Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı... Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı... “Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi... Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık. Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık... Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı... Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık... Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı... “Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık. 12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı... Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık... Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik? Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk? Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış. Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor: - Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği? Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi. Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi sizce?
Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı... Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı... “Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi... Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık. Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık... Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı... Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık... Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı... “Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık. 12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı... Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık... Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik? Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk? Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış. Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor: - Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği? Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi. Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi sizce?
1926 senesinde Ziya Gökalp Giresun gazetesinde bir eseri tefrika ediliyordu. Ziya Gökalp bu eserin bir noktasında Kürtçe’yi diğer şark lisanlarıyla mukayese ederken diyor ki: “Kürtçe, Arapça da dahil olmak üzere, şarkın en zengin lisanıdır.”
Yunanlı komutan Ksenefonda M.Ö 5. yüzyılda yazdığı “Anabasis” kitabında Kürtlerin varlığından yaşam biçimlerinden söz eder. Bu saptamaya göre Kürtler sayısız soykırıma, tehcire ve savrulmalara rağmen direnerek etnik yüzünü koruyup günümüze kadar gelen nadir halklardan biriydi. Başka bir anlatımla Ortadoğu’nun “Otoktan”(yerli) halklarından kendi topraklarında hayat bulan bir halk olarak tanımlanır. Sümer tabletleri incelendiğinde Kürtlerin Mezopotamya’nın yerli halklarından olduğu tezi daha ağırlık kazanmaktadır. Bu temelde neolitik toplumu üzerinde durmak daha çözümleyici olacaktır. Kürt tarihinin düğümü neolitik toplumdadır. Kavram olarak neolitik toplumun çözümlenmesi ve bu çağda yaşayan Kürtlerin prototiplerinin belirlenmesi tarihin aydınlanmasında kilit rol oynayacaktır. Bugün dahi neolitik toplum özelliklerini Kürtlerde görmek mümkündür. Neolitik toplum tarihte ilk defa yaklaşık olarak M.Ö 12 bin den beri, Toros-Zagros dağ sisteminin iç ve dış çeperlerinde ovayla dağlık alanların birleştiği ve su kaynaklarına yakın tepelik bölgelerde gelişim gösterdiği kanıtlanmaktadır. Bu bölge aynı zamanda buzul dönemi boyunca üç kıtanın birleştiği bir alan olup Afrika’nın doğusundan çıkan insan türünün tüm dünyaya en güvenilir yayılma alanı olarak burayı seçtiğini göstermektedir. Buda Mezopotamya’nın coğrafik ve iklim şartlarıyla yakından bağlantılıdır. Uygun beslenme, iklim ve güvenlik bunda temel rolü oynar. Tarihin en büyük devrimi M.Ö.11 bin yıllarında Batmanın Çeme Hallone, Ergani’nin Çeme koteber ve Urfanın birçok toprak tepesinde yerleşime tarım ve hayvancılık devrimi, tarihin çarklarını olabildiğince hızlandırmıştır. M.Ö 6 bin yıllarına doğru neolitik kültür bu bölgede yaygın olarak kurumlaşmaktadır. İlk başarılı örnekleri Tel Khalet yerleşim yerinden ötürü bu döneme Tel Khalat kültürü denilmektedir. Bu kültür M.Ö 4 binlere kadar başat rolü oynamaktadır. İnsanlığın en köklü adımının uygarlığı doğuracak tüm icatların bu alandaki kültür tarafından yaratıldığı gözlenmektedir. Neolitik çağ, süre ve kapsayan itibariyle insanlığın ruh ve zihniyet yapısını oluşturan en temel dönemidir. İlk düşünce kalıpları ruhsal yüceliş, bilgilenme, yönetme, toplum olma bilinci, Tanrı kavramına ulaşma gibi temel ideolojik unsurlar bu dönemde büyük gelişme sağlar. Din ve mitoloji bütün temel kavramların kaynağını bu dönemin koşulları oluşturmaktadır. Din ve mitoloji, aslında toplumun bu büyük devrimsel gelişen zihniyet yansımaları olarak kimlik kazanmaktadır. Güçlü ana kültürü bu dönemin diğer bir özelliğidir. Tarihe damgasını vuran neolitik toplum kültürü orijinalini bu bölgede bulunmaktadır. Daha sonra ise diğer bölgelere yayılmaktadır. Yayılma ise fizik göçlerden ziyade kültürel olmaktadır. Bu kültürel yayılma daha sonra yayıldığı bölgelerdeki kültürlerle de büyük benzerlikler taşıdığı kanıtlanmaktadır. Kültürel yayılma sadece maddi üretim tekniğiyle sınırlı değildir. Özellikle Hint-Avrupa dil grubunun esas kaynağının, bu büyük devriminin gerçekleştiği Dicle-Fırat havzasının yukarı kısımları olduğu kanıtlanan diğer bir gerçekliktir. Aryan dil ve kültür grubu M.Ö 11.bin yıllarında şekillenmeye başladığı ve bu kültür oluşumuna kaynaklık eden ise tarım ve hayvancılık devrimidir. Bu bölgede Kürtçe lehçelerinde kullanılan birçok kelime kaynağını bu dönemde ve bu zamanda oluştuğunu göstermektedir. Aynı zamanda belirtilmesi gereken diğer husus ise Neolitik toplumu yaratan, dıştan gelen bir kültür veya fiziki topluluk olmayıp, bölgede en eski dönemlerden beri yerleşik olan kültür ve yaratıcı olan yerli gruplardır.
