10 mahkûmu öldürmekle suçlanan jandarmalar için fotoğraftan teşhis imkânı kalmadı
28/12/2002 (197 kişi okudu)
ADNAN KESKİN (Arşivi)
ANKARA - Ankara Ulucanlar Cezaevi'ne 26 Eylül 1999'da 10 mahkûmun öldüğü operasyonla ilgili 161 jandarma hakkında açılan dava, avukatların 'teşhis skandalı' olarak gösterdikleri tartışmalı bir kararla tüm sanıkların cezasız kurtulma sürecine girildi. Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkların fotoğraflarından teşhis edilmesi işlemlerini durdurdu ve eldeki resimleri sanık görevlilere iade kararı verdi. Bu suçluların ortaya çıkarılmasını iyice güçleştiriyor. Mahkemenin oybirliğle verdiği karar, şöyle gerekçelendirildi: 'Özel giyimli kask ve miğfer takılı görevlilerin teşhis imkânının olmadığı, Ayrıca gaz bombası atılması nedeniyle de mevcut ortamın sis ve görüntüyü engeller mahiyette olduğu da nazara alındığında özel giyimli fotoğraflardan teşhisin de sıhhatli olamayacağı, Operasyonda görevli jandarma erleri gibi terhis olanların bulunduğu da nazara alındığında o şahısların o andaki fotoğraflarının tespit-ikmal ve celbinin de sağlıklı olamayacağı, Yapılacak işlemlerin bu nedenle hazırlık aşamasında yapılmadığı, mahkemede de yukarıdaki nedenlerle sıhhatli, net ve gerçek teşhis ortamı ve sonucu oluşmayacağı, bu nedenle teşhis işlemlerinden sarfı nazar edilmesine, mevcut fotoğrafların iadesiyle yeniden fotoğralar istenmesine yer olmadığı, bundan sonra gelecek fotoğrafların da yerlerine iadesine...' Ulucanlar'da dava konusu olayda ölümden kurtulan mahkûmlar için toplam 12 bin yıl hapis isteniyor.
Türkiye tarihinde üst sınıflarımız: 'tefeci-bezirgânlar' ile 'devlet sınıfları' denilen paşalar, beyler, efendiler idi. Bu iki tabakanın çocukları (Jön Türkler) , kendi çıkarları ve Allahın inâyetile III. Selim, tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet hareketlerini başardılar... Her defasında dışandan GAVUR ağır bastırdı mıydı, onlar içeriden MÜSLÜMAN silâhlı kuvvetleriyle tepki gösterdiler. Cumhuriyet çağına değin fınans-kapital, YABANCI kumpanyalar ve bankalar siperinde silâhlı kuvvetlere dayanarak Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti. Cumhuriyet çağından beri, fınans-kapital bu sefer YERLİ şirketler ve bankalar siperinde, silâhlı kuvvetlere dayanarak, Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti. Tarihsel geleneğimiz bu idi: Silâhlı kuvvetler kimin elinde ise, Türkiye onun yörüngesine girerdi. Silâhlı kuvvetler PADİŞAH'ın elinde bulunduğu sürece, Türkiye padişahlıktı. Padişah İstanbul'da gâvurlar eline esir düşüp, silâhlı kuvvetler Anadolu'da paşalar elinde kalınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, sonra cumhuriyet oldu. Çok-parti zamanı, Finans-Kapital, dış gâvurlara fazlaca güvenip silâhlı kuvvetlere yukarıdan bakınca, 27 Mayıs gecesi, silâhlı kuvvetler iktidara el koydular. Yeni anayasa yaptılar. Başka her şey vız geldi, tırıs gidiyor. Böylesine yalın kat, böylesine açık bir gidiş ve güdüş ülkesi olan Türkiye'de ne yapmalıyız? denince ne görüyoruz? Kuru 'tartışma.' Bayan Boran çıkıyor, 'Sosyalist bir sosyolog olarak' (1 Ocak 1967: Dönüşüm'de) diyor ki: 'Evet, iki aşamalı devrim teorisi, sosyalist literatürde tartışılır. Ama, her az gelişmiş ülkenin koşulları ayrı tartışılmalıdır.' Bizim şu ülkenin ayrı sayılan 'koşulları' nelerdir? Bay Kafaer kalkıyor, 'plâncı bir devletçi olarak' diyor ki: 'İşçi sınıfının devrimci niteliğine' güvenen asıl biziz. Tartışmalı olan, hâkim tezat 'proleter - sermayedar' tezadı değilken, iki aşamalı bir devrim stratejisi mi izlenecek, bir aşamalı bir devrim steatejisi mi izlenecek? Devrimci sınıf ve tabakaları harekete geçirmek için kullanılacak ana kaldıraç nedir? ' Kullanılacak 'kaldıraç' hangisidir? İki taraf da İşçi Partili. 'işçi sınıfının devrimci niteliğine' güveniyorlar. Eksik olmasınlar. Ama, 'İşçi Partisi'ne uyarmak için uyanmalı', 'Sosyalistlerarası Konferans' diye bir takım 'kaldıraçlar' teklif edilmiş. Böyle pratik işler, 'Üstâdları' hiç ilgilendirmiyor. 'Sosyalist sosyolog' Hanım: 'tarihsel bilime dayanan demokratik öncülük'; 'plâncı devletçi' Bay: 'partimiz saflarında sıklaşan işçi sınıfının eğitilip önderliği', sakızlarını çiğneşip, mevlevi dervişleri gibi 'DÖNUŞÜYORLAR.' Oysa bugün TİP'in önündeki konu: 'devrim' değil, (bir zamanki üye akını yerine) başlamış üye kaçışıdır. Bunda küçükburjuva yapımız kadar, düşünce ve davranış kıtlığımızdan gelme eğitimsizlik de rol oynuyor. Bay Aybar kitap ve dergi yasaklıyor, düşünce adına, Malatya Kongresi'nde Bayan Boran, eğitimin 'eylem' içinde olacağı bahanesiyle, eğitim karan alınmaması gerektiğini 'ispatlıyor.' Kongre ertesi, teşkilâtta her türlü eğitim çabası yasaklanıyor. Neden? Çünkü, eğitim teklifi 'eskiler'den gelmiş. Eskiler 'eylem dışı eğitım' mi öne sürmüşler? Tam tersine. Öyleyse, eskiler neden bu denli 'tü kaka? '. Çünkü... burjuvazi 'kaka! ' demiş... Kandırmak mı? Bu mantık, ne yazık ki Sabahattin Âli'yi ve Nâzım Hikmet'i yemiştir. Son pişmanlık para etmez.
