Silifke'nin anlamaını merak ettim. Araştırırken buraya düştü yolum. Yukarıda biri bay, ikincisdi bayan olan iki arkadaşın konuyla ilgili görüşleri var. Bayanın ifadesi ne kadar hanımefendiceyse beyin de o kadar nobran. Yurdum kadınlarıykla erkekleri arasındaki bu değişmez farka üzülmemek elde mi?
Siklifke'nin 'Cenneti andıran sulak yer, ova anlamını içerdiğini düşünüyorum. Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar.
Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur. 80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.
Silifke'nin anlamaını merak ettim. Araştırırken buraya düştü yolum. Yukarıda biri bay, ikincisdi bayan olan iki arkadaşın konuyla ilgili görüşleri var. Bayanın ifadesi ne kadar hanımefendiceyse beyin de o kadar nobran. Yurdum kadınlarıykla erkekleri arasındaki bu değişmez farka üzülmemek elde mi?
Siklifke'nin 'Cenneti andıran sulak yer, ova anlamını içerdiğini düşünüyorum. Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar.
Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur. 80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.
1960'lı yılların sonlarına doğru öğretmenlik yapmıştım Gebe köyünde. Çevre köylerden okulu olan tek köydü Gebe. İnceyol'dan, Mülk'ten, Tüzel'den gelen öğrencilerim vardı.
TÜZEL DERESİ Mülk'ün, Gebe'nin yakınından, Tüzel'in içinden geçen bir dere vardı. Tüzel suyuydu adı. Umarım şimdilerde kurumamıştır. O yıllarda gür suyu vardı. Gaziantep'in Alleben deresine benzetirdim. Aradaki tek fark, Alleben'in iki kıyısı dev söğüt ağaçlarıyla kaplıydı. Tüzel'de ise bir tek fidan bile yoktu.
Su öyle kadar dururdu, köylüler Tüzel suyuna bakar dururdu. Kimsenin aklına gelmezdi bu sudan yararlanmak. Oya küçük bir motorla susuz tarlalarını sulu bostanlara dönüştürebilirlerdi. Verdiğim akla gülüp geçti köylüler.
'Bir bent olsun yapın şa suyun önüne,' dedim köyün muhtarına. 'Nasıl yapacağız? ' diye sordu. 'İmeceyle,' dedim. 'Ya, biz milletin uşağıyız. Biz yapalım, el alem yararlansın.' Yapmadılar.
TÜZEL TEPESİ Tüzel'de tarihi bir yığma tepe var. Bir ilkbahar gününde o tepeye pikniğe götürdüm öğrencilerimi. Yeşil çimenler üstünde koşup durdu çocuklarım. Mis gibi temiz havayla doldurdular ciğerlerini. Bense bir yamaca oturmuş, keyifle onları izliyordum.
Oturduğum yerde kırmızı bir taş parçası dikkatimi çekti. Bir çöple kurcaladım. Parmak büyüklüğünde bir küp parçası çıktı. 'Kim bilir daha neler vardır bu höyüğün içinde' diye düşündüm.
Ertesi gün köylülere gösterdim bulduğum küp kırığını. Köylülerim az gülmediler bunun için ardım sıra.
