Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • islam25.11.2006 - 18:00

    Allah'ın Yeryüzüne indirdiği, tam yaşayanı çok az olan, dünyanın yaşayanların yüzü suyu hürmetine döndüğü, son din.

  • ateist25.11.2006 - 17:55

    1400 yıldır hiç değişmeyen bir kitab'a rağmen Allah'ın varlığını inkar eden...

  • ateist25.11.2006 - 17:51

    Allah'tan şüphe eden, sonları çok kötü olacaklardan...

  • yimpaş05.11.2006 - 14:30

    Şeriat düşmanlarının yeni günah keçisi.

  • kapitalizm04.11.2006 - 20:51

    Yeniden İslam ve Kapitalizm Üzerine

    Önceki bazı yazılarımda İslam ile kapitalist ekonomi modelinin uyumlu olduğunu savunmuştum. (Bkz, 'Kapitalizm Gerçekten İslam'a Uymaz mı? ', 'İngilizce Makale: 'Islamocapitalism' '.) Bunlar bazı okurlara 'kulak tırmalayıcı' gelmiş olabilir, çünkü bizde 'kapitalizm' denince daha ziyade maddecilik, açgözlülük, paraya tapınma gibi ahlaki alçalmalar akla geliyor. Benim 'kapitalizm'den kastım (ve kavramın doğru manası) ise; devletin otoritesinin sınırlandığı bir sosyo-ekonomik düzen ve girişimci bireylerin yaratıcılık ve yenilikçiliğini teşvik eden bir kültür. Sosyalizmin seküler bir anlayışla 'devlet'e yüklediği sosyal adalet hedefinin ise, Kuran'ın ve diğer ilahi kitapların öngördüğü gibi, asıl olarak bireylerin ve cemaatlerin vicdanıyla gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

    Yine de kapitalizm 'bu topraklara' yabancı bir kavram gibi durduğu için toplumumuzun çoğuna, özellikle de dindar kesime biraz uzak geliyor. Dindar iş adamları başarılı kapitalist girişimlerde bulunsalar bile, yaptıkları işin öyle tanımlanmasını istemiyor gibiler. Kanımca bu önyargıyı biraz sorgulamak gerek. Girişimcilik, iş kurmak, para kazanmak, kar etmek gibi kavramlar gerçekten de 'ithal' mi, yoksa İslam'ın özünde ve geleneğinde olup da bazı Müslümanların zamanla kötü görmeye başladığı meşru değerler ve hedefler mi?

    Araştırmacı yazar Faruk Türkoğlu'nun Referans gazetesinde yayımlanan 'Girişimci Milletin Efendisidir' başlıklı uzun analizinde bu soruya ışık tutacak bir bölüme rastladım. Türkoğlu, 'Tarih Boyunca Girişimcilik' alt başlığıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nda 'bezirganlığın' ('iş adamlığının') ilk başta iyi görülmesine rağmen sonradan kötü bir imaj kazanışını şöyle anlatmış:
    Osmanlı İmparatorluğu’nda 17. yüzyıla kadar her tür ekonomik faaliyet, toplum içinde prestijli bir konuma sahipti. Tarıma büyük önem verilir, mal alıp satanlar için “Bezirganlık, ulular sanatıdır, dünyanın şenliği bunlarladır” gibi olumlu tanımlamalar kullanılırdı. Esnaflık ise ekonomik istikrarın temel unsuru sayılırdı.

    Esnafa ve tüccara bakış açısı, duraklama ve gerileme dönemlerinde değişti. Bilim ve teknolojideki gelişmeler iyi izlenmeyince üretimi artırma yolları tıkandı. Doğu ticaret yollarının kapanması, ticaretteki kazançları azalttı. Fetihlerden elde edilen gelir de zamanla gerileyince, Sabri Ülgener’in “İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası” adlı eserinde vurguladığı gibi, ekonomik hayat bir durgunluk içine girdi.

    Bu ortamda üretime ve ekonomiye daha fazla önem verilmesi gerekirken tam aksi yönde eğilimler ortaya çıktı. Kanaatkârlığın ve mistik değerlere sığınmanın yaygınlaştığı bir ortamda, devlet büyüklerine kapılanma ve kolay yoldan para kazanma gibi olumsuz eğilimler güçlendi. Gerileme döneminde başlıca iş alanları aşağıda görüldüğü gibi irtifa kaybetti:

    - Osmanlı’nın gelişme döneminde “hırfet” kelimesi sanat ve zanaat, harif kelimesi, zanaatkar anlamında kullanılırdı. Sonraki dönemlerde “harif” kelimesi “herif”e dönüştürülerek olumsuz anlamlarda kullanılmaya başlandı.