Ortaya çıkan gerçeklik, bugünkü Kürtlerin atalarına ve analarının, tüm bu tarihi dönemlerinde bölgenin asıl kültür ve dil yaratıcıları olduğu gösterilmektedir. Sümerlere kadar ki bölgede yaşayan tüm topluluklara Proto- Kürtler demekte mümkündür. Diğer birçok dil devletin resmi dili haline gelmesine rağmen lehçeler arasındaki farklılık oldukça derindir. Ama aynı durum Kürtler için söz konusu değildir. Tüm istilalara rağmen, bu kadar uzun süreden beri lehçe yakınlıklarını sürdürmeleri Kürtçe ve Kürtler açısından önemli bir başarıdır. Burada belirleyici etken, neolitik devriminin uzun süreli dil ve kültür gücünden ileri gelmektedir. Diğer yandan bu devrim Proto-Kürtlerin ve Kürtlerin fazla yer değiştirmedikleri, yerleşik kaldıkları böylelikle kültürel ve dilsel saflığını uzun süre korudukları anlamına gelmektedir. Belirtilmesi gereken bu anlamdaki diğer bir husus ise kültürel veya dilsel aktarımın nesilden nesile aktaran ananın belirleyici rolü olmasında ileri gelmektedir. Kürtlerde de bu durum fazlasıyla yaşanmaktadır. Dört bin yıl önceki ezginin içeriği ve melodisi bile söylenmesi bu dil ve kültürün gücünü ifade etmektedir. Gerek Gılgameş Destanı, gerek meçhul kızın Gıro adlı ezgisi bu gerçeği doğrulamaktadır. Yine Sümer inanna ve Akadrası olan aynı tanrıça İştarın kaynağının, bugün bile Kürt kültüründe tanrı daha sonrası “en yüce ve büyük” anlamına gelen Star, Sterk sözcüğünden türediği açıktır. Ayrıca tüm araştırmalar neolitik dönemde tanrı veya tanrıçaların yıldızlarla simgeleştirdiğini göstermektedir. Kürtçe de Sterk hem yıldız anlamına gelmektedir, hem de kültürel olarak en büyük anlamında tanrı veya tanrıçanın kendisi olmaktadır. Tanrıların ilk ortaya çıktıklarında yıldızlarla simgeleştirilmesi Kürt kültür kaynaklı olup, daha sonraki tüm göksel dinlerin temelini teşkil etmektedir.
Bediüzzaman Said-i Kurdi nin Kürt Halkına Nasihati
Ey Kürt Halkı!
İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır.
İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın.
Bana iyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim;
Biliniz ki, korumamız gereken üç cevherimiz vardır;
Birincisi: İslamiyettir ki, binlerce şehidimizin kanı pahasına olmuştur.
İkincisi: İnsaniyettir ki, halkın nazarında akla uygun hizmetle yiğitliğimizi ve insanlığımızı bütün dünyaya göstermeliyiz.
Üçüncüsü: Milliyetimizdir ki, bize meziyet vermiştir. Bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar. Kendine yetebilen, milliyetini koruyup onların ruhlarını kabirlerinde şad eder.
Bundan sonra bizi perişan eden üç düşmanımız vardır;
Birincisi: Fakirliktir ki, İstanbul'daki kırk bin hammal buna delildir.
İkincisi: Cehalettir ki, binimizin bir gazete okuyamaması bunun delilidir.
Üçüncüsü: İhtilaf tır ki, kuvvetimizi kaybettiriyor, bizi terbiyeye müstehak kılıyor ve hükümet de kendi insafsızlığından bize zulmediyor.
Eğer bana kulak verdiyseniz, iyi bilin ki, bizim çaremiz şudur;
Biz üç elmas kılıcı elimize alalım ve düşmanı üstümüzden kaldıralım.
Birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıcıdır.
İkincisi: İttifak ve milli muhabbet kılıcıdır.
Üçüncüsü: Kendine güven kılıcıdır.
Böylece herkes kendi işini yapsın. Sefiller gibi kimsenin gücünden ümit beklemesin ve sırtını ona dayamasın.
Bediuzzaman Said-i Kurdi: Said-i Kürdi için, genelde iman konulu çalışmalarından söz edilerek sanki hiç siyaset hayatında bulunmamış gibi yansıtılır. Halbuki kaynaklar Said-i Kürdi'nin ulusal bilincinin bulunduğunu herkese göstermektedir. Bu anlamda KTC adlı kitapta Said-i Kürdi ile ilgili şunlar yer almaktadır: Said-i Nursi'nin 'kişiliğinin iki farklı unsurunu oluşturan din ve Kürt sorunu'olmuştur. Rohat Alakom, Said-i Nursi'nin Kürt kimliğinin 'bir kenara itildiği' kanısındadır:' Bir Kürt perspektifiyle Said-i Kürdi konusuna yaklaşan inceleme ve araştırmaların yokluğu, bazı gerçeklerin bilinmesini, sağlıklı değerlendirme ve yorumların yapılmasını bayağı zorlaştırmıştır. Rohat Alakom'a göre Said-i Kürdi'nin büyük Kürt düşünürü Ahmede Xani'yi ziyaret etmesi Kürt kişiliğinin bir misyonu sayılmalıdır. Ahmede Xani'yi kendisine örnek almıştır. Diğer yandan Said-i Kürdi, kendisi gibi Kürt olan Selahaddin Eyyubi'nin kişiliğinden çok etkilenir. Said-i Kürdi'nin Şark ve Kürdistan, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Volkan, Tanin, Serbesti, Mizan, Misbah gazetelerinde Kürtlerle ilgili hayli yazıları yayınlanmıştır. Bu yazılarında; daha çok Kürdistan'ın perişanlığına değinmekte, eğitim yoluyla ulusal birliğin güçlendirilmesi üzerinde durmaktadır: 'Kürtlere gerekli olan nedir? 15 senedir bu ihtiyaç hakkında düşünmekteyim ve Kürdistan'ın kederini garantileyecek şu fikirlerden başka çare bulamıyorum: 1.Ulusal birlik, 2. Dini uyanış ile birlikte uygarlık düzeyinin yükselmesi için teknik sanatlar öğrenmek ve ileri gitmektir.
Kürdoloji alanında yapılan ilk kapsamlı çalışma 1787'de 'Kürt Dili Grameri ve Sözlüğü' eserini yayınlayan İtalyan Maurizio Garzoni'dir. Bu eserde yaklaşık 4.600 kelime yer almaktadır. Kürtçe üzerine ilk bilgilerin yer aldığı başka bir çalışma da Rusya‚dan P. S. Pallas da'Tüm Diller ve Lehçelerin Karşılaştırmalı Sözlüğü' çalışmasını yayınlar. Ayrıca 1880 yılında F. Justi 'Kürtçe Grameri' adlı çalışmasını Petersburg'da yayınlar. İtalyan, Alessandro Coletti (1925-1985) 'Kürt Dili ve Grameri Sözlüğü' adını verdiği çalışmasının ilk cildini Kürtçe gramerine ve ikinci cildin ikinci bölümünü de Kürtçe-İtalyanca sözlüğe ayırmıştır.
