Anlatmak, insanın idrakine hitap etmektir. Anlatmak; iyi niyetin, aydınlatma isteğinin, insana ve hayata saygının bir uzantısıdır. Kutsal metinler, bütün aydınlık öncülerinin ‘anlatıcılar’ olduğunu, olması gerektiğini dile getirir. Kur’an’a göre, bütün peygamberler anlatıcıdırlar. Onların görevleri de özellikleri de anlatmaktır.
Kur’an, insanın, kendisine anlatılanı anlayacak donanımla dünyaya gönderildiğini defalarca ifadeye koyar. Bütün peygamberler ‘mübîn’ insanlardır. ‘Mübîn’, apaçık anlatan, ayrıntılarıyla anlatan kişi demektir. Kutsal metinlerin ortak niteliklerinden biri de onların ‘mübîn’ olmasıdır. Yani, tanrısal anlayış ve yönteme göre, hem anlatan mübîndir hem de anlatma konusu yapılan. Başka bir deyişle, hem peygamber mübîndir hem de getirdiği kutsal metinler.
Yaratıcı Kudret şunda ısrarlıdır: Zahmete katlanmayı göze alanlar, anlatmayı er-geç başarırlar. Ve bu başarı hayatın ve insanın başarısı olur. Bu başarı mutluluk ve rahatlık getirir.
Dayatmaya gelince; o, hem yapısı hem de amacı bakımından anlatmanın tam tersidir. Dayatmacı, insanın idrakine hitap etmez, insanı anlamadığı ve ısınmadığı şeyi kabule zorlar. Bu bazen baskı, bazen de açık zulüm şeklinde belirir. Esasında, dayatmanın bizzat kendisi bir zulümdür.
Peygamberleri ‘mübîn’, mübelliğ (bir gerçeği insana ileten) ve ‘müzekkir’ (hatırlatan, öğüt veren, aydınlatan) olarak niteleyen Kur’an, onların ‘musaytır’ (despot, baskıcı) olmadıklarını, olmamaları gerektiğini de ısrarla belirtir. Aydınlatıcılar anlatırlar, ama baskı ve zorlamaya (ikraha) asla gidemezler. Hayat ve din, sonuç olarak da mutluluk ve başarı ikrahtan arınmışlık üzerine kuruludur. Bunun içindir ki, “Dinde ikrah yoktur, olmamalıdır.”
Yaratıcı irade ve bu iradenin insanlık dünyasına taşıyıcıları olan peygamberler ve kutsal metinler şuna sürekli vurgu yapar:
'Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır.' (Kur’an, 2/256)
Yaratıcı Kudret, yaratıp donattığı insanın anlama gücünden emindir. İnsana iyi niyet ve sabırla hitap edildiğinde, yani anlatıldığında, insan, anlatılanı anlayacaktır. Anlatacak bir şeyiniz yoksa veya anlatılacak olanı anlatamıyorsanız bunun suçu anlatıcınındır, dinleyenin değil.
Anlatmak yerine dayatmaya gitmenin sebeplerinden birincisi, konuşanın yetersizliğidir. Anlatamayanlar, anlatacak bir şeylere sahip olmayanlar veya anlatma niyetinden yoksun bulunanlar, dayatırlar. Anlatmanın dayanakları özgüven, iyi niyet, akıl, vicdan, ilim ve nihayet sevgidir. Dayatmanın dayanakları ise kendine güvensizlik, egoizm, baskı, akıldışılık ve nihayet kindir.
Anlatmak, sabır ister, fedakârlık ister. Anlatmanın başarısı uzun vadede gelir ama bir kez gelince de pörsümez, ölmez. Dayatmak ise ucuzdur, kolaydır; kısa vadeli çıkarlar sağlar ama sonu hüsran ve perişanlıktır. Dayatmanın getirdiği sonuç, insanın iç dünyasına, akıl ve idrakine yerleşmediği için, bir süre sonra insan ve hayat tarafından itilip atılır.
Dayatmaya bağlanan fikirler de sistemler de kazançlar da kısa bir süre sonra çürür, çöker, yerle bir olur.
Hayatın kanunu, Yaratıcı’nın iradesi budur.
Bu genel tespitten sonra özel konumuza gelelim:
17 Mayıs 2006 günü, dinci militanlar tarafından gerçekleştirilen Danıştay Katliamı, inkâr ve tevil edilmez şekilde bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’de dinle devlet, İslam’la laiklik, dindarla çağdaşlık barışık değildir. 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’le İslam’ın, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le Müslümanların barış ve kucaklaşması gerçekleştirilememiştir. Çünkü İslam ve tebliğcisi Hz. Muhammed ile Cumhuriyet ve kurucusu Mustafa Kemal halkımıza anlatılmamış, dayatılmıştır. Halkın Yükselişi Partisi’nin temel söylemlerinden birinden yararlanarak konuşursak, halkımızın seyretmek zorunda kaldığı tablo, Muhammed ile Mustafa’nın ahenk ve barışını ortaya koyan bir tablo değil, didişme ve çelişme halinde olduklarını göstermeye uyarlanmış bir tablodur.
İyi niyet ve temiz bir vicdanla baktığımızda, uyuşma ve barışmaları aklın ve gerçeğin icabı olan İslam ile Atatürk Cumhuriyeti’nin yani Muhammed ile Mustafa’nın barışı bir türlü kurulamamıştır. Bu barış kurulamadığı içindir ki, Muhammed’den de Mustafa’dan da vazgeçmek istemeyen Türk milleti bir türlü huzur bulamamaktadır. Muhammed’e de Mustafa’ya da muhtaç olduğunu vicdanı ve aklıyla fark eden Türk milleti, bu iki değerin barışına giden yolların dikenlenmesi yüzünden sürekli ıstırap çekmektedir.
Yolları dikenleyenler kimlerdir?
Yolları dikenleyenler, İslam’ı ve Atatürk’ü dayatma aracı yapanlardır. Bugün bizler, bir yandan Muhammed’i, öte yandan Mustafa’yı dayatma konusu yapanların yarattıkları kahırlı kıskacın ortasında acı çeken bir halkın feryatları ve bu feryatları Türkiye aleyhine istismar eden Haçlı emperyalistler güruhu ile karşı karşıyayız.
İslam’ı; Arap takkesini din yapan Emevî dincileri (siyasal İslamcılar) , Atatürk’ü ise büst ve rozetleri ‘Atatürk’ diye pazarlayan ‘Atatürk bezirgânları’ dayattı. Bunların biri dini anlatmadı, öteki de Atatürk’ü. Biri İslam’ı dayattı, ötekisi Atatürk’ü...
Neden? Çünkü İslam’ı anlatsalardı, dini, Atatürk’ü anlatsalardı Atatürk mirasını sömüremezlerdi. Oysaki o sömürüye ihtiyaçları vardı. Yaratıcı ruhları, sağlam kişilikleri, dünyayı, bölgemizi ve ülkemizi layıkıyla okuyacak bilgi ve birikimleri yoktu; bir şeylere, bir yerlere dayanmaya muhtaç idiler. Beleşi, ucuzu çok seviyorlardı; dokunulmazlığı da çok seviyorlardı.
Bir yerlere dayanmak ihtiyacı duyanların bir şeyleri dayatmak zorunda kalacaklarını unutmak, faturası çok ağır bir yanılgıdır. Bir şeyleri dayatanlar, bir yerlere dayanarak dokunulmazlık elde etmek peşinde olanlardır. Özgür ve yaratıcı benlikler ne bir yerlere dayanırlar ne de bir şeyleri dayatırlar.
Dokunulmazlık elde etmenin en ucuz yolu, değerlere tasallut ve onları dayatma aracı yapmaktır. Bir şeyleri dayatarak dokunulmazlık kazananlar bunu sürdürmek için gerçeği anlatanları aforoz ederler. Bütün musallat beleşçiler aforozcudur.
Aforoz; değer, kişi veya kurumların gerçeğini temsil edenlerin bunların sömürüsünü yapanlar tarafından bu değerlere karşı olmakla itham edilmesidir. İnsanlık tarihinin en sefil, en hayasız ve en zalim sömürüsü aforozculuktur. Aforozculuğun en namussuz ve şeytanî süreci engizisyon, en alçak temsilcileri de kilise babalarıdır. Batı, kilisenin bu zulmünden kendisini kurtardı ama aforozu tüm dünyadan kovmak için kılını kıpırdatmadı. Tam aksine, onu sevmediği kitlelerin hayatına soktu; Müslümanların hayatına soktu. Bugünkü dünyada aforozculuğun bir numaralı mekânları Müslüman coğrafyalardır. Bu demektir ki, değerlerin gerçek temsilcilerinin kahra, sömürücülerin ise nimet ve itibara layık görüldüğü coğrafyalar Müslüman coğrafyalardır. Türkiye, büyük Atatürk sayesinde bu coğrafyaların cehennemî kıskacından çıkar gibi oldu ama içten ve dıştan ortaklaşa kotarılan karşı devrim, bu süreci kırdığı için Türkiye tekrar o kıskacın içine itildi. Dahası, Atatürk öncesindeki dinci aforozun yanına Atatürkçü aforozu da ekleyerek ‘aforoz kahrı’nı ikiye katladı.
İslam’a ve Atatürk’e musallat olanlar sık sık aforoza başvurdular. Bu aforozun kurum, kişi ve kavram putlarını oluşturdular. Fesat, soygun, vurgun ve bazen de ihanet sergiledikleri duvarlar arasına ‘Allah’ın evi’ yaftası yapıştıran dinci aforozculara, yeni dönemlerde ‘Atatürk’ün partisi, Atatürk’ün derneği, Atatürk’ün falanı, filanı’ aforozcuları eklendi. Hiç kimse çıkıp da “Atatürk’ün kendisi, fikirleri, çilesi, hasreti, ışık ve aydınlığı nerede? ” diye soramadı. Bu sorular, Atatürkçü aforozun öne çıkardığı rozetler, büstler, sloganlar ve tehditler altında boğuldu, ezildi.
Öyle korkunç bir aforozculuk geliştirildi ki, 'İslam nedir, biraz anlatır mısınız! ' veya 'Atatürk’ü bize tanıtır mısınız! ' demek bile aforoza çarpılmak için yeterli oldu.
İslam, dincilerin, Atatürk de ‘Atatürkçüler’in dokunulmazlık aracı olarak donduruldu. Yeni nesiller, 'Biz İslam’ı veya Atatürk’ü niçin seviyoruz, neden sevmeliyiz? ' sorularına yeterli cevabı bulamadılar.
Özetleyelim: Cumhuriyet dönemi, ne yazık ki, iki ölümsüz ve erdirici değerimizin (İslam ile laiklik, Muhammed ile Mustafa) anlatılması yerine dayatılmasıyla belirginleşen bir dönem oldu. Bu ters gidiş, can damarlarımızı parçalamaya, acımızın paydasını büyütmeye devam ediyor. Türkiye’nin ekonomiden sanata, tarihten felsefeye bütün sıkıntılarının temelinde bu terslik, bu namertlik ve bu yanlış yatıyor. Bu yanlış düzeltilmeden ne içeride huzur bulmamız mümkündür ne de dışarıdan bindirilen tasallutu aşmamız.
Bu satırların yazarı, şu anda lideri olduğu siyasal partiyi işte bu kaygıların itişiyle kurdu. Onun bu kaygıları yıllardan beri vardı, ama bu kaygılar, 11 Eylül terör olayı ile iyice kemirici olmaya başladı. Çünkü 11 Eylül terör olayı, Türkiye özelinde İslam üzerinden yürütülen politikaları, dünya genelinde de geçerli hale getirmişti. Bunun öne çıkardığı gerçek şu olacaktı: Türkiye’yi tahribe yönelik Haçlı-emperyalist politikalar artık İslam kullanılarak yürütülecektir. Ilımlı İslam, karma namaz, rahibe usulü tesettür, İncilleştirilmiş Kur’an denemeleri, dinci cemaat başlarının Papa önünde arzı ubudiyet etmeleri, tarîkat şeyhlerinin ABD ve İsrail denetim ve himayesine girmeleri, siyasal İslamcı Cumhuriyet düşmanlarının Haçlılarca desteklenmeleri bu yürütmenin uzantıları oldu. İslam’la laikliğin, devletle dinin, Muhammed ile Mustafa’nın ağır bir kavgaya sokulacağı kesindi. Bu satırların yazarı bunun böyle olacağını çok erken bir zamanda anlamış ve Türkiye’yi de dünyayı da bu konuda uyarmıştır. 'Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası' ile 'Kur’an verileri Açısından Laiklik' kitapları bu uyarının belgeleridir.
Uyarının daha emin ve elle tutulur belgesi ise onun, Halkın Yükselişi Partisi (HYP) ni kurmasıdır.
O bilmekte ve inanmaktadır ki, 11 Eylül sonrası Ortadoğusunda büyüyen acıyı ve çarpıklığı aşmak için bu coğrafyanın onun birikimine, dirayet ve deneyimine ihtiyacı vardır. Bu birikim, İslam’ı ve Atatürk’ü çok iyi bilen, sentezleyen bir birikimdir. Henüz hayata geçmemiştir, sadece mimarının kitaplarında ipuçları vardır. O ipuçlarından hareketle kurtarıcı bir reçete ortaya koymaksa yine o mimarın işi olacaktır. Bu reçete hiçbir vekâletle hazırlanamaz.
Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye bir kez daha seslenmek istiyorum: Atatürk Cumhuriyeti’nin 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, dinle devletin, İslam’la laikliğin, Müslümanla çağdaşlığın kavgası şiddetini artırarak devam ediyor. Bu ülkenin bin yıllık düşmanı olan Haçlı emperyalistler, anılan kavgadan yararlanmak için, siyasetlerinin eksenine, Ilımlı İslam adıyla yozlaştırılmış bir sömürü dini yerleştirerek üstümüze çullanıyorlar. İçerideki din ve Atatürk sömürücülerinin karşılıklı ahmaklık ve aymazlıklarından beslenen karmaşayı ustalıkla kullanarak Türkiye’yi çöküşe, tükenişe götürüyorlar.