    - Gerileme döneminde, toplumun büyük çoğunluğu esnaflara karşıydı. Şair Sümbülzade Vehbi bunlar için “Sınıf-ı esnafta yoktur insaf” nitelemesi ile toplumdaki bu duygulara tercüman oluyordu.

    - “Bezirgan” kelimesinin anlamındaki alçalma günümüzde de devam ediyor. Bu kelime normal bir alım satım faaliyeti için değil de kuşku duyulacak ticari faaliyetler için kullanılıyor.

    Ticaret ve her tür kazancı amaçlayan ekonomik girişimlerin, dürüst rekabet kurallarına ve yasa hükümlerine uygun olduğu sürece onurlu bir iş sayılması gerektiği ancak Osmanlı’nın son döneminde kabul edildi. Hazreti Muhammed’in “El kasib-u Habibullah” (çalışıp kazananı Allah sever) hadisi, geçen yüzyılın başlarında hatırlandı ve İstanbul Kapalıçarşı’nın Çadırcılar Kapısı üstüne Hattat Sami Efendi tarafından yazıldı.

    “Paranın elin kiri” sayıldığı dönemler geride kalmış görünse de girişimciliğin ve girişimcinin, toplum içinde hak ettiği itibarı gördüğü henüz söylenemez. Bürokrasinin önemli bir bölümü, girişimcilere hâlâ zorluk üstüne zorluk çıkarıyor.

    Girişimcilere zorluk üstüne zorluk çıkaran söz konusu 'bürokrasinin önemli bir bölümü'nün laiklik ve fikir özgürlüğü gibi başka konularda da hala 1930'lardaki gibi, yani 'çağdışı' bir zihniyetle düşünüp davrandığını da buraya eklemek lazım.

    Bir başka deyişle 'kapitalizm'in iyi bir şey olup olmadığı konusunda, 'kapitalizm düşmanları'nın dünya görüşüne, özellikle de dine yönelik bakış açılarına göz atılarak da fikir yürütülebilir...



    http://www.mustafaakyol.org/archives/2006/09/yeniden_islam_ve_kapitalizm.php

  • devlet02.10.2006 - 00:25

    DEVLET KURUMUNUN ÖNEMİ - HARUN YAHYA

    Devlet Nedir?

    Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü paylaşan bir toplumda, bu toplumu düzenleme, bu topluma güvenlik, refah ve huzur sağlama amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama, yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur.

    Devlet kurumu, tarihin bilinen en eski toplumlarından bu yana hep var olmuştur. Marksistler, ortaya attıkları hayali 'kültürel evrim' senaryosu içinde, devletin sonradan ortaya çıkan bir mekanizma olduğunu iddia ederler. İlk toplumlarda devlet ya da benzeri bir otorite olmadığını, 'komünal' bir hayat sürdürüldüğünü öne sürerler. Oysa tarihsel ya da arkeolojik hiçbir bulgu bu iddiayı doğrulamamaktadır. Aksine, hakkında bilgi sahibi olabildiğimiz en eski medeniyetlerin hepsinde, güçlü devlet mekanizmaları bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle devlet kurumunun insanlık tarihi ile yaşıt olduğunu söylemek mümkündür.

    Bu aslında insanın yaratılışının doğal bir sonucudur. İnsan yaratılışı gereği, 'doğru' ve 'yanlış' kavramlarına sahiptir. Doğruyu öğrenmek ve bu doğruya uygun bir düzen içinde yaşamak ister. Yanlışı uygulayanların ise durdurulmasını, engellenmesini arzu eder. İşte bu nedenledir ki, insanlara doğruyu öğreten birtakım kurallar koyacak ve bu kurallara uyulmasını sağlayacak bir otoritenin varlığı zorunludur.

    Nitekim insan toplumlarının yapısı düşünüldüğünde, devletin vazgeçilmez bir önemi olduğu kolaylıkla görülür. Bir toplumda asayiş ve güvenliği sağlayabilecek, zararlı davranışları kanunla yasaklayabilecek, bu kanunlara da uyulmasını mecbur kılacak yegane güç, devlettir. Buna parelel olarak, günümüzdeki toplumların vazgeçilmez ihtiyaçları olan sağlık, eğitim, milli güvenlik, altyapı gibi hizmetlerin de sadece devlet tarafından karşılanabileceği açıktır.

    Bu noktaları detaylı olarak inceleyeceğiz. Bu incelemeye de, öncelikle devletin varlığına karşı çıkan en önemli siyasi ideoloji olan anarşizmin çarpıklıklarına bakarak başlayalım.


