Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Fevzi Günenç
Fevzi Günenç

ŞAİR, ŞİİRLERİYLE ÇAĞININ TANIĞI OLDUĞUNU GÖSTERMELİDİR. BUNU YAPMASZA ÇAĞININ SANIĞI OLUR. FEV

  • silifke08.11.2010 - 00:00

    Silifke'nin anlamaını merak ettim. Araştırırken buraya düştü yolum. Yukarıda biri bay, ikincisdi bayan olan iki arkadaşın konuyla ilgili görüşleri var. Bayanın ifadesi ne kadar hanımefendiceyse beyin de o kadar nobran. Yurdum kadınlarıykla erkekleri arasındaki bu değişmez farka üzülmemek elde mi?

    Siklifke'nin 'Cenneti andıran sulak yer, ova anlamını içerdiğini düşünüyorum. Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar.

    Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur. 80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.

    Daha fazla bilgisi olan varsa lütfen esirgemesin.

  • silifke07.11.2010 - 23:58

    Silifke'nin anlamaını merak ettim. Araştırırken buraya düştü yolum. Yukarıda biri bay, ikincisdi bayan olan iki arkadaşın konuyla ilgili görüşleri var. Bayanın ifadesi ne kadar hanımefendiceyse beyin de o kadar nobran. Yurdum kadınlarıykla erkekleri arasındaki bu değişmez farka üzülmemek elde mi?

    Siklifke'nin 'Cenneti andıran sulak yer, ova anlamını içerdiğini düşünüyorum. Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar.

    Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur. 80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.

    Daha fazla bilgisi olan varsa lütfen esirgemesin.

  • GAZİANTEP OĞUZELİ TÜZEL KÖYÜ20.01.2010 - 14:52

    Ben Öğretmenken:
    Tüzel

    1960'lı yılların sonlarına doğru öğretmenlik yapmıştım Gebe köyünde. Çevre köylerden okulu olan tek köydü Gebe. İnceyol'dan, Mülk'ten, Tüzel'den gelen öğrencilerim vardı.

    TÜZEL DERESİ
    Mülk'ün, Gebe'nin yakınından, Tüzel'in içinden geçen bir dere vardı. Tüzel suyuydu adı. Umarım şimdilerde kurumamıştır. O yıllarda gür suyu vardı. Gaziantep'in Alleben deresine benzetirdim. Aradaki tek fark, Alleben'in iki kıyısı dev söğüt ağaçlarıyla kaplıydı. Tüzel'de ise bir tek fidan bile yoktu.

    Su öyle kadar dururdu, köylüler Tüzel suyuna bakar dururdu. Kimsenin aklına gelmezdi bu sudan yararlanmak. Oya küçük bir motorla susuz tarlalarını sulu bostanlara dönüştürebilirlerdi. Verdiğim akla gülüp geçti köylüler.

    'Bir bent olsun yapın şa suyun önüne,' dedim köyün muhtarına. 'Nasıl yapacağız? ' diye sordu. 'İmeceyle,' dedim. 'Ya, biz milletin uşağıyız. Biz yapalım, el alem yararlansın.' Yapmadılar.

    TÜZEL TEPESİ
    Tüzel'de tarihi bir yığma tepe var. Bir ilkbahar gününde o tepeye pikniğe götürdüm öğrencilerimi. Yeşil çimenler üstünde koşup durdu çocuklarım. Mis gibi temiz havayla doldurdular ciğerlerini. Bense bir yamaca oturmuş, keyifle onları izliyordum.

    Oturduğum yerde kırmızı bir taş parçası dikkatimi çekti. Bir çöple kurcaladım. Parmak büyüklüğünde bir küp parçası çıktı. 'Kim bilir daha neler vardır bu höyüğün içinde' diye düşündüm.

    Ertesi gün köylülere gösterdim bulduğum küp kırığını. Köylülerim az gülmediler bunun için ardım sıra.