Kürtçe üzerine çalışmalar yapan Alman bilim-insanlarının birkaçının adlarını zikretmemiz yerinde olacaktır: E. Rödiger, A. F. Pott, Theodor Nöldekc, Albert Socin, Ferdinand Justi, Oscar Man ve Karl Hedank. Soane 1913 yılında Londra'da 'Kurmanci veya Kürt Dili Grameri' çalışmasını ve 1919 yılında da Bağdat'ta 'Temel Kurmanci Grameri' adlı çalışmalarını yayınlar. Yine İngiliz C. J. Edmonds da Tevfik Vehbi ile birlikte 'Kürtçe-İngilizce Sözlük' çalışmasını yapar. 1957 yılında 'Kuzey ve Merkezi Kürtçeye Lehçebilimsel Bir Bakış' adı altında doktorasını yapan dilbilimci Davit Neil Mackenzie, sonraları bu çalışmasını iki cilt halinde 'Kürtçe Lehçesel İncelemeler' adıyla yayınlar.
Avusturyalı profesör Freidrich Müller (1843-1898) 'Kürt Dilinin Kurmanci Lehçesi' ve 'Kürt Dilinin Zazaca Lehçesi' adlı çalışmalarını yayınlar. Viyanalı Hugo Makas dilbilimsel çalışmalar yapmış olup 'Kürtçe Metinler-Kurmanci Lehçesinde' adlı bir eser yayınlamıştır. Bunlardan başka, 'Kürtçe-Fransızca Sözlük'ün yazarı A. Jaba'yı da unutmamak gerekir.
Amerika'da, Kürt dili üzerine yapılan ilk dilbilimsel çalışmalar misyoner S. A. Rhea tarafından yapıldı. 1851-1865 yılları arasında Hakkari yöresine yerleşmiş olan Rhea, burada Kürtçeyi öğrenmiş ve sonradan Kürtçe gramerini yayınlamış. Rhea bununla yetinmemiş ve 1.600 kelimelik Kürtçe-İngilizce sözlüğü de çalışmasının sonuna eklemiştir.
Yerli Kürdologlar
Güney Kürdistan'daki dilbilimsel çalışmalar genellikle Güney Kürtçesi (Sorani) üzerine yapılmıştır. Bu lehçe üzerinde ilk kez Tevfik Vehbi'nin (1891-1984) çalışmaları olmuştur. Vehbi 1926 yılında 'Kürtçe Dilbilgisi' adlı çalışmasını yayınlar.
Giw Mukriyani de 1950 yılında 'Rehber, Arapça-Kürtçe Sözlük'ü ve 1955 yılında da 'Kürtçe-Farsça Arapça-Fransızca Sözlük'ünü yayınladı.
M. Xal da 'Xal Sözlüğü' adlı çalışmasını Kürtçe-Kürtçe yayınladı. Nuri Ali Emini de dilbilgisi kitabını 1956 ve 1960 yılında Bağdat ve Süleymaniye'de yayınladı.
Kürçe üzerine detaylı çalışmalar yapmış bir isim olan Dr. Abdullah Haci Maruf, Cemal Nebez, M. E. Hewremani, Hamid Ferec, Tahır Sadık, İzedin Mustafa Resul'u anmakla yetinelim.
Doğu Kürdistan'da Kürtçe üzerine yaptıkları çalışmalarla tanınan yazarlarımız Muhamed Mukri, Qadiri Fetahi Qazi, Şex Merduxi Kurdistani, Sadık Safizade Borekeyi ve Hejar'dır. Bu parçada Güney Kürdistan'a nazaran fazla çalışma söz konusu değildir. Eski Sovyet Cumhuriyetleri'nde yaşayan Kürtlerden dil çalışmaları alanında akla gelen ilk isim Qanate Kurdo'dur. Onun dışında Çerkes Bakaev, İsak Sukerman, Kerim Eyubi, Maksime Xemo ve Zera Yusiv gibi isimlerden bahsetmek yerinde olacaktır.
İstanbul'da kümelenen Kürt aydınları arasında Kürtçe üzerine tartışmaların yaşandığından ve Arap harflerinin Kürtçe'ye uymadığı, Kürtçe için yeni bir alfabeye gereksinim olduğunu ileri süren aydınlardan Xelil Xeyali, Abdullah Cevdet, Salih Bedirxan, Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan, Reşide Kürt, Osman Sebri, Kemal Badıllı, Feqe Huseyn Sağnıç ve Tori.
Kürtlerin Kullandığı Alfabeler
Kürtlerin hangi tarihte hangi alfabeyi kullandıkları bilinmiyor. Bilinen bir gerçek var ki o da, tarih boyunca Kürtlerin birden fazla alfabe kullandıklarıdır. Şimdiye kadar Kürtler tarafından kullanılan alfabeler şunlardır:
Çivi yazısı; 36 harf olan bu yazıya Medler altı harf daha ekleyerek, 42 harften oluşan bir alfabeyi kullanmışlar.
Avesta alfabesi; 44 harften oluşan bu alfabe sağdan sola doğru yazılıyordu. Bazı kaynaklar Avesta alfabesinin 48 harften oluştuğuna işaret ediyorlar.
Arami alfabesi; en fazla Kürtçe yazıların yazıldığı ve Kürtçenin en eski yazılı belgeleri olarak kabul edilen ve Hewreman bölgesindeki mağaralarda bulunan belgeler bu alfabeyle yazılmıştır.
Eski Pehlevi alfabesi.
Masi Sorati alfabesi; Arap tarihçi İbn Vahsiye (miladi 856) , Kürtlerin bu alfabeyi kullandıklarını ve bu alfabeyle yazılmış üç kitabı gördüğünü söylüyor. 36 harf olan bu alfabeye Kürtler altı ses daha ilave etmişlerdir.
Yezidi Kürtlerin kullandığı alfabe; yüzlerce yıldan beri kullanılan bu alfabe 31 harften oluşuyor. Yezidilerin kutsal dini kitapları Mushefa Reş ve Cilwe, bu alfabeyle yazılmıştır.
Arap alfabesi Latin alfabesi Kiril alfabesi
Bu sıraladığımız alfabeler dışında Doğu Kürdistan'ın Zewe bölgesinde gümüş bir tepsi üzerine yazılı farklı bir yazı türüne rastlanmıştır. Araştırmacılara göre milattan önce 8. yüzyıldan kalan bu yazının Medlere ait olduğu ileri sürülüyor. Bu yazı türüne şimdiye kadar başka bir yerde rastlanmamıştır.