    ANARŞİZM YANILGISI

    Anarşizm, sol idelojilerin en marjinali olarak kabul edilir. Terim, 'başsızlık' anlamı taşıyan Yunanca bir kelimeden gelir. Bu ideolojinin bağlıları, devletin topluma zarar veren bir kurum olduğunu iddia etmiş ve insanların özgürlük ve barışa ulaşabilmesi için devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuşlardır. Devletle beraber dine karşı da tavır almışlar ve dinin yok edilmesine çalışmışlardır. Fransız Devrimi'nin ardından ortaya çıkan bu ideoloji özellikle 19. yüzyılda yaygınlık kazanmış, Rusya'daki Bolşevik Devrimi'nin (1917) hazırlanmasında da rol oynamıştır.

    Öncelikle anarşizmin tamamen hayali ve gerçeklerden uzak bir düşünce olduğuna dikkat etmek gerekir. Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir zaman bu ideoloji uygulanmamıştır. Hiçbir zaman bir devletin lağvedilmesi ve anarşist bir toplum kurulması gibi bir vakıa yaşanmamıştır. Sadece bazı kriz zamanlarında devletlerin otoritesi zayıflamış, bunun sonucunda ise topluma barış ve huzur değil, aksine sadece kavga, çatışma ve yağma gelmiştir.

    Başka türlüsü de mümkün değildir. Çünkü devletin olmadığı bir ortamda, toplumun kendi kendini düzenleyerek asayiş ve istikrar oluşturması imkansızdır. Devletin olmadığı bir ortamda kanunlar da olmayacaktır. Dolayısıyla 'suç' kavramı ortadan kalkacak ve herkes istediği fiili rahatlıkla yapabilecektir. Dileyen kişi bir başkasının malına ya da canına kast ettiğinde, bu suçu 'suç' olarak tanımlayacak ve engelleyecek bir otorite bulunmayacağı için, karşısında hiçbir engel de bulmayacaktır. Hırsızlar istedikleri malı çalacaklar, katiller diledikleri insanı öldürecekler ve onları durduracak bir polis ya da yargılayacak bir mahkeme olmayacaktır.

    Böyle bir toplum ise kaçınılmaz olarak orman kanunlarının hakim olduğu bir 'sürü'ye dönüşecektir. İnsanların huzurlarının, mallarının, canlarının ve ırzlarının hiçbir güvencesinin kalmayacağı bu sürü, gerçekte bir 'insan toplumu'ndan ziyade, hayvan topluluğu gibi yaşayacaktır. İlginç olan ise, bu sonucun anarşistlerin felsefelerine zaten birebir uyuyor olmasıdır. Çünkü anarşistler de aynen Marksistler gibi Darwin'in ortaya attığı 'insanın evrimi' masalına inanmakta ve dolayısıyla insanı 'gelişmiş bir hayvan türü' olarak kabul etmektedirler.

    Ancak tarih, anarşizmin tamamen yanlış bir felsefe olduğunu sayısız örnekle ispatlamaktadır. Anarşistler devletin ortadan kalkmasının barış ve huzur getireceğini öne sürmüşlerdir. Oysa siyasi tarihe bakıldığında, devlet otoritesinin ortadan kalktığı her dönemin son derece kanlı bir kaos ortamı olduğu görülür. Ortaçağ boyunca siyasi otoritenin ortadan kalktığı dönemler, hep yağma, talan ve katliam dönemleri olmuştur. Anarşizmin çıkış noktası sayılabilecek olan Fransız Devrimi, tarihin en kanlı siyasi hareketlerinden biridir. Fransız Devrimi'nde, özellikle de devrimin 'Terör Dönemi' olarak bilinen evresinde, on binlerce insan idam edilmiş, devrimin Robespierre gibi en ateşli öncüleri de dahil olmak üzere çok sayıda insan giyotine gönderilmiştir. Devrimin ardından Fransa on beş yılı aşkın bir süre huzura kavuşamamıştır. Düzen ve emniyetin tekrar sağlanması ise, devrim döneminin sona ermesi ve Napoleon'un mutlak iktidarının kurulmasıyla, yani devletin yeniden tesisiyle mümkün olmuştur. Tarihin her döneminde tablo aynıdır. Devlet aleyhinde yapılan her türlü 'devrim', devrimcilerin işe başlarken ortaya attıkları süslü sloganların aksine, mutlaka kan, acı ve gözyaşı getirmiştir.

    Anarşizmin çok büyük bir yanılgı olduğunu böylece belirttikten sonra, şimdi devletin gerekliliğini farklı yönlerden inceleyelim.


    DEVLET VE MİLLİ SAVUNMA


    Bolşevik Devrimi'nde Rusya (solda) . Fransa'da, devrimden sonra on beş yılı aşkın bir süre devam eden bir istikrarsızlık dönemi yaşanmıştır.