Bütün imanımla bir kez daha söylüyorum ki, HYP kurmayları olarak bizlerden başka hiçbir siyasal parti veya kadro bu karmaşaya son veremez; devletle dini, laiklikle İslam’ı bağdaştırıp barıştıramaz. Çünkü bu barış için gerekli bilgiye, donanıma, dahası iyi niyete sahip değillerdir. Olsalardı, hepsi birbirinden türeme olan bu siyasal kadrolar bu işi bu güne kadar çözüme ulaştırırlardı. Bu ülkeyi 60 yılı aşkın bir süredir bunlar yönetmiştir. Çözümü getiremediklerine göre ya niyetleri bozuktur ya da dirayetleri yetersiz kalmıştır. İki halde de artık milletin yakasından düşmek ve işi bize bırakmak zorundadırlar.
Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, yalnız ve sadece biz, bu ıstıraba son verebiliriz.
Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, dinle devleti, laiklikle İslam’ı barıştırabiliriz.
Evet, Ulu Çınar’ın liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, Muhammed ile Mustafa’nın ayrık değil, birlik; çelişik değil, barışık iki ölümsüz değerimiz olduğunu gösterebiliriz.
Bütün İslam dünyası, ama özellikle Müslüman-Türk dünyası bilmelidir ki, mutlu ve onurlu bir insanlık için Muhammed ne istemişse Mustafa da onu istemiştir. Aksi olsaydı, Muhammed’in düşmanları aynı zamanda Mustafa’nın da düşmanı olurlar mıydı?
Muhammed ile Mustafa’nın kucaklaştığı yeni bir cihan yaratmak için çalışanlara selam olsun!
Ve o kucaklaşmanın aydınlık günlerine selam olsun!
6) Biraz istirahat edin; yoksa sonunuz iyi olmayacak!
Cemaatin bu tür nasihatlere epey ihtiyacı var.
Hoca Zaman’da yürütülen devlet, millet düşmanlığından AB, ABD, AKP, İsrail ve sair yalakalıklardan haberdar değil herhalde. Son dönemde Zaman okumadığı açıkça belli oluyor!
Hoca (Fethullah Gülen) ,
Hüseyin Gülerce gibi
Ordu’ya, devlet ve Türk Milleti’ne
açıkça kin kusmuş!
Hüseyin Gülerce’nin
“Vicdanınıza sorun! ” yazısına sahip çıkmış
ve konuştukça batmış.
AKP’yi desteklemek, demokrasi ve AB taraftarlığı adı altında Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne düşmanlık yapmak, Ordu’yu karalamak ve STV’ye, Zaman’a ve aynı çizgideki yayınlara sinsi sinsi bölücülük yaptırmak kaosa sürüklemek olmuyor da, beylerin zararlı faaliyetlerini deşifre etmek mi Türkiye’yi kaosa sürüklemek oluyor?
“Bizi başa çıkamayacağımızı düşündükleri bir güçle (Ordu ile) karşı karşıya getirmek istiyorlar! ” cümlesi ile “Biz TSK ile başa çıkabiliriz! TSK ile başa çıkamayacağımızı düşünenler yanılıyor! Oysa biz TSK’yı yenecek güçteyiz! ” anlamına gelen bu tespiti bir kenara not edelim.
“Hakkımızda irtica yaygaraları koparıyorlar.
İnsaf! Sizde hiç vicdan yok mu? ”
Hem ABD’de yaşayıp hem ABD’nin, İsrail’in ve İngiltere’nin çizgisinde yayın yapıp, faaliyet gösterip sonra da masumum diyeceksiniz öyle mi?
TSK’nın “irtica”dan kastı, “dış güdümlü sahte İslami hareketler”le “dış destekli bölücülük”tür! Şimdi kalkıp, cemaatin dış destekli, dış güdümlü, sinsi bölücülük yapan bir yanı yok mu diyorsunuz?
Cemaat mensuplarının toplantılarının ses kayıtlarını yayınlasak; oralarda pişirilen Ordu, Türk Devleti ve Türk Milleti düşmanlığı karşısında ne diyeceksiniz acaba?
Hüseyin Gülerce’nin, Ekrem Dumanlı’nın ve diğerlerinin TSK, devlet, millet yaklaşımlarını açalım mı?
Maske düşmüştür!
Cemaat milyonlarca saf, temiz, inanmış, gerçek Müslüman’ı “Ordu din düşmanı! ” diyerek aldatmıştır! Cemaat açıkça Ordu’ya, Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne cephe almıştır.
Cemaat hiçbir zaman “Bizim arkamızda gavurlar var. Onlar cemaati desteklediği için bizi mürteci, yani (din-devlet düşmanı) diyorlar! Biz dış dünyadan, yani Batı’dan, yani Haçlılar ve Siyonistler’den destek aldığımız için irticacı ilan edildik. İrticacı olduğumuz doğrudur! ” diyemedi.
Kendi durumlarını gizlemek için Ordu’ya ve Devlet’e saldırdılar.
Tüm her şeyi dökmeyelim. Çünkü tabandaki % 99.9 temiz, saf, gerçek Müslüman Türk Milleti’ni seviyoruz. Onların aldatılmışlıklarını yüzlerine vurarak rencide etmek istemiyoruz. Sahte İslamcılar’ın Vatikan ve Siyonizm beslemesi sahte Müslümanlar’ın dönemi bitiyor.
Üslup, “Suçüstü yakalandık! ” diyor!
Biz olsak TV’de canlı yayına çıkar, önce Hüseyin Gülerce’den milletten, başlamak üzere epey kulak çeker, milletten özür dilerdik.
Oysa Ordu’ya meydan okuyan
ve üste çıkmaya yeltenen bir zihniyetle karşı karşıyayız!
Bu kapsamda birkaç can alıcı soru soralım;
1) Yavuz, Kanuni, Atatürk, Menderes, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Ahmet Yesevi, Mevlana, Behçet Uz, Mehmet Öz, Gazi Yaşargil ve hatta politik ödüllü Orhan Pamuk, Alev Alatlı, Cemil Meriç, İlber Ortaylı, Fethullah Hoca Cemaati’nin okullarından mı mezun oldu?
2) Bilim Olimpiyatları’nda yüz akı olduğu için gurur duyduğumuz çocukları istismar edip onların çabalarını, ürünlerini, Allah vergisi akıllarını, ailelerinin katkılarını el çabukluğu ile cebe indirip başarıyı toptan sahiplenmek; ahlakla, insanlıkla, İslam ahlakı ile ne kadar bağdaşıyor?
3) Haraca bağladığınız ve düzenli olarak esnaftan, işadamlarından, çiftçilerden ve ev kadınlarından topladığınız onca para ve kıymetli madeni (Ki, hangi ilde kimden kaç para aldığınızı biliyoruz!) ne yaptığınızı yazsak biraz utanır mısınız? Sakın ha önümüze şişirilmiş, abartılmış yardım listeleri ile gelmeyin! Topladığınızı ve dağıttığınızı biliyoruz! Yaptığınız açıkça istismar ve sömürü değil mi? Üç noktaya hizmet verip üçyüz noktadan haraç devşirmek, insanlıkla ve İslam’la nasıl bağdaşır?
4) Birçok toplantının bandı var elimizde! Hepsi sizi tekzip ediyor! Sizler de gerçek durumu biliyorsunuz. Neden yürüyüşünüzü, çizginizi değiştirmiyorsunuz?
5) İslam’a ABD, CIA, MOSSAD, MI6, Vatikan ve Siyonizm açısından niye bakıyorsunuz? Kur’an-ı Kerim’i okusanız açıyı bulacaksınız! Niye Kur’an açısından bakmıyorsunuz? “Bakıyoruz! ” demeyiniz; orada daha da batarsınız!
6) Vatikan’a veya Siyonizm’e şirin gözükseniz akıbetiniz hayır mı olacak?
İşte Türklük, bayrak, vatan, millet, Türkçe ve İslam üzerinden yürütülen duygu sömürüsünün ve bu temel üzerine bina edilen “Siyonist Tezgah”ın ipliğini pazara çıkaracak sorulardır bunlar!
fettullah gülen.. bir AMERİKAN planının parçası.. ılımlı islam adı altında türkiyenin hırıstiyanlaştırılmasının önündeki zevattır.cemeattir. fettullahçı Prof. suat yıldırım adında bir ilahiyatçı tarafından BOP projesine bir kutsal kitap yazdırıldı. o öyle bir kitaptı ki kitap Kur'anın içerisine incil, tevrat ve pavlosun mektuplarının doldurulduğu BOP islamının kutsal kitabıydı. fettullahçı Zaman gazetesi ve fettullahçı zavallı müritler bu kitaptan 600.000 adetini türkiyede dağıttılar.. bunları yaparken gerçek islama, kur'ana hizmet adı altında bizim insanımızı gerçek müslümanı bu güne kadar hep aldattıkları gibi Allah ile aldattılar.. halbuki kur'an hadid ve fatır sürelerinde Allah ile aldatmanın başının şeytan ve onun şürekası olduğunu apacık anlatır. velev ki bunlar sürekli Allah iddeasında olsalar bile.. varın siz düşünün bu fettulahçıları.....
Bugünkü dünya şeytanın cenderesinde kıvranıyor. Şeytan, şerrin sembolü. Bu demektir ki, bugünkü dünya şerrin cenderesinde kıvranıyor.
Bugünkü dünyayı şeytan yönetiyor.
Sebep, elbette ki insanın tembellikleri, şehvetleri, suçları, gafletleri, dalaletleri, hıyanetleri, nankörlükleridir. Şimdi, Tanrı, insanlığın ne yapıp nasıl bir tavır sergileyeceğine bakıyor. Sergilenecek tavra göre, yarınlar ya daha kahırlı olacak yahut da mutlu. Ama bu şekilde asla devam etmeyecek.
Evet, yeni milenyum iki ihtimalden birine gebe: Ya daha kahırlı bir dünya, yahut da mutluluk, rahmet ve berekete açılmış bir dünya. Üçüncü ihtimal yok.
Şeytan, dünyayı kitlelerin başına geçirdiği piyonlarıyla yönetir. Şeytanın dostluğunda ileri derecelerde olmak, Rahman'a ve insana düşmanlıkta yükselmiş olmakla eşanlamlıdır.
Büyük düşünür Muhammed İkbal, Avrupalı sömürgecilerin oluşturduğu kuvvetler birliğine 'İblisler Parlamentosu' diyordu.
İkbal, insanlığın kahır kaynaklarından biri olarak 'fî sebîlillah fesat' üreten ikinci bir şeytanî kuvvet odağından da söz etmiştir: Hurafe ve aldatma dininin baronlarınca oluşturulan saltanat. Onun deyimiyle, mollalar saltanatı.
İşte, dünyayı bugün bu iki şeytanî güç polaritesi (karşı kutuplu güçler sistemi) yönetmektedir. Farkları şu: Birisi Haçlı, birisi sarıklı. Ortak yanları da şu: İkisi de şeytanın taşeronu, ikisi de insanın mutluluğuna musallat.
Bugün bu iki güç odağı, İkbal'in zamanından çok daha kuvvetli durumda. Bunu, İkbal'in günündeki gibi Avrupa ile sınırlamak yanlıştır. Bugün buna, bir kutupta ABD ve peykleri, öteki kutupta ise koca bir Arap-Acem dünyası eklenmiş bulunuyor.
Bu gücün başını süper etki noktalarında oturan şeytanî kurmaylar çekiyor. Bunlar, tarihin amansız ve büyük zalimleri, şeytanın unutulmaz işbirlikçileridir.
Bir de bunlara bağlı, bunların piyonu ve hizmetçisi olarak iş gören ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf taşeron şeytancılar var. Taşeron şeytancıların en yamanları, İslam coğrafyalarında mekân tutmuş despot riyakârlardır. Bu imansız ve irfansız şeytan yamakları, gücü, parayı, bazen de oyu müslüman kitlelerden almakta, ama hizmet ve sadakatlerini Haçlı kurmaylara arz etmektedirler. Bunlar için İslam, Haçlı kurmayların onayladığı kadarıyla dindir. Bunların dini, Haçlı kurmayların onayı varsa var, yoksa yoktur. Çünkü bunların her türlü eksiklerini (güç, para, eğitim, siyaset, strateji, propaganda, barınma, siperlenme ve gerekirse silah) Haçlı efendileri ikmal etmektedir.
Bunların din adına en becerikli oldukları şey, İslam'ın, Haçlı kabulleri dışında kalan kısmının 'o kadar da önemli olmadığı' yolunda delil hazırlamaktır.
Bunlar; müslümanı kandırma döneminde, Haçlı dünyanın temsil ettiği ve ürettiği tüm değerlere saldırmak suretiyle duygusal müslüman kitleleri kandırıp avlamakta, Haçlıların güç ve imkânlarıyla su başlarına geldikten sonra ise müslümanı hor görmekteler.
Son yıllarda Türkiye, bu taşeron şeytancılar alanına girmekle kalmadı, bu alanın en önde giden coğrafyalarından biri oluverdi. Çünkü Türkiye, son çeyrek yüzyılda, tarihte eşi az görülebilecek bir riya saltanatının kucağına oturtulmuş bulunuyor.
Türkiye bir riya yurdu haline getirildi. Ekonomiden dine, tarımdan ticarete, diplomasiden medyaya her şey sanal, her şey yalan ve her şey maskeli...
Türkiye'yi âdeta riya (ikiyüzlülük, namertlik) güdüyor.
Müslüman kitleler, öz dinleriyle vuruluyor.
İslam ülkelerinde, o arada Türkiye'de, mâbet, Allah'a ibadetin yeri olmaktan çok, Allah ile aldatmanın dokunulmazlık verilmiş beyin yıkama laboratuvarı gibi iş görmektedir. Haçlılar bunu sağladıkları için, tüm müslüman ülkelerin birer din devleti yapılmasını ölüm-kalım meselesi biliyorlar. Müslümanları mahvetmek için bundan daha ucuz, daha etkili bir silah olamayacağını anlamış bulunuyorlar.
Tek istisna, Atatürk Cumhuriyetinin Türkiyesi'dir.
Haçlı Batı, işte bu 'istisna'yı yarattığı için Atatürk'ü asla affetmiyor, ona duyduğu kin ve nefreti bir türlü dizginleyemiyor.
Dünya, şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?
Bunun hesabını yapmak bize düşmüyor. Bize düşen şu soruyu sormak:
Türkiye şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?