Kürtlerde Alfabe Tartışmaları
İslamiyetten sonra Kürtler arasında Kürtçeye uyarlanan Arap alfabesinin kullanımı yaygınlaştı. Kürt klasik edebiyatına ait eserlerin büyük çoğunluğu bu alfabeyle yazılmıştır. Ancak 19. yüzyılın sonlarında 32 harfli olan Osmanlı alfabesinin Kürtçedeki sesleri karşılamada yetersiz kaldığını vurgulayan Salix Bedirxan 8 harf ekleyerek, 40 harfli bir alfabe yaptı. Bu alfabeyle Roji Kurd'de birkaç yazı yayınlanmıştır.
20. yüzyılda Güneyli Kürtler Kürt Latin alfabesinden de yararlanarak Kürtçe sesleri karşılamada daha gelişkin bir Kürt Arap alfabesi geliştirdiler.
Yazılı olarak ilk kez Abdullah Cevdet 'Roji Kurd' dergisinde Arap alfabesinin Kürtçeye uymadığını ve kendi alfabelerini değiştirmeleri gerektiğini işaret ediyor.
Kemal Badıllı'ya göre o dönem Kürt aydınları Latin alfabesine yakın bir Kürt alfabesi üzerinde çalışmış, fakat I. Dünya Savaşı nedeniyle bu alfabe hazırlanamamıştır.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde Ermeni asıllı Hakop Xaraziyan 1921 yılında Ermeni alfabesini Kürtçeye uyarladı. Bu alfabe 'Şems' adıyla bilinir. Aynı dönemde Asuri asıllı İshak Morogulor tarafından Kürt Latin alfabesi hazırlandı ve 1930 yılında Kürtlerin en uzun süreli yayını olan 'Riya Teze' gazetesinde kullanılmaya başlandı. 1944 yılında Rus merkezi hükümetinin dayatmasıyla bu alfabenin kullanılması durduruldu ve Heciye Cindi başkanlığında bir komisyon oluşturularak Kiril alfabesi Kürtçeye uyarlandı.
Günümüzde Kuzey ve Güneybatı Kürtleri arasında yaygın olarak kullanılan Kürt Latin alfabesi 1932 yılında Celadet Bedirxan tarafından ilk kez 'Hawar' dergisinde kullanılmıştır. Ancak Celadet Bedirxan bu alfabe üzerinde çalışmalarına 1919 yılında başlamıştır. C. Bedirxan, Fransız alfabesinden esinlenerek alfabesine son şekli vermiştir
ŞEYH SAİD YARGILAMA VE İNFAZ: 12 Nisanda 1925 de Diyarbakır'a gelen isyan (Kurdistan) bölgesi İstiklal Mahkemesi heyeti, birkaç gün içinde idamla sonuçlanacak olan Seyid Abdülkadir, Dr. Fuat ve Şeyh Eyüb'ın davalarına baktıktan sonra, 26 Mayıs'ta Şeyh Said'in davasına başladı. 81 sanığın bulunduğu duruşmalar Diyarbakır'daki bir sinema salonunda yapıldı. Savcıya göre, ayaklanma (kıyam) dış görünüş itibariyle şeriatçı olarak görünmesine karşın, 'asıl hüviyeti, iç bünyesi, ruhu ve tertipçilerin maksat ve gayesi bakımından ise tamamen bir Kürt milliyetçiliği, Kürt devlet ve hükümetçiliği olmaktan başka bir şey değildi.'
Bir ay kadar süren duruşmalar 28 haziranda sonuçlandı. Şeyh Said'in de aralarında bulunduğu 46 kürd şahsiyet idama mahkum edildi. İdamların infazı 28-29 Haziran gecesi yapıldı. İnfaz gecesinin en önemli özelliği, idamların bir kitle gösterisi şeklinde yapılması ve şeyhlerin iplerinin cellat yerine, toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcileri (gazeteciler dahil) tarafından çekilmesiydi. Basında bu durum 'matbuat, tayyareciler, muhabereciler, şoförler namına, bu gruba mensup biri tarafından bir şeyh ipe çekildi' ve 'mahkumların çezasını halk verdi' sözleriyle yer aldı.
Mahkeme ve infaz sahasına ilişkin olarak gazetelerde yer alan haberlere göre, Şeyh Said ve hakimlerin ilginç bir 'diyaloğ' içinde olduğunu göstermektedir. Sorgu sırasında kendisine 'Şeyh hazretleri' şeklinde hitap eden heyet üyelerine Şeyh Said de, serbest bırakıldığında Hınıs'ta kuzu çevirmeyi teklif edecek kadar 'samimi' davranmış, darağacına giderken, 'Beni mi çok sevdin, yoksa diğer hakimi mi' gibi şakalaşmalar sürmüştür. Bu da gösteriyor ki Şeyh Said'e perde arkasında çok söz verilmişti. Verdikleri sözler arasında 'Eĝ er mahkeme esnasında, sadece din adına hareketi başlattıĝ ını, bu hareketin bir kürd hareketi olmadını söylese, kendilerini iki yıl içinde serbest bırakacakları ve kimseyi idam etmeyecekleri' idi. Buna inanan Şeyh Said' de, mahkemede sadece din adına kıyamı başlattını söylemiştir.
Düşman bu oyunlarını daha sonra gerek Seyyid Rıza ve gerek diğer davalarında da bir kez daha sahneledi. Ne yazik ki kürdler bütün bu oyunlara bakıp ibret alacakları yerde, hala düşmanlarının yalan ve oyunlarına kanmakta ve ders alamamaktadırlar.
“Binaenaleyh, başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince, zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı mevzuibahs olurken, onları da beraber ifade etmek lazımdır. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendi kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daimi varittir” Mustafa Kemal Atatürk 1923 İzmit
mustafa kemal in bu sözlerine ragmen daha sonra nedense bu düşüncelerden vazgeçilmiş ve kürtler kandırılmıştır. sonra da kimileri; kürtler sürekli isyanlar çıkardı ülkeyi mahvetti falan diyorlar biraz tarihi arastırsınlarda tüm bunlar neden böyle oldu anlasınlar ondan sonra kürtlerin yaptıkları hakkında konuşsunlar.
Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı... Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı... “Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi... Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık. Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık... Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı... Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık... Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı... “Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık. 12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı... Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık... Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik? Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk? Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış. Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor: - Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği? Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi. Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi sizce?
