Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • alevilik tarihi07.05.2005 - 13:36

    Aleviliğin mezhep mi, tarikat mı olduğu biçimindeki tartışmalar pek ciddi değildir. Aleviliği ayrı bir din şeklinde açıklamak isteyenler de vardır ki bunlar son derece uç kişiliklerdir. Bilimsel ciddiyetten uzak ve öznel izahları bir tarafa bırakarak Aleviliği, İslamlık ile Gök Dini'nin bir bireşimi ve İslamsal öğelerin varlığını da dikkate alıp bir İslam mezhebi olarak kabul etmek gerekir. Fakat buradaki mezhep tanımlamasının, geleneksel İslam literatüründeki mezhep tanımlamasıyla birebir örtüşmediğini de belirtmek durumundayız.

  • alevilik tarihi07.05.2005 - 13:29

    ! ! ! KÜRT ALEVİLER! ! !

    Kürt Aleviler, öncelikle gerçeklik bağlamında tartışma konusudur. Şöyle k; Kürt Alevilerin aslında Kürtleşmiş Türkmenler olduğu iddia edilmektedir ki bu husus gerçekten güçlü dayanaklara sahiptir. Bu konudaki en önemli araştırma Alevi araştırmacı Cemal ŞENER'in 'Alevilerin Etnik Kimliği' adlı çalışmasıdır. Bu çalışmada Türkmenlerin nasıl Kürtleştiği gözler önüne serilmektedir. Kanımca bu konudaki en güçlü kanıt Alevi ayinlerinin (cem) en temel unsurlarından biri olan deyişlerin hiçbirinin Kürt dilinde olmayışıdır. Kürtçe konuşan Alevilerin cemleri de tıpkı Türkçe konuşan Alevilerin cemleri gibi Türkçedir. Kürt dilinde söylenmiş hiç bir deyiş olmadığı gibi Aleviliğe ait Kürtçe yazılmış hiçbir belge yoktur. Üstelik tarihte kendini Kürt kabul eden hiçbir Alevi önderi de bulunmamaktadır.

    Kürtçe konuşan Alevilerin aslında Kürtleşmiş Türkmenler olduğu gerçeğini kimi Kürtçüler de kabul etmektedir. Aleviliğin ötesinde kimi Türkmen topluluklarının bir Kürtleşme süreci yaşadıklarını bölücü-kürtçü örgütün elebaşılığını yürüten Abdullah ÖCALAN dahi kabul etmektedir.

    Türkmenlerin Kürtleşmesinin trajik öyküsü yazımızın temel konusu olmadığından bu husustaki görüşlerimizi burada noktalıyoruz.

    Alevilerin tarihsel süreçte toplumsal muhalefet olma özelliğini, tarihten bugüne yaşadıkları acı ve üzücü olaylarla ve dışlanmışlıklarıyla güçlendirmeye çalışıp sözde 'ezilmişlerin birliği' tezini kullanarak onları bölücü-kürtçü harekete eklemleme hedefi büyük ölçüde başarısızlığa uğramıştır. Kürtçü harekete destek veren Alevilerin sayısı cüz'idir ve gün geçtikçe azalmaktadır. Aynı şekilde Aleviler her geçen gün Türk Ulusçuluğuna daha fazla ilgi duymakta ve Türkçülük güç kazanmaktadır. Kürtçe konuşan Alevilerin yeniden Türkmenleşmesi süreci kanımca başlamış durumdadır ve bu süreç başarıyla tamamlanacaktır.

  • alevilik tarihi07.05.2005 - 13:21

    Ararız Mevla'yı vicdanımızda
    Tanrı aşikardır seyranımızda
    Türk dili okunur irfanımızda
    Arabi Farsi lisan gerekmez

