyle yürütüldüğü açısından da dikkatle üzerinde durmayı gerektiriyor. Bugün, geçmiştekine göre rahat şartlar ve geniş imkânlar altında yaşayan bizlerin metafizik gerilimimizi korumamız, ruhumuzun hayatîyeti açısından şart. 70 yaşının üstünde, yorgun, yaralı, gıdasız kalmış bedeniyle hayatını ortaya koyan Ömer Muhtar'ı ayakta tutan da imanlı ruhuydu.
Yazımızı, bir ilim, tefekkür ve dava insanının şu tesbitleriyle noktalayalım: 'İnsanlar arasında çok cüz'i şeylerle satın alınabilecek kadar ucuz olanları bulunduğu gibi, dünyalar dolusu altın ve elmaslarla satın alınamayacak kadar pahalı olanları da vardır. Milletleri yükselten de, işte bu ikinci kısımda olanlardır. Pahalı insanlar, yağmur yüklü bulutlar gibi, hep yüksek ideal ve faziletlerle yüklüdürler. Bilinsinler, bilinmesinler, onların geçtikleri yerler arkalarından yeşerir gider... Ömer Muhtar, İtalyanlara, 'Ben ölüyorum; ebedî var olacağım. Fakat siz, ölümle biteceksiniz.' diyor. Müslüman, hayatını çok pahalıya satar; fâni hayatı verir, bâki hayatı alır.'
bölüm 4
Çöl ve Zâviyeler
Bu mücahede zemininde, olabilecek birçok menfî şart biraraya gelmiştir. Coğrafya ve iklimin zorluğu, su ve gıda azlığı, sıkça yer değiştirme mecburiyeti, silâh yetersizliği, buna karşılık düşmanın silâh üstünlüğü, kitle imha silâhlarına sahip oluşu ve zâlimane tavrı (savaş hukukunu hiçe sayışı) vd. Bütün bunlar gözönüne alındığında, Ömer Muhtar ve arkadaşlarının ortaya koyduğu mücadelenin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Coğrafya ve iklim şartlarındaki zorluklarla, ayrıca bölge insanının iman ve eğitim altyapısıyla ilgili olarak, 1890'lardan 1908'e kadar o bölgede kalan ve Senusîleri yakından tanıyan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi önemli tespitlerde bulunur; sahildeki Trablus'tan çölün içlerine, Fîzan'a gidecek bir yolcunun 30-40 gün, bir devecinin güdümündeki deveyle seyahat etmek zorunda olduğunu, yolculuğun ilk haftasından sonra, 'serir' tâbir edilen dehşetli çöllerin başladığını, 60-70 dereceyi bulan hararetin seyyahı ve deveciyi canından bezdirdiğini belirtir: 'Her tarafta kasvet saçan, kirli sarı bir renk; hayattan hiçbir eser yok... Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamaya başlar. Mânâsız bir yeis idrakini kaplar. Ateşler içindeki boğazını, gar-gar testisindeki ılık suyla söndürmeye çalışır. Hayvanların en gayretlisi olan, kanının son damlasına kadar insanların hizmetinden feragat etmeyen devenin adımları seyrekleşir... Deveci bir lokma ekmek için dûçar olduğu mihnet ve meşakkati bir inleyiş içinde Rabb-i Rahîm'e arzeder... Mübarek hayvan bu azabgâhta yalnız olmadığını, sahibinin de aynı meşakkatlere mâruz kaldığını pek güzel anlar. Mânâ maddeye, ruh cesede galebe eder. Üç-beş adım daha atmaya takati kalmayan hayvanda yeni bir faaliyet, şâyân-ı hayret bir gayret görülür... Ümit ye'se, hayat memata galebe eder. Adımlar sıklaşır; hayvancağız bu mihnet denizinden, bir selâmet ve rahat limanına varabilmek için çalışmaktan başka çare kalmadığını takdir eder. Deveci okur: Develeri dövmeyiniz! / Onlar kendileri giderler. / İşte zâten yaklaştık. / Yiyecek, içecek bulacağız.
Deveci, ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin her kıtasından sonra 'hayyâ, hâ! ' gibi teşvikat sarfeder. Saatlerce daha gidilir, deveci de teselliye muhtaç bir hâle girer. Bu defa kendi mâneviyâtını takviye için kaside okur. Bitirdiğinde elini başına götürüp 'Ya Seyyidî Abdûsselâm! ' diye istimdat eder ve Nebiyy-i Zîşân'a selâm gönderir. Bu kaside, Arusîye pirlerinden Abdûsselâm el-Esmerî Feyturî Hazretleri’nindir. Mânâsı kısaca şudur: 'Müride nasihat ederim, sözümü anlamalıdır. Büyük azim sahibi olmalıdır; tâ ki kazanıp merâmına nâil olsun. Nâsın hayrete düştüğü gün (mahşerde) beni bayrağımı dikmiş bulurlar. Kuru kemikleri ihya eden Rabbim sözümün doğruluğuna şâhittir ki, yevm-i kıyamette bile mürîdimi bırakmam. Sana kötülük gelemez. 'Ya Abdûsselâm! ' diye beni çağır. Havz-ı Resûlullah'a vâsıl olduğumuzda fukaraya su veririm.' Bu ve emsali kasideler, mihnetkeşlerin elem yüklerini hafifletir, kalblerinde ümit ve tesellînin yeşermesine vesile olur.