'Bekleyelim ve görelim' diyenler olacaktır. Biz, şöyle diyoruz:
'Beklemeyim, çocuklarımıza bırakacağımız ülkedeki dışarıdan güdümlü şer tasallutunu aşmak için eylem yapalım.' Eylem bugün için bilgili, dirayetli ve ilkeli siyasettir.
Kanaltürk televizyonunda, Merdan Yanardağ'ın sunduğu 'Yolsuzluk ve Yoksulluk' adlı programa katılan Nurettin Veren, 'Cumhuriyet savcılarının anlatacaklarımı ihbar kabul etmesini istiyorum. Bu davanın tanığı da sanığı da olmaya hazırım' dedi. Fethullah Gülen 'in 25 yıl boyunca başyaverliği ve kuryeliğini yaptığını belirten Nurettin Veren, 'gizli bir örgüt' olarak nitelendirdiği 'Fethullahçılar' ın içyüzünü anlattı. Veren, 'Biz 12 kişi hayır için yola çıktık ancak örgütlenmenin devleti içten ele geçirme planı olduğunu anlayınca aforoz edildim. Gülen beni öldürtmek istedi' dedi. Nurettin Veren devam ediyor; 'Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık. Yıllar boyunca bu dava uğruna hasır üzerinde oturdum. Küçük hayırlarla büyük finanslar elde ettik. Kaydı olmayan yardımlar Fethullah'a teslim edildi. Büyük ekonomik güce ulaşınca 1993'te harekete geçildi. Bir cami nasıl milletin parasıyla yapıldıysa Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu da aynen öyle yapıldı. Ancak Zaman gazetesi 20 yıl boyunca banka reklamı almadı. Çünkü Fethullah banka reklamı gibi, kola içmeyi, kot giymeyi de haram kılmıştı. Sonradan Asya Finans'ı kurdum. Gazetesine banka reklamı almayan Gülen daha sonra Bank Asya'yı kurdurdu. Gülen Müslümanlara takıyye yapıyor.'
Nurettin Veren, Fethullahçı örgütlenmenin 7.5 milyar dolarlık ekonomik güce ulaştığını, Türkiye'de dershaneye giden 4 çocuktan üçünün tarikatın eline düştüğüne dikkat çekti. Veren, ailelere, 'Çocuklarınızı terörden kurtarmak isterken Fethullah örgütüne teslim ediyorsunuz. Uyanın, gerçeği görün' diye uyarıda bulundu.
Gülen'in bütün şirketlerinin adını kendisinin koyduğunu belirten Veren, 'Ama bunun belgesini bulamazsınız. Çünkü hiçbir illegal örgütün belgesi olmaz' dedi. Türbanı biz başlattık Nurettin Veren, Türkiye'de önemli bir sorun haline gelen türbanın Fethullah Gülen'in talimatıyla bir furyaya dönüştürüldüğünü ifade ederken şöyle konuştu: 'Gülen'in talimatıyla birçok arkadaşımız 50 yaşına kadar evlenmedi. 1970'lerde ve 1980'lerde Türkiye'de türban diye bir sorun yoktu. Bunu topluma biz enjekte ettik. Gülen, evli müritlerin eşlerini burunlarından topuklarına kadar kapatmalarını istedi. 'Siz başlatın gerisi gelir' dedi. Kadınlarımız da siyah gözlükler ve eldivenler taktı. Ben de eşimi öyle giydirdim. Toplum kamplara bölündü. Sonra da bu örgütlenme fark edilince cemaate, 'Başı açık kadınlarla evlenin' dedi. Bu yüzden cemaat içindeki başı kapalı kadınlar dul kaldı! '
Gülen'in kendisini insanüstü, ileriyi gören, her şeyi önceden bilen bir canlı olarak tanıttığını belirten Veren, 'Kendisi 1941 doğumlu olmasına karşın Atatürk öldükten sonra, 1938'de doğduğunu söyler ve kurtarıcı olduğunu ima etmeye çalışırdı. Ancak tasavvuf ve gönül adamı, bir Mevlana ve Yunus Emre gibi takdim edilen bir insanın bugün Irak'ta 400 bin Müslümanın ölümüne yol açan Amerika'da ne işi var? Siz hiç 137 dönümlük arazide 8 villa içinde 100 hizmetkârla yaşayan bir Yunus Emre gördünüz mü' diye sordu. Beni öldürtmek istedi Gülen'in gerçek amacının kilit noktalarda kadrolaşarak devleti ele geçirmek olduğunu belirten Veren, bu planı anladıktan sonra ikazlarda bulunduğunu, bu yüzden aforoz edildiğini anlattı. Veren şöyle konuştu: '1995'te fikren ve kalben koptuk. Hayır için yola çıkmıştık ama örgüt çatısı içinde kullanıldık. Gördük ki çatal bıçak için kurulan bir fabrika, silah fabrikasına dönüşüyor. Devleti içten ele geçirecek bir plan olduğunu sonradan anladık. Tepki koyduk, ikaz edilince dış görevlere gönderildik. ABD'de 30 gün birlikte kaldık. 50 kişinin önünde beni öldürtmeye kalktı. Bu hücum ve cinnet karşısında canımı zor kurtardım. Gülen, 'FBI ve CIA'yı arayın, bu adamı öldürtün' dedi. Sonra Türk devletinin görevlendirdiği polise 'Silahını çek vur bunu' diye bağırdı. İnsanlar itaat etmeyince şömine demiriyle üzerime hücum etti. Sonra New York'ta gece yarısı sokağa atıldım.' Gülen'in gerçek amacının dünyayı yönetmek olduğunu ve 'hastalık yalanıyla ABD'ye kaçtığını' belirten Veren, sözlerini ağlayarak ve Atatürk'e övgüler dizerek şöyle tamamladı: 'Gülen, Türkiye'deki örgütlenmesinin 2000 yılında kendini amorti ettiğini söyledi. Yetiştirdiği vali, emniyet müdürü, kaymakam ve komutanlar var. Cumhuriyet gazetesi, 'Tehlikenin farkında mısınız? ' diyor. Evet bu örgütlenme bir işgaldir, ihanet şebekesidir. Yargıtay'a yönelik saldırıda birçok insan bir kare fotoğrafta göründü diye zanlı oldu. Elimde yüzlerce fotoğraf ve belge var. Savcıları göreve çağırıyorum. Kimse bir şey yapmıyorsa demek ki Fethullah'ın dokunulmazlığı var.'
dinsel istismar dinsizliğin ta kendisidir. fettullahın tüm söylem ve davranışları, din,iman, Allah söylemleridir.salya sümük 24 saat bu şeklidedir. Ve tüm bu söylem davranışlar kur'anın söylem ve davranışlarının (sünnetullah) ile taban tabana zıttır. Allahın istediğinin tersine Allaha yalvarır, yakarır görünerek allah yolunda olmazsın. isteyenlere isbatlamağa hazırım.. şirk te bir dindir. Allahın inkarı yoktur şirkte.. bizatihi en inatçı Allah davası şirk te güdülür. şirk; Allahın uluhiyetine giren alanda insanın tasarruf sahibi yapılmasıdır. sabahtan akşama kadar alnını secdeden kaldırma. sonrada dinde olmayan en küçük bir davranışı din yap. şirke gittin (bir örnek) bunun gibi sayısız davranışları fettullah denen din baronunda görebilirsiniz..evet fettullah dincidir. dindar değil.. yani din satar.. dini kendi çıkarı için kullanır.. ve etrafındaki acezeleride kullanır...ebu cehil de dinci idi.. biz dindar arıyoruz. dinci ile dindarı karıştırmayın.. dinci allahın belası, dindar ise allahın rahmetidir. vesselam...
Kelimei Tevhid'in haysiyetini, Müslüman Anadolu'nun onur ve bağımsızlığını kurtarma ve yaşatmanın eşsiz belgesi ve göstergesi olan bu büyük zaferin kutsiyetini, anlamını, amacını, Tanrı ve tarih önündeki yerini ve değerini SAKIN UNUTMA.
Dinimizi ve bin yıllık kardeşliğimizi hançerleyerek sefil çıkarları uğruna Haçlılarla işbirliği yapıp bu zaferin anlamını karartmayı meslek ve siyaset edinmiş dinci ve bölücü hainleri de UNUTMA.
Kaderin ve geleceğin, 'bugünün anlamı' ve bu zaferi gerçekleştiren 'Komutan, Kurmaylar ve aziz Şehitler' in şahsiyetleri ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bu şuurla sana bırakılan emanetlere sahip çık.
Pek muhterem Papa cenapları, Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen halkından size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahsettiğiniz için zatıalilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız. Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarasi Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.
İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslam’ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır.” FETTULLAH GÜLEN.. RABBİN ACİZ KULU
Semih Tufan Gülaltay, (İleri Yayınları’ndan çıkan) “Fethullah Müslüman mı” kitabında Fethullah Gülen’i farklı bir açıdan inceliyor. Kendi kaleminden:
“Bu kitaptaki ana mevzu, Fethullah’ın rejim düşmanlığı ya da ABD adına yüklendiği misyon değil... Ben O’nun İslamiyet’in içine sokulmuş bir Truva atı olup olmadığını sorguluyorum. O bir Truva atı mıdır? Fethullah Bahaîler’in gizli lideri midir? Amaç İslam dinini tahrif etmek midir? Gerçek ve halis Müslüman kitlemizi Fethullah’tan nasıl koruyabiliriz? Ve benim için işin en önemli yanı 21. asrın en büyük dinamik gücü olan Türkçü gençliğin Türk-İslam sentezi adı altında kandırılmasının önüne geçme yollarının ortaya konmasıdır... Nurculuğun Türk milliyetçilerinin sırtına basarak Tevrat ittifakı kurmasının önüne geçmek, Orta Asya’da misyonerlik okulları açarak İngilizceyi Orta Asya’da tek dil haline getirme çalışmalarına artık dur diyebilecek miyiz?
Fethullah’ın birinci gayesi Türk devletini ele geçirmek, ikinci gayesi ise, geçmişin intikamını almak için İran’ı istila edip İran’la harbe girmektir... O, bu operasyonda Turancıları kullanmayı düşünüyor... Bütün Türk dünyasını ele geçirdikten sonra ise önce aldatmaca bir dinler diyalogu oluşturacak sonra da gerçekte bir Tevrat ittifakı olan Bahaîliğe geçiş sürecini başlatarak bütün dünya dinlerini Bahaîlik altında birleştirme sürecini başlatacaktır... Son merhalesi Fethullah’ın “mesih” ilan edilerek dünya peygamberliğine adım atmasıdır...”
Kitapta Gülaltay, Fethullahçılığın kökeni İran’a uzanan Bahaîlik tarikatının bir kolu olduğunu ve Gülen’in Bahailiğin günümüzdeki lideri olduğunu iddia ediyor.
Gülaltay’a göre, Bahaîlik sıradan bir tarikat veya cemaat değildir. Hatta Bahaîlik İslam içinde bir mezhep de değildir. Bahaîlik, 3 büyük dini, İslamiyeti, Hıristiyanlığı ve Museviliği tek bir pota altında birleştirmeye çalışan bir dinlerüstü mezheptir. İran’da İslam öncesi geleneklerini sürdürmek isteyen ve bu nedenle İslamiyeti diğer dinlerle birleştirmeye ve tahrif etmeye çalışan çeşitli tarikatlara dayanmaktadır. Bahaîliğin ortaya çıkışını 800’lü yıllara kadar götüren Gülaltay’a göre Fethullah’ın Müslümanlık anlayışının ardında aslında kökeni İran’a dayanan bu İslam-dışı tarikatlar vardır. Dolayısıyla Fethullah’ın ne kadar Müslüman olduğu sorgulanmalıdır.
Gülaltay kitabında, İran’daki Batınî mezheplerinin her birinin ortaya çıkışını ve birbirini nasıl takip ettiğini anlatıyor ve bu mezheplerin neden İslam-dışı sayıldığını örnekleriyle okuyucuya sunuyor. Gülaltay, İran’daki İslamdışı mezhepleri Mazdek’le başlatıyor. Sonra sırasıyla, Hürremiye Mezhebi, Babek, İsmailiye ve Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik, Bahaîlik... Gülaltay’a göre bu mezhepler farklı isimler taşımalarına karşın aslında aynı mezhebir devamıdır. Çünkü, sık sık İran Devleti’ne ve Halifeliğe karşı ayaklanan bu mezhepler, başarısız olunca yollarına devam edebilmek için isim değiştirmiştir. Yoksa eylemleri de inançları da farklı değildir.
Bu tarikatların kısa bir tarihin sunduktan sonra Fethullah’ın bu tarikatlarla bağlantısını yapıtlarından örneklerle açıklanıyor. Örneğin Batınî tarikatlarının en önemli özelliği yasak kimliklerini saklayarak takiyye yapmalarıdır. Gülaltay’a göre, Batınîler takiyye yaparak gerçek inançlarını gizlerler, Müslümanlarla kaynaşırlar ve devleti içten içe fethetmeye çalışırlar. Aynen Fethullahçılar gibi...
Öncelikle Batınîler, şeyhlerinin kitabını Kuran yerine kabul ederler. Cavidanîyeler, şeyhleri Fazlullah’ın Cavidannamesi’ni, Babiler ise şeyhleri Muhammed Bab’ın kitabı Kitab-ün Nur’u Kuran kabul ederler. Ne hikmetse, Saidi Nursî’nin Risale-î Nur’u isim olarak ve cemaatin gösterdiği saygı bakımından, içerik olarak, Kitab-ün Nur’a çok benzemektedir. Türkiye’deki Nurculara göre, Kuran anlaşılması zordur, bu nedenle müritlere Nur Risaleleri önerilir. Risalelere adeta ikinci bir Kuran mualemesi gösteren Fethullah, Gülaltay’a göre bu şekilde Müslümanlığa da aykırı hareket etmiş olmaktadır. Gülaltay, Fethullah’ın şu sözüne dikkat çekiyor: “İlimler sahasında meselenin temel esprisini ise Bedîüzzaman’ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: Allah’ın iki kitabı vardır. Biri kainat kitabı, diğeri Kur-an’ı Kerim.” Gülaltay’a göre Fethullah Gülen, “Kainat kitabı” derken Risaleleri kastetmektedir. Gülaltay, buna benzer pek çok örneği kitabında veriyor ve Nurcuların Risaleleri öne çıkarmasının nedeninin Kuran’ın geçerliliğini ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor.
