Ben daha üç yaşımda yoktum sen o güzel gözlerini dünyaya açtığında... minik sarı bir şeydin. O minik, yalnız dünyama bir renk katmıştın, öyle sevmiştim, öyle benimsemiştim seni.... hoş gelmiştin.
Ben ana sınıfına gidiyordum. Mevsim yine şimdiki gibi kıştı. Kar vardı... Ayağına 30 numara büyük gelen terlikleri giyip yola çıktığında o küçük çıplak ayakların soğuğu hissetmiyordu sanki. Ben her şeyden habersiz sınıfta oyuna dalmıştım.. kapı aralandı birden. Tombik sarı suratın üzerine dikilmiş kırmızı bir düğme gibi küçücük burnun ve sen kapıda dikilmiş bana bakıyordun. Daha 3 yaşında yolu nasıl öğrenmiş, nasıl sabahın köründe kalkıp yanıma gelmiştin. Öyle utanmıştım ki seni kapıda çiçekli pijaman ve kocaman terliklerinle gördüğümde...
O yaşından belliydi ne kadar cesur olduğun. İstediğin uğruna soğuğa, işiteceğin azarlara aldırmadan yola çıkıyordun. Ben hiçbir zaman bu kadar cesur olamadım. Hiçbir zaman istediklerimin peşinden senin gibi hırslı gidemedim. 17 yıl önce o soğuk kış mevsiminde ben utanmıştım, üzülmüştüm... sen yanıma geldin diye. Biliyorum şimdi sen üzüleceksin, utanacaksın. Ben gelemedim diye. Dedim ya.. hiçbir zaman senin kadar cesur olamadım. Ve şimdi bile çok istediğim bir şeyi yapmaktan beni alıkoyan bir şeyler var. Gelmek istiyorum... gelemiyorum.
İnsanın en mutlu günüdür... ve sevdikleri, sevenleri mutlu günlerinde yalnız bırakmazlar. Sen beyazlar içinde ortalıkta salınırken seninle mutlu olur, seninle ağlarlar. İnsan hayatının en özel günüdür bu. Bir yuvadan ayrılıp başka bir yuva kuruyorsundur. Yıllarca seni gözlerinden bile sakınan, senin hastalığında başında sabahlayıp, sen ağlayınca içi sızlayan insanların yanından ayrılıp; artık güçlü olman gereken kendi dünyanın kapılarından giriyorsundur. Sevdiğinin yanına... sevdiklerinle beraber. Sen de artık o adımı atıyorsun. O kapıdan girmene çok az kaldı. Ama ben olamayacağım yanında. Seni beyazların içinde salınırken göremeyeceğim ve biliyorum ki bunun pişmanlığını bir ömür boyu çekeceğim. Hep hayalini kurduğum bir şeydi bu. Sen beyazlar içinde, ben yine her zamanki gibi siyah tuvaletimle etrafında mutlulukla koşturmak. Seninle göbek atıp görenleri çatlatmak. Ama olmayacak işte... olamayacak.
“çok istiyorum gelmeni” demiştin bana. Ben de çok istiyordum. Ama lanet olası bu dünyada cesurca attığın adımlardan biri bu kez işe yaramadı. Seni benim yanıma getirmek yerine benden aldı. Sen benim canımdan bir parçasın, bensin, benimsin... ama seni bana verenler bu sefer ayırıyorlar... belki bedenlerimiz ayrı.. ama onların tek bilmediği ruhlarımızı ayıramayacakları. Her zaman kalbim ve ruhumla yanında olduğumu bilmeni ve desteğimi hissetmeni isterim. Hayat uzun ve zorlu bir yol ve bu yolda karşına çıkabilecek her türlü problemde uzaklarda da olsa bir ablan olduğunu unutma. Her ihtiyaç duyduğunda, yanına gelemesem de, elimden geleni yapacağımı bil....
iki küçük yaramaz çocuk olup kanepelerin tepesinde zıpladığımız, beraber şarkı söyleyip dans ettiğimiz, hatta saç saça baş başa kavga ettiğimiz günlere geri dönebilmeyi çok isterdim. O günlere dönmeyi ve kendimizi güvende mutlu hissettiğimiz o günlerde kalmayı... fakat insan milyarlar harcasa bir saniyeyi geri getiremiyor. insandan çok şeyi alıp götüren bu zaman paradigmasının iğrenç oyunlarından biri bu. Ama götürdükleri olduğu kadar getirdikleri de olacaktır eminim. İnşallah hayat ve zaman sana her zaman güzel ve mutlu şeyler getirir.