Kayseri’nin Kültepe kazı alanında çıkan yazılı tabletlerde yer alan bilgiler, rüşvetin tarihinin milattan önceye dayandığını kanıtladı.
Kayseri’nin 20 kilometre doğusundaki yaklaşık 5 bin yıllık tarihi Asur ticaret kolonisi Kültepe höyüğünden çıkarılan yazılı tabletlerde, dönemin kralı İnar’ın oğlu Warşama’ya Asurlu tüccarların mallarını bölgede rahatça satabilmek için çeşitli hediyeler verdiği belgelendi. Warşama’nın aldığı hediyeler karşılığında, tüccarlara yazılı izin belgesi olduğu belirtilen tabletler vererek Anadolu’daki ilk rüşveti başlattığı ortaya çıktı. Müze Müdürü Hamdi Biçer, 1948 yılından bu yana bölgede yapılan kazılarda 7 bin 178 eser içinden çıkan pişmiş topraktan yapılmış tabletlerin bunu belgelendirdiğini söyledi.
HEDİYE KARŞILIĞI ‘İZİN’
Hamdi Biçer, Kültepe'nin en parlak döneminin Eski Tunç dönemi olduğunu ve bu dönemde ticaretle uğraşıldığını belirterek; “Höyükte Asurlu tüccarların, Asurlulara ait 9 karumda (şehirde) mallarını satabilmek için dönemin Hatti (yerli halk) kralı Warşama’ya çeşitli hediyeler verdiğinin yazıldığı tabletlerle ortaya çıktı. Hediyeler günümüzde ilk rüşvetin adı olarak tarihe geçiyor. Tüccarlar verdikleri hediyeler karşılığında kraldan yazılı izin belgesi alarak mallarını rahatça satıyordu. Bu gösteriyor ki Anadolu’daki ilk rüşvet, Kültepe’de verilmeye başlanmış.”
Git ve: kullan, ara Aşık Gülabi (1950) Türk, halk ozanı.
Aşık Gülabi, 1 Ocak 1950 yılında Çorum'un Sungurlu ilçesinin Çayan köyünde doğdu. Gerçek adı Gültekin olmakla birlikte 1960'lı yıllarda aldığı Gülabi mahlası nedeniyle Aşık Gülabi olarak bilinir.
Aşık Gülabi, 15 yaşından sonra saz çalmaya başlamıştır. Saz bilgi ve öğrenimi çocukluk yıllarında Anadolu köylerinde yaygın olarak yerel ozanların köy köy gezip köy odalarında dinletiler verdiği döneme denk gelir. Gülabi'de Çayan köyüne gelip köy odalarında saz çalan aşıklara ilgi duymuş ve saza başlamıştır.
Aşık Gülabi, halen İstanbul’da yerleşik ve tekstil ticareti ile uğraşmaktadır. Aşık Gülabinin Yiğeni Ali Gültekin Bakırköy Lisesi 10 TM-B Sınıfında Mehmet Ali Tayfur İle Birlikte Öğrenim Görmektedir..
Yapıtları [değiştir]Aşık Gülabi'nin yapıtlarından çoğu daha önceki yıllarda (1965 -1985) 45'lik plak olarak çıkmış olmakla birlikte aşağıda yer alanlar ise albüm olarak yapımcı şirketler tarafından çıkarıldığı yıl ve isimlere göre dizinlenmiştir.
2002 - Ölümsüz Ozanlar Serisi 3 2001 - İnsanlık Mektebi 2001 - Kalem Seni Kırarım - 2 2000 - Kalem Seni Kırarım 2000 - Dergah 2 1998 - Ali'yi Severiz Aleviyiz Biz - Dergah 4 1999 - Dergah 6 1999 - Gelin Canlar Bir Olalım - Dergah 8 1999 - Yol Muhammed Alinindir - Dergah 7 1999 - 12 İmam Aşkına - Dergah 9 1999 - Kızılbaş Ne Demek? - Degah 3 1999 - Medet 1998 - Durdum Ali Darına - Dergah 5 1998 - Orjinal Kızıldere 1998 - Gençliğimi Çaldı Yıllar 1998 - Sivas - Madımak 1999 - Uyan Kardeş 1998 - Yeter Felek 1998 - Yıkılsın Gurbet
DÖN GEL BİRTANEM
güneşe, yıldızlara sorar seni ararım yağmura, bulutlara sorar seni ararım yorgunum aramaktan, gördüğüme sormaktan dön gel birtanem dön gel
asırlık şu çınara su içtiğim pınara havadaki turnaya sorar seni ararım ağaçlar çiçek açtı, ayrılanlar kavuştu dön gel birtanem dön gel
şehirde varoşlara, caddeye sokaklara mecnun misali sana sorar seni ararım gözlerim yaşla doldu, sen yine de gelmedin dön gel birtanem dön gel
gülabi'yi gurbette ağlattın hasretinle nerdesin şimdi nerde sorar seni ararım dön gel birtanem dön gel, nedir ki sana engel dön gel birtanem dön gel
Babailer Ayaklanması, 1239 yılında Anadolu Selçuklu devletine karşı dinsel yönü olmakla birlikte siyasal ve toplumsal yanları ağır basan bir Türkmen ayaklanmasıdır. Kentlerdeki Sünni halka dayalı bir devlet örgütü kuran Anadolu Selçukluları sınırlarda ve kırsal bölgelerde yaşayan Türkmenleri giderek dışladılar. Kentleşmenin önem kazanmasıyla kırsalda yaşayan insanların ekonomik durumu başta olmak üzere toplumsal yönden farklılıklar iyice belirginleşmeye başladı. O yıllardaki Moğol istilası yüzünden Horasan bölgesinde yaşayanlar Anadolu’ya göç etmişlerdi. Anadolu Selçuklu devleti bu yeni gelen göçmenlerden rahatsız olmuş daha batıya geçmelerine engel olmuştu. Anadolu’daki yerli halk ve daha önce buraya gelen göçmenlerle güç birliği yaparak yeni gelen Türkmenlerle ellerindeki otlak arazileri paylaşmak istemediler. Böylece son gelen Türkmenler Güneydoğu Anadolu’da sıkışıp kaldılar ve yığılmaya başladılar. Geçim kaynakları olan hayvancılık için, yeterli otlak bulamadılar ve yoksulluk içine düştüler. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Selçuklu devleti tarafsız davranmadı. Anlaşmazlık çıkmasının sebeplerinden birisi de, kent kültürüne gaçmiş olanların göçebe gelenekleri sürdüren çoğunluğu aşağılamaları, onları kendi toplumundan ve devletlerinden kültürel olarak da dıştalamalarıydı. Bunun sonucu göçerler Selçuklu devletine vergi vermemeye ve buyruklarını dinlememeye başladılar. Topraklara sahip çıkan yerleşik Türkmenler ve yerli halklarla aralarında yer yer çatışmalar yaşandı. Selçuklu Devleti yerli göçmenlerden yani daha önce burayı yurt yapmış olan Türkmenlerden yana tavır koyuyor onları destekliyor diğerlerini cezalandırıyordu. Ve bunun yanı sıra Selçuklu sultani II. Gıyasettin Keyhüsrev’in halkı ezen adaletsiz yönetimi, haksızlığa uğramış yoksul Türkmenleri devlete karşı isyan ettiriyordu. Baba İlyas, doğrudan doğruya bu sömürü sisteminin yıkılmasına yönelen bu hareketi örgütlemek ve yeni bir toplum kurulması fikrini topluma yaymak üzere halifeler görevlendirerek Türkmenler arasında bir ayaklanma örgütlemeye başladı. Ekonomik ve toplumsal açıdan olduğu kadar dinsel inançları bakımından da kentlilerden ayrılan Türkmenlerin İslamlığı, kentlerin Sünni İslamlığından farklı, Türklerin eski şaman geleneklerinin, tasavvuf biçimine girmiş Şiiliğin, bazı yerel inançların etkisini taşıyan bir İslamlıktı. Kırsal kesimde dinsel yaşamın düzenleyicileri, kentlerdeki Sünni ulemadan çok farklı, eski Türk Şamanlarının İslamlaşmış bir devamından başka bir şey olmayan Türkmen babalarıydı. Öte yandan iktisadi güçlükler ve Moğol istilalarının yoğunlaşması Türkmenler ile Selçuklu yöneticileri arasındaki çelişkiyi derinleştirmiş, onları devlete karşı asi bir öğe durumuna getirmişti. Bu ortamda Amasya’nın Çat Köyü’ne yerleşen yarı Türk şamanı, yarı İslam şeyhi Baba İlyas, dinden ve adaletten ayrılmakla suçladığı Selçuklu yöneticilerine karşı propagandaya başladı. Daha sonra da II. Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı açıktan açığa savaş ilan etti. Kısa sürede Baba İlyas’ın etrafında toplananların sayısı giderek arttı. Yönetimine karşı bir ayaklanma hazırlandığından haberdar olan II. Gıyasettin Keyhüsrev, askerlerini 1239’da ansızın Baba İlyas’ın üzerine saldırttı ve ayaklanmanın başlamasına sebep oldu. Baba İlyas, Urfa Harran bölgesindeki Harzemşahları da Selçuklu Sultanı’na karşı savaşa çağırdı. Diğer taraftan da Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’ın öncülüğünde harekete geçen Türkmenler, Sümeysat (Samsat) , Kahta, Adıyaman bölgesinde ayaklandılar. Üzerlerine gönderilen Malatya Subaşı’sı Muzafferettin Alişir’i iki kez yendiler, ardından Sivas’a yürüdüler. Sivas’ı yağmaladılar. Burada, soyluları kılıçtan geçirip, mallarını halka dağıttılar. Sonra kendilerine katılan göçebe Türkmenler ile sayıları daha da artmış olarak Baba İlyas’a kavuşmak üzere Tokat ve Amasya’ya doğru ilerlediler. Telaşa kapılarak korkan II. Gıyasettin Keyhüsrev, Beyşehir Gölü üzerindeki Kubadabad Adası’na çekildi. Ünlü komutanlarından Mubarizettin Armağanşah’ı Amasya Subaşı’sı atayarak ayaklanmayı bastırmakla görevlendirdi. Türkmenler’den önce Amasya’ya varan Armağanşah, Baba İlyas’ı yakalayarak kale burcuna astı. Halkın kendisine atfettiği ölümsüzlük efsanesini yıkmak üzere bütün cesedi parçalanarak doğrandı. Baba İlyas’ın ölümsüzlüğüne inanan Türkmenler, Amasya’ya ulaştıklarında kente saldırdılar ve Armağanşah’ı öldürdükten sonra, Konya’ya doğru yürüdüler. Bunun üzerine Sultan, Moğollar’a karşı Erzurum ucunda bekleyen ordusunu harekete geçirdi. Selçuklu hizmetindeki Frank ve Gürcü birlikleri de orduya katıldı. Selçuklu ordusu, Baba İshak önderliğindeki Türkmenler ile Kırşehir’in Malya ovasında karşılaştı. Baba İlyas’ın dinsel gücünden ürken İslam askeri savaşmaktan çekindiği için, ilk olarak Hıristiyan askerleri