![Sedat Akıncı](/Content/img/no-image.jpg)
Sedat Akıncı
İNSAN; İNSAN OLMADAN DOĞAR VE İNSAN OLMADAN ÖLÜR..İNSANLAŞMA; DOĞUMLA ÖLÜM ARASINDA ÖZNEL VE NESNEL OLARAK YAŞANAN BİR GERÇEKLİKTİR..SEDAT AKINCI
İNSAN; İNSAN OLMADAN DOĞAR VE İNSAN OLMADAN ÖLÜR..İNSANLAŞMA; DOĞUMLA ÖLÜM ARASINDA ÖZNEL VE NESNEL OLARAK YAŞANAN BİR GERÇEKLİKTİR..SEDAT AKINCI
Asım Bezirci
Asım Bezirci, düşünsel gelişimimde en etkin rolü üstlenen, görüşlerine çok değer verdiğim düşünce adamlarından biridir. Bilimden Yana-Sosyalizme doğru adlı eserleri, `Doğaya`, `Topluma` ve `Bilince` bakışımı netleştirmiş, toplumcu gerçekçi sanat-kültür anlayışımı yeniden düzenleyerek olması gereken çizgiye çekmiştir. O diyalektik düşüncenin Türk Dili`yle eserler vermiş en önemli insanlarından biridir. Engizisyon onun bedenini yakmış olabilir, ama onun diyalektik düşünceye katkısı insanlık yaşadıkça yaşayacaktır. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Şimdi siz dostlarıma, onun Toplumcu gerçekçi kültür-sanat anlayışından örnekler vermeye çalışacağım.
“Toplumcu Gerçekçi Sanat, diyalektik bir yönteme dayanır. Bu demektir ki o; İnsanı, toplumu ve doğayı durgun, değişmez, gelişmez ölü bir gerçeklik olarak değil; sürekli bir oluş, akış, hareket, değişme, süreç ve evrim içinde bulunan canlı bir gerçek olarak görür.”
“Varlıkları ya da olayları birbirinden ayrı, birbiriyle ilgisiz, soyut ve bağımsız, tek yanlı birer nesne olarak değil; Birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı, birbirine karşılıklı etki ve tepkide bulunan çok yanlı bütün olarak görür.”
“Yaşamı, gerçekliği çelişme ve çatışmadan yoksun, her zaman aynı kalan, kendisiyle uzlaşmış, çelişmesiz bir konu olarak değil, içinde karşıt güçlerin birbiriyle çatışma ve çekişmede bulunduğu çelişmeli, hareketli bir konu olarak görür.”
“Evreni durmadan aynı hareketleri tekrarlayan, yalnızca nitelikçe değişmelere sahne olan ve fakat nitelikçe değişmelere, devrimlere yol vermeyen mekanik bir varlık olarak değil, nicelikçe değişmelerin belli bir birikmeden sonra nitelikçe değişmeler doğurduğu, evrimlerin dönüşümlerle, devrimlerle sonuçlandığı durmayan bir yaratılış, yenileşme ve ilerleme, yani süreç içinde bulunan diyalektik bir varlık olarak görür.”
“Toplumcu gerçekçi edebiyat maddeci bir felsefeye dayanır. Varlığı kavrayışta, ilk temel unsurun bilinç (ruh, akıl, fikir) değil, onun dışında bulunan nesnel varlık yani madde (doğa- dünya) olduğuna; Bilincin maddeyi değil, maddenin bilinci meydana getirmiş olduğuna; İnsanın bir ruhu olduğu için değil, bir beyni olduğu için düşündüğüne ve düşüncenin maddenin yüksek düzeyde bir ürünü olduğuna; Evreni ondan bağımsız metafizik ya da teolojik güçlerin değil, kendi yasalarının yönetmekte olduğuna; Dünyayı ve yasalarını tanımanın elimizde olmadığına değil, bilimin, aklın ve deneyimlerin yardımıyla onlar üstüne gitgide artan bilgiler edinmenin ve bu bilgilere dayanarak onları belirli ölçüde değiştirmenin elimizde olduğuna inanır.”
“Toplumcu Gerçekçi anlayış, gerçekçi bir anlayışa yaslanır.”