Çok küçük, önemsiz, çam sakızı çoban armağanı belki... bu mutlu gününde yanında olup da koluna takamadığım bileziğin yerine geçemez biliyorum ama... hesabına bir miktar para yatırıyorum. Düğün armağanı. Maddi değeri önemli değil. Sadece her zaman yanında olduğumu bil diye.
Sana ve Kürşat’a bir ömür boyu mutluluklar dilerim. İnşallah hep yüzünü güldüren bir hayatın olur.
Yeni tanıştık belki de Ama kimbilir belki de hep vardın Eşlik ediyordun sessiz ve sinsice belki de Şimdi şimdi anlıyorum Kurnazca ayırdın beni belki de Liğme liğme savurdun sevdiklerimi belki de Yanlızlığım yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin Yanlızlığım kanımsın canımsın sen benim çaresizliğimsin Yalnızlığım bugünüm yarınım sen benim hüzünlerimsin Yalnızlığım tek bilebildiğim sen benim vazgeçilmezimsin Senin olmamı istedin ama belki de bir aşık gibi İnatla bunca zaman kendine sakladın belki de Bir tohum gibi serpildin filizlendin ben oldun belki de Yatağımı bile paylaşabilmek için benimle
İş sebebiyle gidiyorum demiştim evden çıkarken. Evet hayatımın en önemli işiydi... ve artık bitmesi gerekiyordu.
Üç gün önce telefon açıp da “seni çok özledim, sana geliyorum” dediğinde nasıl da heyecanlanmıştı. Birkaç saat sonra başına geleceklerden habersiz “hemen gel, bekliyorum” demişti. Otobüsün kapısından adım attığımda hava soğuktu. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor, göz yaşlarım içime akıyordu. Havadan değil ama, buz gibiydi ellerim. Ve hayatımda ilk defa terliyorlardı. Heyecandan gözümü bile kırpmadım. Yol geçmek bilmiyordu, ben saniyeleri sayıyordum. Otobüs otogara yaklaşıp da uzaktan onu gördüğümde bir an yapamayacağımı düşündüm. Dışarıdaki havadan bile soğuktu içim ama yetmeyecek gibi gelmişti. Yüzümde donuk bir gülümsemeyle basamakları inerken ürperdim bir an. Yılışık sarılışına aldırmadan “hadi gidelim” dedim. Güldü... yola çıktık. Yüzüne bakmamaya çalışırken; havadan, sudan geçmişten bahsettiklerine cevap veriyordum. Daha önce bitmek bilmeyen yollar göz açıp kapayana kadar bitmişti işte. Anahtarı deliğine sokarken bir an dönüp gitmek geldi içimden. Sonra olanları düşündüm. Yapamazdım. Bu benim en önemli işimdi ve tamamlamadan dönemezdim. İçeri ilk o girdi. Ve ayakkabılarını bile çıkarmadan sarıldı vahşice. Yüzümde yine aynı o donuk gülümseme, ittirdim hafifçe. Sen “içeriye git, soyun... gözlerini kapat ve beni bekle” dedim... tek kelime bile etmeden dönüp talimatlarımı yerine getirmeye koyuldu. Yavaşça ayakkabılarımı çıkardım. Şuursuzca çantamın bir köşesine attığım bıçağı elime aldım ve hızla yanına gittim. Ne olduğunu anlayamadı. Daha dışarıdaki soğuktan donmuş vücudu ısınamadan bıçağımın soğuk metalini tam göğsünün arasına sapladım. Dehşetle gözlerini açıp acıyla haykırırken yüzünde gördüğüm karmaşık duygulardan biri şaşkınlık, biri özürdü. Son nefesini bile verirken biliyordu özür dilemesi gerektiğini. Ama o üremeye programlanmış hayvansı erkek içgüdülerinin önüne geçemeyen her erkek gibi dileyememişti özrünü işte. Arkamı dönmüş, odadan çıkarken son hırıltılarını işittim. Geberiyordu köpek... hak ediyordu. İlk iş olarak ellerime, yüzüme sıçramış kanı temizlemek üzere banyoya yöneldim. Aynada kendimi gördüğümde ben bile korkmuştum. O iğrenç gülümsemenin üzerine sıçramış birkaç damla kan... ağzıma, burnuma hatta gözlerime kadar bulaşmıştı. Uzun uzun