Nur-u iman ile bilinir ki, Allah'ın varlığı bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envâını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba, bir kaynaktır. Binaenaleyh, zerrât-ı âlemin adedince iman nimetlerine hamd ü senâ etmek bir borçtur. (Risale-i Nur)
Öyle bir Allah'a hamd, medih ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebir Onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de Onun ibdâıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san'atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah'ın mülkü ve malı olduğu, i'câzvâri sikke ve mühürleriyle sâbittir.
'En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammed'in aleyhissalâtü vesselâm sözüdür. Çünkü, hakikî söz, onun sözleridir.'
Hem yine diyor ki:
'Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyede iştibah edersin. Çünkü, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir.'
İşte bu meşhur filozof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini, eserinde müteferrik yerde yazmış.
İkinci misal: Avrupa'nın asr-ı âhirde en meşhur bir filozofu Prens Bismark diyor ki:
'Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselâm) Kur'ân'ını umum kütüplerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gbi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur'ân Allah kelâmı olduğu bedihidir.'
Sual: Gayet müdakkik birkaç zat dediler ki: Bu feylesoflar gibi yüzer tane mütefekkir feylesofların kat'i kanaatla tasdiklerinin verdiği kuvvet ve kanaat binler gavur feylesofların inkârları bir zarar vermiyor mu? Bir şüphe getirmiyor mu?
Elcevap Ayet-ül Kübra Risalesinin başında mukaddemedeki izaha havale edip burada kısaca cevap veriyoruz..
'Müsbet mes'elede isbat edici iki adam menfice inkâr yoluna sapan binlere tereccüh eder' diye bir kaide-i mukarreredir. Meselâ: Ramazanın başındaki hilâli gören iki şahit ispat cihetinde görmeyen ve nefyeden binler adamın inkârını hükümden iskat ettiği gibi Karlayl ve Bismark'ın Kur'anı ve Risalet-i Muhammediyeyi isbat suretinde tasdrikleri yüzbin nefyeden münkir feylesofların inkârı değil bir şüphe, belki bir vesvese vermemek gerektir. Hem meselâ bir iki adam ispat suretinde deseler: 'Pek hârika ve semavata yol açan bir maden dünyada var.' Yerini veya nümunesini görtermekle kolayca davasını ispat ettikleri ve onu inkâr edenler bütün dünyayı aramak taramakla hiçbir yerinde bulunmadığını göstermekle ve binler müşkilâtla o menfî davalarını ancak ispat edebilirler.
Aynen bu misâl gibi, Bismark ve Karlayl ve emsâllerinin hakaik-i Kur'aniye ve risalet-i Muhammediyeyi ispatları gayet derecede kanaat verir. Ve o hakaik-i müsbeteyi nefyeden binler münkirlerin davalarını hiçe indirir. O münkirler âlem-i gayb ve şehadeti aramak taramakla, bin müşkilâtla o menfi davayı ancak ispat edebilmeleri için onların inkârları hiç bir ehl-i îmana hiçbir vesvese ve vehim vermemek lâzım gelir. Hem ispat ediciler birbirine kuvvet verdikleri için Karlayl ve Bismark gibi gayrimüslimler milyonlarla ehl-i îman feylesofların ispatına dayanıp kuvvet alıyorlar. Nefyedici münkir ise birbirine kuvvet veremez.
'Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.'
Onun için hadsiz ehl-i inkâr değil, bu hadsiz ehl-i ispata karşı belki, iki ehl-i ispata karşı gelemez. Bu hakikati Risale-i Nur çok yerlerde ispat ettiği için kısa kesiyoruz.
Risale-i Nur'un çok yerlerinde îzahı ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan İman-ı billâh rüknünün binler külli bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler:
-Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allahtan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Meselâ: Nasıl ki mükemmel bir eczahâne ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakim bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczahânesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zihayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nisbetinde-okuduğunuz fenn-i tıb mikyasiyle-Küre-i Arz eczahâne-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem Meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüzbinler başlı, her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede-okuduğunuz fenn-i makine mikyasiyle- Küre-i Arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.
Hem Meselâ: Nasılki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip, içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iâşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dâirede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen tâifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçâre zîhayatlara getiren ve Küre-i Arz denilen bu Rahmâni iâşe anbarı ve bu sefine-i Sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkan-ı Rabbâni, ne derece o fabrikadan büyük mükemmel ise, -okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe mikyasiyle- o kat'iyyette ve o derecede Küre-i Arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.