    Üzerinde yaşadığımız dünyada, insanlar belirli topluluklara üyedirler. Bunların en temeli ailedir. Sonra, genelde çok daha zayıf olmak üzere, komşuluk, aşiret, hemşerilik, etnik köken gibi bağlar gelir. Ancak tüm bu kimliklerin, özellikle siyasi yönden en önemli olanı milli kimliktir. Bir diğer deyişle insanın hangi milletten olduğu sorusudur. Çünkü dünya üzerindeki siyasi otoriteler (devletler) millet esasına göre birbirlerinden ayrılırlar. Almanya Alman Milleti'nin ülkesidir. Fransa Fransızlar'ındır. Türkiye ise Türk Milleti'nin yurdudur.

    Dünya üzerindeki siyasi rekabet ve çatışmalar da yine millet esası üzerinde gelişir. Aynı durum siyasetin bir uzantısı sayılan savaş için de geçerlidir. Almanya, Alman Milleti'ni dünyaya hakim kılmak rüyasıyla II. Dünya Savaşı'nı başlatmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki siyasi dengeler, iki milletin ulusal çıkarlarına göre şekillenmektedir.

    Dünyanın bu şekilde, yani ülkeler arası siyasi dengeler üzerine kurulu oluşu, her insanı da içinde yaşadığı ülkenin çıkarlarına göre düşünmeye mecbur kılar. Hiç kimse, 'Tek önemli olan ben, şirketim ve ailemdir, gerisi önemli değil' diyemez, çünkü ailesinin ve kendisinin geleceği, içinde yaşadığı ülkenin geleceğine bağlıdır. Eğer düşman bir ülke kendi yaşadığı ülkeyi işgal ederse, kendisi, şirketi ve ailesi de bundan büyük zarar görecektir. O, içinde yaşadığı ülkenin bir ferdidir ve mutlaka ülkesinin gücüne ve bağımsızlığına taraftar olmak zorundadır.

    Devletin ne kadar zorunlu bir kurum olduğu da bu noktada açıkça ortaya çıkar. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutacak olan yegane kurum devlettir. Ülkenin milli güvenliğinden sorumlu olan yegane otorite odur. Milli savunma için ordu oluşturan, bu orduyu ayakta tutan ve güçlendiren kurum devlettir. Elbette hiçbir özel sektör kuruluşu ya da sivil toplum örgütü kesinlikle böyle bir rol oynayamaz.

    İşte bu nedenle, bir ülkede yaşayan her birey, devletinin güçlenmesine ve yücelmesine taraftar olmak zorundadır. Devleti zayıflatacak bir hareket içine giriyorsa, kendisinin, ailesinin ve sevdiği diğer herkesin aleyhinde hareket ediyor demektir. Eğer bir başka devlete hizmet etmeyi hedefliyorsa, o zaman ismi 'vatan haini' olur.


    DEVLET VE TOPLUMSAL GÜVENLİK

    Güçlü bir devletin varlığı, sadece milli savunma için değil, aynı zamanda ülkenin kendi içindeki güvenlik ve huzurun tesisi için de zorunludur.

    Anarşizm yanılgısından söz ederken, devletin zayıfladığı bir ortamda her türlü suçun kolaylıkla işlenebileceğini, çünkü 'suç'u tanımlayacak ve engelleyecek bir otoritenin kalmayacağını söylemiştik. Bu konuyu biraz daha detaylandırabiliriz.

    Öncelikle devletin otoritesini yitirdiği ve bunun sonucunda emniyet teşkilatının ortadan kalktığı bir ortam düşünelim. Böyle bir ortam, suçluların her türlü suçu kolaylıkla işleyebilecekleri, dürüst vatandaşların ise her türlü tecavüzün hedefi haline gelecekleri korkunç bir toplum düzeni oluşturacaktır. Muhtemelen güvenlik için devlet yerine 'özel sektör'e başvurulacak, yani mafyavari çeteler oluşacak ve vatandaşlar bunlara para ödeyerek güvenlik elde etmeye çalışacaklardır. Ancak bu mafyavari çetelerin başıbozuk ve suça eğilimli kişilerden oluşması kaçınılmazdır. Bir süre sonra bu kez bu örgütlenmeler vatandaşlara karşı tecavüzlerde bulunacaklar, bu çetelerin aralarında çatışmalar, iç hesaplaşmalar yaşanacaktır.