  • alevilik tarihi07.05.2005 - 13:17

    ALEVİLİK VE BEKTAŞLİK

    Aleviliğin kaynağı hakkında genelde tam bir birlik olmasada Bektaşilikten kaynaklandığını savunan görüşler ağırlıktadır. Bilindiği gibi Bektaşi bir Türk tasavvufçusu olup Horasar'dan gelip Anadolunun Türkleşmesini sağlamıştır. Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Bey'in hocası Şehy Edebali'de iyi bir Bektaşi tasavvufçusudur. Temelde Bektaşilik islama uygun olarak Türk geleneğini yaşatmaya çalışan bir felsefe olmasına rağmen, zamanla bu anlayış yerini Türk geleneklerinin ağır bastığı bir yapıya bürünmüştür. Böylece de Bektaşilikten, Alevilik, Kızılbaşlık gibi yeni anlayışların temsil edildiği felsefi gruplar ortaya çıkmıştır. Burada ifade etmekte fayda var bazıları bu grupları tarikat veya mezhep kabul eder; bazıları da ne mezhep ne de tarikat olarak kabul etmek istemez. Bu nedenle ve ihtisas sahamızın dışında olduğu için biz 'felsefi grup' tabirini kullanmak zorunda kaldık.
    Bazı araştırıcılar Bektaşi-Alevi tabirini bir kullanırken bazıları da bunları ayrı olarak kullanırlar. Bu iki tabiri bir kullananlar kelimerin aynı şeyi ifade ettiğini, ayrı kullananlar ise nüans boyutlarını ortaya koyma gayretinden hareket ederler. Meselâ, Şapolya ve Eröz, köy Bektaşilerine Alevi derken şehirlilere sadece Bektaşi der. Başka bir araştırmacı Gülşan'a göre ise Bektaşi Alevi ayrılığı Hacı Bektaşı'ın yerine geçecek pir yüzünden ortaya çıkmıştır. 'Mücerref-Babağan' kolundakiler soy'a değil yol'a Çelebi-Ulusoy kolundakiler ise soy'a önem verdiklerinden ilk ayrılık tohumlan atılmıştır (8) . Eski Türk dinî anlayışına göre de 'herkes kam olamaz kamlık bazı ailelerde batından batına intikal eden, bir ırsî ruhanî kuvvettir' (9) .
    Bu günde Alevilikte 'Dede'lik soydan gelir. Ancak bu görüş pek çok alevi tarafından kabul edilmez. Bu hususla ilgili özel bir görüşmemizde ünlü halk ozanımız Erzincanlı Yavuz Top bize alevilik haklanda şu bilgileri verdi: 'Alevilik Türkler arasında yayılan gelişen ve artaya çıkan bir hayat felsefesidir. Dolayısıyla babadan gelmez'. Aynı konuda Avukat Hasan Gülşan'da dedeliğin babadan geldiğine inanmanın bir hata olduğunu ifade etti (10) . Çünkü en kısa tabiriyle Alevilik dini esaslarda Hz. Ali ye bağlılık demektir. Dolayısıyla Hz. Ali'nin şu sözleri ile dedelik geleneği bağdaşmaz: 'Belimden düşen değil de, yolumu süren evla ve evladımdır'. 'Kötü gidişi ile kendisini düşüreni soydan gelen soyluluk yükseltmez'. Hacı Bektaşi'de Hz. Ali nin esaslarından hareketle 'bel evladı olunması değil, manevi yani yol evaldı' olunması ister ve 'kemalet, belden gelmez, elden ve yoldan gelir' der (11) .

  • alevilik tarihi07.05.2005 - 13:15

    ANADOLU ALEVİLİĞİ

    Bilindiği gibi, Alevilik İran'dan Yugoslavya'ya kadar olan bir coğrafyaya yayılmıştır. Bu coğrafya parçası üzerinde ise Anadolu Aleviliği ayrı bir sosyal yapıyı arz eder. Meselâ Şapolya'ya göre, Anadolu Aleviliği İran Şiliğinden tamamen ayrıdır; yalnız Hz. Ali sevgisinde birleşirler, Türk Aleviliği Emevilerin Türklere baskısından doğmuştur ve 'müslümanlığın haram ettiği bir çok kaideler, Türkmen ananesine ve töresine aykırı olduğundan müslümanlıkta bir reform yapmışlardır' der. Fığlalı'da alevileri Ehl-i Sünnet içinde mütala eder ve Şia ile yakınlıklarını sadece Hz. Ali'ye olan muhabbetlerine bağlar (I2) . Bunun sonucu olarak Anadolu Türklüğüne has bir Alevilik anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu anlayış Anadolunun Türkleşmesinde ve vatan olmasında, özellikle Türk dilinin korunmasında çok önemli fonkisyonları yerine getirmiştir. Bu anlayışa bağlı olarak 'Türk soyundan olmayan Bektaşiler dahi, inancın etkisiyle ayin ve erkanlarını, nefes' duvaz, ve deyişlerini Türkçe olarak dile getirmişler ve Türkçe yazmışlar. Türk dili Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi Bektaşi ve Alevi Türk ozanlar sayesinde öz benliğini korumuş ve gelişmiştir. O halde Aleviliği mezhep açısından değil, Türklük açısından değerlendirmek, hem milliyetçilik, hem laiklik ilkeleri bakımından zorunludur (3) . Dolayısıyla milli birliğimiz açısından Alevilik birleştirici ve bütünleştirici önemli fonksiyona sahiptir. Sosyal bilimciler özellikle sosyolog ve folklorcular bu fonksiyonun sağlıklı ifadesi için, Anadolu Alevi kültürünün kültür kalıplarını ortaya çıkarmak zorundadır. Bu kültürel kalıplarının bazılarına Nejat Birdoğan şöyle işaret ederek:


    1- Anadolu Aleviliğinin törenlerinde içki vardır. Müzik ve raks (semah) vardır. Törenlere kadınlarda katılır. Müzik ve raks Türk aleviligi dışında yoktur.
    2- Anadolu Aleviliğinin büyük bir kesiminde, örneğin: Tunceli, Pazarcık, Samandağ vb. Alevilerinde aile büyüklerinin sabah erkenden güneşin doguşuna dua edip, secdeye varıp kutsamaları var.
    3- Alevilikte belli olgunluğa erişmeyip belli sınavlardan geçmeyen ne evlendiriliyor ne de Cem törenlerine alınıyor. Bu kuralları yerine getirenler ise kendi isteği ile Cem'den çıkamıyor ya da eşinden ayrılamıyor. Yazar bu kurulların Anadolu Aleviliğinin sadece Ali sevgisinden doğmadığını milli bir kültürün ifadesi olduğunu ve 'Göçebe Oğuz, Batı'ya Anadolu' ya kendi tüzesini ve töresini de getirdi' (14) der.
    Üçüncü maddede ifade edildiği gibi, Alevilik'te sosyal statü ve sosyal gruba üyelik verilmeyip kazanılmaktadır. Bu anlayış tamamen eski Türk geleneğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bilindiği gibi eski Türk geleneğinde isim almak dahi belirli kurullara bağlıdır. Herkes isim alamaz ve herkes istediği gruba üye olamaz. Eski Tüklerdeki ve Anadolu Aleviliğindeki bu anlayışı sosyoloji ilmine göre ifade edersek; insanlar statüye bir doguştan bir de kazanarak sahip olurlar. Diğer yanden gruba bir doğuştan (mesalâ aileye) bir de isteğe bağlı olarak üye olunur. Bunlardan ikinciler yani kazanılan statü ve isteğe bağlı gruba üyelik tamamen çağdaş sosyolojinin ifade ettiği ilmi bir anlayıştır.
    Bilindigi gibi, çağdaş toplumlarda statüler doğuştan değil kazanılarak elde edilmekte, diger yandan günümüzde insanlar aile grubu hariç diğer gruplara doğuştan üye olmamaktadırlar. Sosyal gruba üyeliğin çeşitli şartlarını yerine getiremeyen insanlar istediği gruba üye olamaz.
    Yusuf Has Hacib'de ünlü eseri Kutatgu Biliğ'de toplumdaki üç tabakadan bahsederek münevverlerin oluşturduğu tabakada beş sınıfı sayar; bunlar sıraya göre: Aleviler, Ulema, Otacılar, Yıldızcılar ve Şairler'dir.

  • alevilik05.05.2005 - 19:00

    ALEVİLERİN bugün camiye gitmedikleri bir gerçektir. Bunun hem sosyal, hem tarihi, hem de felsefi nedenleri vardır.

    1) Tarihi Sebep: Bilindiği gibi, Mekke'nin alınması üzerine korkudan Müslüman olan Ebu Süfyan ailesinden gelme Muaviye, Osman zamanında Suriye'yi avucuna almış, Hz. Ali zamanında isyan etmiş, kılıç zoruyla püskürtülmüştü.

    Hz. Ali Harici İbni Mülcem tarafından şehit edilince, Muaviye zor yoluyla Hz. Hasan'dan halifeliği aldı. Halkubi o zamana kadar, halife, halkın onayı ile seçiliyordu.