Hem Nasıl ki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimâl ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandanı; tek başiyle bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak verdiği acip ordu ve ordugâh, şüphesiz bedahetle ve hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânide nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'i çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, tâlim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmıyarak ve şaşırmıyarak bir tek kumandan-ı âzam tarafından verilen Küre-i Arzın bahar oldugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, -sizin okuyacağınız fenn-i askeri mikyasiyle-dikkatli ve aklı başında olanlara o derece Küre-i Arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir. Ve tahmid ve tesbihle sevdirir.
Hem Nasıl ki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek heryeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretle ve tebriklerle tanıttırır; yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı kozmoğrafyanın dediğine bakılsa, Küre-i Arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket ettikleri halde; intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, Küre-i Arz'dan bir milyon defadan ziyad e büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşıyan ve bir misafirhane-i Rahmaniyyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün Küre-i Arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin Arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı ışık parmaklariyle gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir. O derecede-sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasiyle-bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini o nurâni yıldızları şâhid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.
Hem Meselâ: Nasıl ki bir kitap bulunsa ki: Bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur'aniye yazılmış, gayet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini te'yid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlı gösteren bir acip mecmua; şeksiz, gündüz gibi, kâtip ve musannifini kemalâtiyle, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. 'Maşâllah... Barekâllah' cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de: Bu kâinat kitab-ı kebiri ki, bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek forması olan baharda; üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üçyüz bin nebati ve hayvani tâifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmıyarak, şaşırmıyarak, mükemmel, muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede, bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam ve fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz ve nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misâldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede - sizin okuduğunuz fenn-i hikmetül-eşya ve mektebte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyasiyle ve dürbin gözleriyle-bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemalâtiyle tanıttırır. 'Allahu ekber'cümlesiyle bildirir. 'Sübhanallah' takdisiyle târif eder. 'Elhamdülillah' senâlarıyla sevdirir.
İşte, bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususi aynasiyle ve durbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-ı Zülcelâlini Esmasiyle bildirir. Sıfatını, kemalâtını tanıttırır.
İşte, bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı Vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan çok tekrar ile en ziyâde خ َ ل َ ق َ ا ل س ّ َ م َ و َ ا ت ِ و َ ا ل ا َ ر ْ ض ِ ve ر َ ب ّ ُ ا ل س ّ َ م َ و َ ا ت ِ و َ ا ل ا َ ر ْ ض ِ âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamiyle kabûl edip tasdik ederek 'Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık Allah senden razı olsun'dediler.
Ben de dedim. İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber, hadsiz maddi mânevi düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber, hadsiz zahiri ve batıni ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarını yiyen bir bîçâre mahlûk iken, birden iman ve ubûdiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadir ve Rahim bir Padişâha iman ile intisab etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpu slara da tekrar ile derim.'Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan
Saraylarda da olsa zindandadır. bedbahttır'Hatta bir ihtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: 'Ben idam olmuy o rum; belki terhis ile saadete gidiyorum.Fakat ben de sizi idam-ı ebedi ile mahkûm gördüğümden, sizden tam intikamımı alıyorum.' ل آ ا ِ ل َ ه َ ا ِ ل ا ّ َ ا ل ل ّ َ ه ُ (Lâ İlâhe İLLAHLAH) diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.
'İnsan öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak, bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.' Tafsilâtını başka sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle Esmâ-i İlâhiyeye bir ayinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hacatiyla, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelâlin kudretini kuvvetini, gınasını,. rahmetini bildiriyor. Ve hâkeza...Pek çok evsaf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vacib- ûl vücuda bakar hem nihayetsiz farkında nihayetsiz hâcât-ı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdat aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahimin dergâhına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahimin bârigâh-ı Rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.
İkinci Vecih: Âyinedarlık ise: insana verilen nümuneler nevinden cüz'i ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyyet, hakimiyyet gibi cüz'iyyat ile, Kâinat mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, Hâkimiyet-i Rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum, öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder. Ve Hâkeza....
Üçüncü Vecih Âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen Esmâ-i İlâhiyyeye âyinedarlık eder. Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni',Hâlık ismini; ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahim isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Lâtif isimlerini ve hâkeza.... Bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazat ve cevârihi ile letâif ve mâneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i âzam var, öyle de: O esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki: O da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!
Fethullah Gülen bir sivil toplum önderi. Önceleri toplumun farklı kesimlerini buluşturan diyalog ve hoşgörü çabaları ile dikkat çekti. Sonra eğitim alanındaki faaliyetleriyle, özellikle de yurtdışındaki “Türk okulları” ile ilgi odağı oldu. Milyonlarca seveni var. “Büyük Türkiye” sevdası insanımızı heyecanlandırıyor, umutlandırıyor. Sayın Gülen bir gönül insanı. Yürekten konuşuyor ve gönüllere hitap ediyor. Kendisiyle birlikte yürüyenlerin hizmetlerine “gönüllüler hareketi” diyor.