    Polis teşkilatının ortadan kalkması kadar vahim bir başka gelişme ise, adli sistemin çökmesidir. Devletin otoritesini yitirmesi durumunda mahkemeler de ortadan kalkacak, savcılar ve hakimler çalışmayacaktır. Böyle bir durumda toplumdaki hiçbir hukuki anlaşmazlık çözülemez. Adaletle hükmedecek ve bu hükmü uygulatacak bir mekanizma olmadığı için, her türlü haksızlık, hakka tecavüz ve suistimal kolaylıkla uygulanır hale gelir. Eğer yine 'özel sektör' eliyle mahkemeler kurulsa bile, bunların yine mafyavari mekanizmalar olacağı, kendilerine daha çok para veren tarafı haklı çıkarmak için uğraşacakları açıktır. Çünkü özel sektörün temel amacı kar etmektir ve kendisine daha fazla kar sağlayan uygulamaya yönelmesi kaçınılmazdır.

    Sonuçta devlet otoritesinin zayıflamasının toplumsal güvenliği, düzeni ve huzuru tamamen yok edeceği açıktır. Böyle bir durumda ülke, içinde yaşanılmaz bir kaos ortamına girecektir.


    DEVLETİN TOPLUMSAL HAYATTAKİ KAÇINILMAZ ROLÜ

    Güçlü bir devlet, sadece güvenliğin değil, toplumun genel refahının sağlanması için de zorunludur. Buna örnek olarak iki alanı ele alabiliriz: Sağlık ve eğitim.

    Hastaların tedavisi işini üstlenen kurumlar, hastanelerdir. Bir toplumun sağlık sorununa çözüm bulunması için de mutlaka devlet hastahanelerinin var olması gerekir. Elbette günümüzde özel sektör tarafından açılmış çok sayıda hastahane de bulunmaktadır. Ancak bir noktaya dikkat etmek gerekir: Özel sektör her zaman için kar amacını güder. Dolayısıyla özel sektörün tüm bir toplumun sağlık sorununa çözüm getirmesi imkansızdır. Fakir insanlar hiçbir zaman özel hastahanelerden yararlanamazlar ve mutlaka devletin kurduğu ve kendilerine yardımda bulunacak hastahanelere ihtiyaç duyarlar. Dahası, aşı kampanyaları, toplu sağlık taramaları gibi toplumsal hizmetleri gerçekleştirecek olan yegane otorite de devlettir. Kar amaçlı hiçbir özel kurum, ilkokul çocuklarını salgın hastalıklardan korumak için yurt çapında aşı kampanyası düzenlemez ya da ülkenin ücra köşelerine sağlık hizmeti götürmez.

    Toplumun refahı ile ilgili ikinci önemli konu ise eğitimdir. Eğitim de yine sağlık gibi kısmen özel sektör tarafından üstlenilebilir, ama bu durumda yine özel sektörün kar talebini karşılayamayacak olan yoksul kesimler eğitim imkanından yoksun kalacaktır. Eğitimin tüm yurtçapında, büyük kentlerden uzak köylere kadar yayılması da yine ancak devlet sayesinde mümkün olur. Eğer devletin eğitim sistemi işlemese, özel sektör için karlı olmayan tüm yerleşim birimleri eğitim şanslarını yitirecektir.

    Devletin varlığı, eğitimin eşit ve standart olması için de zorunludur. Eğer eğitim devletin belirlediği standart bir müfredata göre şekillenmese ve tümüyle özel kişilerin denetiminde olsa, toplum kısa sürede kamplara ayrılabilir. Komünistler komünist ideolojiyi telkin eden okullar açabilir. Irkçılar, çocuklarını birer ırkçı olarak yetiştiren okullar kurabilir. Bu şekilde kısa zamanda toplum birbirine tümüyle yabancı ve düşman bireylerden oluşabilir. Toplumun birliğinin korunması ve birarada yaşamayı mümkün kılan ortak bir kültürün gelişmesi için, mutlaka devlet tarafından belirlenen standart bir eğitim uygulanmalıdır. Farklı kültürel gruplara ya da mesleki eğitim taleplerine özel okul statüleri tanınabilir, ama bu özel statü de yine müfredatın temel çizgilerine bağlı kalmalıdır.

    Kısacası bir toplumun eğitim ve sağlık gibi en temel gereksinimleri, ancak güçlü bir devletin müdahale ve kontrolü ile karşılanabilir.


    DEVLETİN EKONOMİK HAYATTAKİ KAÇINILMAZ ROLÜ

    19. yüzyıl, çok sayıda düşünürün masabaşında teoriler ürettiği bir dönemdi. Liberalizm ve Marksizm gibi iki farklı sosyal teori bu dönemde ortaya çıktı. Her iki teorinin de ortak özelliği, tecrübelere değil soyut fikirlere dayalı olmasıydı. 20. yüzyılda ise bu fikirler uygulamaya kondu ve ortaya birtakım somut tecrübeler çıktı.