Fethullah isminin kaynağı Gülen’in kimliğini ele veriyor
Fethullah Gülen’in isminin kaynağı da gizli kimliğinin bir başka göstergesi. Gülen’in ismi 1844 yılında İran Şahı’nı öldürmeye kalkışan bir Bahaî fedaisinden gelmektedir: Fethullah Kamî. Fethullah Gülen’in ailesinin İran’dan göçme olduğunu da ortaya koyan Gülaltay, Bahaîlikle bir başka bağlantısını daha ortaya çıkarmaktadır.
Fethullah’ın rumuz olarak kullandığı isimler de eski Bahaî kahramanlara atıftır. Örneğin, “1982 yılının sonlarında DGM savcılığının hakkında başlattığı soruşturmada, Fethullah’m Dahhak kod adını kullanarak kitap yazdığı tespit edilmiş. Bilindiği üzere Dahhak İran mitolojisinde, İran’ı istila edip İran Şahı Cemşit’i testere ile ortadan ikiye böldürten, İran halkına işkenceler, eziyetler yapan bir adammış. İran halkı Dahhak-ı Zalim diye andıkları bu gaddar adamın zulmünden perişan olmuştu.”
Işık evlerinin sırrı: Ev-mabetler
Gülaltay, Babilerin ibadet için camiler yerine evleri tercih etmesiyle Fethullahçıların Işıkevleri arasında da bir bağlantı kuruyor: “Babiler, camilere gitmez, cemaatle namaz kılmazlardı. Bunun yerine evlerde toplanmayı tercih ederlerdi.” Ardından Nur evleriyle ilgili Fethullah Gülen’in şu sözlerine dikkat çekiyor: “Bu ışık evlerinin kendine has özellikleri vardır... Yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsal mekanlardır... Artık geçmişte camide yapılan dini ruhunun müzakereleri bu evlerde biraraya gelinerek yapılacaktır.” Ve Gülaltay nur evlerinin İslamdışı olduğunu şu şekilde anlatıyor: “Anlaşılacağı gibi Fethullah Gülen, bundan sonra caminin önemli olmadığını söylüyor. Çünkü büyük ustası Kürt Sait de camiye girmezdi. Buradaki amaç ise İslam’ın birliktelik ve cemaat ruhunu yıkmaktır. Kurretü’l-Ayn’ın ve Babi şeyhlerinin vaaz verdiği yerler camiler değildi. Fethullah’ın tabiriyle nur evleriydi. Yine aynı Fethullah, Yeşeren Düşünceler isimli kitabının 164. sayfasında ev-mabet [adıyla] bu ışık evlerini tarif ediyor. Ev-mabet terimi Bahailik dininde mabede verilen addır. Bahailerin mabedlerine ev-mabet adı verilir.”
Gülen’den Bahailere gizli övgüler
Gülaltay, Fethullah’ın kitaplarında Bahaîlere nasıl gizlice övdüğünü de ortaya çıkarıyor. Örneğin, Fethullah’ın Hz. Muhammed’i anlattığı sanılan kimi yazılarında aslında Bahaîlerin lideri Molla Muhammed Ali’yi andığını aktarıyor: “Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istila ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı? Keşke, bu mübarek dünya; duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi. Onun yiğitliği, sadeliği ve mertliği bu güne kadar dipdiri kalabilseydi. Keşke O muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın, talihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi.” Gülaltay, bu alıntıda önemli bir çelişkiyi yakalıyor: “Yukardaki metinde anlatılan kasır ve saraylar dönemin İran Şah’ının saraylarıdır. Çünkü Hz. Muhammed devrinde Arabistan’da ne kasır vardı ne saray.” Gülaltay, bu konuda daha pek çok örnek yakalamış. Gülaltay’a göre, baskı ve zulüm gören insan tasvirleri sanılanın aksine Hz. Muhammed dönemi yaşamış Müslümanlar değil, başarısız ayaklanmalardan sonra yurttan yurda göçürülen Bahailerdir. Örneğin, 1868’de Bahaîler sürgüne gönderilir. Fethullah Gülen’in kitaplarında anlattığı ömür boyu süren büyük göç aslında Bahaîlerin sürgünüdür. Gülaltay’a göre bahsedilen göç sanıldığı gibi Mekke’den Medine’ye Hz. Muhammed’in hicreti değildir.
Başka bir yerde ise Fethullah G. şöyle diyor: “Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan men etmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lahza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın.” Gülaltay’a göre burada kastedilen de yine Bahai liderleridir. Çünkü Müslümanların tarihinde kardeşiyle konuşmaktan men edilme gibi bir cezalandırma söz konusu edilmemiştir. Halbuki Abdülaziz’in bir fermanında, Bahaullah’ın çocukları birbirleriyle konuşmamaları kaydıyla sürgüne gönderiliyordu. Fethullah’ın uğruna gözyaşı döktüğü işte bunlardır.
Fethullahçılıkla Bahaî inanışları arasındaki paralellikler
Gülaltay’ın bulduğu çeşitli paralellikleri şöyle sıralayabiliriz:
- Bahaîler cenazelerini İslam inanışının tersine, mermer lahitler içinde gömerler. Saidi Nursî de vasiyetinde cesedinin lahitin içine konulmasını istemiştir.
- Bahaîlerde ibadete başlama yaşı 16’dır. Fethullah Gülen de bir kitabında şöyle demektedir: “16 yaşıma kadarki dönemi çocukluk dönemi sayıyorum.”
- Bahaîlikte el öptürmek kesinlikle yasaktır. Fethullah Gülen de el öptürme konusunda şöyle diyor: “Fevkalade rahatsızlık duyuyorum. El öptürme prensibim hiç yoktur.”
- Bahaîler, camiye girmez, cemaatle namaz kılmaz. Sadece cenaze namazı kılarlar. Gülaltay’a göre, Fethullah Gülen’in de cenaze namazı dışında camiye girip namaz kıldığını şu ana kadar kimse görmemiştir.
- Bahaîlikte kurban kesilmez. Ünlü Fethullahçı bilim adamlarından birisi de katıldığı bir tartışma programında kurban kesmeyi hayvan katliamı olarak nitelendirmiştir.
- Bahaîlikte, herkes malının yüzde beşini, toplumun başında bulunan 19’lar heyetine vermek zorundadır. Fethullahçı organizasyon ve vakıfların başındaki yönetim kurulu da 19 kişidir.
Fethullah ile Bahaîler arasındaki bir başka somut bağlantı ise Saidi Nursi’nin hayatından alınmaktadır. Saidi Nursi, Gülaltay’ın ortaya çıkardığına göre, İran Şahına suikast düzenleyen Babilerin şeyhlerinden Celaleddin Afgani’nin İran’dan kaçıp Abdülhamit’in himayesine girmesi sırasında kuryelik etmişti. Saidi Nursî, yine bir başka Bahaî tetikçi Kirmani’yi de İran-Türkiye sınırında karşılayacak ve İstanbul’a kadar kendisine eşlik edecekti.
Gülen’in sözlerinde gizli anlamlar
Fethullah’ın eserlerinde gizli gizli Bahaîlik propagandası yaptığını da Gülaltay çeşitli örneklerle açıklıyor:
Kapı: Bahaî mezheplerinden Babiliğin kurucusu Muhammed Bab’tır. “Bab” kelimesinin bir anlamı da “kapı”dır.
“Ulu sultan! Canlı-cansız, insan-hayvan, (..) her şey varlığını soluklar.”: Gülaltay bir başka bölümde ise Gülen’in bu sözündeki gizli anlamı ortaya çıkarıyor: Ulu Sultan kelimesi Bahaî Şeyhi Bahaullah’a atfedilmiştir. Hayvanları, eşyaları bile Allah’ın kulları olarak kabul eden ise Muhammed Bab’ın hocası Kazım-ı Reşdi’dir.
Nebiler Sultanı: Gülaltay, Fethullah’ın sık sık kullandığı “Nebiler Sultanı” teriminin de karşılığını buluyor. Gülaltay’a göre, Fethullah’ın burada kastettiği Hz. Muhammed değil, Bahaullah’tır. Çünkü, Bahaullah’ın lakabı döneminde “Sultan”dır.
Nur Asrı: Muhammed Bab’ın Kitabün Nur ile Babiliği yaydığı ilk yıllara da Nur asrı denmektedir.
Timur ve Cengiz düşmanlığı: Fethullah bir kitabında şöyle diyor: “Allah bir zamanlar Cengiz, Hülagü ve Timurlenk’in eliyle hırpaladığı ve ikaz ettiği İslam alemini bugün de Batılılar vasıtasıyla hırpalayıp ikaz etmektedir...” Gülaltay, Fethullah Cengiz, Hülagû ve Timurlenk’e karşı olmasını bu hükümdarların Bahaîlerin önemli önderlerini öldürmüş olmasına bağlıyor. Cengiz Han’ın oğlu Hülagû, Hasan Sabbah’ı; Timurlenk’in oğlu Miranşah ise Fazlullah’ı öldürmüştü..
“Dönmezem” ve “mum gibi yanıp erimek”: Bu kelimeleri de Fethullah sık sık kullanmaktadır. Örneğin: “Çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip biçilirken. ‘Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem’ diyerek hakikati haykıran büyük muzdariplerin ‘Evet hep böyle ızdırap gören ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar.’” Tahran Kalesi’nde infaz edilmeden önce “Dönmezem” diye bağıran Bahaîlerin ünlü kadın kahramanı Kurretül-Ayn’dır. O dönem Bahaîlere yapılan işkenceler arasında en yaygın olanı da vücutları hançerle yarıp içlerine mumlar sokulmasıydı.
Fetret Devri ve Rönesans: Fetret devri derken kastedilen Bahailerin yaşadığı uzun sürgün dönemidir. Yeniden diriliş ise Bahaîlerin öğretilerini tüm dünyaya kabul ettirmeleri demektir. Örneğin: “Bu ise uzun bir fetretten sonra, bu mazlumlar ülkesinin yeniden dirilişi ve “Rönesansı” demektir. Kimbilir, belki o zaman batmak üzere olan dün-yanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma fırsatı doğar.”
Kendini peygamber gören Gülen
Bahaîlerin bir başka propagandası şeyhlerinin peygamber olduğudur. Bahai şeyhleri kendi peygamberlikleri altında tüm dünya dinlerini bir arada toplanmaya çağırırlar. Gülaltay, Fethullah’ın kimi yazılarında satır aralarında kendi peygamberliğini nasıl savunduğunu göstermektedir:
“Allah, elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.”
“İnsanlar, akıllarıyla kainatta cereyan eden hadiselere bakıp, Allah’ı bulsalar bile yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, nereden gelip, nereye gittiklerini ve ibadetlerinin keyfiyetlerini peygambersiz bilemezler.”
“Hilafete giden yol herkese açıktır.”
“Hak için halkın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olmak ve onu temsil etmek demektir. Onu yapabilmek için de peygamberane aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve irade gerekir.”
Fethullah görüldüğü gibi yeni peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve Allah’ın insanları peygambersiz bırakmayacağını söylüyor. Halbuki İslam inancına göre Hz. Muhammed son peygamberdir. Yalnızca bu bile Gülaltay’a göre Fethullahçılığın İslamdışı olduğunun bir kanıtıdır ve bu propagandanın bir sonraki aşaması Fethullah’ın kendisini Mesih ilan etmesi olacaktır.
Fethullah’ın Amerikancılığının Bahailikteki kaynağı
Gülaltay, kitabın sonuna doğru Fethullah’ın gerçek amacının dünya çapında bir Bahaî imparatorluğu kurmak olduğunu ortaya koyuyor. Gülaltay, Avustralya’dan Afrika’ya Asya’dan Amerika’ya milyonlarca Bahaînin bulunduğunu söylüyor. Bahai imparatorluğunun işlevi dünya çapında ABD’yi iktidara getirmek olacaktır. Zaten, Bahailiğin ortak dili de İngilizce olacaktır.
Gülaltay’a göre ABD’de bugün 20 milyon Bahaî yaşıyor ve Bahailerin etkinliği oldukça önemli. Zaten Bahailerin kullandığı ev-mabetlerin kubbeleri de Beyaz Saray’ın kubbesine benziyor. Fethullah’ın Orta Asya’daki misyonu da bu şekilde ortaya çıkıyor. Gülaltay’a göre Bahailer dünya çapındaki iktidarlarında İngilizce’yi resmi dil olarakilan edeceklerdir. Fethullah’ın okullarının tümünde İngilizcenin öğretilmesinin nedeni olarak bunu gösteriyor. Üstelik Fethullah’ın en etkin olduğu Türk Cumhuriyetlerinden olan Yakutistan’ın durumunu da Gülaltay’dan öğreniyoruz. Bu ülkedeki Fethullahçı proje sonunda başarıya ulaşmıştır. Yakutistan’ın resmi dili İngilizce olarak ilan edilmiştir.
Gülaltay, Fethullah Gülen tehlikesinin uluslararası çapta olduğunu bu şekilde olduğunu ortaya koyduktan sonra kitabında tüm Türk milletini uyarıyor ve Fethullah tehlikesi hakkında Devlet üzerine düşeni yapmazsa görevin Kuvayı Milliyeci Atatürkçülere düşeceğini söylüyor:
“Atatürk ve Kuvayı Milliyeci yiğitlerin kurduğu devlet, hiçbir zaman sarsılmayacak, bu sarp kale, tunçtan yığınlar halinde omuz omuza yürüyen Türk gençliğinin sırtında, ulaşılmaz bir kartal yuvası olarak ebediyete kadar var olacaktır.”
Anlatmak, insanın idrakine hitap etmektir. Anlatmak; iyi niyetin, aydınlatma isteğinin, insana ve hayata saygının bir uzantısıdır. Kutsal metinler, bütün aydınlık öncülerinin ‘anlatıcılar’ olduğunu, olması gerektiğini dile getirir. Kur’an’a göre, bütün peygamberler anlatıcıdırlar. Onların görevleri de özellikleri de anlatmaktır.
Kur’an, insanın, kendisine anlatılanı anlayacak donanımla dünyaya gönderildiğini defalarca ifadeye koyar. Bütün peygamberler ‘mübîn’ insanlardır. ‘Mübîn’, apaçık anlatan, ayrıntılarıyla anlatan kişi demektir. Kutsal metinlerin ortak niteliklerinden biri de onların ‘mübîn’ olmasıdır. Yani, tanrısal anlayış ve yönteme göre, hem anlatan mübîndir hem de anlatma konusu yapılan. Başka bir deyişle, hem peygamber mübîndir hem de getirdiği kutsal metinler.