  • GAZİANTEP OĞUZELİ SEVİNDİ KÖYÜ20.01.2010 - 13:55

    Sevindi köyüne yakın olan Gebe'de öğretmendim. Sevindili çocuklar sabah erkeenden yola düşerlerdi okula gelmek için. Korkarım en az 10 km olan yolu güle oynaya alırlardı. Kar kış demezlerdi. 1960'lı yılların sonuna doğruydu. O yıllarda okul yoktu Sevindi'de. Yürüyerek Gebe'ye okula gelen o çocuklara özel bir sevgi duyardım. Keşke biri çıksa da, 'o öğrencilerden biri bendim' dese. Gözlerinden öpmek isterdim onların.
    FEVZİ GÜNENÇ
    Öğretmen

  • fazıl hüsnü dağlarca04.01.2009 - 07:38

    22 Ekim 2008 Pazartesi
    Melekler dinlesin artık şiirlerini
    Ekim’i severim, güzel Cumhuriyetim Ekim ayında ilan edildi. Ekim Devrimi kendi adını taşıyor zaten.
    13 sayısını severim. Genelde “uğursuz sayıdır” derlerse de inanmayın. Bu batılıların tevatürü. İstanbul 29 Mayıs 1453’te Rumi takvimin 13’üne denk gelen günde Türkler’in olmuş. O yüzden uğursuz sayar batılılar güzelim 13 sayısını. Uğurlu mu uğursuz mu siz karar verin artık.
    Ekimi de, 13’ü de ne denli seversem seveyim, ikisi bir araya gelince sevmez oldum. 2008 yılı Ekim’inin 13’ünde dünya şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yitirdik de onun için.
    Şairin aramızdan ayrılmasının üstünden 80 gün geçmiş. “Onu yitirdiğimizde yazmıştın zaten, bugün nereden çıktı bu? ” deyin. O zaman ben de sudan bir yanıt bulurum elbet.
    Yitirdiklerimizi hep kırkında mı anacağız? Kıkında da anarız, 80’inde de… Dahası, 134’ünde de anacağız, 169’unda da... “Öbürlerini anladık da 134, 139 niye? ” diye sorun.
    Yanıt: Dağlarca’nın sağlığında 134 şiir kitabı Türk şiir severleriyle, dünya okurlarıyla buluşmuştu da onun için… Yayınlanmamış 35 kitabı daha bulunan büyük şairimizin, bu betikleri de basılmış olsaydı şiir kitabının sayısı 169’a ulaşacaktı.
    Dünyada başka bir şair daha gösterebilir misiniz bana bu kadar çok şiir kitabı olan? Eğer kitaplı şairler peygamber sayılsaydı, herhalde Dağlarca 169 kere peygamber sayılırdı. Tanrı’nın şairlere doğru dürüst şiir yazmasını belletmek için gönderdiği şiirin peygamberi olurdu o zaman.
    Bir örneğini daha gösterebilir misiniz bana, ömrünün her gününde hiç aksatmadan her gün güzel bir şiir yazan başka bir şair daha? İstanbul’da yaşadığım yıllarda fırsat buldukça onun Aksaray’daki Kitap Kitabevi’ne gider, cama astığı o günün şiirini keyifle okurdum.
    O şiirlerden unutamadığım şiirlerden biri sanırım “Söyle sevda içinde türkümüzü”ydü. Şiir işliğimizin en genç bayan şairi Ayça Atay’a gitsin.
    ”Söyle sevda içinde türkümüzü,
    Aç bembeyaz bir yelken
    Neden herkes güzel olmaz,
    Yaşamak bu kadar güzelken?

    İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
    Ayrı maviliklerden geçmiştir
    İnsan nasıl ölebilir,
    Yaşamak bu kadar güzelken? ”
    Bizim GASET (Gaziantep Kültür, Sanat, Edebiyat Derneği) bünyesinde kurduğumuz bir Şiir işliğimiz oldu. Şair arkadaşlarımız her hafta belirli bir konuda şiir yazıyor.
    İlk haftanın konusu “fark etmez” idi. fark etmezli üç şiir yazdık. Sonra katılmalar oldu. Arkadan gelenler de eklediler kendi “fark etmez”lerini. Onları da astık işliğimizin duvarına. Bir yazı konusu da onu yaparım sonra.
    Haftada bir başa çıkamadık da 15 günde bire uzattık şiir çalışmalarımızı. Kim bilir, belki de yarın bir gün ayda bire uzatırız. Hepimiz Dağlarca olabilir miyiz?
    Dağlarca’mızın 80’inci gününde (bugün) onun sevdiğim şiirlerinden bir demet yaptım. İşliğimizin şairlerine, çiçek niyetine birer tane dağıtacağım.
    “ANIMSAMALAR
    Dünya kadar büyük bir günüydü çocukluğumun
    Mektebe ilk gittiğim o altın sabah
    Omzumda kalmıştı el sıcaklığıyla
    Anamın okşarken söylediği bir “Bismillah”

    İlk ders bir bayramın sonu gibi soğuktu
    Gördük karatahtada “Hesap” denen karaltıyı
    Ezberletti kendi numarasını hoca, herkese
    Ben de öğrendim iki haneli seksen altı’yı

    Oyunlar ve neşelerle geçti o gün
    Ve tatlı rüyalar gibi bitti mektep
    Bilgimi düşürmeden eve götürmek için
    İçimden seksen altı, seksen altı diyordum hep”
    Kendime armağan ettim 86’nın bu şiirini ilk başta. Neden? Aramızda hemen bir akrabalık kurdum da ondan. Benim ilkokul birinci sınıftaki numaram da 219’du. Bakın, ben de anımsıyorum. Öyleyse akrabayım büyük şairle.
    Rahime Kaya, eleştiriye dayanıklı, kendine güveni olan bir şair. “Şiirimi ben onarırım, noktasına, virgülüne bile kimseyi dokundurtmam,” diyenlerden değil.
    Eleştiriye açık olması, şiiri için söylenenleri kulak ardı etmemesi, kendisinde şiirini yenileştire, ileriye, yükseklere taşıma sevdası, çabası varken bu ereğine ulaşacak da o.
    Şiirin, duygudan çok düşünce işi olduğunu yakalayan Rahime Kaya’ya da kendi şiirini anımsatan bir Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri getirdim:
    “SULAR BİZDEN AKILLIDIR
    Sular bizden akıllıdır, daha evvel görür akşamı,
    İner havadan önce, karanlığa,
    Büyük bir balık gibi ortadan silinir,
    Kaçışırken hayvanlar dağa.

    Sular bizden akıllıdır, memnun olur,
    Sadece ağaçlardan.
    Başka insanlardan değil,
    Bizi yalnız bırakan.

    Sular bizden akıllıdır, uyumaz,
    Açar maviliğe, iri gözlerini.
    Ve bekler bir ölüm sırrı içinde,
    Kendi hayatının yerini.”
    Dağlarca’ya sormuşlar. “En çok sevdiğin şiirin hangi şiirin? ” diye. Hiçbir şair şu şiirimi öbürler,nden çok severim” diyemez. Şiirleri çocukları gibidir şairlerin. Hangi baba “şu çocuğumu öbürlerinden fazla seviyorum,” diyebilir.
    Dağlarca der ama. Sözün acısını da esirgemez, sevgisini de. “Asu” demiş hiç duraksamadan. Şiir İşliğimizin yeni katılımcısı Başak Tarım. Daha ilk şiirini okur okumaz “şair bu” demiştim. Gaziantep’imizin çok havasını kokladı, çok suyunu içti bu Eskişehşir toprağından kopup gelen şair. Biliyoum onun da en çok hangi şiirini sevfiğini Dağlarca’nın. Ben de o şiirini armağam ediyorum büyük şairirmizin kendisine, ASU:
    Suçu büyüktü Âsû'nun göklerecek
    Taş atmıştı güneşe doğru
    Bilinmeyen türküsünde
    Bilinmeyen çağından