    Muaviye, Hz. Ali'ye düşmandı... Ona, Şam'daki camilerde kılınan namazlarda, özellikle cuma namazlarında lanet ettiriliyordu. Hz. Hasan, Muaviye'ye hilafeti bırakırken, bu kötü âdetin kaldırılmasını anlaşmaya koymuştu. Fakat Muaviye, diğer koşullara uymadığı gibi, buna da uymadı. İslam şehirlerindeki camilerde, Hz. Ali'ye ve evlatlarına hakaretler, aldı başını gitti. Peygamber soyuna yönelik bu saldırılar, samimi Müslümanları yaralıyor, onları camilerden soğutuyordu.

    Kendilerine, Müslümanların Emiri (emirülmüminin) dedirten bu Emevi padişahları, İslamiyet'i aslında hiçe sayıyorlardı. Örneğin, Velit, cariyesini erkek kıyafetine sokuyor, camiye yolluyor, halka namaz kıldırtıyordu. Kafası kızıyor, Kuran'ı hedef tahtasına asıyor, saatlerce okçulara oklatıyor, paramparça ettiriyordu. Sonra da; “Haydi bakalım Muhammet'in kitabı, ne yapacaksan yap bana...” diyerek meydan okuyordu. Bir başka Emevi halifesi, namaz kıldırırken, namazı bırakıp cemaate; “Yeter mi? Yoksa biraz daha kıldırayım mı? ” diye alaylı alaylı soruyordu. Emeviler, aslında namaza hiç önem vermiyorlardı. Ama, halkın namaz kılmasını örgütlüyorlardı.

    Yalancı âlimler ortaya çıkartılıyor, bunlar, uydurdukları Hz. Ali'yi kötüleyen sözlere, peygamber sözüdür, diyor ve bu yolla da Ali ve soyuna hakaret ediyorlardı.

    Emevi devleti zamanında başlayan bu politik tavır, değişik biçimlerde şimdilerde bile yaşıyor. Camilerde genellikle politika konuşuluyor. Veya politikaya hizmet edecek konular din görevlilerince gündeme getiriliyor; değişik siyasal, dinsel görüşler hakarete uğruyor. İmamlar, cami görevlileri gibi değil, parti görevlileri gibi çalışıyorlar. Böyle davranmayan görevliler de var, ama bunlar azınlıktadır. Sünni Müslümanların bu konuda doğrudan doğruya bir hataları yok. Onlar yüzyıllardır yürütülen kötüleme kampanyalarının sonucu, olumsuz bakış açısı kazandılar...

    Bugün, bir Alevi'nin camiye gitmesi demek, her türlü hakarete göğüs germeyi göze alması demektir.

    Bu konuda birinci derecede suçlu olanlar, camilerin katı politik merkezler haline sokulmasına göz yumanlardır. Devlet, camileri, yalnızca dinsel işlerin konuşulduğu, Sünni insanların namaz kıldığı ibadet evleri haline getirmelidir.

    Bugün, yerden biter gibi her tarafın camiyle dolmasının sebebi, ibadethane yetersizliği değildir. Yeni açılan camiler, gerici-bölücü politik görüşlerin harmanlandığı, örgütlendiği, yayıldığı politik birimlerdir.

  • alevilik05.05.2005 - 18:58

    Kuran Ne Diyor?

    Şimdi, Kuran-ı Kerim'de, namaz olgusunun (salat) nasıl anlatıldığını, ilgili surelerin bazı ayetlerinde görelim:

    Âl-i İmran Suresi (2) 191: Onlar; ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar...

    Nisa Suresi (4) 43: Sarhoşken (...) namaz kılmayın...

    Bakara Suresi (2) 239: Eğer korkarsanız, (namazı) yaya yahut binekte iken kılın.

    Nisa Suresi (4) 103: Namaz kıldıktan başka, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın. (...) Namaz, insanlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır.

    Hud Suresi (11) 87: Ey Şuayp! Babalarımızın taptığını bırakmamanı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı yasaklayan senin namazın mıdır? Sen doğrusu, aklı başında, yumuşak huylu birisin dediler.

    Meryem Suresi (19) 59: Onların (Âdem ve Nuh'un) ardından, namazı bırakan, şehvetlerine uyan bir nesil geldi.

    Enbiya Suresi (21) 73: (...) Onlara (İbrahim, Yakup ve İshak peygamberlere) iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik.

    Taha Suresi (20) 14: (...) (Ey Musa) beni anmak için namaz kıl...

    Furkan Suresi (25) 64: Onlar, gecelerini Rableri için kıyama durarak ve secdeye vararak geçirirler.

    Ankebut Suresi (29) 45: (...) Namaz, hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor.