savaşa sürüldü. Hıristiyan öncüler Türkmenlerin ilk hücumunu püskürtünce cesaretlenen İslam askeri de savaşa girdi. Baba İshak bu savaşta öldürüldü (1240) . Babai’lerin büyük çoğunluğunun kılıçtan geçirilmesiyle ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılarak sona erdi. Babailer Ayaklanması, azınlığın üretici çoğunluk üzerindeki egemenliğine karşı ilk belirgin ideolojik ve toplumsal tepki olarak Anadolu halklarının belleğine yerleşti. Ayaklanmanın Babailer olarak adlandırılmasının sebebi, Baba İshak ve Baba İlyas’ın dinsel önderliğinin ifadesinden dolayıdır. Şamanlar da dervişlere “baba”, “ata” ya da “dede” derlerdi. Türkmenler de islamiyete geçmelerine rağmen bu geleneklerini korumuşlardır. Yesevi tarikatına bağlı ve bu düşünceye göre yetişmiş olan Baba İlyas, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir derviştir. Tanrı sevgisinin dinin katı kurallarıyla şekillenemeyeceğini, İnsanın ancak kendi gönlünce bu aşkı bu sevgiyi yaratabileceğini söylüyordu. Baba İlyas’ın inancına göre toplumda kadın erkek ayrımı yoktu. Bunların eşit olduğu toplum bir bütündü. Fakat Anadolu’daki Selçuklular ve onların egemenliğindeki beyliklerin düzeninde, güçlüler yeryüzünü kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece kendi lehlerine eşitliği ortadan kaldırmışlardı. Baba İlyas bu düzene karşı çıkarken, bütün insanların eşit, kardeşçe ve elbirliği ile üreterek barış içinde yaşamalarını savunmuştu. Bu uğurda mücadele edip tarihte onurlu bir yer kazanan Baba İlyas ve Baba İshak’ın karşısında, Keyhüsrevlerin adı bile anılmamaktadır.
GENÇLERİN VE ÇOCUKLARIN KATİLLERİNİ KORUMASINLAR! ! ! ...
O KÖRPECİK BEDENLER NASIL DAYANIRDI ACIYA YANGINA,İSE DUMANA EVET NASIL DAYANIRDI O DUMANA BU KÖRPE CİĞERLER YAKANLAR ACABA İNSANLIKLARINI,MÜSLÜMAN'LIKLARINI KORUDUMU. KÜÇÜCÜK EL BEBEK GÖZ BEBEK ÇOCUKLARIN O YUMUŞAK KEMİKLERİ NASIL DAYANSIN O SICAKTA NASIL YANMASIN. İŞTE (BU YANGIN YERİNDE) BİR ET PİŞTİ BU ETTEN KİMLER HAKKINI ALMADİKİ ARTIK ONLAR (EN-EL HAKK-A KAVUŞTULAR)
PİR SULTAN GİBİLER BİR ÖLÜR BİN DİRİLİR YANANLAR ASRA BEDEL OLDULAR
ULUCANLAR'A SİS ÇÖKÜYOR
10 mahkûmu öldürmekle suçlanan jandarmalar için fotoğraftan teşhis imkânı kalmadı
28/12/2002 (197 kişi okudu)
ADNAN KESKİN (Arşivi)
ANKARA - Ankara Ulucanlar Cezaevi'ne 26 Eylül 1999'da 10 mahkûmun öldüğü operasyonla ilgili 161 jandarma hakkında açılan dava, avukatların 'teşhis skandalı' olarak gösterdikleri tartışmalı bir kararla tüm sanıkların cezasız kurtulma sürecine girildi.
Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkların fotoğraflarından teşhis edilmesi işlemlerini durdurdu ve eldeki resimleri sanık görevlilere iade kararı verdi. Bu suçluların ortaya çıkarılmasını iyice güçleştiriyor. Mahkemenin oybirliğle verdiği karar, şöyle gerekçelendirildi:
'Özel giyimli kask ve miğfer takılı görevlilerin teşhis imkânının olmadığı, Ayrıca gaz bombası atılması nedeniyle de mevcut ortamın sis ve görüntüyü engeller mahiyette olduğu da nazara alındığında özel giyimli fotoğraflardan teşhisin de sıhhatli olamayacağı, Operasyonda görevli jandarma erleri gibi terhis olanların bulunduğu da nazara alındığında o şahısların o andaki fotoğraflarının tespit-ikmal ve celbinin de sağlıklı olamayacağı, Yapılacak işlemlerin bu nedenle hazırlık aşamasında yapılmadığı, mahkemede de yukarıdaki nedenlerle sıhhatli, net ve gerçek teşhis ortamı ve sonucu oluşmayacağı, bu nedenle teşhis işlemlerinden sarfı nazar edilmesine, mevcut fotoğrafların iadesiyle yeniden fotoğralar istenmesine yer olmadığı, bundan sonra gelecek fotoğrafların da yerlerine iadesine...'
Ulucanlar'da dava konusu olayda ölümden kurtulan mahkûmlar için toplam 12 bin yıl hapis isteniyor.
RADİKAL GAZETESİ
BİZANTİZM Mİ, SOSYALİZM Mİ?
7 Şubat 1967
Türkiye tarihinde üst sınıflarımız: 'tefeci-bezirgânlar' ile 'devlet sınıfları' denilen paşalar, beyler, efendiler idi. Bu iki tabakanın çocukları (Jön Türkler) , kendi çıkarları ve Allahın inâyetile III. Selim, tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet hareketlerini başardılar... Her defasında dışandan GAVUR ağır bastırdı mıydı, onlar içeriden MÜSLÜMAN silâhlı kuvvetleriyle tepki gösterdiler.