Siyasi musîbetler ve tabiî zorluklardan pek bedbaht olan ekser-i ahali, şiddet ve belâların amansız hücumuyla zebun kaldıkça, anne kucağına iltica eden bir masum gibi, zaviyeye gider, müteselli ve metin olarak döner.'
Filibeli Ahmed Hilmi, Kuzey Afrika'da yaygın olarak Senûsîye, Arûsîye, İsevîye, Şâzelîye, Kadîriye, Tayyibîye, Ticanîye ve Rufaîye'nin görüldüğünü, tedrîsat hususunda hepsinin usulünün bir olduğunu belirtir: '5-6 yaşına vâsıl olan bir çocuk, bir tahta parçası, biraz beyaz toprak (tebeşir) , bir hokka, bir beyaz kamış kalem alıp, 'Mahzara' nâmı verilen mektebe gider. Bu mektepler zâviyelere bitişik büyücek birer odadan ibarettir. Bazı zâviyelerde ayrıca odalar bulunmaz, talebe bizim 'semaathâne' ismini verdiğimiz zikir yerinde ders okur. Çocuk muallimin yanına gider. Muallim, üzerine tebeşir sürülerek beyazlatılmış olan tahtaya Besmele'yi ve Fâtiha'nın ilk âyetini yazar ve bunu çocuğa tekrar tekrar okur... Akşam üzeri çocuklar, birer birer gelip hocanın önünde, ezberledikleri âyetleri okurlar. Âyet hıfzedildikten sonra, tahta silinir, kurutulur. Üzerine tebeşir sürülür. Hoca ondan sonraki âyeti yazar. Çocuk bu usulle Kur'ân'ı hıfzeder. Kur'ân'ın üçte birini hıfzeden çocuklar ezberleyecekleri sûreleri bizzat yazmaya muktedir olurlar... Bu usulün zarûri ve tabiî neticesi olarak, mektebi bitiren bir talebe ekseriyetle hâfız-ı Kur'ân olur. En anlayışsızı bile Kur'ân'ın yarısını ezberden okuyabilir. Usul-i tedrîs bu derece müşkül iken, oralarda okuyup yazmak bilmeyenler yüzde onu geçmez. Burası şâyân-ı hayrettir. Bu derece gayretli, bu kadar zeki bir halkın nelere muktedir olabileceğini takdir edebilen bir İslâm mütefekkiri bu halkın mahrumiyet ve rehbersizlik yüzünden dûçar olduğu sefaletleri tahattur ederek kalbinin kanadığını hisseder.
Senûsîler ehemmiyet-i mahsusalarını, yüklendikleri gayelerin büyüklüğünü takdir eder, okur, fikirlerinin merkezîliğine ehemmiyet verir, ve şahsın cemiyete fedâsını lâzım görürler... Şimal-i Afrika'nın mukadderatı, Senûsîlerle pek ziyade alâkadardır.'
Kaynaklar
- Muhammed Esed, Mekke'ye Giden Yol, İnsan Yayınları, 1998.
- Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid, Ses Yayınları, 1992.
- Ahmet Ağırakça, Ömer Muhtar, Beyan Yayınları, 1994.
Bir adam bir kadını sever
kadin adami reddeder
adam etrafi tarafindan sevilen biridir
bir gun basina talihsiz bir kaza gelir
hem kadin uzulur hem de onu sevenler
bu adam icin hazin bir sondur
ama o bunu bilmemektedir
cunku o anda büyük buluşmadadir
ve
o hazin sonu tarif edenler, bu olaya isim verenler
hâlâ hayatta olanlardır:
'Allah'ım onun için ne hazin bir son! ' derler
Her Türk Yunan buluşmasında tarihi gün oluyor. Bakalım nu mevzudaki nihai tarihi günü ne zaman göreceğiz?
I.bölüm
Her şey bir yerde bir zaman başladı. Kim nerde ve ne zaman başladığını bilmiyor. Ama eğer 2000 yıllarda bir gun seçerseniz ve seçtiğiniz günün o günle tam olarak uyuşması (26 nisan perşembe gibi) ihtimali X, ya da bir kisminin uyuşma ihtimali Y (26 perşembe) gibi ve X/Y oranı da 359/23 verilirse; bulabilirsiniz hikayelerin ne zaman başladığını. Tabii burdan da nerden başladını bulabilmek için yerle alakali da bir ihtimal verilmeli. Neyse biz hikayemize dönelim.