    Tur Suresi (52) 49: Geceleyin ve yıldızlar sönerken onu (Tanrı'yı) tesbih et...

    Müzzemmil Suresi (73) 1-7: (Mealen, ibadetin gece yapılmasını, insanların gündüz işleri olduğunu söylüyor.)

    Yukarıda, Kuran'dan yaptığımız alıntılar bizi çok önemli bir gerçekle karşı karşıya getirmektedir:

    Yukarıda okuduğumuz ayetlere göre, Kuran; Hz. Muhammet'ten önceki peygamberlerin ve onların yandaşlarının da namaz kıldığını açık açık dile getiriyor.

    Bu durumda şunu düşünebiliriz:

    a) Ya, bugünkü Müslümanların kıldığı namazı eskiden bütün Ortadoğu dinlerinin peygamberleri (Yahudi, Hıristiyan) kılıyordu...

    b) Ya da Kuran'da dile getirilen namaz, bugünkü namazdan farklı bir şeyi ifade etmektedir.

    Aleviler, Kuran'da anlatılan namazın; yani Âdem'den tutun da İsa'ya değin uzanan çizgi içindeki peygamberlerin kıldığı namazın Tanrı önünde eğilmek olduğunu ifade ederler.

    Yoksa, tarih ve toplumbilim, bugünkü Müslüman namazının eskiden Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından kabul edilmediğini gösteriyor.

    Bu yüzden Kuran’ın ilgili ayetlerinde anlatılan namaz, bugünkü namaz gibi değildir.

    İslamiyet, insanlara yeni bir ruh, yeni bir öz kazandırmak üzere ortaya çıkmış bir akımdır. Bu akımın amacı, insanı cehalet çağından kendini bilme, kendini tanıma çağına geçirmektir. Kuran'da dile getirilen Tanrı'nın; insanın kulluk yapmasına gereksinimi yoktur. İnsanın ibadeti; kendisine yöneliktir ve kendisini terbiye eden bir araçtır. Kuran'da “Enam Suresi”nin (6. Sure) 48. ayeti şöyle der:

    “Peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim inanır ve nefsini ıslah ederse onlara korku yoktur; onlar üzülmeyeceklerdir.”

    Ayet çok açık. Peygamberler; insanlara güzel şeyler söyleyecek bir müjdeci ve yol gösterici uyarıcılardır. Güzel şey ve gösterilecek yol da insanın kendi nefsini ıslah etmesidir...

    Aleviler, bütün ibadetlerin, insanın kendi nefsini ıslah etmesine yönelik olduğuna inanırlar. Kendilerini kötülüklerden ve çirkin şeylerden uzaklaşmış sayarlar. Bu aşamadaki bir insan için namaz elbette geride kalmıştır. Onlar, manevi dünyada daha yükseklere çıkmak için başka yollar uygulamışlardır.

    Kuran'da, ibadetin gösterişten uzak olmasına özellikle dikkat edilmiştir. Örneğin, Maun Suresi (107. Sure) bu konuda çok öğreticidir. Din anlayışını ve ibadeti yansıtmak için tümünü alıyoruz:

    “1. Ey Muhammet, dini yalan sayanı gördün mü? 2-3, Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse, işte odur. 4. Vay o namaz kılanların haline ki 5. Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. 6. Onlar gösteriş yaparlar. 7. Onlar eğreti olarak basit şeyleri dahi vermezler.”

    Bu sure, net olarak şunu vurguluyor: Dini inkâr edenler, öksüzünü kakıştıran, yoksulu doyurmayandır. Yani, dinin temeli, güçsüze yardım etmek, yoksulların yoksulluklarını gidermektir. İbatedin amacı da budur. Gösteriş için yapılan ibadet, ibadet değildir. İnsanlara en basit yardımda bulunmayan birisinin ibadeti, gösterişten başka şey değildir.

    Ayet, ibadet etmiş olmak için yapılan ibadete kesin olarak karşı çıkmakta... İbadetin amacının sosyal dayanışma ve insanın kendisini yenilemesi olduğu bu sureden de açıkça anlaşılmaktadır.

    Aleviler, bu yenilenmeyi yaşadıklarına inanırlar. İbadetin göteriş ve riya ile yapılmasına karşıdırlar. Zaten Kuran, bu türlü ibadeti kesin olarak yasaklamıştır.