Cumhuriyet çağına değin fınans-kapital, YABANCI kumpanyalar ve bankalar siperinde silâhlı kuvvetlere dayanarak Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
Cumhuriyet çağından beri, fınans-kapital bu sefer YERLİ şirketler ve bankalar siperinde, silâhlı kuvvetlere dayanarak, Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
Tarihsel geleneğimiz bu idi: Silâhlı kuvvetler kimin elinde ise, Türkiye onun yörüngesine girerdi. Silâhlı kuvvetler PADİŞAH'ın elinde bulunduğu sürece, Türkiye padişahlıktı. Padişah İstanbul'da gâvurlar eline esir düşüp, silâhlı kuvvetler Anadolu'da paşalar elinde kalınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, sonra cumhuriyet oldu. Çok-parti zamanı, Finans-Kapital, dış gâvurlara fazlaca güvenip silâhlı kuvvetlere yukarıdan bakınca, 27 Mayıs gecesi, silâhlı kuvvetler iktidara el koydular. Yeni anayasa yaptılar. Başka her şey vız geldi, tırıs gidiyor.
Böylesine yalın kat, böylesine açık bir gidiş ve güdüş ülkesi olan Türkiye'de ne yapmalıyız? denince ne görüyoruz? Kuru 'tartışma.'
Bayan Boran çıkıyor, 'Sosyalist bir sosyolog olarak' (1 Ocak 1967: Dönüşüm'de) diyor ki: 'Evet, iki aşamalı devrim teorisi, sosyalist literatürde tartışılır. Ama, her az gelişmiş ülkenin koşulları ayrı tartışılmalıdır.'
Bizim şu ülkenin ayrı sayılan 'koşulları' nelerdir?
Bay Kafaer kalkıyor, 'plâncı bir devletçi olarak' diyor ki: 'İşçi sınıfının devrimci niteliğine' güvenen asıl biziz. Tartışmalı olan, hâkim tezat 'proleter - sermayedar' tezadı değilken, iki aşamalı bir devrim stratejisi mi izlenecek, bir aşamalı bir devrim steatejisi mi izlenecek? Devrimci sınıf ve tabakaları harekete geçirmek için kullanılacak ana kaldıraç nedir? ' Kullanılacak 'kaldıraç' hangisidir?
İki taraf da İşçi Partili. 'işçi sınıfının devrimci niteliğine' güveniyorlar. Eksik olmasınlar. Ama, 'İşçi Partisi'ne uyarmak için uyanmalı', 'Sosyalistlerarası Konferans' diye bir takım 'kaldıraçlar' teklif edilmiş. Böyle pratik işler, 'Üstâdları' hiç ilgilendirmiyor.
'Sosyalist sosyolog' Hanım: 'tarihsel bilime dayanan demokratik öncülük'; 'plâncı devletçi' Bay: 'partimiz saflarında sıklaşan işçi sınıfının eğitilip önderliği', sakızlarını çiğneşip, mevlevi dervişleri gibi 'DÖNUŞÜYORLAR.'
Oysa bugün TİP'in önündeki konu: 'devrim' değil, (bir zamanki üye akını yerine) başlamış üye kaçışıdır. Bunda küçükburjuva yapımız kadar, düşünce ve davranış kıtlığımızdan gelme eğitimsizlik de rol oynuyor. Bay Aybar kitap ve dergi yasaklıyor, düşünce adına, Malatya Kongresi'nde Bayan Boran, eğitimin 'eylem' içinde olacağı bahanesiyle, eğitim karan alınmaması gerektiğini 'ispatlıyor.' Kongre ertesi, teşkilâtta her türlü eğitim çabası yasaklanıyor. Neden?
Çünkü, eğitim teklifi 'eskiler'den gelmiş. Eskiler 'eylem dışı eğitım' mi öne sürmüşler? Tam tersine. Öyleyse, eskiler neden bu denli 'tü kaka? '. Çünkü... burjuvazi 'kaka! ' demiş... Kandırmak mı? Bu mantık, ne yazık ki Sabahattin Âli'yi ve Nâzım Hikmet'i yemiştir. Son pişmanlık para etmez.
SOSYALİST GAZETE YAZILARI
MEHMET EMMİ
bir çift öküz yeter mi?
ahha memmet emmi
böyle baca tüter mi?
dehha memmet emmi
çoluk çocuk uyumaz
ahha memmet emmi
aç insanlar yatar mı?
dehha memmet emmi
bu tarla susuz tarla
ahha memmet emmi
daha zorla ha zorla
dehha memmet emmi
ilçeye yolculuk var
ahha memmet emmi
yak tütünü sigara
dehha memmet emmi
on çocuk arpa yiyor
ahha memmet emmi
beyler buna ne diyor
dehha memmet emmi
sen sıcaktan yanarken
ahha memmet emmi
gölgedeki bilmiyor
dehha memmet emmi
ahha memmet emmi
dehha memmet emmi
ZAM'A DOYAMIYORUZ BAŞBAKANA BİR DEĞİL ON ÇİFT ÖKÜZ LAZIM
RÜŞVET ALTI BİN YILDIR VARMIŞ
Kayseri’nin Kültepe kazı alanında çıkan yazılı tabletlerde yer alan bilgiler, rüşvetin tarihinin milattan önceye dayandığını kanıtladı.
Kayseri’nin 20 kilometre doğusundaki yaklaşık 5 bin yıllık tarihi Asur ticaret kolonisi Kültepe höyüğünden çıkarılan yazılı tabletlerde, dönemin kralı İnar’ın oğlu Warşama’ya Asurlu tüccarların mallarını bölgede rahatça satabilmek için çeşitli hediyeler verdiği belgelendi. Warşama’nın aldığı hediyeler karşılığında, tüccarlara yazılı izin belgesi olduğu belirtilen tabletler vererek Anadolu’daki ilk rüşveti başlattığı ortaya çıktı. Müze Müdürü Hamdi Biçer, 1948 yılından bu yana bölgede yapılan kazılarda 7 bin 178 eser içinden çıkan pişmiş topraktan yapılmış tabletlerin bunu belgelendirdiğini söyledi.