Sevindi köyüne yakın olan Gebe'de öğretmendim. Sevindili çocuklar sabah erkeenden yola düşerlerdi okula gelmek için. Korkarım en az 10 km olan yolu güle oynaya alırlardı. Kar kış demezlerdi. 1960'lı yılların sonuna doğruydu. O yıllarda okul yoktu Sevindi'de. Yürüyerek Gebe'ye okula gelen o çocuklara özel bir sevgi duyardım. Keşke biri çıksa da, 'o öğrencilerden biri bendim' dese. Gözlerinden öpmek isterdim onların. FEVZİ GÜNENÇ Öğretmen
22 Ekim 2008 Pazartesi Melekler dinlesin artık şiirlerini Ekim’i severim, güzel Cumhuriyetim Ekim ayında ilan edildi. Ekim Devrimi kendi adını taşıyor zaten. 13 sayısını severim. Genelde “uğursuz sayıdır” derlerse de inanmayın. Bu batılıların tevatürü. İstanbul 29 Mayıs 1453’te Rumi takvimin 13’üne denk gelen günde Türkler’in olmuş. O yüzden uğursuz sayar batılılar güzelim 13 sayısını. Uğurlu mu uğursuz mu siz karar verin artık. Ekimi de, 13’ü de ne denli seversem seveyim, ikisi bir araya gelince sevmez oldum. 2008 yılı Ekim’inin 13’ünde dünya şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yitirdik de onun için. Şairin aramızdan ayrılmasının üstünden 80 gün geçmiş. “Onu yitirdiğimizde yazmıştın zaten, bugün nereden çıktı bu? ” deyin. O zaman ben de sudan bir yanıt bulurum elbet. Yitirdiklerimizi hep kırkında mı anacağız? Kıkında da anarız, 80’inde de… Dahası, 134’ünde de anacağız, 169’unda da... “Öbürlerini anladık da 134, 139 niye? ” diye sorun. Yanıt: Dağlarca’nın sağlığında 134 şiir kitabı Türk şiir severleriyle, dünya okurlarıyla buluşmuştu da onun için… Yayınlanmamış 35 kitabı daha bulunan büyük şairimizin, bu betikleri de basılmış olsaydı şiir kitabının sayısı 169’a ulaşacaktı. Dünyada başka bir şair daha gösterebilir misiniz bana bu kadar çok şiir kitabı olan? Eğer kitaplı şairler peygamber sayılsaydı, herhalde Dağlarca 169 kere peygamber sayılırdı. Tanrı’nın şairlere doğru dürüst şiir yazmasını belletmek için gönderdiği şiirin peygamberi olurdu o zaman. Bir örneğini daha gösterebilir misiniz bana, ömrünün her gününde hiç aksatmadan her gün güzel bir şiir yazan başka bir şair daha? İstanbul’da yaşadığım yıllarda fırsat buldukça onun Aksaray’daki Kitap Kitabevi’ne gider, cama astığı o günün şiirini keyifle okurdum. O şiirlerden unutamadığım şiirlerden biri sanırım “Söyle sevda içinde türkümüzü”ydü. Şiir işliğimizin en genç bayan şairi Ayça Atay’a gitsin. ”Söyle sevda içinde türkümüzü, Aç bembeyaz bir yelken Neden herkes güzel olmaz, Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan, dallarla, bulutlarla bir, Ayrı maviliklerden geçmiştir İnsan nasıl ölebilir, Yaşamak bu kadar güzelken? ” Bizim GASET (Gaziantep Kültür, Sanat, Edebiyat Derneği) bünyesinde kurduğumuz bir Şiir işliğimiz oldu. Şair arkadaşlarımız her hafta belirli bir konuda şiir yazıyor. İlk haftanın konusu “fark etmez” idi. fark etmezli üç şiir yazdık. Sonra katılmalar oldu. Arkadan gelenler de eklediler kendi “fark etmez”lerini. Onları da astık işliğimizin duvarına. Bir yazı konusu da onu yaparım sonra. Haftada bir başa çıkamadık da 15 günde bire uzattık şiir çalışmalarımızı. Kim bilir, belki de yarın bir gün ayda bire uzatırız. Hepimiz Dağlarca olabilir miyiz? Dağlarca’mızın 80’inci gününde (bugün) onun sevdiğim şiirlerinden bir demet yaptım. İşliğimizin şairlerine, çiçek niyetine birer tane dağıtacağım. “ANIMSAMALAR Dünya kadar büyük bir günüydü çocukluğumun Mektebe ilk gittiğim o altın sabah Omzumda kalmıştı el sıcaklığıyla Anamın okşarken söylediği bir “Bismillah”
İlk ders bir bayramın sonu gibi soğuktu Gördük karatahtada “Hesap” denen karaltıyı Ezberletti kendi numarasını hoca, herkese Ben de öğrendim iki haneli seksen altı’yı
Oyunlar ve neşelerle geçti o gün Ve tatlı rüyalar gibi bitti mektep Bilgimi düşürmeden eve götürmek için İçimden seksen altı, seksen altı diyordum hep” Kendime armağan ettim 86’nın bu şiirini ilk başta. Neden? Aramızda hemen bir akrabalık kurdum da ondan. Benim ilkokul birinci sınıftaki numaram da 219’du. Bakın, ben de anımsıyorum. Öyleyse akrabayım büyük şairle. Rahime Kaya, eleştiriye dayanıklı, kendine güveni olan bir şair. “Şiirimi ben onarırım, noktasına, virgülüne bile kimseyi dokundurtmam,” diyenlerden değil. Eleştiriye açık olması, şiiri için söylenenleri kulak ardı etmemesi, kendisinde şiirini yenileştire, ileriye, yükseklere taşıma sevdası, çabası varken bu ereğine ulaşacak da o. Şiirin, duygudan çok düşünce işi olduğunu yakalayan Rahime Kaya’ya da kendi şiirini anımsatan bir Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri getirdim: “SULAR BİZDEN AKILLIDIR Sular bizden akıllıdır, daha evvel görür akşamı, İner havadan önce, karanlığa, Büyük bir balık gibi ortadan silinir, Kaçışırken hayvanlar dağa.