soğuk suyun avuçlarıma doluşunu seyrettim. Ne kadar sürdü bilmiyorum... belki birkaç dakika, belki birkaç asır. Sonra aniden kendime geldim. Yapmam gereken daha çok iş vardı... ve ben daha çok başındaydım. Buzdan bile soğuk suyla yüzümü yıkadım birkaç defa. Ve mutfakta buldum kendimi. Sanki az önce elleri yüzü kan içindeki o soğuk kanlı katil ben değilmişim gibi... açtım buz dolabını, içecek bir şeyler aradım. Dışarısı buz gibiydi. Ama şimdi içim yanıyordu. Şansıma bir şişe soda buldum. Yaptıklarımı değil ama yol boyunca yediklerimi sindirmeme yardımcı olacaktı. Soğuk sodanın kekremsi tadını damağımda hissederken, içerideki geçmişimin ölü bedeni daha soğumamışken açtım telefonumu. Şans eseri cüzdanımda kalmış kartı aldım elime. Usulca numarayı çevirdim....
Karşımda bana iyice yabancılaşmış ses cevap verdi. “alo? ”... “benim” dedim. Hatırlayamadı.. ama uzun sürmedi hatırlaması. “seni özledim, sana geliyorum” dedim... önce mırın kırın etti. “sadece bir defa, n’olur beni kırma..” dedim. O da her erkek gibi içgüdülerine yenik düştü. “gel” dedi. Ben bulunduğum zamandan başka bir zamana gitmek üzere yola çıktığımda hala kar yağıyordu. Ve ben hala gülümsüyordum. Kafamı soğuk otobüs camına dayamış, daha da zevkli olacağını düşündüğüm işimi yapmak için yolun bitmesini bekliyordum. Küçük bir kasabanın dar yolundan geçerken olmayacak bir şey oldu. Öyle dalmış giderken tanıdık iki gözün bana baktığını fark ettim. Şaşkınlık vardı yüzünde. Yine geçmişimden, farklı bir zamandan... ama asla suçlayamayacağım, asla kıyamayacağım... kafamı çevirdim görmemişçesine... şimdi yol daha zor geliyordu. O zamana kadar içime akan göz yaşlarım artık yağmur gibi süzülüyordu gözlerimden. İlk defa ellerim titremeye başlamıştı. Yüzüm de alev alev yanıyordu. Uyumaya çalıştım. Daha yolum vardı ve geçmek bilmeyecekti. Gözümü açtığımda otogara gelmiştik. Otobüsün park edişini bile beklemeden kalkıp üstümü giydim. Otobüsten indiğimde soğuk şehrin ayazı yüzümü yaladı. Yüzümde kuruyan göz yaşlarım zaten cildimi germişti, bu soğukla iyice kuruyacak, çatlayacak diye düşündüm... hava iyiden iyiye kararmıştı. Telefonumu açtım. Haber vermediğim için merak eden birkaç kişi aramıştı. Aldırmadan numarayı çevirdim. “geldim” dedim. “nerede buluşalım? ”... “ben seni alırım” dedi. Karanlık ve soğuk havada otogarım dışında belki on tane sigara içtim. Bir ara sigara paketinin üzerindeki yazıya gözüm takıldı. “sigara öldürür” yazıyordu. Güldüm... ben çoktan ölmüştüm. Geldiğinde hala gülümsüyordum. Arabanın içi sıcaktı. Benim yüzüm yanıyordu... ama içim soğuktu. “nereye gidelim” diye sorduğunda ben geçmişi düşünüyordum. Yine yüzümde o pis gülümsemeyle. “sakin bir yere” dedim. Fazla zaman almadı sakin bir yer bulmamız. Arabayı kenara çekti ve motoru bile kapatmadan üzerime abandı... bense sarılır gibi yapıp çoktandır elimde sakladığım kanlı bıçağı sırtına sapladım. Tıpkı sevişirken çıkardığı iğrenç homurdanmalara benzer bir sesle üzerime yığıldı. İttim üzerimden. Bu sefer yüzüme kan bulaşmamıştı. Ama saçımı düzeltmek için dikiz aynasına baktığımda yine o ürkünç ifadeyle karşılaştım. Gayet sakin saçımı düzelttim. Zaten her yeri kan olmuş sürücü koltuğunun kenarına bıçağımı sildim... ve arkama bakmadan indim... Saat daha erkendi ve diğer işlerimi tamamlamak üzere geri dönebilecek otobüsü bulabilirdim. Otogara gittim.