    Örneğin, Mescid-i Dırar diye bilinen ve dedikodu üterilen bir mescit, peygamberin emriyle yıktırılmıştır. Bu konuda Kuran'ın Tevbe Suresi'nde şöyle deniliyor:

    “107. Zarar vermek, inkâr etmek, inananların arasını açmak, Allah ve peygamberine karşı savaşanlara daha önceden gözcülük yapmak üzere bir mescit kurup, 'Biz sadece iyilik yapmak istedik' diye yemin edenlerin yalancı olduklarına Allah şahittir.

    108. Ey Muhammet, o mescide hiç girme. İlk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan mescitte bulunman daha uygundur. Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah, arınmak isteyenleri sever.”

    Ayetler, güzel bir örnektir.

    Camiye gitmenin amacı; insanın kendisini arıtmasıdır...

    İyilik yapmak adı altında, insanları birbirine düşürecek cami yapılmasına İslamiyet kesinlikle karşıdır. Cami; insanları, benlik duygusundan, kötülüklerden, dedikodulardan, ayırımcı düşüncelerden uzaklaştıracak bir yer olmak durumundadır. Eğer orada, insanlar çekiştiriliyorsa, orası, Kuran'ın anlattığı mescit sayılamaz. Müminlerin de öyle yerlere gitmemesi gerekir... Alevilerin, bugün camilere gitmemesinin nedenlerinden biri de Kuran'da anlatıldığı gibi bozguncu olayların mescitlerde daha sonra ortaya çıkmasıdır.

    Kendilerini arındırmak için çabalayan Aleviler, Tanrı'nın istediğini en iyi biçimde yerine getirdiklerine inanırlar. Bu nedenle, tam bir gösterişe dönüşen toplu halde namaz olayına katılmazlar.

    Kuran'ın, en önemli işaretlerinden birisinin de ibadetin gece yapılması olduğu ortadadır. Bunu, yalnızca namaz olarak algılamak, Allah'ı anışa sınır getirmek demektir. Bu da aslında yanlış bir şeydir. Kuran'daki namaz, Allah'ı anlamaktan ibarettir. “Bakara Suresi”nin 239. ayeti, şöyledir: “Eğer korkarsanız, yaya yahut binekte iken (namaz) kılın (Tanrı'yı anın) , güvene erişince, bilmediklerini öğrettiği gibi Allah'ı anın.”

    Birileri çıkıp, yürürken de bir hayvanın veya taşıtın üstündeyken de bugünkü gibi namaz kılınacağını, ayette bunun vurgulandığını söylerse hata eder. Burada sözü edilen, Allah'ı yürekten duyuşla anmaktır... Yürürken veya binekteyken kılınan namaz da ancak bu duyuştan başka bir şey değildir. Öyleyse namaz, bir iç duyuştur... Bu iç duyuşu yaşayanlar, namaz kılmış olurlar...

  • alevilik05.05.2005 - 18:58

    Aleviler için dindar olmanın yolu namaz kılmaktan geçmez. Namaz reddedilmez ama, ibadet onunla sınırlandırılmaz. Ayrıca, Alevilerin namaza bakış açısı, Sünnilikteki uygulamadan farklıdır.

    Aleviler, Kuran'da namazın bugünkü haliyle dile getirildiğini kabul etmezler. Kuran'da namaz kılınız biçiminde bir ifade de yoktur. Söz konusu olan “salat”tır. Salat, namaz değil, Tanrı'yı içten anıp selamlamaktır. Eğer bugünkü anlamda eğilip doğrulma gibi bir namaz biçimi kesin şart olsaydı, bunun Tanrı tarafından biçiminin bildirilmesi gerekirdi.

    Halbuki;

    a) Kuran'da namazın biçimi yoktur... Nasıl kılınacağı tarif edilmemiştir.

    b) Kuran'da, namazın beş vakit kılınacağına ilişkin bilgi de yoktur.

    Namazın bir secde olduğu, Kâbe’de putlar önünde eğilmenin bu anlama geldiği de ayrı bir olgudur. İslam öncesinin Arapları da (Müşrikler) bu anlamda namaz kılmışlardır. Bu olgu, diğer bütün dinlerde de bulunmaktadır.