Yaratıcı Kudret şunda ısrarlıdır: Zahmete katlanmayı göze alanlar, anlatmayı er-geç başarırlar. Ve bu başarı hayatın ve insanın başarısı olur. Bu başarı mutluluk ve rahatlık getirir.
Dayatmaya gelince; o, hem yapısı hem de amacı bakımından anlatmanın tam tersidir. Dayatmacı, insanın idrakine hitap etmez, insanı anlamadığı ve ısınmadığı şeyi kabule zorlar. Bu bazen baskı, bazen de açık zulüm şeklinde belirir. Esasında, dayatmanın bizzat kendisi bir zulümdür.
Peygamberleri ‘mübîn’, mübelliğ (bir gerçeği insana ileten) ve ‘müzekkir’ (hatırlatan, öğüt veren, aydınlatan) olarak niteleyen Kur’an, onların ‘musaytır’ (despot, baskıcı) olmadıklarını, olmamaları gerektiğini de ısrarla belirtir. Aydınlatıcılar anlatırlar, ama baskı ve zorlamaya (ikraha) asla gidemezler. Hayat ve din, sonuç olarak da mutluluk ve başarı ikrahtan arınmışlık üzerine kuruludur. Bunun içindir ki, “Dinde ikrah yoktur, olmamalıdır.”
Yaratıcı irade ve bu iradenin insanlık dünyasına taşıyıcıları olan peygamberler ve kutsal metinler şuna sürekli vurgu yapar:
'Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır.' (Kur’an, 2/256)
Yaratıcı Kudret, yaratıp donattığı insanın anlama gücünden emindir. İnsana iyi niyet ve sabırla hitap edildiğinde, yani anlatıldığında, insan, anlatılanı anlayacaktır. Anlatacak bir şeyiniz yoksa veya anlatılacak olanı anlatamıyorsanız bunun suçu anlatıcınındır, dinleyenin değil.
Anlatmak yerine dayatmaya gitmenin sebeplerinden birincisi, konuşanın yetersizliğidir. Anlatamayanlar, anlatacak bir şeylere sahip olmayanlar veya anlatma niyetinden yoksun bulunanlar, dayatırlar. Anlatmanın dayanakları özgüven, iyi niyet, akıl, vicdan, ilim ve nihayet sevgidir. Dayatmanın dayanakları ise kendine güvensizlik, egoizm, baskı, akıldışılık ve nihayet kindir.
Anlatmak, sabır ister, fedakârlık ister. Anlatmanın başarısı uzun vadede gelir ama bir kez gelince de pörsümez, ölmez. Dayatmak ise ucuzdur, kolaydır; kısa vadeli çıkarlar sağlar ama sonu hüsran ve perişanlıktır. Dayatmanın getirdiği sonuç, insanın iç dünyasına, akıl ve idrakine yerleşmediği için, bir süre sonra insan ve hayat tarafından itilip atılır.
Dayatmaya bağlanan fikirler de sistemler de kazançlar da kısa bir süre sonra çürür, çöker, yerle bir olur.
Hayatın kanunu, Yaratıcı’nın iradesi budur.
Bu genel tespitten sonra özel konumuza gelelim:
17 Mayıs 2006 günü, dinci militanlar tarafından gerçekleştirilen Danıştay Katliamı, inkâr ve tevil edilmez şekilde bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’de dinle devlet, İslam’la laiklik, dindarla çağdaşlık barışık değildir. 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’le İslam’ın, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le Müslümanların barış ve kucaklaşması gerçekleştirilememiştir. Çünkü İslam ve tebliğcisi Hz. Muhammed ile Cumhuriyet ve kurucusu Mustafa Kemal halkımıza anlatılmamış, dayatılmıştır. Halkın Yükselişi Partisi’nin temel söylemlerinden birinden yararlanarak konuşursak, halkımızın seyretmek zorunda kaldığı tablo, Muhammed ile Mustafa’nın ahenk ve barışını ortaya koyan bir tablo değil, didişme ve çelişme halinde olduklarını göstermeye uyarlanmış bir tablodur.
İyi niyet ve temiz bir vicdanla baktığımızda, uyuşma ve barışmaları aklın ve gerçeğin icabı olan İslam ile Atatürk Cumhuriyeti’nin yani Muhammed ile Mustafa’nın barışı bir türlü kurulamamıştır. Bu barış kurulamadığı içindir ki, Muhammed’den de Mustafa’dan da vazgeçmek istemeyen Türk milleti bir türlü huzur bulamamaktadır. Muhammed’e de Mustafa’ya da muhtaç olduğunu vicdanı ve aklıyla fark eden Türk milleti, bu iki değerin barışına giden yolların dikenlenmesi yüzünden sürekli ıstırap çekmektedir.
Yolları dikenleyenler kimlerdir?
Yolları dikenleyenler, İslam’ı ve Atatürk’ü dayatma aracı yapanlardır. Bugün bizler, bir yandan Muhammed’i, öte yandan Mustafa’yı dayatma konusu yapanların yarattıkları kahırlı kıskacın ortasında acı çeken bir halkın feryatları ve bu feryatları Türkiye aleyhine istismar eden Haçlı emperyalistler güruhu ile karşı karşıyayız.
İslam’ı; Arap takkesini din yapan Emevî dincileri (siyasal İslamcılar) , Atatürk’ü ise büst ve rozetleri ‘Atatürk’ diye pazarlayan ‘Atatürk bezirgânları’ dayattı. Bunların biri dini anlatmadı, öteki de Atatürk’ü. Biri İslam’ı dayattı, ötekisi Atatürk’ü...
Neden? Çünkü İslam’ı anlatsalardı, dini, Atatürk’ü anlatsalardı Atatürk mirasını sömüremezlerdi. Oysaki o sömürüye ihtiyaçları vardı. Yaratıcı ruhları, sağlam kişilikleri, dünyayı, bölgemizi ve ülkemizi layıkıyla okuyacak bilgi ve birikimleri yoktu; bir şeylere, bir yerlere dayanmaya muhtaç idiler. Beleşi, ucuzu çok seviyorlardı; dokunulmazlığı da çok seviyorlardı.
Bir yerlere dayanmak ihtiyacı duyanların bir şeyleri dayatmak zorunda kalacaklarını unutmak, faturası çok ağır bir yanılgıdır. Bir şeyleri dayatanlar, bir yerlere dayanarak dokunulmazlık elde etmek peşinde olanlardır. Özgür ve yaratıcı benlikler ne bir yerlere dayanırlar ne de bir şeyleri dayatırlar.
Dokunulmazlık elde etmenin en ucuz yolu, değerlere tasallut ve onları dayatma aracı yapmaktır. Bir şeyleri dayatarak dokunulmazlık kazananlar bunu sürdürmek için gerçeği anlatanları aforoz ederler. Bütün musallat beleşçiler aforozcudur.
Aforoz; değer, kişi veya kurumların gerçeğini temsil edenlerin bunların sömürüsünü yapanlar tarafından bu değerlere karşı olmakla itham edilmesidir. İnsanlık tarihinin en sefil, en hayasız ve en zalim sömürüsü aforozculuktur. Aforozculuğun en namussuz ve şeytanî süreci engizisyon, en alçak temsilcileri de kilise babalarıdır. Batı, kilisenin bu zulmünden kendisini kurtardı ama aforozu tüm dünyadan kovmak için kılını kıpırdatmadı. Tam aksine, onu sevmediği kitlelerin hayatına soktu; Müslümanların hayatına soktu. Bugünkü dünyada aforozculuğun bir numaralı mekânları Müslüman coğrafyalardır. Bu demektir ki, değerlerin gerçek temsilcilerinin kahra, sömürücülerin ise nimet ve itibara layık görüldüğü coğrafyalar Müslüman coğrafyalardır. Türkiye, büyük Atatürk sayesinde bu coğrafyaların cehennemî kıskacından çıkar gibi oldu ama içten ve dıştan ortaklaşa kotarılan karşı devrim, bu süreci kırdığı için Türkiye tekrar o kıskacın içine itildi. Dahası, Atatürk öncesindeki dinci aforozun yanına Atatürkçü aforozu da ekleyerek ‘aforoz kahrı’nı ikiye katladı.
İslam’a ve Atatürk’e musallat olanlar sık sık aforoza başvurdular. Bu aforozun kurum, kişi ve kavram putlarını oluşturdular. Fesat, soygun, vurgun ve bazen de ihanet sergiledikleri duvarlar arasına ‘Allah’ın evi’ yaftası yapıştıran dinci aforozculara, yeni dönemlerde ‘Atatürk’ün partisi, Atatürk’ün derneği, Atatürk’ün falanı, filanı’ aforozcuları eklendi. Hiç kimse çıkıp da “Atatürk’ün kendisi, fikirleri, çilesi, hasreti, ışık ve aydınlığı nerede? ” diye soramadı. Bu sorular, Atatürkçü aforozun öne çıkardığı rozetler, büstler, sloganlar ve tehditler altında boğuldu, ezildi.
Öyle korkunç bir aforozculuk geliştirildi ki, 'İslam nedir, biraz anlatır mısınız! ' veya 'Atatürk’ü bize tanıtır mısınız! ' demek bile aforoza çarpılmak için yeterli oldu.
İslam, dincilerin, Atatürk de ‘Atatürkçüler’in dokunulmazlık aracı olarak donduruldu. Yeni nesiller, 'Biz İslam’ı veya Atatürk’ü niçin seviyoruz, neden sevmeliyiz? ' sorularına yeterli cevabı bulamadılar.
Özetleyelim: Cumhuriyet dönemi, ne yazık ki, iki ölümsüz ve erdirici değerimizin (İslam ile laiklik, Muhammed ile Mustafa) anlatılması yerine dayatılmasıyla belirginleşen bir dönem oldu. Bu ters gidiş, can damarlarımızı parçalamaya, acımızın paydasını büyütmeye devam ediyor. Türkiye’nin ekonomiden sanata, tarihten felsefeye bütün sıkıntılarının temelinde bu terslik, bu namertlik ve bu yanlış yatıyor. Bu yanlış düzeltilmeden ne içeride huzur bulmamız mümkündür ne de dışarıdan bindirilen tasallutu aşmamız.
Bu satırların yazarı, şu anda lideri olduğu siyasal partiyi işte bu kaygıların itişiyle kurdu. Onun bu kaygıları yıllardan beri vardı, ama bu kaygılar, 11 Eylül terör olayı ile iyice kemirici olmaya başladı. Çünkü 11 Eylül terör olayı, Türkiye özelinde İslam üzerinden yürütülen politikaları, dünya genelinde de geçerli hale getirmişti. Bunun öne çıkardığı gerçek şu olacaktı: Türkiye’yi tahribe yönelik Haçlı-emperyalist politikalar artık İslam kullanılarak yürütülecektir. Ilımlı İslam, karma namaz, rahibe usulü tesettür, İncilleştirilmiş Kur’an denemeleri, dinci cemaat başlarının Papa önünde arzı ubudiyet etmeleri, tarîkat şeyhlerinin ABD ve İsrail denetim ve himayesine girmeleri, siyasal İslamcı Cumhuriyet düşmanlarının Haçlılarca desteklenmeleri bu yürütmenin uzantıları oldu. İslam’la laikliğin, devletle dinin, Muhammed ile Mustafa’nın ağır bir kavgaya sokulacağı kesindi. Bu satırların yazarı bunun böyle olacağını çok erken bir zamanda anlamış ve Türkiye’yi de dünyayı da bu konuda uyarmıştır. 'Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası' ile 'Kur’an verileri Açısından Laiklik' kitapları bu uyarının belgeleridir.
Uyarının daha emin ve elle tutulur belgesi ise onun, Halkın Yükselişi Partisi (HYP) ni kurmasıdır.
O bilmekte ve inanmaktadır ki, 11 Eylül sonrası Ortadoğusunda büyüyen acıyı ve çarpıklığı aşmak için bu coğrafyanın onun birikimine, dirayet ve deneyimine ihtiyacı vardır. Bu birikim, İslam’ı ve Atatürk’ü çok iyi bilen, sentezleyen bir birikimdir. Henüz hayata geçmemiştir, sadece mimarının kitaplarında ipuçları vardır. O ipuçlarından hareketle kurtarıcı bir reçete ortaya koymaksa yine o mimarın işi olacaktır. Bu reçete hiçbir vekâletle hazırlanamaz.
Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye bir kez daha seslenmek istiyorum: Atatürk Cumhuriyeti’nin 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, dinle devletin, İslam’la laikliğin, Müslümanla çağdaşlığın kavgası şiddetini artırarak devam ediyor. Bu ülkenin bin yıllık düşmanı olan Haçlı emperyalistler, anılan kavgadan yararlanmak için, siyasetlerinin eksenine, Ilımlı İslam adıyla yozlaştırılmış bir sömürü dini yerleştirerek üstümüze çullanıyorlar. İçerideki din ve Atatürk sömürücülerinin karşılıklı ahmaklık ve aymazlıklarından beslenen karmaşayı ustalıkla kullanarak Türkiye’yi çöküşe, tükenişe götürüyorlar.
Bütün imanımla bir kez daha söylüyorum ki, HYP kurmayları olarak bizlerden başka hiçbir siyasal parti veya kadro bu karmaşaya son veremez; devletle dini, laiklikle İslam’ı bağdaştırıp barıştıramaz. Çünkü bu barış için gerekli bilgiye, donanıma, dahası iyi niyete sahip değillerdir. Olsalardı, hepsi birbirinden türeme olan bu siyasal kadrolar bu işi bu güne kadar çözüme ulaştırırlardı. Bu ülkeyi 60 yılı aşkın bir süredir bunlar yönetmiştir. Çözümü getiremediklerine göre ya niyetleri bozuktur ya da dirayetleri yetersiz kalmıştır. İki halde de artık milletin yakasından düşmek ve işi bize bırakmak zorundadırlar.
Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, yalnız ve sadece biz, bu ıstıraba son verebiliriz.
Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, dinle devleti, laiklikle İslam’ı barıştırabiliriz.