    1929 yılında yaşanan ve 'Büyük Buhran' adı verilen ekonomik kriz, tüm dünyaya devletin dışlandığı ekonomik modelin yanlışlığını anlatmaya yetmiştir.

    Marksizm'in bu tecrübeler sonucunda çökmüş olduğu açıktır. Devletin önce şiddet yoluyla ele geçirilmesini, sonra tüm ekonominin devlet kontrolüne alınmasını ve uzak bir gelecekte de devletin tümüyle lağvedilmesini savunan bu teorinin, gerçeklerle uyuşmayan ve son derece verimsiz bir ekonomik model ortaya koyduğu aşikardır. Sovyetler Birliği'nin merkezi planlamaya dayalı ekonomik modelinin çökmesi, mutlak devletçiliğin yanlış bir ekonomi politikası olduğunu ve ekonominin ancak özel sektörün rolüyle verimli hale geleceğini ortaya koymuştur.

    1929 Bunalımı, dünya ticaretinin gerilemesine, toplumların gelir ve refah seviyelerinin düşmesine neden olmuş, ve milyonlarca insanı işsiz bırakmıştır. En alttaki resimde, o dönemdeiş bulmak için kuyrukta bekleyen insanlar görülmektedir.

    Ancak bu kadar dikkat çekmeyen bir diğer önemli gelişme, 20. yüzyıldaki tecrübelerin 19. yüzyıl liberalizmini de bazı yönlerden haksız çıkarmasıydı. 19. yüzyılda yaşamış liberal ekonomi savunucuları, 18. yüzyıldaki İngiliz iktisatçı Adam Smith'in yolunu izleyerek, 'en iyi devlet, en az müdahale eden devlettir' demişlerdi. Devletin ekonomik hayata hiç müdahale etmemesini ve tüm ekonominin özel girişimin denetiminde olması gerektiğini savunmuşlardı.

    Devletin tümüyle dışlandığı bu ekonomi modeli 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar başta ABD olmak üzere çoğu Batı ülkesinde kabul gördü. Ancak 1929 yılında patlak veren ve 'Büyük Buhran' olarak bilinen dev ekonomik kriz, bu modelin yanlışlığını gözler önüne serdi. Büyük Buhran, New York borsasında başgösteren ve sonra da oradan tüm dünyaya yayılan bir panikle doğmuştu. Dünya ekonomisini yıllar yılı kitleyen bu kriz, dünya ticaret hacminin büyük ölçüde daralmasına, toplumların gelir ve refah seviyelerinin düşmesine, milyonlarca insanın işsiz kalmasına neden oldu.

    Büyük Buhran'ın ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan biri, devletin tümüyle ekonominin dışına itilmesinin son derece zararlı bir uygulama olduğuydu. Nitekim Büyük Buhran'ın ardından gelişen 'Keynes Modeli' ekonomik sistem, devletin gerekli durumlarda ekonomiye müdahale etmesi, kimi zaman da yatırımlarla ekonomiyi yönlendirmesi gerektiğini kabul etti. Çoğu devlet de Keynes Modeli'ni uygulayarak Büyük Buhran'ın tahribatını düzeltebildi.

    Bugün için de geçerli olan ekonomik model, özel sektörün lokomotif görevi gördüğü, ama devletin denetimi ve yönlendirmesi ile işleyecek bir ekonomik modeldir. Devletin başta altyapı yatırımları olmak üzere ekonominin bazı alanlarına el atması zorunludur. Ayrıca özel sektör için karlı olmayan, ama toplumun genel refahı açısından gerekli olan bazı hizmetlerin yerine getirilmesi için de yine devletin müdahalesi zorunludur. (Örneğin posta hizmeti dünyanın hiçbir ülkesinde karlı değildir, ama toplumun yararı için devlet tarafından yürütülür.) Aynı şekilde bir ülkenin stratejik güvenliğini ilgilendiren ekonomik meselelerin de devlet tarafından düzenlenmesi gerekmektedir.

    Özetle, bir ülkenin refahı için ekonominin devlet tarafından denetlenmesi, yasalarla düzenlenmesi, kimi zaman da doğrudan devletin müdahalesi ile yönlendirilmesi zorunludur. Devletin bunları yapabilmesi için de elbette güçlü olması gerekmektedir.


    Sonuç

    Baştan beri incelediğimiz konular, bir toplumun güvenli, huzurlu, müreffeh bir hayat sürebilmesi için, mutlaka güçlü bir devletin koruması ve denetimi altında yaşaması gerektiğini göstermektedir. Devletin ortadan kaldırılmasını savunan anarşizm çok büyük bir yanılgıdır. 'En iyi devlet, en az yöneten devlettir' diyen 19. yüzyıl liberalizmi de yanılmıştır ve devlet müdahalesinin gerekliliğini kavrayamamıştır.