Otobüsten indiğimde değişen hiçbir şey olmadığını fark ettim. Sadece içimde müthiş bir hafifleme duygusu. Hava aynıydı, ben aynıydım... sabah olmuştu... ve eski bir melodi mırıldanarak yürümeye başladım. Daha vakit erkendi, kahvaltı ettim. Onu bulmam zor olmamıştı. Elimle koymuş gibi. Zili çaldığımda yataktan yeni çıkmıştı. Şaşkın bir ifadeyle “hayırdır” dedi. Hayırdı elbette. Hayatımın en hayırlı işini yapıyordum kendimce, dünyayı adi birkaç pislikten kurtarıyordum. “hayır hayır” diyip içeriye daldım. Önümden adımlarını atarken ne olduğunu anlayamadı. Tam sırtının ortasında bıçağımın soğuk metalini hissedince acıyla haykırdı. İlk defa midem bulanmıştı... o yere yığılmış, kalkmaya çalışırken gittim, kustum. Döndüğümde hala yerde çırpınıyordu. Bu sefer daha kuvvetli bir daha sapladım bıçağımı. Bir daha, bir daha... ve bir daha.... kıpırtı kalmayana kadar. Gidip kan içinde kalmış ellerimi yıkadım. Birazdan birileri gelebilirdi. Hızla çıktım evden. Yine yollar beni bekliyordu. Bir işim daha kalmıştı. Ama onu daha vahşice gerçekleştirmeyi planlıyordum. Kan yok, şaşkınlık yok... sadece acı olacaktı. Yazacağım soğuk satırlar onu zaten öldürecekti.
Kendimi küçük mutfağa kapattığımda o katil satırları çoktan yazmıştım. Ocağın tüm gözlerini açmış, geride bırakacaklarımı düşünmeden öylece oturuyordum. İşim biterken satırlarımı okumaya devam ediyordum. Eminim beni bulduklarında yüzümde ilk defa huzuru bulacaklar. Hayatta hep karşıma çıkan sahte kişiliklerin iğrenç oyunlarına kurban giden saf duygularımın intikamını almış olmanın huzuruydu bu. Yanlış yerler, yanlış ilişkiler.. daha da önemlisi yanlış dostluklar. Beni kendi tapındıkları ucube tanrılarına kurban etmişlerdi. Artık buna izin vermeyecektim. Oluk oluk kanla boyanmış saflığımı artık benimle götürüyordum. İçerisi iyice havasızlaşmış. Son bir gayretle yazdım... “seni seviyorum”... kime olduğunu bilmeden. Göz kapaklarım iyice ağırlaşı........................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................tı.
başına gelen olaydan sonra çok üzüldüm. herkesin başına gelebilecek bir olay bu. erkek milletinin hepsi aynı sonuçta... o da o zamanlar sevgilim deyip güvenmişti o adi adama....
büyük aşklar nefretle başlar ifadesini benim için anlamlılaştıran, 18 kasım suç ortağım, sevilesi insan...
en sevdiğim ama en tehlikeli şey....
AŞKın en büyük katili...