Evet, Ulu Çınar’ın liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, Muhammed ile Mustafa’nın ayrık değil, birlik; çelişik değil, barışık iki ölümsüz değerimiz olduğunu gösterebiliriz.
Bütün İslam dünyası, ama özellikle Müslüman-Türk dünyası bilmelidir ki, mutlu ve onurlu bir insanlık için Muhammed ne istemişse Mustafa da onu istemiştir. Aksi olsaydı, Muhammed’in düşmanları aynı zamanda Mustafa’nın da düşmanı olurlar mıydı?
Muhammed ile Mustafa’nın kucaklaştığı yeni bir cihan yaratmak için çalışanlara selam olsun!
Ve o kucaklaşmanın aydınlık günlerine selam olsun!
Fethullah Hoca cemaatine dese ki;
1) Orduyu darbeci diye suçlayarak küffarın
ve AKP’nin oyunlarına alet olmayınız!
2) Evlerde “Devleti ele geçireceğiz, geçirdik! ” demekten vazgeçin!
Devlet her şeyi biliyor!
3) Devlete, Atatürk’e ve Türk Milleti’ne düşman olmayı bırakın!
4) Hüseyin Gülerce’ye söyleyin saçmalamasın!
Türkiye’de istismar söz konusu olduğunda
en son bizim cemaat konuşabilir.
5) STV’de, Zaman’da yürütülen “sinsi bölücülük”ten vazgeçin!
6) Biraz istirahat edin; yoksa sonunuz iyi olmayacak!
Cemaatin bu tür nasihatlere epey ihtiyacı var.
Hoca Zaman’da yürütülen devlet, millet düşmanlığından AB, ABD, AKP, İsrail ve sair yalakalıklardan haberdar değil herhalde. Son dönemde Zaman okumadığı açıkça belli oluyor!
Hoca (Fethullah Gülen) ,
Hüseyin Gülerce gibi
Ordu’ya, devlet ve Türk Milleti’ne
açıkça kin kusmuş!
Hüseyin Gülerce’nin
“Vicdanınıza sorun! ” yazısına sahip çıkmış
ve konuştukça batmış.
AKP’yi desteklemek, demokrasi ve AB taraftarlığı adı altında Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne düşmanlık yapmak, Ordu’yu karalamak ve STV’ye, Zaman’a ve aynı çizgideki yayınlara sinsi sinsi bölücülük yaptırmak kaosa sürüklemek olmuyor da, beylerin zararlı faaliyetlerini deşifre etmek mi Türkiye’yi kaosa sürüklemek oluyor?
“Bizi başa çıkamayacağımızı düşündükleri bir güçle (Ordu ile) karşı karşıya getirmek istiyorlar! ” cümlesi ile “Biz TSK ile başa çıkabiliriz! TSK ile başa çıkamayacağımızı düşünenler yanılıyor! Oysa biz TSK’yı yenecek güçteyiz! ” anlamına gelen bu tespiti bir kenara not edelim.
“Hakkımızda irtica yaygaraları koparıyorlar.
İnsaf! Sizde hiç vicdan yok mu? ”
Hem ABD’de yaşayıp hem ABD’nin, İsrail’in ve İngiltere’nin çizgisinde yayın yapıp, faaliyet gösterip sonra da masumum diyeceksiniz öyle mi?
TSK’nın “irtica”dan kastı, “dış güdümlü sahte İslami hareketler”le “dış destekli bölücülük”tür! Şimdi kalkıp, cemaatin dış destekli, dış güdümlü, sinsi bölücülük yapan bir yanı yok mu diyorsunuz?
Cemaat mensuplarının toplantılarının ses kayıtlarını yayınlasak; oralarda pişirilen Ordu, Türk Devleti ve Türk Milleti düşmanlığı karşısında ne diyeceksiniz acaba?
Hüseyin Gülerce’nin, Ekrem Dumanlı’nın ve diğerlerinin TSK, devlet, millet yaklaşımlarını açalım mı?
Maske düşmüştür!
Cemaat milyonlarca saf, temiz, inanmış, gerçek Müslüman’ı “Ordu din düşmanı! ” diyerek aldatmıştır! Cemaat açıkça Ordu’ya, Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne cephe almıştır.
Cemaat hiçbir zaman “Bizim arkamızda gavurlar var. Onlar cemaati desteklediği için bizi mürteci, yani (din-devlet düşmanı) diyorlar! Biz dış dünyadan, yani Batı’dan, yani Haçlılar ve Siyonistler’den destek aldığımız için irticacı ilan edildik. İrticacı olduğumuz doğrudur! ” diyemedi.
Kendi durumlarını gizlemek için Ordu’ya ve Devlet’e saldırdılar.
Tüm her şeyi dökmeyelim. Çünkü tabandaki % 99.9 temiz, saf, gerçek Müslüman Türk Milleti’ni seviyoruz. Onların aldatılmışlıklarını yüzlerine vurarak rencide etmek istemiyoruz. Sahte İslamcılar’ın Vatikan ve Siyonizm beslemesi sahte Müslümanlar’ın dönemi bitiyor.
Üslup, “Suçüstü yakalandık! ” diyor!
Biz olsak TV’de canlı yayına çıkar, önce Hüseyin Gülerce’den milletten, başlamak üzere epey kulak çeker, milletten özür dilerdik.
Oysa Ordu’ya meydan okuyan
ve üste çıkmaya yeltenen bir zihniyetle karşı karşıyayız!
Bu kapsamda birkaç can alıcı soru soralım;
1) Yavuz, Kanuni, Atatürk, Menderes, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Ahmet Yesevi, Mevlana, Behçet Uz, Mehmet Öz, Gazi Yaşargil ve hatta politik ödüllü Orhan Pamuk, Alev Alatlı, Cemil Meriç, İlber Ortaylı, Fethullah Hoca Cemaati’nin okullarından mı mezun oldu?
2) Bilim Olimpiyatları’nda yüz akı olduğu için gurur duyduğumuz çocukları istismar edip onların çabalarını, ürünlerini, Allah vergisi akıllarını, ailelerinin katkılarını el çabukluğu ile cebe indirip başarıyı toptan sahiplenmek; ahlakla, insanlıkla, İslam ahlakı ile ne kadar bağdaşıyor?
3) Haraca bağladığınız ve düzenli olarak esnaftan, işadamlarından, çiftçilerden ve ev kadınlarından topladığınız onca para ve kıymetli madeni (Ki, hangi ilde kimden kaç para aldığınızı biliyoruz!) ne yaptığınızı yazsak biraz utanır mısınız? Sakın ha önümüze şişirilmiş, abartılmış yardım listeleri ile gelmeyin! Topladığınızı ve dağıttığınızı biliyoruz! Yaptığınız açıkça istismar ve sömürü değil mi? Üç noktaya hizmet verip üçyüz noktadan haraç devşirmek, insanlıkla ve İslam’la nasıl bağdaşır?
4) Birçok toplantının bandı var elimizde! Hepsi sizi tekzip ediyor! Sizler de gerçek durumu biliyorsunuz. Neden yürüyüşünüzü, çizginizi değiştirmiyorsunuz?
5) İslam’a ABD, CIA, MOSSAD, MI6, Vatikan ve Siyonizm açısından niye bakıyorsunuz? Kur’an-ı Kerim’i okusanız açıyı bulacaksınız! Niye Kur’an açısından bakmıyorsunuz? “Bakıyoruz! ” demeyiniz; orada daha da batarsınız!
6) Vatikan’a veya Siyonizm’e şirin gözükseniz akıbetiniz hayır mı olacak?
İşte Türklük, bayrak, vatan, millet, Türkçe ve İslam üzerinden yürütülen duygu sömürüsünün ve bu temel üzerine bina edilen “Siyonist Tezgah”ın ipliğini pazara çıkaracak sorulardır bunlar!
Cevaplar ise hep aynı olacaktır çaresiz…
Ve konuştukça batmaya devam edeceklerdir,
o “kendileri bile inanmadıkları yanıtlara sarılan
sahte Müslümanlar”…
Saygılar
fettullah gülen.. bir AMERİKAN planının parçası..
ılımlı islam adı altında türkiyenin hırıstiyanlaştırılmasının önündeki zevattır.cemeattir.
fettullahçı Prof. suat yıldırım adında bir ilahiyatçı tarafından BOP projesine bir kutsal kitap yazdırıldı. o öyle bir kitaptı ki kitap Kur'anın içerisine incil, tevrat ve pavlosun mektuplarının doldurulduğu BOP islamının kutsal kitabıydı. fettullahçı Zaman gazetesi ve fettullahçı zavallı müritler bu kitaptan 600.000 adetini türkiyede dağıttılar.. bunları yaparken gerçek islama, kur'ana hizmet adı altında bizim insanımızı gerçek müslümanı bu güne kadar hep aldattıkları gibi Allah ile aldattılar..
halbuki kur'an hadid ve fatır sürelerinde Allah ile aldatmanın başının şeytan ve onun şürekası olduğunu apacık anlatır. velev ki bunlar sürekli Allah iddeasında olsalar bile..
varın siz düşünün bu fettulahçıları.....
Bugünkü dünya şeytanın cenderesinde kıvranıyor. Şeytan, şerrin sembolü. Bu demektir ki, bugünkü dünya şerrin cenderesinde kıvranıyor.
Bugünkü dünyayı şeytan yönetiyor.
Sebep, elbette ki insanın tembellikleri, şehvetleri, suçları, gafletleri, dalaletleri, hıyanetleri, nankörlükleridir. Şimdi, Tanrı, insanlığın ne yapıp nasıl bir tavır sergileyeceğine bakıyor. Sergilenecek tavra göre, yarınlar ya daha kahırlı olacak yahut da mutlu. Ama bu şekilde asla devam etmeyecek.
Evet, yeni milenyum iki ihtimalden birine gebe: Ya daha kahırlı bir dünya, yahut da mutluluk, rahmet ve berekete açılmış bir dünya. Üçüncü ihtimal yok.
Şeytan, dünyayı kitlelerin başına geçirdiği piyonlarıyla yönetir. Şeytanın dostluğunda ileri derecelerde olmak, Rahman'a ve insana düşmanlıkta yükselmiş olmakla eşanlamlıdır.
Büyük düşünür Muhammed İkbal, Avrupalı sömürgecilerin oluşturduğu kuvvetler birliğine 'İblisler Parlamentosu' diyordu.
İkbal, insanlığın kahır kaynaklarından biri olarak 'fî sebîlillah fesat' üreten ikinci bir şeytanî kuvvet odağından da söz etmiştir: Hurafe ve aldatma dininin baronlarınca oluşturulan saltanat. Onun deyimiyle, mollalar saltanatı.
İşte, dünyayı bugün bu iki şeytanî güç polaritesi (karşı kutuplu güçler
sistemi) yönetmektedir. Farkları şu: Birisi Haçlı, birisi sarıklı. Ortak yanları da şu: İkisi de şeytanın taşeronu, ikisi de insanın mutluluğuna musallat.
Bugün bu iki güç odağı, İkbal'in zamanından çok daha kuvvetli durumda. Bunu, İkbal'in günündeki gibi Avrupa ile sınırlamak yanlıştır. Bugün buna, bir kutupta ABD ve peykleri, öteki kutupta ise koca bir Arap-Acem dünyası eklenmiş bulunuyor.
Bu gücün başını süper etki noktalarında oturan şeytanî kurmaylar çekiyor. Bunlar, tarihin amansız ve büyük zalimleri, şeytanın unutulmaz işbirlikçileridir.
Bir de bunlara bağlı, bunların piyonu ve hizmetçisi olarak iş gören ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf taşeron şeytancılar var. Taşeron şeytancıların en yamanları, İslam coğrafyalarında mekân tutmuş despot riyakârlardır. Bu imansız ve irfansız şeytan yamakları, gücü, parayı, bazen de oyu müslüman kitlelerden almakta, ama hizmet ve sadakatlerini Haçlı kurmaylara arz etmektedirler. Bunlar için İslam, Haçlı kurmayların onayladığı kadarıyla dindir. Bunların dini, Haçlı kurmayların onayı varsa var, yoksa yoktur. Çünkü bunların her türlü eksiklerini (güç, para, eğitim, siyaset, strateji, propaganda, barınma, siperlenme ve gerekirse silah) Haçlı efendileri ikmal etmektedir.
Bunların din adına en becerikli oldukları şey, İslam'ın, Haçlı kabulleri dışında kalan kısmının 'o kadar da önemli olmadığı' yolunda delil hazırlamaktır.
Bunlar; müslümanı kandırma döneminde, Haçlı dünyanın temsil ettiği ve ürettiği tüm değerlere saldırmak suretiyle duygusal müslüman kitleleri kandırıp avlamakta, Haçlıların güç ve imkânlarıyla su başlarına geldikten sonra ise müslümanı hor görmekteler.
Son yıllarda Türkiye, bu taşeron şeytancılar alanına girmekle kalmadı, bu alanın en önde giden coğrafyalarından biri oluverdi. Çünkü Türkiye, son çeyrek yüzyılda, tarihte eşi az görülebilecek bir riya saltanatının kucağına oturtulmuş bulunuyor.
Türkiye bir riya yurdu haline getirildi. Ekonomiden dine, tarımdan ticarete, diplomasiden medyaya her şey sanal, her şey yalan ve her şey maskeli...
Türkiye'yi âdeta riya (ikiyüzlülük, namertlik) güdüyor.
Müslüman kitleler, öz dinleriyle vuruluyor.
İslam ülkelerinde, o arada Türkiye'de, mâbet, Allah'a ibadetin yeri olmaktan çok, Allah ile aldatmanın dokunulmazlık verilmiş beyin yıkama laboratuvarı gibi iş görmektedir. Haçlılar bunu sağladıkları için, tüm müslüman ülkelerin birer din devleti yapılmasını ölüm-kalım meselesi biliyorlar. Müslümanları mahvetmek için bundan daha ucuz, daha etkili bir silah olamayacağını anlamış bulunuyorlar.
Tek istisna, Atatürk Cumhuriyetinin Türkiyesi'dir.
Haçlı Batı, işte bu 'istisna'yı yarattığı için Atatürk'ü asla affetmiyor, ona duyduğu kin ve nefreti bir türlü dizginleyemiyor.
Dünya, şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?
Bunun hesabını yapmak bize düşmüyor. Bize düşen şu soruyu sormak:
Türkiye şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?