Sular bizden akıllıdır, memnun olur, Sadece ağaçlardan. Başka insanlardan değil, Bizi yalnız bırakan.
Sular bizden akıllıdır, uyumaz, Açar maviliğe, iri gözlerini. Ve bekler bir ölüm sırrı içinde, Kendi hayatının yerini.” Dağlarca’ya sormuşlar. “En çok sevdiğin şiirin hangi şiirin? ” diye. Hiçbir şair şu şiirimi öbürler,nden çok severim” diyemez. Şiirleri çocukları gibidir şairlerin. Hangi baba “şu çocuğumu öbürlerinden fazla seviyorum,” diyebilir. Dağlarca der ama. Sözün acısını da esirgemez, sevgisini de. “Asu” demiş hiç duraksamadan. Şiir İşliğimizin yeni katılımcısı Başak Tarım. Daha ilk şiirini okur okumaz “şair bu” demiştim. Gaziantep’imizin çok havasını kokladı, çok suyunu içti bu Eskişehşir toprağından kopup gelen şair. Biliyoum onun da en çok hangi şiirini sevfiğini Dağlarca’nın. Ben de o şiirini armağam ediyorum büyük şairirmizin kendisine, ASU: Suçu büyüktü Âsû'nun göklerecek Taş atmıştı güneşe doğru Bilinmeyen türküsünde Bilinmeyen çağından
Açtı uykusuzdu sayrıydı Dolmuştu şeytanların soluğu derisine Kötü bir ışık Ve mavilikte duruşu çarpık ağaçların
Büyünün kara kanını üfler boynuzlara Toprakta kök Açık bir esrikliktir apaçık bir uykudan Ve avın kurtuluşu işte
Kişinin gücü Tanrının büyüklüğüne Âsû Âsû Yankılanır dağdan dağa insandan insana Âsû Âsû
Devrilmiş gözleri ak Patlamış ürküden göğsü Bütün oba ateş bütün oba ölüm Bütün oba çırılçıplak
Açlığı uykusuzluğu sayrılığı tükenmez ama Düşer elleri Yaşaması parlamaz ama Âsû'nun Ölüsü parlar
Aydınlık yitiverir yeryüzü yalnızlığından Âsû Âsû Seni senin karanlığın sever ancak Âsû Âsû Dikkatli, gözlemci, sözcükleri imbikten geçirerek altın yüzük, gümüş bilezik yapan Pınar Atay’a sunuyorum dördüncü Dağlarca çiçeğini: GEÇEN ŞEY Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız, Ve minnacık bir ``hane´´: Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan, Anısız, uykusuz, Kokar nane.
Ta öncelerden beri mestolmuş herkes, Bir bakıma her şey ``mestane´´. Hayal edilir nazlı yar yönlerden, Aşk ile kuşlar süzülür, Değisir gökler şahane.
Farkında değil gönül, Sanki hepten divane; İçimizden, dışımızdan Geçer vakit Zalim, zalimane! ” Çok bilinen, pek çok ders kitabından aşinalığımız olan aşağıdaki Dağlarca şiirini, işliğimizin çok genç yeni şairine, Vahittin Bozgeyik’in yeğeni İbrahim Akmelek’e armağan ediyorum. Çocukluğunu bilirim onun. Hasta yattığı günlerden birinde, içtenlikli dostum Vahittin’le hasta bellemeye girmiştik. Birkaç kilo meyve, bir şişe kolonya ile… Sanmam ki ne o meyvelerden tatabilmiş, ne de kolanyayı koklayabilmiş olsun. O da sayıklıyordu esrimiş halde, alnı boncuk boncuk terlerken, o hasta yatağında. Bilseydi bu şiiri sayıklardı İbrahim. Hastalıktan bir takım yitiklerle çıktı ama genlerindeki şiir yeteneğini yitirmedi o. Bugünlerde ayrı bir yazıyla, “Gaziantepli 30 Şair/SİMURG” Güldesteme katacağım şiirleriyle size tanıtacağım kendisini. AĞIR HASTA “Üfleme bana anneciğim korkuyorum Dua edip edip, geceleri. Hastayım ama ne kadar güzel Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.