Hikayede yer alan şahıslar:
Zeki çocuk Şabbaz
Şabbaz'ın kızkardeşi Makbule
Çocuğun emekli berber dedesi: Hüsamettin Amca
Bakkal Hayri
Çocuğun yatalak annesi Malule
Hikayenin gectigi yer Adıgüzeller Mahallesi
O sabah erkenden kalktı Şabbaz. Okulun ilk günüydü ve bir an önce okula gitmek istiyordu. Aşağıya indi, annesine baktı, annesi hâlâ uyuyordu. Zavallı kadın o meşum kazadan beri yatağa mahlum kalmıştı. Tüm işlerini küçük kızı Makbule görüyordu. Zavallı yavrucak için çok zor oluyordu; ama o hiç ses çıkartmıyordu. Küçük yaşına rağmen ne olup bittiğini anlar gibiydi.
Şabbaz elini yüzünü yıkadıktan sonra karnındaki gurultuyu kesmek için teldolaptan(bozulmayacak yiyeceklerin konduğu saklama yeri) bir şeyler alıp atıştırdıktan sonra yola koyuldu.
Hava güzeldi, eylül ayının tüm sadeliği yazın kavuran sıcaklarını unutturmak, zihinlerden silmek için elinden geleni yapıyordu. Şabbaz okula giderken kendisi gibi üzerinde siyah önlükleri olan çocukları gördü. Ama bu çocuklar onun gibi tek başlarına gitmiyorlardı okula. Kimisinin yanında babası, kimisinin yanında annesi, kimisinin de hem annesi hem babası vardı. Onlar şanslı olamalıydılar. Şabbaz'ın zihnine bir soru takildi. 'Acaba küçük bir mahallede, okulun ilk gününde okula yeni başlayanlar arasında hem annesi hem de babası tarafında okula götürülmem ihtimali ne? ' Bilmiyordu bu sorunun cevabını. Hem ne gerek vardı?
Okula yaklaştıkça siyahlıların sayısı artıyor, çocukların yüzleirndeki ifade korkuya meylediyordu. Ne de olsa burası hepsine yabancı bir yerdi. Senelerce evlerinde kalmışlar, okul denen yerin yakınından bile geçmemişler. Sadece bazenönlükler içinde ablalarını ve abilerini görmüşler, 'Neden böyle giyiniyolar? ' diye merak etmişlerdi. Daha şanslıları; ki bunlar abileri ya da ablaları olanlardı. Onların kardeşleri bu siyah önlük içinde haftanın beş günü okul denen yere neden gittiklerini merak etmiyorlardı. Cevabı basitti: Adam olmak için.
Şabbaz kalabalığını arasına daldı, kendine bir yer buldu. Bazı çocukların ağlama seslerini duyuyordu. 'Ne korkaklar! Ne var ki bunda! Amma çok insan var burda da. Acaba kaç kişi var? Ya da kaç tane kız var ya da kaç tane oğlan? İŞte biri çıktı...' O bunları düşünürken müdür muavini çıkmış aileleri ve yeni gelenleri selamla karşılıyordu.
'Ne çirkin bir adam bu böyle! Göbeği de kocaman.' Muavin yeni gelenlere seslendikten ve onları biraz olsun yatıştırdıktan sonra sırayla isimlerin okunacağını ve ismi okunanların belirtilen sınıflara gideceklerini söyledi.
İsimler okunmaya başlayıp da bazı çocuklar sınıfların yolunu tutunca ağlamaya başladılar. Anneleri babaları yanındaydı ama onlar ağlıyorlardı. Şabbaz hala bulundugu yerde kaç insan oldugunu düşünüyordu. 'Acaba nasil sayabilirim? '
Şabbaz okula gitmemişti ama saymaya biliyordu. Dedesi torununun bakkal Hayri nin yanına çırak verince, bakkal çocuğa saymayı öğretmişti.
'5 kilo, 30 lira, iki tane, buçuk, çeyrek...' Şabbaz hemencecik kavrayivermişti bunları. Bakkal Hayri Şabbazı öz evladı gibi seviyor, ona elinden geldiğince sahip çıkmaya çalışıyordu. Zaten onu okula yazdıran da oydu. Aslında onun bu kadar üstüne titremesinin sebebi vardı; ama o da başka bir hikayede.
Şabbaz kaç kişi olduğunu düşünürken onun adı söylendi; ama o kadar dalmıştı ki nasıl hesaplarıma bunu duymadı. Birkaç kez daha okundu ama o hiçbirini duymadı ve başka isme geçtiler.
Şabbaz 'buldum'dediğinde onu duyan pek insan yoktu. Çünkü çcukların ağlama sesleri, muavinin haporlerden çıkan çatlak sesi, anne babaların çocuklarını avutmak için söyledikleri; o kadar çok ses vardı ki! Bu yuzden Şabbaz ı da duyan olmadı.
'buldum, buldum be' diye hopluyordu Şabbaz!
Acaba gerçekten o kadar insanı saymak için bir yol bulabilmiş miydi?
...
! . Bölümün Sonu (Tüm haklara bana aittir biline :))