HEDİYE KARŞILIĞI ‘İZİN’
Hamdi Biçer, Kültepe'nin en parlak döneminin Eski Tunç dönemi olduğunu ve bu dönemde ticaretle uğraşıldığını belirterek; “Höyükte Asurlu tüccarların, Asurlulara ait 9 karumda (şehirde) mallarını satabilmek için dönemin Hatti (yerli halk) kralı Warşama’ya çeşitli hediyeler verdiğinin yazıldığı tabletlerle ortaya çıktı. Hediyeler günümüzde ilk rüşvetin adı olarak tarihe geçiyor. Tüccarlar verdikleri hediyeler karşılığında kraldan yazılı izin belgesi alarak mallarını rahatça satıyordu. Bu gösteriyor ki Anadolu’daki ilk rüşvet, Kültepe’de verilmeye başlanmış.”
WWW.BİRGUN.NET GAZETE
YUH YUH
uzaktan yakından yuh çekme bana
sana senin gibi baktım ise yuh
efendi görünüp bütün insana
hak'kın kullarını yıktım ise yuh
ben hoca değilim muska yazmadım
ben hacı değilim arap gezmedim
kuvvetliyi sevip sevip zayıf ezmedim
namussuza boyun büktüm ise yuh
ne demek efendim bey ve amele
fakir soymak yakışır mı kemale
rüşveti hak bilip her dakka hile
yapıp yapıp kafa çektim ise yuh
bu kadar milletin hakkın alanlar
onları kandırıp zevke dalanlar
diplomayla olmaz hakim olanlar
suçsuzun başına çöktüm ise yuh
mahzuni'yim benden başlar asalet
asillere paydos 'bey'e nihayet
şu insanlık derde girerse şayet
'o'na yar olmaktan bıktım ise yuh
yuh yuh, yuh yuh soyanlara
soyup kaçıp doyanlara
insana kıyanlara
yuh nefsine uyanlara
yuh.
YUH OLSUN ÇOCUK KATİLLERİNE İNSANIM DİYE ORTADA DOLAŞIYORLAR HAYVAN'DAN BİLE AŞAĞILAR BUNU YAPANLAR
AŞIK GÜLABİ
Git ve: kullan, ara
Aşık Gülabi (1950) Türk, halk ozanı.
Aşık Gülabi, 1 Ocak 1950 yılında Çorum'un Sungurlu ilçesinin Çayan köyünde doğdu. Gerçek adı Gültekin olmakla birlikte 1960'lı yıllarda aldığı Gülabi mahlası
nedeniyle Aşık Gülabi olarak bilinir.
Aşık Gülabi, 15 yaşından sonra saz çalmaya başlamıştır. Saz bilgi ve öğrenimi çocukluk yıllarında Anadolu köylerinde yaygın olarak yerel ozanların köy köy gezip köy odalarında dinletiler verdiği döneme denk gelir. Gülabi'de Çayan köyüne gelip köy odalarında saz çalan aşıklara ilgi duymuş ve saza başlamıştır.
Aşık Gülabi, halen İstanbul’da yerleşik ve tekstil ticareti ile uğraşmaktadır. Aşık Gülabinin Yiğeni Ali Gültekin Bakırköy Lisesi 10 TM-B Sınıfında Mehmet Ali Tayfur İle Birlikte Öğrenim Görmektedir..
Yapıtları [değiştir]Aşık Gülabi'nin yapıtlarından çoğu daha önceki yıllarda (1965 -1985) 45'lik plak olarak çıkmış olmakla birlikte aşağıda yer alanlar ise albüm olarak yapımcı şirketler tarafından çıkarıldığı yıl ve isimlere göre dizinlenmiştir.
2002 - Ölümsüz Ozanlar Serisi 3
2001 - İnsanlık Mektebi
2001 - Kalem Seni Kırarım - 2
2000 - Kalem Seni Kırarım
2000 - Dergah 2
1998 - Ali'yi Severiz Aleviyiz Biz - Dergah 4
1999 - Dergah 6
1999 - Gelin Canlar Bir Olalım - Dergah 8
1999 - Yol Muhammed Alinindir - Dergah 7
1999 - 12 İmam Aşkına - Dergah 9
1999 - Kızılbaş Ne Demek? - Degah 3
1999 - Medet
1998 - Durdum Ali Darına - Dergah 5
1998 - Orjinal Kızıldere
1998 - Gençliğimi Çaldı Yıllar
1998 - Sivas - Madımak
1999 - Uyan Kardeş
1998 - Yeter Felek
1998 - Yıkılsın Gurbet
DÖN GEL BİRTANEM
güneşe, yıldızlara sorar seni ararım
yağmura, bulutlara sorar seni ararım
yorgunum aramaktan, gördüğüme sormaktan
dön gel birtanem dön gel
asırlık şu çınara su içtiğim pınara
havadaki turnaya sorar seni ararım
ağaçlar çiçek açtı, ayrılanlar kavuştu
dön gel birtanem dön gel
şehirde varoşlara, caddeye sokaklara
mecnun misali sana sorar seni ararım
gözlerim yaşla doldu, sen yine de gelmedin
dön gel birtanem dön gel
gülabi'yi gurbette ağlattın hasretinle
nerdesin şimdi nerde sorar seni ararım
dön gel birtanem dön gel, nedir ki sana engel
dön gel birtanem dön gel
ZULME KARŞI ANADOLU'DA YÜKSELEN BİR DİRENİŞ
BABAİ AYAKLANMASI
Babailer Ayaklanması, 1239 yılında Anadolu Selçuklu devletine karşı dinsel yönü olmakla birlikte siyasal ve toplumsal yanları ağır basan bir Türkmen ayaklanmasıdır. Kentlerdeki Sünni halka dayalı bir devlet örgütü kuran Anadolu Selçukluları sınırlarda ve kırsal bölgelerde yaşayan Türkmenleri giderek dışladılar.