    Açtı uykusuzdu sayrıydı
    Dolmuştu şeytanların soluğu derisine
    Kötü bir ışık
    Ve mavilikte duruşu çarpık ağaçların

    Sövmüş Tanrısına sövmüş
    Âsû Âsû
    Yakılacak yakılacak
    Âsû Âsû

    Doymuşlar bir ilk zaman içinde
    Ki sürer sıcaklığı karın karın
    Kartalla doymuşlar yılanla doymuşlar
    Doymuşlar yellerle yıldızla yalazla

    Var olmanın yeğnikliği alna çizilmiş
    Kötü ruhlar uyusun türlü boyalar içre
    Ve ta masallara uzanır
    Dudakların kızıl süsleri

    Agaç, davulların seslerinden
    Âsû Âsû
    Yeşiller allar sarılar
    Âsû Âsû

    Halay çeker korku
    Uzak kuşakların acısına karışık
    Yontulmuş taşlarda susar
    Güçsüz yumuşaklığı etin

    Büyünün kara kanını üfler boynuzlara
    Toprakta kök
    Açık bir esrikliktir apaçık bir uykudan
    Ve avın kurtuluşu işte

    Kişinin gücü Tanrının büyüklüğüne
    Âsû Âsû
    Yankılanır dağdan dağa insandan insana
    Âsû Âsû

    Devrilmiş gözleri ak
    Patlamış ürküden göğsü
    Bütün oba ateş bütün oba ölüm
    Bütün oba çırılçıplak

    Açlığı uykusuzluğu sayrılığı tükenmez ama
    Düşer elleri
    Yaşaması parlamaz ama Âsû'nun
    Ölüsü parlar

    Aydınlık yitiverir yeryüzü yalnızlığından
    Âsû Âsû
    Seni senin karanlığın sever ancak
    Âsû Âsû
    Dikkatli, gözlemci, sözcükleri imbikten geçirerek altın yüzük, gümüş bilezik yapan Pınar Atay’a sunuyorum dördüncü Dağlarca çiçeğini:
    GEÇEN ŞEY
    Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız,
    Ve minnacık bir ``hane´´:
    Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan,
    Anısız, uykusuz,
    Kokar nane.

    Ta öncelerden beri mestolmuş herkes,
    Bir bakıma her şey ``mestane´´.
    Hayal edilir nazlı yar yönlerden,
    Aşk ile kuşlar süzülür,
    Değisir gökler şahane.

    Farkında değil gönül,
    Sanki hepten divane;
    İçimizden, dışımızdan
    Geçer vakit
    Zalim, zalimane! ”
    Çok bilinen, pek çok ders kitabından aşinalığımız olan aşağıdaki Dağlarca şiirini, işliğimizin çok genç yeni şairine, Vahittin Bozgeyik’in yeğeni İbrahim Akmelek’e armağan ediyorum.
    Çocukluğunu bilirim onun. Hasta yattığı günlerden birinde, içtenlikli dostum Vahittin’le hasta bellemeye girmiştik.
    Birkaç kilo meyve, bir şişe kolonya ile… Sanmam ki ne o meyvelerden tatabilmiş, ne de kolanyayı koklayabilmiş olsun.
    O da sayıklıyordu esrimiş halde, alnı boncuk boncuk terlerken, o hasta yatağında. Bilseydi bu şiiri sayıklardı İbrahim. Hastalıktan bir takım yitiklerle çıktı ama genlerindeki şiir yeteneğini yitirmedi o.
    Bugünlerde ayrı bir yazıyla, “Gaziantepli 30 Şair/SİMURG” Güldesteme katacağım şiirleriyle size tanıtacağım kendisini.
    AĞIR HASTA
    “Üfleme bana anneciğim korkuyorum
    Dua edip edip, geceleri.
    Hastayım ama ne kadar güzel
    Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.

    Niçin böyle örtmüşler üstümü
    Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
    Ağarırken uzak rüzgarlar içinde
    Oyuncaklar gibi şehir.

    Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
    Ağlıyorsun, nur gibi.
    Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
    Duvardaki resimlerle, nasibi.

    Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
    Büyüyor göllerde kamış.
    Fakat değnekten atım nerde
    Kardeşim su versin ona, susamış.”
    Ben şair değilim der ama şiiri gözünden tanır. Okunu attı mı da onu alnından vurur Gılman Kahyaoğlu. İşte şu Dağlarca çiçeği gibi kırmızı, kadife renginde.
    SAVCIYA
    Savcı, nedir düşündün mü,
    Dağları sorguçlu kılan?
    Onlar susmaz, gece gündüz, onlar haykırır yüceden.
    Gelmiş dağlardan yalnayak, durmuş kapına bir ıssız,
    Seni bile içli kılan.

    Savcı, nedir düşündün mü,
    Bıçakları uçlu kılan?
    Bir eski hak alınmamış, bir dere kan sorulmamış,
    Şunun bunun alın teri,
    Alınları taçlı kılan.

    Savcı, nedir düşündün mü?
    Yazıları suçlu kılan?
    Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı,
    Ama nedir çağlar üzre,
    Beni senden güçlü kılan.
    Şiirlerinde toplumun önemli yaralarını deşmekten geri durmayan Ahmet Ayaz’a bu dünya şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri de:
    “DIŞARDAN GAZEL
    Siz Ali Bey, Veli Beyefendi busunuz,
    Gelecekler önünde suçlusunuz.

    Yöneteceksiniz de ulaşacak ha,
    Çağdaş Uygarlığa ulusunuz.

    Ön karanlık, art karanlık, Sağ karanlık, sol karanlık
    Kara toprak içine mi gömülüyoruz.

    Bir ülke, yarısı çırılçıplak,
    Yarısının yediği ekmek tuz.

    Uyur itleri, inekleri, ayıları,
    Bütün aydınları uykusuz.

    Milyonu trahom toplumun, milyonu sıtma,
    Milyonu verem, bilmiyor muyuz?

    Ne olmuşuz, ne yapmışlar bize,
    Nasıl bağlanmış elimiz, kolumuz.

    Böyle giderse biline hep.
    Mustafa Kemal'le bile yokuz.

    De, yüreğin nice yanarsa yansın,
    Efendilerin yüreği buz.”
    Sanki vedalaşmak için gitmiştim İstanbul’a. Kadıköy rıhtımındaki bütün kahvehaneleri dolaştım. “Dağlarca ile arkadaşları burada mı buluşuyor diue sordu giriğim her kıraathanenin garsonlarına.
    Bulamadı bu beceriksiz adam o kıraathaneyi. Vedalaşamadan yitirdi o büyük ozanı.
    Ne mutlu ona şiirle dopdolu 94 yıl ömür sürdü.
    Teşekkürler sana şiirimizin büyük ustası, Türk edebiyatına yüzlerce, binlerce çok iyi şiirler kattığın için. Melekler dinlesin artık şiirlerini.
    FEV

  • fazıl hüsnü dağlarca16.10.2008 - 20:32

    Bir şair nasıl ölebilir yaşamak bunca güzelken?
    FEV

    Dünyada 138 şiir kitabı yayınlanmış bir başka şair daha var mıdır? Yok. Kim bilir yayınlanmamış olanlar derlense, daha kaç kitabı olur…
    Böyle dağlarca kitabı olan büyük şairimizi yitirdik. Kitapları çoktan dalya dedi ama yaşı diyemedi. 93 yıllık ömür de az bir ömür değil ama böyle büyük bir şaire çok fazlası yakışırdı.
    O, şiirleriyle birlikte kim bilir kaç 93 yıl yaşayacak daha sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca… Bugün onun her biri bir diğerinden berceste şirleriyle süsleyeceğim köşemi.


    SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ
    Söyle sevda içinde türkümüzü
    Aç bembeyaz bir yelken
    Neden herkes güzel olmaz
    Yaşamak bu kadar güzelken?