Ahmet Altan
Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı... Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı... “Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi... Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık. Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık... Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı... Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık... Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı... “Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık. 12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı... Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık... Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik? Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk? Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış. Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor: - Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği? Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi. Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi sizce?
ahmet altan
kürtçe türkü diye bişey yoktur. türkü, türkçeye özgü halk şarkılarıdır.
kürtçe halk şarkılarına kılam veya stran denir.
1926 senesinde Ziya Gökalp Giresun gazetesinde bir eseri tefrika ediliyordu. Ziya Gökalp bu eserin bir noktasında Kürtçe’yi diğer şark lisanlarıyla mukayese ederken diyor ki: “Kürtçe, Arapça da dahil olmak üzere, şarkın en zengin lisanıdır.”
Yunanlı komutan Ksenefonda M.Ö 5. yüzyılda yazdığı “Anabasis” kitabında Kürtlerin varlığından yaşam biçimlerinden söz eder. Bu saptamaya göre Kürtler sayısız soykırıma, tehcire ve savrulmalara rağmen direnerek etnik yüzünü koruyup günümüze kadar gelen nadir halklardan biriydi. Başka bir anlatımla Ortadoğu’nun “Otoktan”(yerli) halklarından kendi topraklarında hayat bulan bir halk olarak tanımlanır. Sümer tabletleri incelendiğinde Kürtlerin Mezopotamya’nın yerli halklarından olduğu tezi daha ağırlık kazanmaktadır. Bu temelde neolitik toplumu üzerinde durmak daha çözümleyici olacaktır.
Kürt tarihinin düğümü neolitik toplumdadır. Kavram olarak neolitik toplumun çözümlenmesi ve bu çağda yaşayan Kürtlerin prototiplerinin belirlenmesi tarihin aydınlanmasında kilit rol oynayacaktır. Bugün dahi neolitik toplum özelliklerini Kürtlerde görmek mümkündür. Neolitik toplum tarihte ilk defa yaklaşık olarak M.Ö 12 bin den beri, Toros-Zagros dağ sisteminin iç ve dış çeperlerinde ovayla dağlık alanların birleştiği ve su kaynaklarına yakın tepelik bölgelerde gelişim gösterdiği kanıtlanmaktadır. Bu bölge aynı zamanda buzul dönemi boyunca üç kıtanın birleştiği bir alan olup Afrika’nın doğusundan çıkan insan türünün tüm dünyaya en güvenilir yayılma alanı olarak burayı seçtiğini göstermektedir. Buda Mezopotamya’nın coğrafik ve iklim şartlarıyla yakından bağlantılıdır. Uygun beslenme, iklim ve güvenlik bunda temel rolü oynar. Tarihin en büyük devrimi M.Ö.11 bin yıllarında Batmanın Çeme Hallone, Ergani’nin Çeme koteber ve Urfanın birçok toprak tepesinde yerleşime tarım ve hayvancılık devrimi, tarihin çarklarını olabildiğince hızlandırmıştır.
M.Ö 6 bin yıllarına doğru neolitik kültür bu bölgede yaygın olarak kurumlaşmaktadır. İlk başarılı örnekleri Tel Khalet yerleşim yerinden ötürü bu döneme Tel Khalat kültürü denilmektedir. Bu kültür M.Ö 4 binlere kadar başat rolü oynamaktadır. İnsanlığın en köklü adımının uygarlığı doğuracak tüm icatların bu alandaki kültür tarafından yaratıldığı gözlenmektedir.
Neolitik çağ, süre ve kapsayan itibariyle insanlığın ruh ve zihniyet yapısını oluşturan en temel dönemidir. İlk düşünce kalıpları ruhsal yüceliş, bilgilenme, yönetme, toplum olma bilinci, Tanrı kavramına ulaşma gibi temel ideolojik unsurlar bu dönemde büyük gelişme sağlar. Din ve mitoloji bütün temel kavramların kaynağını bu dönemin koşulları oluşturmaktadır.
Din ve mitoloji, aslında toplumun bu büyük devrimsel gelişen zihniyet yansımaları olarak kimlik kazanmaktadır. Güçlü ana kültürü bu dönemin diğer bir özelliğidir.
Tarihe damgasını vuran neolitik toplum kültürü orijinalini bu bölgede bulunmaktadır. Daha sonra ise diğer bölgelere yayılmaktadır. Yayılma ise fizik göçlerden ziyade kültürel olmaktadır. Bu kültürel yayılma daha sonra yayıldığı bölgelerdeki kültürlerle de büyük benzerlikler taşıdığı kanıtlanmaktadır. Kültürel yayılma sadece maddi üretim tekniğiyle sınırlı değildir. Özellikle Hint-Avrupa dil grubunun esas kaynağının, bu büyük devriminin gerçekleştiği Dicle-Fırat havzasının yukarı kısımları olduğu kanıtlanan diğer bir gerçekliktir. Aryan dil ve kültür grubu M.Ö 11.bin yıllarında şekillenmeye başladığı ve bu kültür oluşumuna kaynaklık eden ise tarım ve hayvancılık devrimidir. Bu bölgede Kürtçe lehçelerinde kullanılan birçok kelime kaynağını bu dönemde ve bu zamanda oluştuğunu göstermektedir. Aynı zamanda belirtilmesi gereken diğer husus ise Neolitik toplumu yaratan, dıştan gelen bir kültür veya fiziki topluluk olmayıp, bölgede en eski dönemlerden beri yerleşik olan kültür ve yaratıcı olan yerli gruplardır.