    Devletin tümden lağvedilmesi bir yana, devlet otoritesindeki en küçük zayıflama bile bir toplumu büyük sorunlarla karşı karşıya bırakır. Devlet otoritesindeki en küçük bir boşluk, bu boşluğun birtakım gayrı meşru yapılanmalar tarafından doldurulmasıyla sonuçlanacaktır. Bundan da tüm bireyler zarar görecektir. Zayıf bir devlet, toplumun içindeki bazı çıkar çevrelerinin etkisi altında kalacak ve yine toplumun genelibundan zarar görecektir.

    Dolayısıyla bir toplumun içindeki her bireyin, güçlü bir devlet mekanizmasına taraftar olması gerekir. Devletin güçlenmesi için çaba harcaması, devletin zayıflamasına yönelik eylemlere karşı da tavır alması gerekir. Kısacası devletine sahip çıkması gerekir.

  • anarşi02.10.2006 - 00:20

    Terör...

  • anarşizm02.10.2006 - 00:20

    Terörizm...

  • kapitalizm09.09.2006 - 23:39

    Son aylarda gündeme gelen, önceki hafta da Ali Kırca'nın 'Siyaset Meydanı'nda tartışılan bir soru var: Kapitalizm İslam ile bağdaşır mı?

    Aslında pek yeni olmayan bu tartışmanın Türk kamuoyunun dikkatini çekmesinde, kısa adı ESI olan 'European Stability Initiative' isimli Avrupalı düşünce kuruluşunun Kayseri'deki 'İslami Kapitalizm' hakkında geçtiğimiz eylül ayında yayınladığı bir raporun etkisi var. ESI, Kayseri'de müthiş bir ekonomik başarı gösteren sanayici ve işadamlarının çoğunun dindar olduğuna işaret etmiş ve bundan hareketle ünlü sosyolog Max Weber'e atıfta bulunmuştu. Weber, bilindiği gibi, 'Protestan Ahlakı ve Kapitalizm'in Ruhu' adlı eserinde, Avrupa'da kapitalizmin gelişmesinde Kalvinist Protestanların çalışkan ve tutumlu ahlakının önemli bir rol oynadığını anlatır.

    İşin içine Weber, Kalvinizm gibi Batılı kavramlar girince, bir de bazı yorumcular 'bu, İslam'ın elini dünya işlerinden çektirme projesidir' gibi komplo kokan laflar edince, bazı Müslümanlar tepki gösterdiler. 'Siyaset Meydanı'nda söz alan ilahiyatçılar da bu tepkiyi paylaştılar, hatta 'kapitalizm İslam'a aykırıdır' diye kestirip attılar.

    Oysa durum hiç de öyle olmayabilir. Bunu görmek içinse, bazı klişeleri sorgulamak gerek.


    Kapitalizm nedir?

    İlk sorgulanması gereken, 'kapitalizm' denince ne anladığmız.

    Bu kavram Türkiye'de çoğu insanın aklına, işçilerini aç karnına çalıştırırken ellerini ovuştura ovuştura para sayan zalim ve sahtekar patron imajları getirir. Yılmaz Güney filmlerinden 'Olacak O Kadar Televizyonu'na dek sürekli boy gösteren bir temadır bu. Gözünü para hırsı bürümüş, ilkesiz ve namussuz adamlardır kapitalistler...

    Oysa bu karikatür, kapitalizmin doğru bir tarifi değildir. Kapitalizm, özetle, devletin yerine bireyin girişimci olduğu ekonomik sistemdir. Sermaye birikimi oluşturan bu girişimciler, şirketler ve fabrikalar açıp istihdam yaratır ve elbette ki 'patron' olmuş olurlar. Ama 'zalim patron' olmaları gerekmez; aksine çalıştırdıkları insanlara haklarını veren dürüst insanlar da olabilirler. Hatta kazançlarının bir kısmını idealist bir biçimde toplum yararına da harcayabilirler.

    Zaten kapitalizmin teorik savunucuları da, böyle bir 'kapitalist ahlak' öngörmüşlerdir. Ünlü İngiliz iktisatçı Adam Smith'in çok anılan 'Milletlerin Zenginliği' kitabından başka 'Ahlaki Duyguların Teorisi' adlı bir kitabı da vardır ve orada kapitalist ekonomiyi ve bireysel özgürlüğü etik bir zemine oturtur. Günümüzde Amerika'nın önde gelen Katolik ilahiyatçılarından biri olan Michael Novak da, 'Demokratik Kapitalizm'in Ruhu' adlı eserinde aynı mesajı verir: Novak'a göre kapitalizm zenginlik üretmekte en başarılı yöntemdir ve ilahi dinlerin öğrettiği hayırseverlik ilkesiyle desteklendiğinde, bir toplum için en sağlıklı sosyo-ekonomik sistemi oluşturur.