Ben daha üç yaşımda yoktum sen o güzel gözlerini dünyaya açtığında... minik sarı bir şeydin. O minik, yalnız dünyama bir renk katmıştın, öyle sevmiştim, öyle benimsemiştim seni.... hoş gelmiştin.
Ben ana sınıfına gidiyordum. Mevsim yine şimdiki gibi kıştı. Kar vardı... Ayağına 30 numara büyük gelen terlikleri giyip yola çıktığında o küçük çıplak ayakların soğuğu hissetmiyordu sanki. Ben her şeyden habersiz sınıfta oyuna dalmıştım.. kapı aralandı birden. Tombik sarı suratın üzerine dikilmiş kırmızı bir düğme gibi küçücük burnun ve sen kapıda dikilmiş bana bakıyordun. Daha 3 yaşında yolu nasıl öğrenmiş, nasıl sabahın köründe kalkıp yanıma gelmiştin. Öyle utanmıştım ki seni kapıda çiçekli pijaman ve kocaman terliklerinle gördüğümde...
O yaşından belliydi ne kadar cesur olduğun. İstediğin uğruna soğuğa, işiteceğin azarlara aldırmadan yola çıkıyordun. Ben hiçbir zaman bu kadar cesur olamadım. Hiçbir zaman istediklerimin peşinden senin gibi hırslı gidemedim. 17 yıl önce o soğuk kış mevsiminde ben utanmıştım, üzülmüştüm... sen yanıma geldin diye. Biliyorum şimdi sen üzüleceksin, utanacaksın. Ben gelemedim diye. Dedim ya.. hiçbir zaman senin kadar cesur olamadım. Ve şimdi bile çok istediğim bir şeyi yapmaktan beni alıkoyan bir şeyler var. Gelmek istiyorum... gelemiyorum.
İnsanın en mutlu günüdür... ve sevdikleri, sevenleri mutlu günlerinde yalnız bırakmazlar. Sen beyazlar içinde ortalıkta salınırken seninle mutlu olur, seninle ağlarlar. İnsan hayatının en özel günüdür bu. Bir yuvadan ayrılıp başka bir yuva kuruyorsundur. Yıllarca seni gözlerinden bile sakınan, senin hastalığında başında sabahlayıp, sen ağlayınca içi sızlayan insanların yanından ayrılıp; artık güçlü olman gereken kendi dünyanın kapılarından giriyorsundur. Sevdiğinin yanına... sevdiklerinle beraber. Sen de artık o adımı atıyorsun. O kapıdan girmene çok az kaldı. Ama ben olamayacağım yanında. Seni beyazların içinde salınırken göremeyeceğim ve biliyorum ki bunun pişmanlığını bir ömür boyu çekeceğim. Hep hayalini kurduğum bir şeydi bu. Sen beyazlar içinde, ben yine her zamanki gibi siyah tuvaletimle etrafında mutlulukla koşturmak. Seninle göbek atıp görenleri çatlatmak. Ama olmayacak işte... olamayacak.
“çok istiyorum gelmeni” demiştin bana. Ben de çok istiyordum. Ama lanet olası bu dünyada cesurca attığın adımlardan biri bu kez işe yaramadı. Seni benim yanıma getirmek yerine benden aldı. Sen benim canımdan bir parçasın, bensin, benimsin... ama seni bana verenler bu sefer ayırıyorlar... belki bedenlerimiz ayrı.. ama onların tek bilmediği ruhlarımızı ayıramayacakları. Her zaman kalbim ve ruhumla yanında olduğumu bilmeni ve desteğimi hissetmeni isterim. Hayat uzun ve zorlu bir yol ve bu yolda karşına çıkabilecek her türlü problemde uzaklarda da olsa bir ablan olduğunu unutma. Her ihtiyaç duyduğunda, yanına gelemesem de, elimden geleni yapacağımı bil....
iki küçük yaramaz çocuk olup kanepelerin tepesinde zıpladığımız, beraber şarkı söyleyip dans ettiğimiz, hatta saç saça baş başa kavga ettiğimiz günlere geri dönebilmeyi çok isterdim. O günlere dönmeyi ve kendimizi güvende mutlu hissettiğimiz o günlerde kalmayı... fakat insan milyarlar harcasa bir saniyeyi geri getiremiyor. insandan çok şeyi alıp götüren bu zaman paradigmasının iğrenç oyunlarından biri bu. Ama götürdükleri olduğu kadar getirdikleri de olacaktır eminim. İnşallah hayat ve zaman sana her zaman güzel ve mutlu şeyler getirir.