“Toplumcu Gerçekçi anlayış, halka bağlıdır, halkçı bir tutuma dayanır.”
“Toplumcu gerçekçi anlayış, ilerici- devrimci bir anlayışa dayanır.”
“Toplumcu gerçekçi anlayış, ileri/yeni bir tekniğe dayanır.”
Asım Bezirci ustanın izinden gitmeye çalışarak yeni dünyalara açıldım. Öğrenmenin asla bitmeyeceğini öğrendim. Ondan bir insanın ancak öğrendikleri kadar insan olabileceğini öğrendim. Bir insanın öğrenmekten başka hiçbir şansı olmadığını öğrendim. Anısı bende hep yaşayacak.
Asım Bezirci: Sosyalizme Doğru: s.47-Evrensel Basım Yayın
Sedat AKINCI
NAZIM VE DIYALEKTIK..
Nasıl ki atom altı parçacıklar uygun koşullarda bir araya gelerek atomları oluşturuyorsa ve atomlar da birleşerek cisimleri oluşturuyorsa, aynı biçimde harfler birleşerek sözcükleri, sözcükler birleşerek de düşünceleri oluşturur. Cisimlerin oluşumu nesnelerin diyalektik yasalılığı, düşüncelerin oluşumu da düşüncelerin diyalektik yasalılığı içinde oluşur ve gelişir. Düşüncenin dile bağıntısı ise artık üzerinde tartışılamayacak biçimde kanıtlanmıştır. Diyalektik düşünme yöntemi insan zekasının en parlak buluşlarından biridir.
Türk dili ve düşüncesi bakımından Nazım Hikmet, diyalektiği en derinden kavramış ve onu günlük konuşma diline şiirleriyle yerleştirmiştir. Nazım Hikmet’in diyalektik düşünceyle ilgili bir çok konuşması vardır ama ben burada sadece şiirlerinden örnekler vermeye çalışacağım.
Nazım Hikmet, Piraye hanıma yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu “Senin aşkına güvenerek şimdiye kadar gerek şark gerekse garp edebiyatında yapılmamış bir şeye, yani rubailerle Diyalektik Materyalizmi vermeye çalışacağım. Bu işi başaracağımdan eminim, çünkü Mevlana’nın Tanrı aşkına güvenerek ve ondan kuvvet alarak yaptığı şeyi ben senin aşkına güvenerek ve onun yaptığının tamamen tersini yani gerçeğini yapacağım.” Ve dediklerini gerçekten de başardı ve rubaileri yazdı, birkaç örnek vereyim.
11
Ne nurdan ne çamurdan,
Sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
Yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan..
13
Aramızda sadece bir derece farkı var,
İşte böyle kanaryam,
Sen kanatları olan, düşünemeyen kuşsun,
Ben elleri olan, düşünebilen adam..
3
Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan;
Yakut şarabı billur kadehlere doldur, seher vaktidir ey delikanlı uyan..
Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı,
Gecikmeyi affetmeyen fabrikanın canavar düdüğüydü uğuldayan..
4
Muşambanın üstüne resmini bir kerecik çizdim ama
Günde bin kere resmin çıktı bende tepeden tırnağıma,
Fakat ne tuhaf şey hayalin onda daha çok kalacak,
Benden uzun ömürlüdür muşamba..
Türk dili ve düşüncesinin en önemli ozanlarından Nazım Hikmet, bedensel olarak artık yok, ama nasıl ki Homeros, Hesiodos, Heraklit, Lucretius binlerce yıldır yaşamlarını tüm canlılıklarıyla sürdürüyorlarsa, Nazım Hikmet’te aynı canlılıkla yaşamını sürdürmeye devam edecek. Onun eseri kuşaklar boyu insanlığın yolunu aydınlatmayı sürdürecek. Bundan en ufak bir kuşkum yok. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Epikuros`u anlamak
İyonya okulunun geliştirici bir devamı olarak kurulan, Epikuros’un Kepos adlı okulu; maddenin, önsüz sonsuzluğunu, hareketin kendi iç kaynağı olarak değerlendirip, atomcu felsefeye bilimsel bir yön vermiş, bir anlamıyla onu yeniden kurmuştu.
Epikuros’a göre; doğada gerçekleşen tüm olaylar, atom bileşiklerinden oluşuyordu.