Kentleşmenin önem kazanmasıyla kırsalda yaşayan insanların ekonomik durumu başta olmak üzere toplumsal yönden farklılıklar iyice belirginleşmeye başladı. O yıllardaki Moğol istilası yüzünden Horasan bölgesinde yaşayanlar Anadolu’ya göç etmişlerdi. Anadolu Selçuklu devleti bu yeni gelen göçmenlerden rahatsız olmuş daha batıya geçmelerine engel olmuştu. Anadolu’daki yerli halk ve daha önce buraya gelen göçmenlerle güç birliği yaparak yeni gelen Türkmenlerle ellerindeki otlak arazileri paylaşmak istemediler. Böylece son gelen Türkmenler Güneydoğu Anadolu’da sıkışıp kaldılar ve yığılmaya başladılar.
Geçim kaynakları olan hayvancılık için, yeterli otlak bulamadılar ve yoksulluk içine düştüler. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Selçuklu devleti tarafsız davranmadı.
Anlaşmazlık çıkmasının sebeplerinden birisi de, kent kültürüne gaçmiş olanların göçebe gelenekleri sürdüren çoğunluğu aşağılamaları, onları kendi toplumundan ve devletlerinden kültürel olarak da dıştalamalarıydı. Bunun sonucu göçerler Selçuklu devletine vergi vermemeye ve buyruklarını dinlememeye başladılar. Topraklara sahip çıkan yerleşik Türkmenler ve yerli halklarla aralarında yer yer çatışmalar yaşandı. Selçuklu Devleti yerli göçmenlerden yani daha önce burayı yurt yapmış olan Türkmenlerden yana tavır koyuyor onları destekliyor diğerlerini cezalandırıyordu. Ve bunun yanı sıra Selçuklu sultani II. Gıyasettin Keyhüsrev’in halkı ezen adaletsiz yönetimi, haksızlığa uğramış yoksul Türkmenleri devlete karşı isyan ettiriyordu. Baba İlyas, doğrudan doğruya bu sömürü sisteminin yıkılmasına yönelen bu hareketi örgütlemek ve yeni bir toplum kurulması fikrini topluma yaymak üzere halifeler görevlendirerek Türkmenler arasında bir ayaklanma örgütlemeye başladı.
Ekonomik ve toplumsal açıdan olduğu kadar dinsel inançları bakımından da kentlilerden ayrılan Türkmenlerin İslamlığı, kentlerin Sünni İslamlığından farklı, Türklerin eski şaman geleneklerinin, tasavvuf biçimine girmiş Şiiliğin, bazı yerel inançların etkisini taşıyan bir İslamlıktı. Kırsal kesimde dinsel yaşamın düzenleyicileri, kentlerdeki Sünni ulemadan çok farklı, eski Türk Şamanlarının İslamlaşmış bir devamından başka bir şey olmayan Türkmen babalarıydı.
Öte yandan iktisadi güçlükler ve Moğol istilalarının yoğunlaşması Türkmenler ile Selçuklu yöneticileri arasındaki çelişkiyi derinleştirmiş, onları devlete karşı asi bir öğe durumuna getirmişti. Bu ortamda Amasya’nın Çat Köyü’ne yerleşen yarı Türk şamanı, yarı İslam şeyhi Baba İlyas, dinden ve adaletten ayrılmakla suçladığı Selçuklu yöneticilerine karşı propagandaya başladı. Daha sonra da II. Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı açıktan açığa savaş ilan etti. Kısa sürede Baba İlyas’ın etrafında toplananların sayısı giderek arttı. Yönetimine karşı bir ayaklanma hazırlandığından haberdar olan II. Gıyasettin Keyhüsrev, askerlerini 1239’da ansızın Baba İlyas’ın üzerine saldırttı ve ayaklanmanın başlamasına sebep oldu. Baba İlyas, Urfa Harran bölgesindeki Harzemşahları da Selçuklu Sultanı’na karşı savaşa çağırdı.
Diğer taraftan da Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’ın öncülüğünde harekete geçen Türkmenler, Sümeysat (Samsat) , Kahta, Adıyaman bölgesinde ayaklandılar. Üzerlerine gönderilen Malatya Subaşı’sı Muzafferettin Alişir’i iki kez yendiler, ardından Sivas’a yürüdüler. Sivas’ı yağmaladılar. Burada, soyluları kılıçtan geçirip, mallarını halka dağıttılar.
Sonra kendilerine katılan göçebe Türkmenler ile sayıları daha da artmış olarak Baba İlyas’a kavuşmak üzere Tokat ve Amasya’ya doğru ilerlediler. Telaşa kapılarak korkan II. Gıyasettin Keyhüsrev, Beyşehir Gölü üzerindeki Kubadabad Adası’na çekildi. Ünlü komutanlarından Mubarizettin Armağanşah’ı Amasya Subaşı’sı atayarak ayaklanmayı bastırmakla görevlendirdi.
Türkmenler’den önce Amasya’ya varan Armağanşah, Baba İlyas’ı yakalayarak kale burcuna astı. Halkın kendisine atfettiği ölümsüzlük efsanesini yıkmak üzere bütün cesedi parçalanarak doğrandı. Baba İlyas’ın ölümsüzlüğüne inanan Türkmenler, Amasya’ya ulaştıklarında kente saldırdılar ve Armağanşah’ı öldürdükten sonra, Konya’ya doğru yürüdüler.
Bunun üzerine Sultan, Moğollar’a karşı Erzurum ucunda bekleyen ordusunu harekete geçirdi. Selçuklu hizmetindeki Frank ve Gürcü birlikleri de orduya katıldı. Selçuklu ordusu, Baba İshak önderliğindeki Türkmenler ile Kırşehir’in Malya ovasında karşılaştı. Baba İlyas’ın dinsel gücünden ürken İslam askeri savaşmaktan çekindiği için, ilk olarak Hıristiyan askerleri savaşa sürüldü. Hıristiyan öncüler Türkmenlerin ilk hücumunu püskürtünce cesaretlenen İslam askeri de savaşa girdi. Baba İshak bu savaşta öldürüldü (1240) . Babai’lerin büyük çoğunluğunun kılıçtan geçirilmesiyle ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılarak sona erdi. Babailer Ayaklanması, azınlığın üretici çoğunluk üzerindeki egemenliğine karşı ilk belirgin ideolojik ve toplumsal tepki olarak Anadolu halklarının belleğine yerleşti.