    Kur'an ve Kapitalizm

    Denebilir ki, 'kapitalizm Hıristiyanlıkla uyuşmuş olabilir, ama İslam'a uymaz.'

    Oysa tam aksine, İslam'ın kapitalizme Hıristiyanlık'tan daha bile açık olduğunu savunmak mümkündür. İncil'de fakirlik övülmesine rağmen, Kur'an'da 'mülk' olumlu bir kavramdır. İslam peygamberi Hz. Muhammed, hayatının büyük bölümünde ticaretle ilgilenmiştir ve hatta 'rızkın onda dokuzu ticarettedir' dediği rivayet edilir. Zaten İslam dünyasının Ortaçağ'daki görkemli yükselişinde de, dünya ticaret yollarının merkezinde yer alması ve Müslüman tüccarların bu konumu çok iyi değerlendirmesinin rolü büyüktür.

    Ama elbette kapitalizm ticaretten ibaret değildir ve asıl belirleyici karakteri 'sermaye birikimi' ve 'ekonomik eşitliksizlik'tir. Kapitalizme karşı çıkan Müslüman teolog ve entellektüeller de bu noktaya işaret ediyor ve Kur'an'da sosyal adalete yapılan vurgunun kapitalizmle çeliştiğini düşünüyorlar.

    Oysa böyle bir çelişki yoktur, çünkü Kur'an'ın sosyal adalet kavramı, toplum içindeki zenginlerin, kendi istek ve rızalarıyla fakirlere yardım etmeleri üzerine kuruludur. Özel mülkiyet ve veraset pek çok ayette güvence altına alındığına göre, kimsenin malına zorla el konamaz. Zekat ve sadakalar da, zorla alınan değil, gönüllü olarak verilen bağışlardır. Bir başka deyişle Kur'an; fakirlerin 'devrim' yapmasından veya malların 'kollektivizasyonundan' değil, kapital sahiplerinin ahlaklı ve merhametli davranmasından söz etmektedir.

    İşte bu nedenledir ki, İslam asıl sosyalizmle bağdaşmaz: Sosyalizmde özel mülkiyet yerine devlet mülkiyeti vardır ve 'sınıfsız toplum' hedeflenir. Eğer toplum 'sınıfsız' ise kim kime zekat verecek, hayırseverliğin ne anlamı kalacaktır ki? ...

    Zaten sosyalizm felsefi açıdan da İslam'a uymaz. Sosyalizm, seküler bir araç olan 'devlet'in eliyle 'yeryüzünde cennet' yaratmayı hedefler; oysa İslam'a göre cennet burada değildir ve dünya eksikliklerle dolu bir 'sınav ortamı'dır. Sosyalizmin hemen her zaman felsefi materyalizmle el ele gelişmiş olması, bir tesadüf değildir...


    'Gavur İcadı' mı?

    Tüm bunları aslında çok daha uzun makaleler ve hatta kitaplarla ele almak gerekiyor. Zaten bu konuda geniş bir literatür var. Bunlar, özetin özeti.

    Ancak şu kadarını söylemek lazım: 'Kapitalizm İslam'a aykırıdır' diyerek kestirip atan Müslümanlar, dikkat etmeliler: İslam dünyasını, Batı'nın ilerlemesini sağlamış, başarı getirdiği aşikar olan bir sosyo-ekonomik sistemden mahrum bırakma yolunda olmasınlar... Matbaaya, televizyona veya internete 'gavur icadı' demek ne ise, kapitalizmi lanetlemek de o olabilir.

    Belki de Müslümanların modern dünyanın başarılı araç ve sistemleriyle kavga etmek yerine, onları kendi ahlaki ilke ve amaçlarına göre nasıl değerlendirebileceklerini düşünmeleri gerekiyor. İlim Çin'de bile olsa alınacak ise, ekonomi neden Batı'dan alınamasın?


    http://www.mustafaakyol.org/archives/2006/02/kapitalizm_islama_uymaz_mi.php

  • dersim05.09.2006 - 21:23

    Mustafa Kemal'in 1936 tarihli Meclisi Açış Konuşmasından:

    'Dahili işlerimizden en mühim bir safha varsa o'da Dersim meselesidir.Dahilde bulunan işbu yarayı,bu korkunc çıbanı,ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması icin,hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir'.