Bölünemeyen bu parçacıklar ve bunların hareketlerinin yer aldığı alana Epikuros evren diyordu. Bölünemeyen bu parçacıklar, Demokritos’un atom anlayışından farklı olarak, sadece biçimleri ve büyüklükleriyle değil, ağırlıklarıyla da birbirlerinden ayrılıyorlardı.
Büyük atomcu filozof ve bilgin Epikuros şöyle düşünüyordu.
“Diyebiliriz ki hiçbir şey, hiçbir şeyden doğmaz. Çünkü her şeyin kendisine özgü doğurucu tohumu olmasaydı her şey, her şeyden doğabilirdi. Öte yandan da, her gözden kaybolan yokluğa dönseydi, bütün şeyler yok olurdu. Çünkü gözden yok olan her şey ancak yoklukta barınabilirdi.
Bundan çıkan sonuç şudur ki: Dünya, her zaman, şimdi olduğu gibi, var olagelmiştir ve bundan sonra da, şimdi olduğu gibi, var kalacaktır.
Dünya maddelerden kurulmuştur. Bu maddelerin varlığını da duyumlarımız tanıtlamaktadır. Cisimlerin kimileri bileşiktir, kimileri de bu bileşikleri meydana getiren elemanlardır. Elemanlar, görünmez ve değişmez nitelikteki atomlardır. Çünkü hiçbir şey yokluğa dönmediği için, bileşikler dağılınca, onları meydana getiren varlıkların da var kalmaları gerekir. Dünya sonsuzdur. Çünkü her sonlunun bir ucu olması gerekir, dünyanın ucu olmadığına göre sonsuz olduğu kesindir. Sonu olmadığına göre de zorunlu olarak sonlu değil demektir. Atomların hareketlerinin başlangıcı yoktur. Çünkü atomlar boşluk kadar öncesizdir. Atomların hareketleri sürekli ve sonsuzdur.”
Epikuros, atomcu bir filozof-bilgin olmakla birlikte en temel özelliklerinden biri olarak ta toplumcu bir anlayışa sahiptir. Diğer fragmanlarımda açıklamaya çalıştığım; bilimsel düşüncenin, bilimin siyasetini yaratacağı önermesine iyi bir örnek olarak şunları dile getiriyor.
“İnsanlara en gerekli bilim, mutlu yaşama bilimidir. 'Aç kalmamak', 'susuz kalmamak', 'üşümemek', insanı mutlu edecek olan işte bunlardır.'
Bunları elde etmenin yolu, doğru eylem ve doğru bilgidir. İnsanı mutsuz eden, doğru eylemin sonucunda elde edilmesi gereken doğru bilgilerin arasına, hayal, masal, düş gibi doğal olmayan düşüncelerin karıştırılmasıdır. Mutluluk ancak, doğaya uygun doğal bir dünya görüşüyle gerçekleşebilir. İnsanı boş yere mutsuz kılan her türlü boş düş, boş hayal ve boş masalı konu alan düşüncelerden kaçınmalı, her şeyin doğal nedenleri olduğu ve bu doğal nedenleri öğrenmenin yolu açılmalıdır.”
Epikuros öğrenmenin, felsefenin, insan yaşamındaki önemli yerine her zaman dikkat çekmişti. Felsefeye ve insan aklına olan inancı onu, Demokritos’tan ayıran başlıca özelliklerinden biriydi.
“ Payına gerçek özgürlük düşmesi için, felsefeye hizmet etmen gerekir. Felsefeye boyun eğmiş, kul olmuş kişi, beklemeye gerek duymaz. Çünkü felsefeye kulluk etmek özgürlüğün kendisidir…Kişi, gençken felsefeyle uğraşmayı ertelememeli, yaşlanınca da bu uğraştan bıkmamalı..Çünkü ruh sağlığını elde etmek için kimsenin yaşı henüz erken, ya da artık geçmiş olamaz. Felsefe çağının henüz gelmediğini ya da artık geçtiğini söyleyen kişi ise, mutlu olma çağının henüz gelmediğini ya da geçtiğini söyleyen kişiden farksızdır”
Epikuros’un bu toplumcu düşünceleri, Antikçağ’da ileri sürmüş olduğunu düşünürsek; günümüzden binlerce yıl önce insanlığın gerçek kurtuluşunun, boş inançlardan sıyrılmak olduğunu bizlere gösterdiğini kavrarsak; ne kadar önemli ve ne kadar gerekli bir başarıyı gerçekleştirmiş olduğunu daha yakından öğrenmiş oluruz…
Anaksagoras ve Aristoteles’in; üzerinde en çok düşündükleri konulardan biriydi “EL”. İnsan, elleri olduğu için mi akıllıdır, yoksa akıllı olduğu için mi elleri vardır?