Çok küçük, önemsiz, çam sakızı çoban armağanı belki... bu mutlu gününde yanında olup da koluna takamadığım bileziğin yerine geçemez biliyorum ama... hesabına bir miktar para yatırıyorum. Düğün armağanı. Maddi değeri önemli değil. Sadece her zaman yanında olduğumu bil diye.
Sana ve Kürşat’a bir ömür boyu mutluluklar dilerim. İnşallah hep yüzünü güldüren bir hayatın olur.
Seni seviyorum...
Ablan..
Yeni tanıştık belki de
Ama kimbilir belki de hep vardın
Eşlik ediyordun sessiz ve sinsice belki de
Şimdi şimdi anlıyorum
Kurnazca ayırdın beni belki de
Liğme liğme savurdun sevdiklerimi belki de
Yanlızlığım yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin
Yanlızlığım kanımsın canımsın sen benim çaresizliğimsin
Yalnızlığım bugünüm yarınım sen benim hüzünlerimsin
Yalnızlığım tek bilebildiğim sen benim vazgeçilmezimsin
Senin olmamı istedin ama belki de bir aşık gibi
İnatla bunca zaman kendine sakladın belki de
Bir tohum gibi serpildin filizlendin ben oldun belki de
Yatağımı bile paylaşabilmek için benimle
İş sebebiyle gidiyorum demiştim evden çıkarken. Evet hayatımın en önemli işiydi... ve artık bitmesi gerekiyordu.
Üç gün önce telefon açıp da “seni çok özledim, sana geliyorum” dediğinde nasıl da heyecanlanmıştı. Birkaç saat sonra başına geleceklerden habersiz “hemen gel, bekliyorum” demişti. Otobüsün kapısından adım attığımda hava soğuktu. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor, göz yaşlarım içime akıyordu. Havadan değil ama, buz gibiydi ellerim. Ve hayatımda ilk defa terliyorlardı. Heyecandan gözümü bile kırpmadım. Yol geçmek bilmiyordu, ben saniyeleri sayıyordum. Otobüs otogara yaklaşıp da uzaktan onu gördüğümde bir an yapamayacağımı düşündüm. Dışarıdaki havadan bile soğuktu içim ama yetmeyecek gibi gelmişti. Yüzümde donuk bir gülümsemeyle basamakları inerken ürperdim bir an. Yılışık sarılışına aldırmadan “hadi gidelim” dedim. Güldü... yola çıktık. Yüzüne bakmamaya çalışırken; havadan, sudan geçmişten bahsettiklerine cevap veriyordum. Daha önce bitmek bilmeyen yollar göz açıp kapayana kadar bitmişti işte. Anahtarı deliğine sokarken bir an dönüp gitmek geldi içimden. Sonra olanları düşündüm. Yapamazdım. Bu benim en önemli işimdi ve tamamlamadan dönemezdim. İçeri ilk o girdi. Ve ayakkabılarını bile çıkarmadan sarıldı vahşice. Yüzümde yine aynı o donuk gülümseme, ittirdim hafifçe. Sen “içeriye git, soyun... gözlerini kapat ve beni bekle” dedim... tek kelime bile etmeden dönüp talimatlarımı yerine getirmeye koyuldu. Yavaşça ayakkabılarımı çıkardım. Şuursuzca çantamın bir köşesine attığım bıçağı elime aldım ve hızla yanına gittim. Ne olduğunu anlayamadı. Daha dışarıdaki soğuktan donmuş vücudu ısınamadan bıçağımın soğuk metalini tam göğsünün arasına sapladım. Dehşetle gözlerini açıp acıyla haykırırken yüzünde gördüğüm karmaşık duygulardan biri şaşkınlık, biri özürdü. Son nefesini bile verirken biliyordu özür dilemesi gerektiğini. Ama o üremeye programlanmış hayvansı erkek içgüdülerinin önüne geçemeyen her erkek gibi dileyememişti özrünü işte. Arkamı dönmüş, odadan çıkarken son hırıltılarını işittim. Geberiyordu köpek... hak ediyordu. İlk iş olarak ellerime, yüzüme sıçramış kanı temizlemek üzere banyoya yöneldim. Aynada kendimi gördüğümde ben bile korkmuştum. O iğrenç gülümsemenin üzerine sıçramış birkaç damla kan... ağzıma, burnuma hatta gözlerime kadar bulaşmıştı. Uzun