Ortaya çıkan gerçeklik, bugünkü Kürtlerin atalarına ve analarının, tüm bu tarihi dönemlerinde bölgenin asıl kültür ve dil yaratıcıları olduğu gösterilmektedir. Sümerlere kadar ki bölgede yaşayan tüm topluluklara Proto- Kürtler demekte mümkündür. Diğer birçok dil devletin resmi dili haline gelmesine rağmen lehçeler arasındaki farklılık oldukça derindir. Ama aynı durum Kürtler için söz konusu değildir. Tüm istilalara rağmen, bu kadar uzun süreden beri lehçe yakınlıklarını sürdürmeleri Kürtçe ve Kürtler açısından önemli bir başarıdır. Burada belirleyici etken, neolitik devriminin uzun süreli dil ve kültür gücünden ileri gelmektedir. Diğer yandan bu devrim Proto-Kürtlerin ve Kürtlerin fazla yer değiştirmedikleri, yerleşik kaldıkları böylelikle kültürel ve dilsel saflığını uzun süre korudukları anlamına gelmektedir. Belirtilmesi gereken bu anlamdaki diğer bir husus ise kültürel veya dilsel aktarımın nesilden nesile aktaran ananın belirleyici rolü olmasında ileri gelmektedir. Kürtlerde de bu durum fazlasıyla yaşanmaktadır. Dört bin yıl önceki ezginin içeriği ve melodisi bile söylenmesi bu dil ve kültürün gücünü ifade etmektedir. Gerek Gılgameş Destanı, gerek meçhul kızın Gıro adlı ezgisi bu gerçeği doğrulamaktadır. Yine Sümer inanna ve Akadrası olan aynı tanrıça İştarın kaynağının, bugün bile Kürt kültüründe tanrı daha sonrası “en yüce ve büyük” anlamına gelen Star, Sterk sözcüğünden türediği açıktır. Ayrıca tüm araştırmalar neolitik dönemde tanrı veya tanrıçaların yıldızlarla simgeleştirdiğini göstermektedir. Kürtçe de Sterk hem yıldız anlamına gelmektedir, hem de kültürel olarak en büyük anlamında tanrı veya tanrıçanın kendisi olmaktadır. Tanrıların ilk ortaya çıktıklarında yıldızlarla simgeleştirilmesi Kürt kültür kaynaklı olup, daha sonraki tüm göksel dinlerin temelini teşkil etmektedir.
Bediüzzaman Said-i Kurdi nin Kürt Halkına Nasihati
Ey Kürt Halkı!
İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır.
İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın.
Bana iyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim;
Biliniz ki, korumamız gereken üç cevherimiz vardır;
Birincisi: İslamiyettir ki, binlerce şehidimizin kanı pahasına olmuştur.
İkincisi: İnsaniyettir ki, halkın nazarında akla uygun hizmetle yiğitliğimizi ve insanlığımızı bütün dünyaya göstermeliyiz.
Üçüncüsü: Milliyetimizdir ki, bize meziyet vermiştir. Bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar. Kendine yetebilen, milliyetini koruyup onların ruhlarını kabirlerinde şad eder.
Bundan sonra bizi perişan eden üç düşmanımız vardır;
Birincisi: Fakirliktir ki, İstanbul'daki kırk bin hammal buna delildir.
İkincisi: Cehalettir ki, binimizin bir gazete okuyamaması bunun delilidir.
Üçüncüsü: İhtilaf tır ki, kuvvetimizi kaybettiriyor, bizi terbiyeye müstehak kılıyor ve hükümet de kendi insafsızlığından bize zulmediyor.
Eğer bana kulak verdiyseniz, iyi bilin ki, bizim çaremiz şudur;
Biz üç elmas kılıcı elimize alalım ve düşmanı üstümüzden kaldıralım.
Birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıcıdır.
İkincisi: İttifak ve milli muhabbet kılıcıdır.
Üçüncüsü: Kendine güven kılıcıdır.
Böylece herkes kendi işini yapsın. Sefiller gibi kimsenin gücünden ümit beklemesin ve sırtını ona dayamasın.
Son vasiyetim;
Okumak! Okumak! Okumak! (Xwandin! Xwandin! Xwandin!)
El ele vermek! El ele vermek! El ele vermek! DEST HEV GIRTIN, DEST HEVGIRTIN, DESTHEVGIRTIN
Kürt Teâvün ve Terakki Gazetesi,Sayı 1
beroj.com
Bediuzzaman Said-i Kurdi:
Said-i Kürdi için, genelde iman konulu çalışmalarından söz edilerek sanki hiç siyaset hayatında bulunmamış gibi yansıtılır. Halbuki kaynaklar Said-i Kürdi'nin ulusal bilincinin bulunduğunu herkese göstermektedir. Bu anlamda KTC adlı kitapta Said-i Kürdi ile ilgili şunlar yer almaktadır: Said-i Nursi'nin 'kişiliğinin iki farklı unsurunu oluşturan din ve Kürt sorunu'olmuştur. Rohat Alakom, Said-i Nursi'nin Kürt kimliğinin 'bir kenara itildiği' kanısındadır:' Bir Kürt perspektifiyle Said-i Kürdi konusuna yaklaşan inceleme ve araştırmaların yokluğu, bazı gerçeklerin bilinmesini, sağlıklı değerlendirme ve yorumların yapılmasını bayağı zorlaştırmıştır. Rohat Alakom'a göre Said-i Kürdi'nin büyük Kürt düşünürü Ahmede Xani'yi ziyaret etmesi Kürt kişiliğinin bir misyonu sayılmalıdır. Ahmede Xani'yi kendisine örnek almıştır. Diğer yandan Said-i Kürdi, kendisi gibi Kürt olan Selahaddin Eyyubi'nin kişiliğinden çok etkilenir. Said-i Kürdi'nin Şark ve Kürdistan, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Volkan, Tanin, Serbesti, Mizan, Misbah gazetelerinde Kürtlerle ilgili hayli yazıları yayınlanmıştır. Bu yazılarında; daha çok Kürdistan'ın perişanlığına değinmekte, eğitim yoluyla ulusal birliğin güçlendirilmesi üzerinde durmaktadır: 'Kürtlere gerekli olan nedir? 15 senedir bu ihtiyaç hakkında düşünmekteyim ve Kürdistan'ın kederini garantileyecek şu fikirlerden başka çare bulamıyorum: 1.Ulusal birlik, 2. Dini uyanış ile birlikte uygarlık düzeyinin yükselmesi için teknik sanatlar öğrenmek ve ileri gitmektir.
Kürdoloji Çalışmaları
Kürdoloji alanında yapılan ilk kapsamlı çalışma 1787'de 'Kürt Dili Grameri ve Sözlüğü' eserini yayınlayan İtalyan Maurizio Garzoni'dir. Bu eserde yaklaşık 4.600 kelime yer almaktadır. Kürtçe üzerine ilk bilgilerin yer aldığı başka bir çalışma da Rusya‚dan P. S. Pallas da'Tüm Diller ve Lehçelerin Karşılaştırmalı Sözlüğü' çalışmasını yayınlar. Ayrıca 1880 yılında F. Justi 'Kürtçe Grameri' adlı çalışmasını Petersburg'da yayınlar.
İtalyan, Alessandro Coletti (1925-1985) 'Kürt Dili ve Grameri Sözlüğü' adını verdiği çalışmasının ilk cildini Kürtçe gramerine ve ikinci cildin ikinci bölümünü de Kürtçe-İtalyanca sözlüğe ayırmıştır.