Bu soruya verilecek yanıtlarda oluşan karşıtlıklar ve uzlaşmazlıklar, felsefenin en temel sorularından birini oluşturur.
Anaksagoras, insanın elleri olduğu için akıllı olduğunu düşünmüştü; ona göre, alet yaparak insanlaşan insanın, ilk aleti elleriydi ve eller tüm aletlerin prototipiydi.
Soruya bir yanıt da, Kant’tan geldi, Kant ellerin dışarıya uzanmış beyin olduğunu söyledi.
Engels bu tartışmaya şu sözleriyle katıldı “Atalarımız dik yürümeyi önce bir kural, sonra zorunluluk olarak kabullenmişlerse, bunun nedeni ön ayakların, ayaklıktan başka bir iş yapmak zorunda kalmış olmasındandır”
İlkel atalarımızın, ellerini kullanarak biçimlendirdiği ilk taş aletten günümüze kadar, elin ve aletin karşılıklı gelişimi sürdü.
Bugün artık el öyle bir noktaya geldi ki, en gelişmiş aletlerle; makro ve mikro evreni izliyor, inceliyor ve uygun sonuçları çıkararak insanlığın kullanımına sokuyor. En yüksek düzeyde kültür-sanat eserlerini yaratıyor. Ve bu yaratımları da sonsuzca geliştireceğinden hiç kuşku yok..
Geçtiğimiz günlerde, Kabalcı Yayınevi, Cengiz Çakmak’ın çevirisiyle, Herakleitos’un Fragmanlarını kitap dünyamıza kazandırdı. Cengiz Çakmak’ın titiz bir çalışmayla Yunanca aslından Türkçeye kazandırılan eser, vitrinlerdeki yerini aldı. Felsefeyle ilgilenen insanların bu eserden çok yararlanacakları açık.
Herakleitos, 89 numaralı fragmanda şöyle söylüyor.
“Uykuda olmayanlar için tek ve ortak bir kosmos (evren) vardır.
Uykuda olanlar ise kendi özel dünyalarına kapanırlar.”
Uyku; bilincin uyuşarak dinlenmeye geçmesi durumudur. Uyku, organik dünyanın en temel gereksinimlerinden biridir. Uykusuz bırakılan canlıların, örneğin bitkilerin; belli bir uykusuzluk süresi sonucunda öldükleri bilimsel çalışmalarla tanıtlanmıştır.
Beyinde bir uyutma, bir de uyandırma merkezi vardır. Uyutma merkezinde olabilecek bir hasar, ‘sürekli’ bir uykusuzluk hastalığını, uyandırma merkezinde olabilecek bir hasar da, sürekli uyuma hastalığına neden olur. Uyku bilinci dinlendirir ama, zihinsel faaliyeti ortadan kaldırmaz. Uyku sırasındaki beyinsel faaliyet, yapılan bir çok bilimsel deneyle kanıtlanmıştır.
Uyku bilimsel olarak iki ana bölümde incelenmektedir. REM evresi, rüyaların görüldüğü evre, NREM evresi rüya görülmeyen derin uyku evresidir.
Buraya kadar sözünü ettiğim uyku, fizyolojik uykudur. Aslında ortaya çıkarmaya çalıştığım uyku ise, normal insan için öngörülen sekiz saatlik uykunun dışındaki, uyanıkken uyumaya ilişkindir.
Herakleitos’un dikkat çektiği “Uykuda olmayanlar için ortak bir kosmos(evren) vardır.” cümlesini biraz açarsak, buradaki ortak evren kavramının dile getirdiği gerçekliğin ne olduğunu kavrayabilirsek; ortak iyiyi, ortak üretimi, ortak paylaşımı, ortak kurtuluşu ve insanca olan her şeyin ortaklaşmayla anlam kazandığını görürüz.