Sadece insanımızı değil, bütün insanlığı kucaklıyor. Bir hülyası var. Önümüzdeki yılların, insanlığın yeni bir baharı olmasını düşlüyor. Kalp ve kafa bütünlüğü diyor.. sevgi diyor.. hoşgörü diyor.. herkesin konumuna saygılı olma diyor.
Medeniyetler çatışmasının, terörün gündemde olduğu günümüzde Fethullah Gülen fikirleriyle, değerlendirmeleriyle, üslûbuyla dikkat çekiyor. Ne düşündüğü, ne söylediği en çok merak edilen insanlardan biri o.
Bediüzzaman HZ. leri hiçbir zaman kürt propagandası yapmamıştır. Kendi ifadesiyle 'ben kürdüm ama en çok Türklere hizmet ettim ve en sebatkar kardeşlerimde Türklerden çıktı. Ömrünü iman hizmetine adayan bir insana, ar damarını aşarak yalan yanlış ithamlarda bulunmak, insan olmanın ötesinde bir şey olsa gerek.
' GÖZÜMDE NE CENNET SEVDASI NE CEHENNEM KORKUSU MİLLETİMİN İMANINI SELAMETTE GÖRÜRSEM, CEHENNEM ALEVLERİ İÇİNDE YANMAYA RAZIYIM. VÜCUDUM YANARKEN, GÖNLÜM GÜL GÜLİSTAN OLUR.
Nur-u iman ile bilinir ki, Allah'ın varlığı bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envâını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba, bir kaynaktır. Binaenaleyh, zerrât-ı âlemin adedince iman nimetlerine hamd ü senâ etmek bir borçtur. (Risale-i Nur)
Öyle bir Allah'a hamd, medih ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebir Onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de Onun ibdâıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san'atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah'ın mülkü ve malı olduğu, i'câzvâri sikke ve mühürleriyle sâbittir.
Mister Carlyle diyor:
'En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammed'in aleyhissalâtü vesselâm sözüdür. Çünkü, hakikî söz, onun sözleridir.'
Hem yine diyor ki:
'Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyede iştibah edersin. Çünkü, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir.'
İşte bu meşhur filozof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini, eserinde müteferrik yerde yazmış.
İkinci misal: Avrupa'nın asr-ı âhirde en meşhur bir filozofu Prens Bismark diyor ki:
'Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselâm) Kur'ân'ını umum kütüplerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gbi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur'ân Allah kelâmı olduğu bedihidir.'
İZİNDEYİZ EFENDİM.
SADECE BİZ DEĞİL ALEM SANA HAYRANDIR EFENDİM.
HABEŞ KRALI NECAŞİ DERKİ:
KEŞKE ŞU SALTANATIMA BEDEL SANA HİZMETÇİ OLSAYDIM HZ. MUHAMMET (SAV)
PRENS BİSMARK: SANA MUASSIR OLAMADIĞIMINDAN DOLAYI MÜTEESSİRİM YA MUHAMMED.
BEŞER SENİN GİBİ MÜMTAZ BİR ŞAHSİYETİ BİR DEFA GÖRDÜ, BİR DAHA GÖREMEYECEKTİR.
ruhu tefessüh etmiş, kalben ölmüş, aklını kuma gömmüş tabiat bataklığına girip çıkamayan talihsizlerin bikarıdır.
BİR ZEYL
İstikbalin Hakim-i Mutlakı Kur'andır.
Sual: Gayet müdakkik birkaç zat dediler ki: Bu feylesoflar gibi yüzer tane mütefekkir feylesofların kat'i kanaatla tasdiklerinin verdiği kuvvet ve kanaat binler gavur feylesofların inkârları bir zarar vermiyor mu? Bir şüphe getirmiyor mu?
Elcevap Ayet-ül Kübra Risalesinin başında mukaddemedeki izaha havale edip burada kısaca cevap veriyoruz..