uzun soğuk suyun avuçlarıma doluşunu seyrettim. Ne kadar sürdü bilmiyorum... belki birkaç dakika, belki birkaç asır. Sonra aniden kendime geldim. Yapmam gereken daha çok iş vardı... ve ben daha çok başındaydım. Buzdan bile soğuk suyla yüzümü yıkadım birkaç defa. Ve mutfakta buldum kendimi. Sanki az önce elleri yüzü kan içindeki o soğuk kanlı katil ben değilmişim gibi... açtım buz dolabını, içecek bir şeyler aradım. Dışarısı buz gibiydi. Ama şimdi içim yanıyordu. Şansıma bir şişe soda buldum. Yaptıklarımı değil ama yol boyunca yediklerimi sindirmeme yardımcı olacaktı. Soğuk sodanın kekremsi tadını damağımda hissederken, içerideki geçmişimin ölü bedeni daha soğumamışken açtım telefonumu. Şans eseri cüzdanımda kalmış kartı aldım elime. Usulca numarayı çevirdim....
Karşımda bana iyice yabancılaşmış ses cevap verdi. “alo? ”... “benim” dedim. Hatırlayamadı.. ama uzun sürmedi hatırlaması. “seni özledim, sana geliyorum” dedim... önce mırın kırın etti. “sadece bir defa, n’olur beni kırma..” dedim. O da her erkek gibi içgüdülerine yenik düştü. “gel” dedi. Ben bulunduğum zamandan başka bir zamana gitmek üzere yola çıktığımda hala kar yağıyordu. Ve ben hala gülümsüyordum. Kafamı soğuk otobüs camına dayamış, daha da zevkli olacağını düşündüğüm işimi yapmak için yolun bitmesini bekliyordum. Küçük bir kasabanın dar yolundan geçerken olmayacak bir şey oldu. Öyle dalmış giderken tanıdık iki gözün bana baktığını fark ettim. Şaşkınlık vardı yüzünde. Yine geçmişimden, farklı bir zamandan... ama asla suçlayamayacağım, asla kıyamayacağım... kafamı çevirdim görmemişçesine... şimdi yol daha zor geliyordu. O zamana kadar içime akan göz yaşlarım artık yağmur gibi süzülüyordu gözlerimden. İlk defa ellerim titremeye başlamıştı. Yüzüm de alev alev yanıyordu. Uyumaya çalıştım. Daha yolum vardı ve geçmek bilmeyecekti.
Gözümü açtığımda otogara gelmiştik. Otobüsün park edişini bile beklemeden kalkıp üstümü giydim. Otobüsten indiğimde soğuk şehrin ayazı yüzümü yaladı. Yüzümde kuruyan göz yaşlarım zaten cildimi germişti, bu soğukla iyice kuruyacak, çatlayacak diye düşündüm... hava iyiden iyiye kararmıştı. Telefonumu açtım. Haber vermediğim için merak eden birkaç kişi aramıştı. Aldırmadan numarayı çevirdim. “geldim” dedim. “nerede buluşalım? ”... “ben seni alırım” dedi. Karanlık ve soğuk havada otogarım dışında belki on tane sigara içtim. Bir ara sigara paketinin üzerindeki yazıya gözüm takıldı. “sigara öldürür” yazıyordu. Güldüm... ben çoktan ölmüştüm. Geldiğinde hala gülümsüyordum. Arabanın içi sıcaktı. Benim yüzüm yanıyordu... ama içim soğuktu. “nereye gidelim” diye sorduğunda ben geçmişi düşünüyordum. Yine yüzümde o pis gülümsemeyle. “sakin bir yere” dedim. Fazla zaman almadı sakin bir yer bulmamız. Arabayı kenara çekti ve motoru bile kapatmadan üzerime abandı... bense sarılır gibi yapıp çoktandır elimde sakladığım kanlı bıçağı sırtına sapladım. Tıpkı sevişirken çıkardığı iğrenç homurdanmalara benzer bir sesle üzerime yığıldı. İttim üzerimden. Bu sefer yüzüme kan bulaşmamıştı. Ama saçımı düzeltmek için dikiz aynasına baktığımda yine o ürkünç ifadeyle karşılaştım. Gayet sakin saçımı düzelttim. Zaten her yeri kan olmuş sürücü koltuğunun kenarına bıçağımı sildim... ve arkama bakmadan indim... Saat daha erkendi ve diğer işlerimi tamamlamak üzere geri dönebilecek otobüsü bulabilirdim. Otogara gittim.