Toplumumuzun geneline baktığımızda, ikinci cümlenin (“Uykuda olanlar ise kendi özel dünyalarına kapanırlar.”) egemen olduğunu görüyoruz. Liberal Ekonominin yağmalamalarına uykulu gözlerle bakıyoruz, Özelleştirmelere, işten çıkarmalara, sendikasızlaştırmalara uykulu gözlerle bakıyoruz. Yabancı sermayenin her yıl milyarlarca doları yurtdışına kaçırmasına uykulu gözlerle bakıyoruz. Büyük bir mücadeleyle bağımsızlığını kazandığımız Topraklarımızın, yabancılara para karşılığı satılmasına uykulu gözlerle bakıyoruz. Uyanmanın, uyandırmanın bir insanlık görevi olup olmadığına uykulu gözlerle bakıyoruz. Bu uyku durumunun bir an önce giderilmesi ve
“Yarin yanağından gayrı, her yerde, her şeyde hep beraber” yaşayabilmek dileğiyle...
Ernst Haeckel; “ İnsanların günümüzde yok olmuş primatlar zincirinden türediği düşüncesi artık çıplak bir varsayım olmaktan çıkmış, Tarihi bir gerçek olmuştur” demişti.
Bu sözleri bilimsel düşüncenin bir görüngüsü olarak ele aldığımızda doğruluğunu kabul edebiliriz. Ancak Haeckel’in daha sonra neler yaptığını izlemeden bu düşüncenin ardına takılırsak, bizi büyük yanılgılar bekleyecektir kuşkusuz..
Daha sonra Haeckel; “Halkların tarihi biyolojik, daha doğrusu fiziksel ve kimyasal bir prosestir” (süreçtir anlamında) diyerek bilimden koptu...
Çünkü fiziksel ve kimyasal süreçlerin yasaları, toplumsal yasaları vermez..Toplumsal yasalar; fiziksel ve kimyasal süreçlerden farklı olarak ve aynı zamanda bu süreçleri içererek, emek üretim süreçlerinden doğarlar. Günümüz biliminin kanıtladığı üzere, doğanın insansız gelişti bir dönem vardır. Bu dönem; inorganik dönem ve organik dönem olmak üzere iki başlık altında incelenmektedir..
Toplumun, doğa üzerinde insanla birlikte başlayan kendi diyalektik yasaları vardır..İnorganik, organik ve toplumsal yasalar elbette birbirleriyle etkileşim halindedirler ama birbirlerinin yerini alamazlar..
Haeckel, Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserinde kullandığı karşılaştırmalı inceleme yöntemini, Yine Darwin’e ait olan ‘İnsanın Türeyişi’ adlı esere uygulayarak, Sosyal Darwinizm’in yolunu açmış oldu..Açmış bulunduğu bu yol, sonradan insanlığa çok zararlar verecek neden sonuç zincirleri yarattı....
Haeckel’in, Darwin’in genel olarak biyoloji için öngördüğü yöntemi, insan ve topluma uygulamaya çalışması, farklı yasalarla çalışan biyoloji ve toplumu, aynı yöntemle incelemesi, aradaki nicel ve nitel farklılıkları göz ardı etmesi. O günün güçlü devleti olan İngiliz emperyalizmine, evrim teorisinden yararlanıp, sömürüye bir temel bulma arayışına yardımcı olmuş ve bir dünya görüşüne! dönüştürülmüştü..
Darwinizmin çarpıtılarak Sosyal Darwinizm’e dönüştürülmesi, egemenlere büyük bir güç sağlamıştı..
Bilimsel felsefenin kurucuları ve savunucuları, organik doğa yasalarını bulan ve açıklayan Darwin’i ve Evrim Teorisini her zaman önemsemiş ve savunmuşlardır. Fakat sorunun emekçi halklar bakımından çok tehlikeli bir hal alması karşısında, Sosyal Darvinizm’in bir felsefi görüş olarak eleştirilip çürütülmesi hakkında da tereddüt göstermemişlerdir..