    İslamiyette, namaz uzun geldiğinden, kısaltılmıştır; kimi zaman uzatılmıştır; sayısı, değiştirilmiştir. Bu uygulamalar bile, namazın Tanrı'nın kesin emri olmadığını göstermek bakımından yeterlidir. Eğer namaz Tanrı'nın kesin emri ve gelecek zamanlara da uzanmasını istediği bir emri olsaydı; namaz olgusunun böyle boşlukta bırakılmaması gerekirdi. Namazın biçimi konusunda, Sünni kesim arasında bile yer yer anlaşmazlıklar vardır. Namazı kesin Tanrı buyruğu sayanlar, bu konuyu Kuran'da ve İslam tarihinde derinlemesine araştırmayanlardır.

  • alevi05.05.2005 - 18:47

    İbadet etme şekillerine saygı bekleyen toplum öğesi kişi...

  • alevi02.05.2005 - 23:16

    Alevi Kavramı

    Aleviliğin tanımı şimdiye değin akademik çevrelerde dıştan, genellikle de mezhep kaygısı güdülerek yapıldı. Popülist tanımlamalarda ise siyasi kaygılar şiddetle etkili oldu. Tanımın gerçekle bütünleşebilmesi için Alevilerin kendilerini nasıl ifade ettiklerinden yola çıkmak gerekir.

    Aleviler, kendilerini yazılı kaynaklarında nasıl tanımlıyorlar? Bu sorunun cevabı, Alevi kavramının aydınlatılmasında en önemli ipucunu sunar.

    Alevi yazılı kaynakları şunlardır:

    1- BUYRUK'lar, 2- Sözlü kültürden yazılı kültüre aktarılan Alevi halk ozanlarının dinsel şiirleri 3- Menakıpnameler, 4- Vilayetnameler, 5- Cenknameler, 6- Tarihler –İslam Tarihi–

    Bütün bu kaynaklar tarandığı zaman çıkan Alevilik tanımı şudur: Alevilik “MUHAMMET ALİ YOLU”dur.

    Alevi yazılı kaynaklarının en önemlisi, bu mezhebin ilmihali olarak hazırlanan Buyruk'lardır. Anadolu'da ve Balkanlar'daki Aleviler arasında değişik yazmaları bulunan buyruklar, Aleviliği en yalın biçimde Muhammet-Ali Yolu olarak tanımlar. Bu tanım şiire, menakıpnamelere, vilayetnamelere bu biçimde yansır.

    “Alevi” sözcüğü, tarih içinde daha çok “Ali evladından olanlar”ı yani “Seyyidler”i anlatmak için kullanılmıştır. Örneğin, Emevi yönetimine isyan eden Kufeliler için İbn Hallikan, Alevi diyor (İbn Kesir, c.10, s.63)

    Harun Reşit, 782 yılında Ali soyundan gelen (Talibi) İbrahimoğlu Hasan'ı öldürtmek isterken Vezir Yakub'a, “Şurada bir Alevi var, onun hakkından gel! ” diyor. (İbn Kesir, c.10, s.248)

    833'te ölen Halife Memun, vasiyetinde, kardeşi Mutasım'a, “Alevilere iyi davran. İyilik yapanların iyiliğini kabul et, kötülük yapanları bağışla ve onlara maaş ver.” demişti (İbn Kesir, c.10, s. 473)

    9. Yüzyıl'da Mazanderan'da Aleviler bulunduğu vurgulanırken, bunların Alevi vatandaşlar değil, Hazreti Ali soyundan gelenler olduğu anlaşılmakta idi. Eski tarih kaynaklarında bu sözcük genelde yukarıdaki anlamda kullanılıyordu.

    Bu sözcük zaman içinde hem Ali evladından olanları hem de onlara bağlı kitleleri anlatmaya başladı.

    Anadolu'daki Alevi kitleler için resmi Osmanlı kaynaklarında Alevi nitelemesi kullanılmıyordu. Çünkü, Alevi sözü, Ali'ye bağlı, onun yolunda giden anlamına geliyor, bu da onlara dinsel bir saygıyı zorunlu kılıyordu. Osmanlı Sünni yönetimi Alevi kitlenin ideolojik desteğini kırmak için Alevi nitelemesini kullanmazken Alevilerin temsilcileri bu sıfatı 16. Yüzyıl'da açık açık kullanıyorlardı. Örneğin Sivas'ta 1550'ler dolayında asılan Pir Sultan Abdal, bir şiirinde şöyle diyor: “Gidi Yezit bize Kızılbaş demiş/ Hüseyniyem Aleviyem ne dersin”

    Şah İsmail'in askerlerinin 12 dilimli kızıl renkli külah takmaları yüzünden, Osmanlı, kızılbaş sözcüğünü bunlar için kullanıyordu. Anadolu'daki Aleviler de Şah İsmail'e sevgi duydukları için kızılbaş sözcüğü hakaret/kötüleme için kullanılmaya başlanmıştı. Pir Sultan Abdal, bu kötülemele karşı Alevi kitlenin tepkisini böyle ortaya koymaktadır.