    İnsan, dallarla, bulutlarla bir
    Ayrı maviliklerden geçmiştir
    İnsan nasıl ölebilir
    Yaşamak bu kadar güzelken?

    SENİ..
    Seni
    Öyle uzun seviyorum ki seni
    Ya yaradılışta doğmuşum
    Ya ölümsüzün biriyim ben...

    ÖLÜ
    Hangi mahallede imam yok
    Ben orada öleceğim.
    Kimse görmesin ne kadar güzel
    Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.

    Ölüler namına, azade ve temiz
    Meçhul denizlerde balık;
    Müslüman değil miyim, haşa
    Fakat istemiyorum, kalabalık.
    Beyaz kefenler giydirmesinler
    Sızlamasın karanlığım havada.
    Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım
    Ki bütün azalarım hülyada.

    Hiçbir dua yerine getiremez
    Benim kainatlardan uzaklığımı.
    Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar
    Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...

    GÜNLERDE
    Geçip gideceksin
    Karanlığın
    Nereye götürdüğünü bilmeden hiç

    Analar kızlar nineler oğullar
    Daha da üzülürken sızlarken
    Güzelleşirken daha da

    Dönerdi değil mi her akşam
    Kurdu andıran dağ doruğunda
    Kuzey yıldızı

    Verirdi ya
    Anılarındaki kırmızıyı
    Ağaçlar her kirazında

    Sevmez miydi oğlanın esmerliğini
    İnince perdeler
    Kız geceleyin

    Emekli nasıl da bomboştu kahvede
    Anlatırdı gözleri ıslak
    Elleri uykulu

    Bir çağrısı yok muydu ha
    Gün doğar doğmaz
    Yeni otomobillerin

    Kötüydü biliyorsun
    Gazetedeki yazılar
    Savaşlardan ekmekten kiralardan ötürü

    Sen geçip gideceksin
    Bütün aydınlığı
    Böylece bırakıp

    HASRET
    Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri
    Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:
    Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri
    Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye

    NEREYE
    Nereye sevdiğin benim, inandığım nereye
    Rüyaların yarasalar gibi uçuştuğu geceler içinden.
    Dalgınlığımla hareketlerini seçemiyorum
    Varlığının altın kafiyesini arıyorken ben.

    Hangi dünyaları dolaştıktı bilmiyorum
    O nasıl bir adaydı, nasıl bir deniz.
    Gök, bir söğüt dalı gibi eğilmişti sulara doğru
    Ve eğilmiştik o dal gibi hayata doğru ikimiz.

    Kim ellerini alnımda gezdirirken o ten, ses ile
    Bana kalbin musikisini verecek, haberi olmadan.
    Geceyi avuçlarımda siyah bir gül gibi duyuyorum
    Ve sen misin bilmiyorum bu gülü bırakan.

    Nereye, ey göz yaşlarımın sıcaklığı
    Ki başka birisi yok beni duyan.
    Rüyalar nereye gidiyor, anlamıyorum;
    Ve sen nereye gidiyorsun, hatıralardan.
    FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

  • üç şey31.07.2008 - 11:23

    Üç şeyin bana çağrıştırdıkları: Benim üç tuhaflarım...
    1. Ümraniye Belediyesinin açtıği şiir yarışmasında jürinin MUTEŞEM JÜRİ diye tanımlaması. Bence 'Ümraniyenin MUHTEŞEM Başkanının Belediyesince düzenlenen şiir yarışması' denmeliydi.
    2. Yargıtay üyelerinin altısının KAPATMAYA EVET, sedece Başkanın HAYIR demesi. Size garip gelmiyor mu? Ayrıca altıya 1 çoğunluk oyuyla kapanamayan partinin 11'e 4 gibi bir azınlık oyuyla devlet bütçesinden aparılan, seçim yolluğundan mahrum edilmesi ilginç değil mi? Gerçi partilerin içinde yetim hakkının da bulunduğu bu haçıkassımlığı almaya hiç bir partinin de hakkı yok ya...
    3. Tayip amcanın ansızın Atatürkçü, cumhıriyetçi kesilmesi.