Engels konuyla ilgili olarak Lavrov’a şöyle diyordu “ Darwin’ci varolma savaşımı kuramının Sosyal Darwinizm’e dönüştürülmüş biçimiyle tümü, Hobbes’un, her insanın, her insana karşı savaşması kuramıyla, Malthus’çu nüfus kuramının toplumdan hayvansı doğaya geçirilmesinden ibarettir”..
Süreç günümüzde aynen devam etmektedir. Bulunduğu konumu haklı gösterecek bir felsefi kuram bulma olanağından tarihsel nedenlerle yoksun bulunan Kapitalist-Emperyalist sistem, Darwin’in evrim teorisine dört elle sarılmış, onun bilimsel içeriğini boşaltarak Malthus ve Spencer’in tüm bilimdışı anlayışlarıyla birleştirip, sömürüsüne hiç değilse biyolojik bir temel oluşturabilmek için sosyal Darwinizm’i yaratmıştır...
Bunun ardından gelen Biyolojizm ise, yoksul halklara kan kusturmuştur..
Görüldüğü gibi Haeckel bilimden yola çıktığı halde ne kadar önemli zararlar veriyor insana ve insanlığa..İnsanlığı bu gibi zırvalıklardan korumak, kollamak ve bilimin yolundan ayrılmadan bilimi ve bilimsel düşünceyi geliştirmek aydın olduğunu düşünen her insanın insanlık görevidir..
Aristoteles; insanlık Tarihinin en büyük düşünür ve bilginlerinden biridir.
Teknik olarak İdealizm'in kurucusu Platon olmakla birlikte, Aristoteles İdealizm'i, biçimsel mantığıyla bir düşünme yöntemine dönüştürmüştür. “Öz olmadan biçim olmaz; biçim olmadan da öz olmaz” diyerek diyalektik bir düşünceyi armağan etmiştir insanlığa..
Ne var ki; kurmuş bulunduğu düşünce sistematiği, biçimsel bir yöne doğru ilerlemiş ve mantığı ‘Biçimsel Mantık’ olarak ortaya çıkmıştır..”Nesneler kaybolur biçim kalır, öyleyse gerçek olan biçimdir” diyerek, daha üst düzeyden Platon İdealizmini tekrarlamıştır...(Bilindiği gibi, Platon da, nesnelerin kendileri geçici, ideaları kalıcıdır demişti.) ..
Aristo’nun biçimci mantığını eleştiren ve ondan daha ileri noktadan bir mantık dizgesi yaratan Hegel, maddenin ve düşüncenin yasalılığını-Aristo mantığının yerine- diyalektik mantığı koyarak, mantık bilimini bir adım ileri götürmüştür. Ancak, ne var ki o da, 'varlık' kavramını ve onun bütünlüğünü, idealist bir yaklaşımla ele almış ve bu nedenle kurmuş olduğu mantık, diyalektik bir içeriğe sahip olmakla birlikte idealizm'i aşamamış ve İdealist diyalektik mantık düzleminde kalmıştır..
Mantık bilimi, gerçek anlamını materyalist düşünme biçiminde bulur..Bu anlamıyla Tarihsel ve Diyalektik Materyalizm, insanlığın yarattığı en düzey mantıksal dizgedir..
Bu düşünceye taraf olanların da, karşı olanların da öğrenmesi gereken bir bilimdir..
Unutulmamalıdır ki mantık, duyguların ve önyargıların aşıldığı noktadan başlar..Einstein bu nedenle 'Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur' demişti..
Düşüncelerle, duyguların ve önyargıların kesin ayrımının olmadığı yerde mantık doğru bir çizgi çizemez ve yanılgı kaçınılmaz olur..
Descartes ve Ben
İnsanlığın düşünsel gelişimine en doğrudan katkı koyan insanlardan biri Descartes’tir.
Felsefede her iki olanağı içinde barındıran düşünme biçimine ikicilik denir. Bu tanım gereği Descartes, tam anlamıyla bir ikiciydi. “Düşünüyorum öyleyse varım” diyerek, İdealist düşünme yönteminin gelişimine; “Yersiz madde yoktur, maddesiz de yer yoktur” diyerek, materyalist düşünme yönteminin gelişimine katkı sundu.