'Müsbet mes'elede isbat edici iki adam menfice inkâr yoluna sapan binlere tereccüh eder' diye bir kaide-i mukarreredir. Meselâ: Ramazanın başındaki hilâli gören iki şahit ispat cihetinde görmeyen ve nefyeden binler adamın inkârını hükümden iskat ettiği gibi Karlayl ve Bismark'ın Kur'anı ve Risalet-i Muhammediyeyi isbat suretinde tasdrikleri yüzbin nefyeden münkir feylesofların inkârı değil bir şüphe, belki bir vesvese vermemek gerektir. Hem meselâ bir iki adam ispat suretinde deseler: 'Pek hârika ve semavata yol açan bir maden dünyada var.' Yerini veya nümunesini görtermekle kolayca davasını ispat ettikleri ve onu inkâr edenler bütün dünyayı aramak taramakla hiçbir yerinde bulunmadığını göstermekle ve binler müşkilâtla o menfî davalarını ancak ispat edebilirler.
Aynen bu misâl gibi, Bismark ve Karlayl ve emsâllerinin hakaik-i Kur'aniye ve risalet-i Muhammediyeyi ispatları gayet derecede kanaat verir. Ve o hakaik-i müsbeteyi nefyeden binler münkirlerin davalarını hiçe indirir. O münkirler âlem-i gayb ve şehadeti aramak taramakla, bin müşkilâtla o menfi davayı ancak ispat edebilmeleri için onların inkârları hiç bir ehl-i îmana hiçbir vesvese ve vehim vermemek lâzım gelir. Hem ispat ediciler birbirine kuvvet verdikleri için Karlayl ve Bismark gibi gayrimüslimler milyonlarla ehl-i îman feylesofların ispatına dayanıp kuvvet alıyorlar. Nefyedici münkir ise birbirine kuvvet veremez.
'Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.'
Onun için hadsiz ehl-i inkâr değil, bu hadsiz ehl-i ispata karşı belki, iki ehl-i ispata karşı gelemez. Bu hakikati Risale-i Nur çok yerlerde ispat ettiği için kısa kesiyoruz.
Said Nursî (r.a)
Meyve Risalesinden
Altıncı Mes’ele
Risale-i Nur'un çok yerlerinde îzahı ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan İman-ı billâh rüknünün binler külli bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler:
- 'Bize Hâlıkımızı tanıttır. Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar.'dediler.
Ben dedim:
-Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allahtan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Meselâ: Nasıl ki mükemmel bir eczahâne ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakim bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczahânesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zihayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nisbetinde-okuduğunuz fenn-i tıb mikyasiyle-Küre-i Arz eczahâne-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem Meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüzbinler başlı, her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede-okuduğunuz fenn-i makine mikyasiyle- Küre-i Arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.
Hem Meselâ: Nasılki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip, içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iâşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dâirede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen tâifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçâre zîhayatlara getiren ve Küre-i Arz denilen bu Rahmâni iâşe anbarı ve bu sefine-i Sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkan-ı Rabbâni, ne derece o fabrikadan büyük mükemmel ise, -okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe mikyasiyle- o kat'iyyette ve o derecede Küre-i Arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.
Hem Nasıl ki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimâl ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandanı; tek başiyle bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak verdiği acip ordu ve ordugâh, şüphesiz bedahetle ve hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânide nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'i çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, tâlim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmıyarak ve şaşırmıyarak bir tek kumandan-ı âzam tarafından verilen Küre-i Arzın bahar oldugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, -sizin okuyacağınız fenn-i askeri mikyasiyle-dikkatli ve aklı başında olanlara o derece Küre-i Arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir. Ve tahmid ve tesbihle sevdirir.
Hem Nasıl ki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek heryeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretle ve tebriklerle tanıttırır; yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı kozmoğrafyanın dediğine bakılsa, Küre-i Arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket ettikleri halde; intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, Küre-i Arz'dan bir milyon defadan ziyad e büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşıyan ve bir misafirhane-i Rahmaniyyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün Küre-i Arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin Arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı ışık parmaklariyle gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir. O derecede-sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasiyle-bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini o nurâni yıldızları şâhid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.
Hem Meselâ: Nasıl ki bir kitap bulunsa ki: Bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur'aniye yazılmış, gayet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini te'yid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlı gösteren bir acip mecmua; şeksiz, gündüz gibi, kâtip ve musannifini kemalâtiyle, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. 'Maşâllah... Barekâllah' cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de: Bu kâinat kitab-ı kebiri ki, bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek forması olan baharda; üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üçyüz bin nebati ve hayvani tâifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmıyarak, şaşırmıyarak, mükemmel, muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede, bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam ve fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz ve nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misâldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede - sizin okuduğunuz fenn-i hikmetül-eşya ve mektebte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyasiyle ve dürbin gözleriyle-bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemalâtiyle tanıttırır. 'Allahu ekber'cümlesiyle bildirir. 'Sübhanallah' takdisiyle târif eder. 'Elhamdülillah' senâlarıyla sevdirir.