Kürtçe üzerine çalışmalar yapan Alman bilim-insanlarının birkaçının adlarını zikretmemiz yerinde olacaktır: E. Rödiger, A. F. Pott, Theodor Nöldekc, Albert Socin, Ferdinand Justi, Oscar Man ve Karl Hedank.
Soane 1913 yılında Londra'da 'Kurmanci veya Kürt Dili Grameri' çalışmasını ve 1919 yılında da Bağdat'ta 'Temel Kurmanci Grameri' adlı çalışmalarını yayınlar. Yine İngiliz C. J. Edmonds da Tevfik Vehbi ile birlikte 'Kürtçe-İngilizce Sözlük' çalışmasını yapar. 1957 yılında 'Kuzey ve Merkezi Kürtçeye Lehçebilimsel Bir Bakış' adı altında doktorasını yapan dilbilimci Davit Neil Mackenzie, sonraları bu çalışmasını iki cilt halinde 'Kürtçe Lehçesel İncelemeler' adıyla yayınlar.
Avusturyalı profesör Freidrich Müller (1843-1898) 'Kürt Dilinin Kurmanci Lehçesi' ve 'Kürt Dilinin Zazaca Lehçesi' adlı çalışmalarını yayınlar. Viyanalı Hugo Makas dilbilimsel çalışmalar yapmış olup 'Kürtçe Metinler-Kurmanci Lehçesinde' adlı bir eser yayınlamıştır. Bunlardan başka, 'Kürtçe-Fransızca Sözlük'ün yazarı A. Jaba'yı da unutmamak gerekir.
Amerika'da, Kürt dili üzerine yapılan ilk dilbilimsel çalışmalar misyoner S. A. Rhea tarafından yapıldı. 1851-1865 yılları arasında Hakkari yöresine yerleşmiş olan Rhea, burada Kürtçeyi öğrenmiş ve sonradan Kürtçe gramerini yayınlamış. Rhea bununla yetinmemiş ve 1.600 kelimelik Kürtçe-İngilizce sözlüğü de çalışmasının sonuna eklemiştir.
Yerli Kürdologlar
Güney Kürdistan'daki dilbilimsel çalışmalar genellikle Güney Kürtçesi (Sorani) üzerine yapılmıştır. Bu lehçe üzerinde ilk kez Tevfik Vehbi'nin (1891-1984) çalışmaları olmuştur. Vehbi 1926 yılında 'Kürtçe Dilbilgisi' adlı çalışmasını yayınlar.
Giw Mukriyani de 1950 yılında 'Rehber, Arapça-Kürtçe Sözlük'ü ve 1955 yılında da 'Kürtçe-Farsça Arapça-Fransızca Sözlük'ünü yayınladı.
M. Xal da 'Xal Sözlüğü' adlı çalışmasını Kürtçe-Kürtçe yayınladı. Nuri Ali Emini de dilbilgisi kitabını 1956 ve 1960 yılında Bağdat ve Süleymaniye'de yayınladı.
Kürçe üzerine detaylı çalışmalar yapmış bir isim olan Dr. Abdullah Haci Maruf, Cemal Nebez, M. E. Hewremani, Hamid Ferec, Tahır Sadık, İzedin Mustafa Resul'u anmakla yetinelim.
Doğu Kürdistan'da Kürtçe üzerine yaptıkları çalışmalarla tanınan yazarlarımız Muhamed Mukri, Qadiri Fetahi Qazi, Şex Merduxi Kurdistani, Sadık Safizade Borekeyi ve Hejar'dır. Bu parçada Güney Kürdistan'a nazaran fazla çalışma söz konusu değildir. Eski Sovyet Cumhuriyetleri'nde yaşayan Kürtlerden dil çalışmaları alanında akla gelen ilk isim Qanate Kurdo'dur. Onun dışında Çerkes Bakaev, İsak Sukerman, Kerim Eyubi, Maksime Xemo ve Zera Yusiv gibi isimlerden bahsetmek yerinde olacaktır.
İstanbul'da kümelenen Kürt aydınları arasında Kürtçe üzerine tartışmaların yaşandığından ve Arap harflerinin Kürtçe'ye uymadığı, Kürtçe için yeni bir alfabeye gereksinim olduğunu ileri süren aydınlardan Xelil Xeyali, Abdullah Cevdet, Salih Bedirxan, Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan, Reşide Kürt, Osman Sebri, Kemal Badıllı, Feqe Huseyn Sağnıç ve Tori.
Kürtlerin Kullandığı Alfabeler
Kürtlerin hangi tarihte hangi alfabeyi kullandıkları bilinmiyor. Bilinen bir gerçek var ki o da, tarih boyunca Kürtlerin birden fazla alfabe kullandıklarıdır. Şimdiye kadar Kürtler tarafından kullanılan alfabeler şunlardır:
Çivi yazısı; 36 harf olan bu yazıya Medler altı harf daha ekleyerek, 42 harften oluşan bir alfabeyi kullanmışlar.
Avesta alfabesi; 44 harften oluşan bu alfabe sağdan sola doğru yazılıyordu. Bazı kaynaklar Avesta alfabesinin 48 harften oluştuğuna işaret ediyorlar.
Arami alfabesi; en fazla Kürtçe yazıların yazıldığı ve Kürtçenin en eski yazılı belgeleri olarak kabul edilen ve Hewreman bölgesindeki mağaralarda bulunan belgeler bu alfabeyle yazılmıştır.
Eski Pehlevi alfabesi.
Masi Sorati alfabesi; Arap tarihçi İbn Vahsiye (miladi 856) , Kürtlerin bu alfabeyi kullandıklarını ve bu alfabeyle yazılmış üç kitabı gördüğünü söylüyor. 36 harf olan bu alfabeye Kürtler altı ses daha ilave etmişlerdir.
Yezidi Kürtlerin kullandığı alfabe; yüzlerce yıldan beri kullanılan bu alfabe 31 harften oluşuyor. Yezidilerin kutsal dini kitapları Mushefa Reş ve Cilwe, bu alfabeyle yazılmıştır.
Arap alfabesi
Latin alfabesi
Kiril alfabesi
Bu sıraladığımız alfabeler dışında Doğu Kürdistan'ın Zewe bölgesinde gümüş bir tepsi üzerine yazılı farklı bir yazı türüne rastlanmıştır. Araştırmacılara göre milattan önce 8. yüzyıldan kalan bu yazının Medlere ait olduğu ileri sürülüyor. Bu yazı türüne şimdiye kadar başka bir yerde rastlanmamıştır.