Descartes’in Analitik düşünme yöntemini oluşturan akıl yürütmesi, şu kaynağı temel alıyordu: “Önce, bir ilke olarak, bütün edinilmiş bilgilerimden şüphe etmeliyim ve onları bir yana bırakarak ilk ve sağlam yeni bir düşünceden yola çıkmalıyım. İnsanların bütün düşünceleri birbirine bağlıdır, birbirinden çıkar; Bir düşünceyi doğuran ondan önce gerçekleşmiş başka bir düşüncedir. Düşünceler bir neden-sonuç zinciri içinde sürüp gider. Öyleyse, sırayı titizlikle takip edersem, doğru olmayan bir düşünceyi doğru sanmaktan sakınarak düşünce zincirinin arasına yanlış bir düşünce karıştırmazsam doğru olan’a ulaşabilirim. Bu durumda benim için kesin olan tek şey şüphe etmek’tir, bütün bilgilerimden şüphe etmek gereği benim için şüphesiz’dir. Şüphe etmek düşünmek’tir; Düşünmekse var olmak’tır. Öyleyse var olduğum da şüphesizdir. Düşünüyorum şu halde varım. Şüphe edemeyeceğim ilk ve sağlam bilgim budur. Şimdi neden-sonuç zincirini titizlikle kovalayarak, bütün öteki bilgileri bu temelden çıkarabilirim”
Descartes’in İdealizmin gelişimine ikinci katkısı ise birincisi kadar önemli ve bir o kadar da üzerinde durulmaya değerdir. Felsefede ‘BEN’den yola çıkma geleneğini başlatan düşünür yine Descartes’tir. Descartes, insanın bedensel yapısı olan nesnelliğiyle, düşünsel yanı olan öznelliğini kesinlikle birbirinden ayırmış ve bunun üzerinden fizik anlayışıyla metafizik anlayışını biçimlendirmiş ve ikisini birbirine karıştırmamayı başarabilmiştir.
Descartes’in materyalist düşünceye katkısı da çok anlamlı ve önemlidir. Descartes, madde ve hareket kavramları arasındaki bağıntıyı derinden yakalamış bir düşünürdür, ancak yaşadığı dönem bakımında bilimin ve teknolojinin gelişmemiş olması onun hareket anlayışını mekanik tanım düzeyinde bıraktı. Ona göre her düzen bir makine düzeni, her hareket ise mekanik harekettir. Hareket bir yer kaplama ve yer değiştirme işleminden ibarettir. Yerkaplama, maddenin en temel özelliğidir. Yer kaplamayan madde olmaz. Bu yersiz madde var demektir, öyleyse maddesiz de yer olamaz. Bundan şu zorunlu sonuç çıkar ki, evrende maddesiz yer, eş deyişle –boşluk- ve yersiz madde, eş deyişle –atom- yoktur. Öyleyse evren maddeyle doludur. Hepimizin bildiği gibi Atom’un (bölünemez) olmadığı daha sonraki bilimsel çalışmalarda tanıtlandı ve Descartes haklı çıktı.
Descartes’in yaptığı mekanik hareketin yeniden tanımı, Antikçağ Atomcularının olgun bir eleştirisiydi.
Antik çağ Atomcuları evreni, içinde atomlardan oluşan cisimleri barındıran bir boşluk olarak tanımlamışlardı. Atomlardan oluşan cisimler kendiliğinden bir hareket sonucu birbirlerini itiyor, çekiyor ve birbirlerine çarparak mekanik hareketi yaratıyorlardı. Bu düşüncede mekanik hareketin tanımı doğru, boşluk düşüncesi yanlıştı, işte Descartes bu noktaya dikkat çekti ve bu noktadan diyalektik düşüncenin gelişmesine katkı sağladı.
Nasıl ki evren maddi bir doluluksa, bir birey olarak insanın beyni de aynı doluluktadır.