İşte, bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususi aynasiyle ve durbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-ı Zülcelâlini Esmasiyle bildirir. Sıfatını, kemalâtını tanıttırır.
İşte, bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı Vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan çok tekrar ile en ziyâde خ َ ل َ ق َ ا ل س ّ َ م َ و َ ا ت ِ و َ ا ل ا َ ر ْ ض ِ ve ر َ ب ّ ُ ا ل س ّ َ م َ و َ ا ت ِ و َ ا ل ا َ ر ْ ض ِ âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamiyle kabûl edip tasdik ederek 'Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık Allah senden razı olsun'dediler.
Ben de dedim. İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber, hadsiz maddi mânevi düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber, hadsiz zahiri ve batıni ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarını yiyen bir bîçâre mahlûk iken, birden iman ve ubûdiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadir ve Rahim bir Padişâha iman ile intisab etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpu slara da tekrar ile derim.'Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan
Saraylarda da olsa zindandadır. bedbahttır'Hatta bir ihtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: 'Ben idam olmuy o rum; belki terhis ile saadete gidiyorum.Fakat ben de sizi idam-ı ebedi ile mahkûm gördüğümden, sizden tam intikamımı alıyorum.' ل آ ا ِ ل َ ه َ ا ِ ل ا ّ َ ا ل ل ّ َ ه ُ (Lâ İlâhe İLLAHLAH) diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.
'İnsan öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak, bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.' Tafsilâtını başka sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle Esmâ-i İlâhiyeye bir ayinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hacatiyla, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelâlin kudretini kuvvetini, gınasını,. rahmetini bildiriyor. Ve hâkeza...Pek çok evsaf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vacib- ûl vücuda bakar hem nihayetsiz farkında nihayetsiz hâcât-ı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdat aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahimin dergâhına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahimin bârigâh-ı Rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.
İkinci Vecih: Âyinedarlık ise: insana verilen nümuneler nevinden cüz'i ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyyet, hakimiyyet gibi cüz'iyyat ile, Kâinat mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, Hâkimiyet-i Rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum, öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder. Ve Hâkeza....
Üçüncü Vecih Âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen Esmâ-i İlâhiyyeye âyinedarlık eder. Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni',Hâlık ismini; ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahim isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Lâtif isimlerini ve hâkeza.... Bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazat ve cevârihi ile letâif ve mâneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i âzam var, öyle de: O esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki: O da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!
pencereler Risalesinden
Fethullah Gülen bir sivil toplum önderi. Önceleri toplumun farklı kesimlerini buluşturan diyalog ve hoşgörü çabaları ile dikkat çekti. Sonra eğitim alanındaki faaliyetleriyle, özellikle de yurtdışındaki “Türk okulları” ile ilgi odağı oldu. Milyonlarca seveni var. “Büyük Türkiye” sevdası insanımızı heyecanlandırıyor, umutlandırıyor. Sayın Gülen bir gönül insanı. Yürekten konuşuyor ve gönüllere hitap ediyor. Kendisiyle birlikte yürüyenlerin hizmetlerine “gönüllüler hareketi” diyor.
Sadece insanımızı değil, bütün insanlığı kucaklıyor. Bir hülyası var. Önümüzdeki yılların, insanlığın yeni bir baharı olmasını düşlüyor. Kalp ve kafa bütünlüğü diyor.. sevgi diyor.. hoşgörü diyor.. herkesin konumuna saygılı olma diyor.
Medeniyetler çatışmasının, terörün gündemde olduğu günümüzde Fethullah Gülen fikirleriyle, değerlendirmeleriyle, üslûbuyla dikkat çekiyor. Ne düşündüğü, ne söylediği en çok merak edilen insanlardan biri o.
Bediüzzaman HZ. leri hiçbir zaman kürt propagandası yapmamıştır. Kendi ifadesiyle 'ben kürdüm ama en çok Türklere hizmet ettim ve en sebatkar kardeşlerimde Türklerden çıktı. Ömrünü iman hizmetine adayan bir insana, ar damarını aşarak yalan yanlış ithamlarda bulunmak, insan olmanın ötesinde bir şey olsa gerek.
' GÖZÜMDE NE CENNET SEVDASI NE CEHENNEM KORKUSU MİLLETİMİN İMANINI SELAMETTE GÖRÜRSEM, CEHENNEM ALEVLERİ İÇİNDE YANMAYA RAZIYIM. VÜCUDUM YANARKEN, GÖNLÜM GÜL GÜLİSTAN OLUR.