    Pir Sultan Abdal'dan bir yüzyıl sonra, Alevilerin Yedi Ulular diye andığı ozan kümesinde olan Kul Himmet, açık açık Alevi kimliğini dile getirir:

    “Cümle bir mürşide demişler beli(evet) / Tesbihleri (duaları) Allah-Muhammed-Ali/Meşrebi Hüseyni ismi Alevi/ Muhammet Ali'ye çıkar yolları.”

    Aslında yukarıdaki dörtlükte Aleviliğin tanımı, felsefesi, ilkeleri, kaynağı ve duruş tarzı açıkça ortaya konmaktadır: Tanım: Muhammet Ali yolu. Felsefesi: El ele El Hakk'a ilkesinden (Hazreti Muhammet'e ilk Müslümanların yaptığı Hudaybiye biatinden –kabul ediş– ilham alarak) yola çıkarak bir öndere (mürşide) bağlılık ve Allah-Muhammet-Ali ilkesini temel almak. Kaynak: Muhammet-Ali: Hazreti Muhammet'in risaleti ve Ali'nin velayeti; bunların iç içeliği. Duruş tarzı: Hüseyince... Yani zalime baş eğmemek.

    16. Yüzyıl'ın sonlarında yaşadığı sanılan Derviş Mehmet yine Kızılbaşlığı açıkça savunan ozanlardandır: “Gidi Yezit bize Kızılbaş demiş/ Bahçede açılan gül de kırmızı/ İncinme ey gönül ne derse desin/ Kuran'ı derc eden dil de kırmızı”

    18. Yüzyıl'da Bolulu Dertli, Hüseyin aşkına ve Kerbela hatırına kendisini kesmiş ve kızılbaşlığını yiğitçe haykırmıştır. Kızılbaşlığa sahip çıkmak, bir onur ve bir duruş olarak Alevi kitle içinde saygınlık/hayranlık kazanma yolu olmuştur.

    İran'daki Türkmenlerle çıkar çatışmasına girene kadar Osmanlı yönetimi Alevi kitleler için küfür ve hakaret içeren açıklamalar yapmıyordu. Çünkü bu kitle Gaziyan-ı Rum denilen Anadolu Gazileri'nin tabanını oluşturuyordu. Balkanların ele geçirilmesinde Gaziyan-ı Rum, örgütlü Osmanlı ordusundan daha etkili oluyordu. Çünkü, bu kesimin içinde yer alan Alevi babaları (dedeler) Hıristiyan ikliminde serbest felsefe ile İslam'ı yayıyor ve Balkanların yoksulları, ezilmişleri Kızılbaşlık kanalından Müslüman oluyordu.

    Osmanlının kuruluş dönemlerinde, Anadolu'daki aşırı Alevi kitleleri anlatmak üzere “Işık taifesi” kullanılan terimlerden birisi idi. Bunun yanı sıra “Torlak”, “Abdal” “Kalender”, “Etrak”, “Terakime” gibi ifadeler de dikkat çekmektedir. “Etrak'in Türk'ün” çoğulu olduğu dikkate alınırsa, Alevilerle Türklerin bir zamanlar eşleştirildiği bile anlaşılır. Zaten, Osmanlı Devleti'nde Alevilere karşı kıyım hareketi başlatıldığında, saraydaki devlet adamları ve aydınlar, Anadolu'daki Türk nüfusu, “Etrak-i bi idrak: İdraksiz, akılsız Türkler” diye aşağılıyordu. 16. Yüzyıl'a doğru bu kesimleri anlatmak için “Rafızi (Sapkın) ” terimi kullanılmaya başlanmıştı. Saray alimlerince, dinsizleri anlatmak için kullanılan “mülhid” sözcüğünün hedefi de genelde Alevilerdi.

    Daha sonra devreye kızılbaş nitelemesi girdi ve Rafızi veya mülhidle anlatımın keskinleştirilmesi gereken yerlerde devletin tarihçileri bu terimi kullanmaya başladılar.