Doğduğumuz andan itibaren belleğimizde biriken bilgiler bir nehir halinde akar, yani hareket halindedir. Nasıl ki evrensel hareket başlatılamaz ve durdurulamazsa, insan düşüncesinden oluşan nehrin akışı da başlatılamaz ve durdurulamaz. İnsan evrenin bir parçasıdır. Nasıl ki evreni oluşturan cisimler mekanik tanım bakımından birbirlerini itip, çekiyorsa, insan düşüncesi de bilgilerin birbirini itip çekmesiyle hareketlenir. Edindiğimiz günlük bilgiler, var olanları iterek kendilerine yer bulabilirler. Var olan bilgilerimizin yerine yenilerini koyabilmek ancak bu yolla gerçekleşir. Düşünce, dün’ü, bu gün’ü ve yarınıyla birlikte ele alındığında anlamlıdır. Bu bakımdan ben, dün’de bulunan, gerçekleşmiş düşünsel mirastan yeterince yararlanmadığımızı düşünüyorum. Bu benim gündemden koptuğum anlamını içermez. Elbette ben de herkes gibi, Kapitalist- Emperyalist dünyanın, tüm dünya emekçileri üzerinde oynadığı oyunları olabildiğince yakından izlemeye anlamaya çalışıyorum. Öğrenebilmenin tek yolunun, dün’ü, bu gün’e ve yarına bağlayabilmek olduğunu düşünüyorum.
Lucretius, Epikuros’un aydınlık düşüncelerine, kendi aydınlık düşüncelerini de ekleyerek, materyalist felsefenin, günümüze ulaşan en temel bilgilerini ortaya koyan insandır.
Lucretius’a göre evren sürekli olarak hareket eden maddeden meydana gelmiştir. Başlangıcı ve sonu yoktur, yaratılmamış ve yok olmayacaktır, zaman ve uzay hareket eden maddenin dışında var olamaz, bunlar birbirleriyle bağıntılıdırlar, maddenin bölünebilirliği atomda biter. Evrenin bütün değişik görünüşlerinin içinde bu atomlar vardır, doğayı açıklamakta yaratıcı ilkeler hayal etmek yanlıştır ve yalandır. Sonsuz olan evrende sayısız dünyalar vardır. Bu dünyalar hep aynı atomsal maddelerden meydana gelmiştir. Hareket maddenin bir özelliğidir ve hiçbir doğadışı varlığın ona hareket vermesiyle meydana gelmiş değildir. Demir gibi en katı cisimlerin bile içsel yapısı sonsuz bir hareketlilik halindedir.
Lucretius’un, günümüze ulaşan eserlerinden biri olan -Nesnelerin Doğası Üzerine- adlı kitabından alıntılanmış olan bu düşüncelerde, onun ne kadar büyük bir diyalektikçi olduğunu en net biçimiyle görebilmekteyiz.
Madde- Hareket- Uzay-zaman- arasındaki bağıntıyı ve bu üç kategorinin birbirinden ayrı düşünülemez gerçekliğini ilk kuran düşünür olarak parlayan Lucretius; materyalist düşüncenin en büyük düşünürlerinden biridir.
Lucretius’un bir başka önemli özelliği de, felsefeyi toplumsal sorunlarla birlikte ele almasıdır. Şiirlerinde ileri sürdüğü ortak iyi ve ortak kurtuluş kavramlarıyla toplumsal gerçekliklere dikkat çekmiştir.
“Doğanın ne dediğini duymuyor musunuz?
Beden için acıdan uzak, ruh için tasasız olmaktan başka bir isteği var mı ki?
Acıyı dindirebilen, tasayı yok edebilen her şey ona sevinç verir. Doğa, doğa olarak, bundan başka bir şey istemez.
Eğer bizim evlerimizde ellerinde geceyi aydınlatmak için meşaleler tutan heykeller yoksa,
Her yanı gümüşle ışıldamıyor ve altınla parıldamıyorsa,
Gitar sesleri duvarları çınlatmıyorsa ne çıkar.
Bir akarsu boyunda, bir ağacın dalları altında, dostların arasında, Taze çimenlerin üzerine uzanarak, kolayca ve masrafsızca, kendimizi dinçleştirebilmek,
Bir de hava bize gülümsüyorsa ve mevsim yeşil otların arasına çiçekler serpiştirmişse….Bize yeter”
Lucretius ustanın bu şiiri bize insan olmanın, insanca düşünebilmenin en yetkin örneğini vermiyor mu? ..
Sedat AKINCI
Düşünür; düşünceyle, düşünme kavramlarını birbirinden ayrı; ama birbiriyle olan ilişkilerini koparmadan ele alabilen insandır..