'Bekleyelim ve görelim' diyenler olacaktır. Biz, şöyle diyoruz:
'Beklemeyim, çocuklarımıza bırakacağımız ülkedeki dışarıdan güdümlü şer tasallutunu aşmak için eylem yapalım.' Eylem bugün için bilgili, dirayetli ve ilkeli siyasettir.
'Fethullahçılık ihanet şebekesi'
Kanaltürk televizyonunda, Merdan Yanardağ'ın sunduğu 'Yolsuzluk ve Yoksulluk' adlı programa katılan Nurettin Veren, 'Cumhuriyet savcılarının anlatacaklarımı ihbar kabul etmesini istiyorum. Bu davanın tanığı da sanığı da olmaya hazırım' dedi. Fethullah Gülen 'in 25 yıl boyunca başyaverliği ve kuryeliğini yaptığını belirten Nurettin Veren, 'gizli bir örgüt' olarak nitelendirdiği 'Fethullahçılar' ın içyüzünü anlattı. Veren, 'Biz 12 kişi hayır için yola çıktık ancak örgütlenmenin devleti içten ele geçirme planı olduğunu anlayınca aforoz edildim. Gülen beni öldürtmek istedi' dedi. Nurettin Veren devam ediyor;
'Biz 1970 yılında 12 insan yoksul öğrencilerin okutulması ve hayır işleri için yemin ederek yola çıktık. Yıllar boyunca bu dava uğruna hasır üzerinde oturdum. Küçük hayırlarla büyük finanslar elde ettik. Kaydı olmayan yardımlar Fethullah'a teslim edildi. Büyük ekonomik güce ulaşınca 1993'te harekete geçildi. Bir cami nasıl milletin parasıyla yapıldıysa Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu da aynen öyle yapıldı. Ancak Zaman gazetesi 20 yıl boyunca banka reklamı almadı. Çünkü Fethullah banka reklamı gibi, kola içmeyi, kot giymeyi de haram kılmıştı. Sonradan Asya Finans'ı kurdum. Gazetesine banka reklamı almayan Gülen daha sonra Bank Asya'yı kurdurdu. Gülen Müslümanlara takıyye yapıyor.'
Nurettin Veren, Fethullahçı örgütlenmenin 7.5 milyar dolarlık ekonomik güce ulaştığını, Türkiye'de dershaneye giden 4 çocuktan üçünün tarikatın eline düştüğüne dikkat çekti. Veren, ailelere, 'Çocuklarınızı terörden kurtarmak isterken Fethullah örgütüne teslim ediyorsunuz. Uyanın, gerçeği görün' diye uyarıda bulundu.
Gülen'in bütün şirketlerinin adını kendisinin koyduğunu belirten Veren, 'Ama bunun belgesini bulamazsınız. Çünkü hiçbir illegal örgütün belgesi olmaz' dedi.
Türbanı biz başlattık
Nurettin Veren, Türkiye'de önemli bir sorun haline gelen türbanın Fethullah Gülen'in talimatıyla bir furyaya dönüştürüldüğünü ifade ederken şöyle konuştu: 'Gülen'in talimatıyla birçok arkadaşımız 50 yaşına kadar evlenmedi. 1970'lerde ve 1980'lerde Türkiye'de türban diye bir sorun yoktu. Bunu topluma biz enjekte ettik. Gülen, evli müritlerin eşlerini burunlarından topuklarına kadar kapatmalarını istedi. 'Siz başlatın gerisi gelir' dedi. Kadınlarımız da siyah gözlükler ve eldivenler taktı. Ben de eşimi öyle giydirdim. Toplum kamplara bölündü. Sonra da bu örgütlenme fark edilince cemaate, 'Başı açık kadınlarla evlenin' dedi. Bu yüzden cemaat içindeki başı kapalı kadınlar dul kaldı! '
Gülen'in kendisini insanüstü, ileriyi gören, her şeyi önceden bilen bir canlı olarak tanıttığını belirten Veren, 'Kendisi 1941 doğumlu olmasına karşın Atatürk öldükten sonra, 1938'de doğduğunu söyler ve kurtarıcı olduğunu ima etmeye çalışırdı. Ancak tasavvuf ve gönül adamı, bir Mevlana ve Yunus Emre gibi takdim edilen bir insanın bugün Irak'ta 400 bin Müslümanın ölümüne yol açan Amerika'da ne işi var? Siz hiç 137 dönümlük arazide 8 villa içinde 100 hizmetkârla yaşayan bir Yunus Emre gördünüz mü' diye sordu.
Beni öldürtmek istedi
Gülen'in gerçek amacının kilit noktalarda kadrolaşarak devleti ele geçirmek olduğunu belirten Veren, bu planı anladıktan sonra ikazlarda bulunduğunu, bu yüzden aforoz edildiğini anlattı. Veren şöyle konuştu: '1995'te fikren ve kalben koptuk. Hayır için yola çıkmıştık ama örgüt çatısı içinde kullanıldık. Gördük ki çatal bıçak için kurulan bir fabrika, silah fabrikasına dönüşüyor. Devleti içten ele geçirecek bir plan olduğunu sonradan anladık. Tepki koyduk, ikaz edilince dış görevlere gönderildik. ABD'de 30 gün birlikte kaldık. 50 kişinin önünde beni öldürtmeye kalktı. Bu hücum ve cinnet karşısında canımı zor kurtardım. Gülen, 'FBI ve CIA'yı arayın, bu adamı öldürtün' dedi. Sonra Türk devletinin görevlendirdiği polise 'Silahını çek vur bunu' diye bağırdı. İnsanlar itaat etmeyince şömine demiriyle üzerime hücum etti. Sonra New York'ta gece yarısı sokağa atıldım.'
Gülen'in gerçek amacının dünyayı yönetmek olduğunu ve 'hastalık yalanıyla ABD'ye kaçtığını' belirten Veren, sözlerini ağlayarak ve Atatürk'e övgüler dizerek şöyle tamamladı:
'Gülen, Türkiye'deki örgütlenmesinin 2000 yılında kendini amorti ettiğini söyledi. Yetiştirdiği vali, emniyet müdürü, kaymakam ve komutanlar var. Cumhuriyet gazetesi, 'Tehlikenin farkında mısınız? ' diyor. Evet bu örgütlenme bir işgaldir, ihanet şebekesidir. Yargıtay'a yönelik saldırıda birçok insan bir kare fotoğrafta göründü diye zanlı oldu. Elimde yüzlerce fotoğraf ve belge var. Savcıları göreve çağırıyorum. Kimse bir şey yapmıyorsa demek ki Fethullah'ın dokunulmazlığı var.'
dinsel istismar dinsizliğin ta kendisidir.
fettullahın tüm söylem ve davranışları, din,iman, Allah söylemleridir.salya sümük 24 saat bu şeklidedir. Ve tüm bu söylem davranışlar kur'anın söylem ve davranışlarının (sünnetullah) ile taban tabana zıttır.
Allahın istediğinin tersine Allaha yalvarır, yakarır görünerek allah yolunda olmazsın.
isteyenlere isbatlamağa hazırım..
şirk te bir dindir. Allahın inkarı yoktur şirkte..
bizatihi en inatçı Allah davası şirk te güdülür.
şirk; Allahın uluhiyetine giren alanda insanın tasarruf sahibi yapılmasıdır.
sabahtan akşama kadar alnını secdeden kaldırma. sonrada dinde olmayan en küçük bir davranışı din yap. şirke gittin (bir örnek)
bunun gibi sayısız davranışları fettullah denen din baronunda görebilirsiniz..evet fettullah dincidir. dindar değil.. yani din satar.. dini kendi çıkarı için kullanır.. ve etrafındaki acezeleride kullanır...ebu cehil de dinci idi..
biz dindar arıyoruz. dinci ile dindarı karıştırmayın.. dinci allahın belası, dindar ise allahın rahmetidir.
vesselam...
Aziz Milletimiz!
Kelimei Tevhid'in haysiyetini, Müslüman Anadolu'nun onur ve bağımsızlığını kurtarma ve yaşatmanın eşsiz belgesi ve göstergesi olan bu büyük zaferin kutsiyetini, anlamını, amacını, Tanrı ve tarih önündeki yerini ve değerini SAKIN UNUTMA.
Dinimizi ve bin yıllık kardeşliğimizi hançerleyerek sefil çıkarları uğruna Haçlılarla işbirliği yapıp bu zaferin anlamını karartmayı meslek ve siyaset edinmiş dinci ve bölücü hainleri de UNUTMA.
Kaderin ve geleceğin, 'bugünün anlamı' ve bu zaferi gerçekleştiren 'Komutan, Kurmaylar ve aziz Şehitler' in şahsiyetleri ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bu şuurla sana bırakılan emanetlere sahip çık.
BUGÜNÜ SAKIN UNUTMA!
HOCAEFENDİ’DEN PAPA’YA MEKTUP
Pek muhterem Papa cenapları,
Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen halkından size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahsettiğiniz için zatıalilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız.
Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarasi Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.
İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslam’ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır.”
FETTULLAH GÜLEN.. RABBİN ACİZ KULU
allah ile aldatılmayı ve aldatmayı; Allaha kulluk zannetme cehaletine teslim olmuş kitlenin başıdır fettullah denen şeytan evliyası.
Fethullah Müslüman değil, Bahailerin lideri'
Semih Tufan Gülaltay, (İleri Yayınları’ndan çıkan) “Fethullah Müslüman mı” kitabında Fethullah Gülen’i farklı bir açıdan inceliyor. Kendi kaleminden:
“Bu kitaptaki ana mevzu, Fethullah’ın rejim düşmanlığı ya da ABD adına yüklendiği misyon değil... Ben O’nun İslamiyet’in içine sokulmuş bir Truva atı olup olmadığını sorguluyorum. O bir Truva atı mıdır? Fethullah Bahaîler’in gizli lideri midir? Amaç İslam dinini tahrif etmek midir? Gerçek ve halis Müslüman kitlemizi Fethullah’tan nasıl koruyabiliriz? Ve benim için işin en önemli yanı 21. asrın en büyük dinamik gücü olan Türkçü gençliğin Türk-İslam sentezi adı altında kandırılmasının önüne geçme yollarının ortaya konmasıdır... Nurculuğun Türk milliyetçilerinin sırtına basarak Tevrat ittifakı kurmasının önüne geçmek, Orta Asya’da misyonerlik okulları açarak İngilizceyi Orta Asya’da tek dil haline getirme çalışmalarına artık dur diyebilecek miyiz?
Fethullah’ın birinci gayesi Türk devletini ele geçirmek, ikinci gayesi ise, geçmişin intikamını almak için İran’ı istila edip İran’la harbe girmektir... O, bu operasyonda Turancıları kullanmayı düşünüyor... Bütün Türk dünyasını ele geçirdikten sonra ise önce aldatmaca bir dinler diyalogu oluşturacak sonra da gerçekte bir Tevrat ittifakı olan Bahaîliğe geçiş sürecini başlatarak bütün dünya dinlerini Bahaîlik altında birleştirme sürecini başlatacaktır... Son merhalesi Fethullah’ın “mesih” ilan edilerek dünya peygamberliğine adım atmasıdır...”
Kitapta Gülaltay, Fethullahçılığın kökeni İran’a uzanan Bahaîlik tarikatının bir kolu olduğunu ve Gülen’in Bahailiğin günümüzdeki lideri olduğunu iddia ediyor.
Gülaltay’a göre, Bahaîlik sıradan bir tarikat veya cemaat değildir. Hatta Bahaîlik İslam içinde bir mezhep de değildir. Bahaîlik, 3 büyük dini, İslamiyeti, Hıristiyanlığı ve Museviliği tek bir pota altında birleştirmeye çalışan bir dinlerüstü mezheptir. İran’da İslam öncesi geleneklerini sürdürmek isteyen ve bu nedenle İslamiyeti diğer dinlerle birleştirmeye ve tahrif etmeye çalışan çeşitli tarikatlara dayanmaktadır. Bahaîliğin ortaya çıkışını 800’lü yıllara kadar götüren Gülaltay’a göre Fethullah’ın Müslümanlık anlayışının ardında aslında kökeni İran’a dayanan bu İslam-dışı tarikatlar vardır. Dolayısıyla Fethullah’ın ne kadar Müslüman olduğu sorgulanmalıdır.
Gülaltay kitabında, İran’daki Batınî mezheplerinin her birinin ortaya çıkışını ve birbirini nasıl takip ettiğini anlatıyor ve bu mezheplerin neden İslam-dışı sayıldığını örnekleriyle okuyucuya sunuyor.
Gülaltay, İran’daki İslamdışı mezhepleri Mazdek’le başlatıyor. Sonra sırasıyla, Hürremiye Mezhebi, Babek, İsmailiye ve Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik, Bahaîlik... Gülaltay’a göre bu mezhepler farklı isimler taşımalarına karşın aslında aynı mezhebir devamıdır. Çünkü, sık sık İran Devleti’ne ve Halifeliğe karşı ayaklanan bu mezhepler, başarısız olunca yollarına devam edebilmek için isim değiştirmiştir. Yoksa eylemleri de inançları da farklı değildir.
Bu tarikatların kısa bir tarihin sunduktan sonra Fethullah’ın bu tarikatlarla bağlantısını yapıtlarından örneklerle açıklanıyor. Örneğin Batınî tarikatlarının en önemli özelliği yasak kimliklerini saklayarak takiyye yapmalarıdır. Gülaltay’a göre, Batınîler takiyye yaparak gerçek inançlarını gizlerler, Müslümanlarla kaynaşırlar ve devleti içten içe fethetmeye çalışırlar. Aynen Fethullahçılar gibi...