Kürtlerde Alfabe Tartışmaları
İslamiyetten sonra Kürtler arasında Kürtçeye uyarlanan Arap alfabesinin kullanımı yaygınlaştı. Kürt klasik edebiyatına ait eserlerin büyük çoğunluğu bu alfabeyle yazılmıştır. Ancak 19. yüzyılın sonlarında 32 harfli olan Osmanlı alfabesinin Kürtçedeki sesleri karşılamada yetersiz kaldığını vurgulayan Salix Bedirxan 8 harf ekleyerek, 40 harfli bir alfabe yaptı. Bu alfabeyle Roji Kurd'de birkaç yazı yayınlanmıştır.
20. yüzyılda Güneyli Kürtler Kürt Latin alfabesinden de yararlanarak Kürtçe sesleri karşılamada daha gelişkin bir Kürt Arap alfabesi geliştirdiler.
Yazılı olarak ilk kez Abdullah Cevdet 'Roji Kurd' dergisinde Arap alfabesinin Kürtçeye uymadığını ve kendi alfabelerini değiştirmeleri gerektiğini işaret ediyor.
Kemal Badıllı'ya göre o dönem Kürt aydınları Latin alfabesine yakın bir Kürt alfabesi üzerinde çalışmış, fakat I. Dünya Savaşı nedeniyle bu alfabe hazırlanamamıştır.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde Ermeni asıllı Hakop Xaraziyan 1921 yılında Ermeni alfabesini Kürtçeye uyarladı. Bu alfabe 'Şems' adıyla bilinir. Aynı dönemde Asuri asıllı İshak Morogulor tarafından Kürt Latin alfabesi hazırlandı ve 1930 yılında Kürtlerin en uzun süreli yayını olan 'Riya Teze' gazetesinde kullanılmaya başlandı. 1944 yılında Rus merkezi hükümetinin dayatmasıyla bu alfabenin kullanılması durduruldu ve Heciye Cindi başkanlığında bir komisyon oluşturularak Kiril alfabesi Kürtçeye uyarlandı.
Günümüzde Kuzey ve Güneybatı Kürtleri arasında yaygın olarak kullanılan Kürt Latin alfabesi 1932 yılında Celadet Bedirxan tarafından ilk kez 'Hawar' dergisinde kullanılmıştır. Ancak Celadet Bedirxan bu alfabe üzerinde çalışmalarına 1919 yılında başlamıştır. C. Bedirxan, Fransız alfabesinden esinlenerek alfabesine son şekli vermiştir
ÜMİT KAYA
ŞEYH SAİD YARGILAMA VE İNFAZ:
12 Nisanda 1925 de Diyarbakır'a gelen isyan (Kurdistan) bölgesi İstiklal Mahkemesi heyeti, birkaç gün içinde idamla sonuçlanacak olan Seyid Abdülkadir, Dr. Fuat ve Şeyh Eyüb'ın davalarına baktıktan sonra, 26 Mayıs'ta Şeyh Said'in davasına başladı.
81 sanığın bulunduğu duruşmalar Diyarbakır'daki bir sinema salonunda yapıldı. Savcıya göre, ayaklanma (kıyam) dış görünüş itibariyle şeriatçı olarak görünmesine karşın, 'asıl hüviyeti, iç bünyesi, ruhu ve tertipçilerin maksat ve gayesi bakımından ise tamamen bir Kürt milliyetçiliği, Kürt devlet ve hükümetçiliği olmaktan başka bir şey değildi.'
Bir ay kadar süren duruşmalar 28 haziranda sonuçlandı. Şeyh Said'in de aralarında bulunduğu 46 kürd şahsiyet idama mahkum edildi. İdamların infazı 28-29 Haziran gecesi yapıldı. İnfaz gecesinin en önemli özelliği, idamların bir kitle gösterisi şeklinde yapılması ve şeyhlerin iplerinin cellat yerine, toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcileri (gazeteciler dahil) tarafından çekilmesiydi. Basında bu durum 'matbuat, tayyareciler, muhabereciler, şoförler namına, bu gruba mensup biri tarafından bir şeyh ipe çekildi' ve 'mahkumların çezasını halk verdi' sözleriyle yer aldı.
Mahkeme ve infaz sahasına ilişkin olarak gazetelerde yer alan haberlere göre, Şeyh Said ve hakimlerin ilginç bir 'diyaloğ' içinde olduğunu göstermektedir. Sorgu sırasında kendisine 'Şeyh hazretleri' şeklinde hitap eden heyet üyelerine Şeyh Said de, serbest bırakıldığında Hınıs'ta kuzu çevirmeyi teklif edecek kadar 'samimi' davranmış, darağacına giderken, 'Beni mi çok sevdin, yoksa diğer hakimi mi' gibi şakalaşmalar sürmüştür. Bu da gösteriyor ki Şeyh Said'e perde arkasında çok söz verilmişti. Verdikleri sözler arasında 'Eĝ er mahkeme esnasında, sadece din adına hareketi başlattıĝ ını, bu hareketin bir kürd hareketi olmadını söylese, kendilerini iki yıl içinde serbest bırakacakları ve kimseyi idam etmeyecekleri' idi. Buna inanan Şeyh Said' de, mahkemede sadece din adına kıyamı başlattını söylemiştir.
Düşman bu oyunlarını daha sonra gerek Seyyid Rıza ve gerek diğer davalarında da bir kez daha sahneledi. Ne yazik ki kürdler bütün bu oyunlara bakıp ibret alacakları yerde, hala düşmanlarının yalan ve oyunlarına kanmakta ve ders alamamaktadırlar.
“Binaenaleyh, başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince, zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı mevzuibahs olurken, onları da beraber ifade etmek lazımdır. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendi kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daimi varittir” Mustafa Kemal Atatürk 1923 İzmit
mustafa kemal in bu sözlerine ragmen daha sonra nedense bu düşüncelerden vazgeçilmiş ve kürtler kandırılmıştır. sonra da kimileri; kürtler sürekli isyanlar çıkardı ülkeyi mahvetti falan diyorlar biraz tarihi arastırsınlarda tüm bunlar neden böyle oldu anlasınlar ondan sonra kürtlerin yaptıkları hakkında konuşsunlar.