Otobüsten indiğimde değişen hiçbir şey olmadığını fark ettim. Sadece içimde müthiş bir hafifleme duygusu. Hava aynıydı, ben aynıydım... sabah olmuştu... ve eski bir melodi mırıldanarak yürümeye başladım. Daha vakit erkendi, kahvaltı ettim. Onu bulmam zor olmamıştı. Elimle koymuş gibi. Zili çaldığımda yataktan yeni çıkmıştı. Şaşkın bir ifadeyle “hayırdır” dedi. Hayırdı elbette. Hayatımın en hayırlı işini yapıyordum kendimce, dünyayı adi birkaç pislikten kurtarıyordum. “hayır hayır” diyip içeriye daldım. Önümden adımlarını atarken ne olduğunu anlayamadı. Tam sırtının ortasında bıçağımın soğuk metalini hissedince acıyla haykırdı. İlk defa midem bulanmıştı... o yere yığılmış, kalkmaya çalışırken gittim, kustum. Döndüğümde hala yerde çırpınıyordu. Bu sefer daha kuvvetli bir daha sapladım bıçağımı. Bir daha, bir daha... ve bir daha.... kıpırtı kalmayana kadar. Gidip kan içinde kalmış ellerimi yıkadım. Birazdan birileri gelebilirdi. Hızla çıktım evden. Yine yollar beni bekliyordu. Bir işim daha kalmıştı. Ama onu daha vahşice gerçekleştirmeyi planlıyordum. Kan yok, şaşkınlık yok... sadece acı olacaktı. Yazacağım soğuk satırlar onu zaten öldürecekti.
Kendimi küçük mutfağa kapattığımda o katil satırları çoktan yazmıştım. Ocağın tüm gözlerini açmış, geride bırakacaklarımı düşünmeden öylece oturuyordum. İşim biterken satırlarımı okumaya devam ediyordum. Eminim beni bulduklarında yüzümde ilk defa huzuru bulacaklar. Hayatta hep karşıma çıkan sahte kişiliklerin iğrenç oyunlarına kurban giden saf duygularımın intikamını almış olmanın huzuruydu bu. Yanlış yerler, yanlış ilişkiler.. daha da önemlisi yanlış dostluklar. Beni kendi tapındıkları ucube tanrılarına kurban etmişlerdi. Artık buna izin vermeyecektim. Oluk oluk kanla boyanmış saflığımı artık benimle götürüyordum. İçerisi iyice havasızlaşmış. Son bir gayretle yazdım... “seni seviyorum”... kime olduğunu bilmeden. Göz kapaklarım iyice ağırlaşı........................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................tı.
2005...
Allah'ın kimseyi söylemeye mecbur bırakmaması gereken iki kelime...
başına gelen olaydan sonra çok üzüldüm. herkesin başına gelebilecek bir olay bu. erkek milletinin hepsi aynı sonuçta... o da o zamanlar sevgilim deyip güvenmişti o adi adama....
rüya bütün çektiğimiz
rüya kahrım rüya zindan
nasıl da yılları buldu
bir mısra boyu maceram
bilmezler nasıl aradık birbirimizi
bilmezler nasıl sevdik
iki yitik hasret
iki parça can....