Ayaklanmanın Babailer olarak adlandırılmasının sebebi, Baba İshak ve Baba İlyas’ın dinsel önderliğinin ifadesinden dolayıdır. Şamanlar da dervişlere “baba”, “ata” ya da “dede” derlerdi. Türkmenler de islamiyete geçmelerine rağmen bu geleneklerini korumuşlardır.
Yesevi tarikatına bağlı ve bu düşünceye göre yetişmiş olan Baba İlyas, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir derviştir. Tanrı sevgisinin dinin katı kurallarıyla şekillenemeyeceğini, İnsanın ancak kendi gönlünce bu aşkı bu sevgiyi yaratabileceğini söylüyordu.
Baba İlyas’ın inancına göre toplumda kadın erkek ayrımı yoktu. Bunların eşit olduğu toplum bir bütündü. Fakat Anadolu’daki Selçuklular ve onların egemenliğindeki beyliklerin düzeninde, güçlüler yeryüzünü kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece kendi lehlerine eşitliği ortadan kaldırmışlardı.
Baba İlyas bu düzene karşı çıkarken, bütün insanların eşit, kardeşçe ve elbirliği ile üreterek barış içinde yaşamalarını savunmuştu. Bu uğurda mücadele edip tarihte onurlu bir yer kazanan Baba İlyas ve Baba İshak’ın karşısında, Keyhüsrevlerin adı bile anılmamaktadır.
ZULME BAŞ EĞMEK YOK
HUDEY HUDEY
en bir yanıl alma olsan
dalımda bitmeye gelsen
ben bir gümüş çövmen olsam
çeksem indirsem ne dersin
sen bir gümüş çövmen olsan
çekip indirmeye gelsen
ben bir güzel keklik olsam
bir bir toplasam ne dersin
sen bir güzel keklik olsan
bir bir toplamaya gelsen
ben bir yavru şahan olsam
kapsam kaldırsam ne dersin
sen bir sulu sepken olsan
kanadım kırmaya gelsen
ben bir deli poyraz olsam
tepsem dağıtsam ne dersin
sen bir deli poyraz olsan
tepip dağıtmaya gelsen
ben bir ulu hasta olsam
yoluna yatsam ne dersin
sen bir ulu hasta olsan
yoluma yatmaya gelsen
ben bir azrail olsam
canını alsam ne dersin
sen bir azrail olsan
canımı almaya gelsen
ben bir cennetlik kul olsam
cennete girsem ne dersin
sen bir cennetlik kul olsan
cennete girmeye gelsen
pir sultan üstadım bulsak
bilece girsek ne dersin
PİR SULTAN'A YANMAYA GELDİK EY HIZIR PAŞA,HIZIR,HIZIR PAŞALAR
sivasa GEÇİT YOK
BİZDEN SLAM OLSUN SOFU CANARA! ! ! ! ! ..................
Bizden selam olsun sofu canlara
Vücudun şehrini yuyanlar gelsin
Yedi kat göklerin yedi kat yerin
Kudret binasını kuranlar gelsin
Sofu dedikleri bir kolay iştir
Erenler gördüğü bir engin düştür
Eti yok kanı yok bir uçar kuştur
O kuşun adını bilenler gelsin
Pirimi sorarsan Ali' dir Ali
Altından çakılmış Düldül'ün nalı
Kim sürdü kuyuda kırk arşin yolu
Bu yolun erk bilenler gelsin
Pir Sultan'ım eydür özüm Didar'a
Saklayalım Hak katında nazarda
Çıkmadık can kazılmadık mezarda
O canın namazın kılanlar gelsin
PİR SULTANIMIZI ASTIN sivas PİRİMİZİ TAŞLATIN MÜRÜTLERİNE sivas HIZIR PAŞAYA SAHİP ÇIKTIN sivas SOFULARINI YOBAZLARINI KORUDUN sivas YAKTIKLARINI PİRİMİZ GİBİ ASIRLARCA UNUTMAYCAĞIZ. İNADINA EN-EL HAK PİR SULTAN İÇİN YANMAK BİR DEFAYSA YANARIZ PİRİMİZ İÇİN BİN DEFA ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ...............
sivas'A GEÇİT YOK
ELVEDA ÇOCUKLAR! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ..................................
KORAY KAYA YAŞI 12
ASUMAN SİVRİ YAŞI 16
ÖZLEM ŞAHİN YAŞI 17
NURCAN ŞAHİN YAŞI 18
MENEKŞE KAYA YAŞI 17
BELKIS ÇAKIR YAŞI 18
SERPİL CANİK YAŞI 19
SERKAN DOĞAN YAŞI 19
YASEMİN SİVRİ YAŞI 19
GENÇLERİN VE ÇOCUKLARIN KATİLLERİNİ KORUMASINLAR! ! ! ...
O KÖRPECİK BEDENLER NASIL DAYANIRDI ACIYA YANGINA,İSE DUMANA EVET NASIL DAYANIRDI O DUMANA BU KÖRPE CİĞERLER YAKANLAR ACABA İNSANLIKLARINI,MÜSLÜMAN'LIKLARINI KORUDUMU. KÜÇÜCÜK EL BEBEK GÖZ BEBEK ÇOCUKLARIN O YUMUŞAK KEMİKLERİ NASIL DAYANSIN O SICAKTA NASIL YANMASIN. İŞTE (BU YANGIN YERİNDE) BİR ET PİŞTİ BU ETTEN KİMLER HAKKINI ALMADİKİ ARTIK ONLAR (EN-EL HAKK-A KAVUŞTULAR)
PİR SULTAN GİBİLER BİR ÖLÜR BİN DİRİLİR YANANLAR ASRA BEDEL OLDULAR
sivas'a GEÇİT YOK