Batınîlerin Kitabün Nur’undan Saidi Nursi’nin Risale-i Nur’una
Öncelikle Batınîler, şeyhlerinin kitabını Kuran yerine kabul ederler. Cavidanîyeler, şeyhleri Fazlullah’ın Cavidannamesi’ni, Babiler ise şeyhleri Muhammed Bab’ın kitabı Kitab-ün Nur’u Kuran kabul ederler. Ne hikmetse, Saidi Nursî’nin Risale-î Nur’u isim olarak ve cemaatin gösterdiği saygı bakımından, içerik olarak, Kitab-ün Nur’a çok benzemektedir. Türkiye’deki Nurculara göre, Kuran anlaşılması zordur, bu nedenle müritlere Nur Risaleleri önerilir. Risalelere adeta ikinci bir Kuran mualemesi gösteren Fethullah, Gülaltay’a göre bu şekilde Müslümanlığa da aykırı hareket etmiş olmaktadır. Gülaltay, Fethullah’ın şu sözüne dikkat çekiyor: “İlimler sahasında meselenin temel esprisini ise Bedîüzzaman’ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: Allah’ın iki kitabı vardır. Biri kainat kitabı, diğeri Kur-an’ı Kerim.” Gülaltay’a göre Fethullah Gülen, “Kainat kitabı” derken Risaleleri kastetmektedir. Gülaltay, buna benzer pek çok örneği kitabında veriyor ve Nurcuların Risaleleri öne çıkarmasının nedeninin Kuran’ın geçerliliğini ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor.
Fethullah isminin kaynağı Gülen’in kimliğini ele veriyor
Fethullah Gülen’in isminin kaynağı da gizli kimliğinin bir başka göstergesi. Gülen’in ismi 1844 yılında İran Şahı’nı öldürmeye kalkışan bir Bahaî fedaisinden gelmektedir: Fethullah Kamî. Fethullah Gülen’in ailesinin İran’dan göçme olduğunu da ortaya koyan Gülaltay, Bahaîlikle bir başka bağlantısını daha ortaya çıkarmaktadır.
Fethullah’ın rumuz olarak kullandığı isimler de eski Bahaî kahramanlara atıftır. Örneğin, “1982 yılının sonlarında DGM savcılığının hakkında başlattığı soruşturmada, Fethullah’m Dahhak kod adını kullanarak kitap yazdığı tespit edilmiş. Bilindiği üzere Dahhak İran mitolojisinde, İran’ı istila edip İran Şahı Cemşit’i testere ile ortadan ikiye böldürten, İran halkına işkenceler, eziyetler yapan bir adammış. İran halkı Dahhak-ı Zalim diye andıkları bu gaddar adamın zulmünden perişan olmuştu.”
Işık evlerinin sırrı: Ev-mabetler
Gülaltay, Babilerin ibadet için camiler yerine evleri tercih etmesiyle Fethullahçıların Işıkevleri arasında da bir bağlantı kuruyor: “Babiler, camilere gitmez, cemaatle namaz kılmazlardı. Bunun yerine evlerde toplanmayı tercih ederlerdi.” Ardından Nur evleriyle ilgili Fethullah Gülen’in şu sözlerine dikkat çekiyor: “Bu ışık evlerinin kendine has özellikleri vardır... Yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsal mekanlardır... Artık geçmişte camide yapılan dini ruhunun müzakereleri bu evlerde biraraya gelinerek yapılacaktır.” Ve Gülaltay nur evlerinin İslamdışı olduğunu şu şekilde anlatıyor: “Anlaşılacağı gibi Fethullah Gülen, bundan sonra caminin önemli olmadığını söylüyor. Çünkü büyük ustası Kürt Sait de camiye girmezdi. Buradaki amaç ise İslam’ın birliktelik ve cemaat ruhunu yıkmaktır. Kurretü’l-Ayn’ın ve Babi şeyhlerinin vaaz verdiği yerler camiler değildi. Fethullah’ın tabiriyle nur evleriydi. Yine aynı Fethullah, Yeşeren Düşünceler isimli kitabının 164. sayfasında ev-mabet [adıyla] bu ışık evlerini tarif ediyor. Ev-mabet terimi Bahailik dininde mabede verilen addır. Bahailerin mabedlerine ev-mabet adı verilir.”
Gülen’den Bahailere gizli övgüler
Gülaltay, Fethullah’ın kitaplarında Bahaîlere nasıl gizlice övdüğünü de ortaya çıkarıyor. Örneğin, Fethullah’ın Hz. Muhammed’i anlattığı sanılan kimi yazılarında aslında Bahaîlerin lideri Molla Muhammed Ali’yi andığını aktarıyor: “Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istila ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı? Keşke, bu mübarek dünya; duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi. Onun yiğitliği, sadeliği ve mertliği bu güne kadar dipdiri kalabilseydi. Keşke O muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın, talihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi.” Gülaltay, bu alıntıda önemli bir çelişkiyi yakalıyor: “Yukardaki metinde anlatılan kasır ve saraylar dönemin İran Şah’ının saraylarıdır. Çünkü Hz. Muhammed devrinde Arabistan’da ne kasır vardı ne saray.”
Gülaltay, bu konuda daha pek çok örnek yakalamış. Gülaltay’a göre, baskı ve zulüm gören insan tasvirleri sanılanın aksine Hz. Muhammed dönemi yaşamış Müslümanlar değil, başarısız ayaklanmalardan sonra yurttan yurda göçürülen Bahailerdir. Örneğin, 1868’de Bahaîler sürgüne gönderilir. Fethullah Gülen’in kitaplarında anlattığı ömür boyu süren büyük göç aslında Bahaîlerin sürgünüdür. Gülaltay’a göre bahsedilen göç sanıldığı gibi Mekke’den Medine’ye Hz. Muhammed’in hicreti değildir.
Başka bir yerde ise Fethullah G. şöyle diyor: “Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan men etmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lahza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın.” Gülaltay’a göre burada kastedilen de yine Bahai liderleridir. Çünkü Müslümanların tarihinde kardeşiyle konuşmaktan men edilme gibi bir cezalandırma söz konusu edilmemiştir. Halbuki Abdülaziz’in bir fermanında, Bahaullah’ın çocukları birbirleriyle konuşmamaları kaydıyla sürgüne gönderiliyordu. Fethullah’ın uğruna gözyaşı döktüğü işte bunlardır.
Fethullahçılıkla Bahaî inanışları arasındaki paralellikler
Gülaltay’ın bulduğu çeşitli paralellikleri şöyle sıralayabiliriz:
- Bahaîler cenazelerini İslam inanışının tersine, mermer lahitler içinde gömerler. Saidi Nursî de vasiyetinde cesedinin lahitin içine konulmasını istemiştir.
- Bahaîlerde ibadete başlama yaşı 16’dır. Fethullah Gülen de bir kitabında şöyle demektedir: “16 yaşıma kadarki dönemi çocukluk dönemi sayıyorum.”
- Bahaîlikte el öptürmek kesinlikle yasaktır. Fethullah Gülen de el öptürme konusunda şöyle diyor: “Fevkalade rahatsızlık duyuyorum. El öptürme prensibim hiç yoktur.”
- Bahaîler, camiye girmez, cemaatle namaz kılmaz. Sadece cenaze namazı kılarlar. Gülaltay’a göre, Fethullah Gülen’in de cenaze namazı dışında camiye girip namaz kıldığını şu ana kadar kimse görmemiştir.
- Bahaîlikte kurban kesilmez. Ünlü Fethullahçı bilim adamlarından birisi de katıldığı bir tartışma programında kurban kesmeyi hayvan katliamı olarak nitelendirmiştir.
- Bahaîlikte, herkes malının yüzde beşini, toplumun başında bulunan 19’lar heyetine vermek zorundadır. Fethullahçı organizasyon ve vakıfların başındaki yönetim kurulu da 19 kişidir.
Fethullah ile Bahaîler arasındaki bir başka somut bağlantı ise Saidi Nursi’nin hayatından alınmaktadır. Saidi Nursi, Gülaltay’ın ortaya çıkardığına göre, İran Şahına suikast düzenleyen Babilerin şeyhlerinden Celaleddin Afgani’nin İran’dan kaçıp Abdülhamit’in himayesine girmesi sırasında kuryelik etmişti. Saidi Nursî, yine bir başka Bahaî tetikçi Kirmani’yi de İran-Türkiye sınırında karşılayacak ve İstanbul’a kadar kendisine eşlik edecekti.
Gülen’in sözlerinde gizli anlamlar
Fethullah’ın eserlerinde gizli gizli Bahaîlik propagandası yaptığını da Gülaltay çeşitli örneklerle açıklıyor:
Kapı: Bahaî mezheplerinden Babiliğin kurucusu Muhammed Bab’tır. “Bab” kelimesinin bir anlamı da “kapı”dır.
“Ulu sultan! Canlı-cansız, insan-hayvan, (..) her şey varlığını soluklar.”: Gülaltay bir başka bölümde ise Gülen’in bu sözündeki gizli anlamı ortaya çıkarıyor: Ulu Sultan kelimesi Bahaî Şeyhi Bahaullah’a atfedilmiştir. Hayvanları, eşyaları bile Allah’ın kulları olarak kabul eden ise Muhammed Bab’ın hocası Kazım-ı Reşdi’dir.
Nebiler Sultanı: Gülaltay, Fethullah’ın sık sık kullandığı “Nebiler Sultanı” teriminin de karşılığını buluyor. Gülaltay’a göre, Fethullah’ın burada kastettiği Hz. Muhammed değil, Bahaullah’tır. Çünkü, Bahaullah’ın lakabı döneminde “Sultan”dır.
Nur Asrı: Muhammed Bab’ın Kitabün Nur ile Babiliği yaydığı ilk yıllara da Nur asrı denmektedir.
Timur ve Cengiz düşmanlığı: Fethullah bir kitabında şöyle diyor: “Allah bir zamanlar Cengiz, Hülagü ve Timurlenk’in eliyle hırpaladığı ve ikaz ettiği İslam alemini bugün de Batılılar vasıtasıyla hırpalayıp ikaz etmektedir...” Gülaltay, Fethullah Cengiz, Hülagû ve Timurlenk’e karşı olmasını bu hükümdarların Bahaîlerin önemli önderlerini öldürmüş olmasına bağlıyor. Cengiz Han’ın oğlu Hülagû, Hasan Sabbah’ı; Timurlenk’in oğlu Miranşah ise Fazlullah’ı öldürmüştü..
“Dönmezem” ve “mum gibi yanıp erimek”: Bu kelimeleri de Fethullah sık sık kullanmaktadır. Örneğin: “Çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip biçilirken. ‘Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem’ diyerek hakikati haykıran büyük muzdariplerin ‘Evet hep böyle ızdırap gören ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar.’” Tahran Kalesi’nde infaz edilmeden önce “Dönmezem” diye bağıran Bahaîlerin ünlü kadın kahramanı Kurretül-Ayn’dır. O dönem Bahaîlere yapılan işkenceler arasında en yaygın olanı da vücutları hançerle yarıp içlerine mumlar sokulmasıydı.
Fetret Devri ve Rönesans: Fetret devri derken kastedilen Bahailerin yaşadığı uzun sürgün dönemidir. Yeniden diriliş ise Bahaîlerin öğretilerini tüm dünyaya kabul ettirmeleri demektir. Örneğin: “Bu ise uzun bir fetretten sonra, bu mazlumlar ülkesinin yeniden dirilişi ve “Rönesansı” demektir. Kimbilir, belki o zaman batmak üzere olan dün-yanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma fırsatı doğar.”
Kendini peygamber gören Gülen
Bahaîlerin bir başka propagandası şeyhlerinin peygamber olduğudur. Bahai şeyhleri kendi peygamberlikleri altında tüm dünya dinlerini bir arada toplanmaya çağırırlar. Gülaltay, Fethullah’ın kimi yazılarında satır aralarında kendi peygamberliğini nasıl savunduğunu göstermektedir:
“Allah, elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.”
“İnsanlar, akıllarıyla kainatta cereyan eden hadiselere bakıp, Allah’ı bulsalar bile yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, nereden gelip, nereye gittiklerini ve ibadetlerinin keyfiyetlerini peygambersiz bilemezler.”
“Hilafete giden yol herkese açıktır.”
“Hak için halkın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olmak ve onu temsil etmek demektir. Onu yapabilmek için de peygamberane aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve irade gerekir.”
Fethullah görüldüğü gibi yeni peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve Allah’ın insanları peygambersiz bırakmayacağını söylüyor. Halbuki İslam inancına göre Hz. Muhammed son peygamberdir. Yalnızca bu bile Gülaltay’a göre Fethullahçılığın İslamdışı olduğunun bir kanıtıdır ve bu propagandanın bir sonraki aşaması Fethullah’ın kendisini Mesih ilan etmesi olacaktır.
Fethullah’ın Amerikancılığının Bahailikteki kaynağı
Gülaltay, kitabın sonuna doğru Fethullah’ın gerçek amacının dünya çapında bir Bahaî imparatorluğu kurmak olduğunu ortaya koyuyor. Gülaltay, Avustralya’dan Afrika’ya Asya’dan Amerika’ya milyonlarca Bahaînin bulunduğunu söylüyor. Bahai imparatorluğunun işlevi dünya çapında ABD’yi iktidara getirmek olacaktır. Zaten, Bahailiğin ortak dili de İngilizce olacaktır.
Gülaltay’a göre ABD’de bugün 20 milyon Bahaî yaşıyor ve Bahailerin etkinliği oldukça önemli. Zaten Bahailerin kullandığı ev-mabetlerin kubbeleri de Beyaz Saray’ın kubbesine benziyor.
Fethullah’ın Orta Asya’daki misyonu da bu şekilde ortaya çıkıyor. Gülaltay’a göre Bahailer dünya çapındaki iktidarlarında İngilizce’yi resmi dil olarakilan edeceklerdir. Fethullah’ın okullarının tümünde İngilizcenin öğretilmesinin nedeni olarak bunu gösteriyor. Üstelik Fethullah’ın en etkin olduğu Türk Cumhuriyetlerinden olan Yakutistan’ın durumunu da Gülaltay’dan öğreniyoruz. Bu ülkedeki Fethullahçı proje sonunda başarıya ulaşmıştır. Yakutistan’ın resmi dili İngilizce olarak ilan edilmiştir.
Gülaltay, Fethullah Gülen tehlikesinin uluslararası çapta olduğunu bu şekilde olduğunu ortaya koyduktan sonra kitabında tüm Türk milletini uyarıyor ve Fethullah tehlikesi hakkında Devlet üzerine düşeni yapmazsa görevin Kuvayı Milliyeci Atatürkçülere düşeceğini söylüyor:
“Atatürk ve Kuvayı Milliyeci yiğitlerin kurduğu devlet, hiçbir zaman sarsılmayacak, bu sarp kale, tunçtan yığınlar halinde omuz omuza yürüyen Türk gençliğinin sırtında, ulaşılmaz bir kartal yuvası olarak ebediyete kadar var olacaktır.”