Niçin böyle örtmüşler üstümü Çok muntazam, ki bana hüzün verir. Ağarırken uzak rüzgarlar içinde Oyuncaklar gibi şehir.
Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum Ağlıyorsun, nur gibi. Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha Duvardaki resimlerle, nasibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi, Büyüyor göllerde kamış. Fakat değnekten atım nerde Kardeşim su versin ona, susamış.” Ben şair değilim der ama şiiri gözünden tanır. Okunu attı mı da onu alnından vurur Gılman Kahyaoğlu. İşte şu Dağlarca çiçeği gibi kırmızı, kadife renginde. SAVCIYA Savcı, nedir düşündün mü, Dağları sorguçlu kılan? Onlar susmaz, gece gündüz, onlar haykırır yüceden. Gelmiş dağlardan yalnayak, durmuş kapına bir ıssız, Seni bile içli kılan.
Savcı, nedir düşündün mü, Bıçakları uçlu kılan? Bir eski hak alınmamış, bir dere kan sorulmamış, Şunun bunun alın teri, Alınları taçlı kılan.
Savcı, nedir düşündün mü? Yazıları suçlu kılan? Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı, Ama nedir çağlar üzre, Beni senden güçlü kılan. Şiirlerinde toplumun önemli yaralarını deşmekten geri durmayan Ahmet Ayaz’a bu dünya şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri de: “DIŞARDAN GAZEL Siz Ali Bey, Veli Beyefendi busunuz, Gelecekler önünde suçlusunuz.
Yöneteceksiniz de ulaşacak ha, Çağdaş Uygarlığa ulusunuz.
Ön karanlık, art karanlık, Sağ karanlık, sol karanlık Kara toprak içine mi gömülüyoruz.
Bir ülke, yarısı çırılçıplak, Yarısının yediği ekmek tuz.
Uyur itleri, inekleri, ayıları, Bütün aydınları uykusuz.
Ne olmuşuz, ne yapmışlar bize, Nasıl bağlanmış elimiz, kolumuz.
Böyle giderse biline hep. Mustafa Kemal'le bile yokuz.
De, yüreğin nice yanarsa yansın, Efendilerin yüreği buz.” Sanki vedalaşmak için gitmiştim İstanbul’a. Kadıköy rıhtımındaki bütün kahvehaneleri dolaştım. “Dağlarca ile arkadaşları burada mı buluşuyor diue sordu giriğim her kıraathanenin garsonlarına. Bulamadı bu beceriksiz adam o kıraathaneyi. Vedalaşamadan yitirdi o büyük ozanı. Ne mutlu ona şiirle dopdolu 94 yıl ömür sürdü. Teşekkürler sana şiirimizin büyük ustası, Türk edebiyatına yüzlerce, binlerce çok iyi şiirler kattığın için. Melekler dinlesin artık şiirlerini. FEV
Bir şair nasıl ölebilir yaşamak bunca güzelken? FEV
Dünyada 138 şiir kitabı yayınlanmış bir başka şair daha var mıdır? Yok. Kim bilir yayınlanmamış olanlar derlense, daha kaç kitabı olur… Böyle dağlarca kitabı olan büyük şairimizi yitirdik. Kitapları çoktan dalya dedi ama yaşı diyemedi. 93 yıllık ömür de az bir ömür değil ama böyle büyük bir şaire çok fazlası yakışırdı. O, şiirleriyle birlikte kim bilir kaç 93 yıl yaşayacak daha sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca… Bugün onun her biri bir diğerinden berceste şirleriyle süsleyeceğim köşemi.
SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ Söyle sevda içinde türkümüzü Aç bembeyaz bir yelken Neden herkes güzel olmaz Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan, dallarla, bulutlarla bir Ayrı maviliklerden geçmiştir İnsan nasıl ölebilir Yaşamak bu kadar güzelken?
SENİ.. Seni Öyle uzun seviyorum ki seni Ya yaradılışta doğmuşum Ya ölümsüzün biriyim ben...
ÖLÜ Hangi mahallede imam yok Ben orada öleceğim. Kimse görmesin ne kadar güzel Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.
Ölüler namına, azade ve temiz Meçhul denizlerde balık; Müslüman değil miyim, haşa Fakat istemiyorum, kalabalık. Beyaz kefenler giydirmesinler Sızlamasın karanlığım havada. Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım Ki bütün azalarım hülyada.
Hiçbir dua yerine getiremez Benim kainatlardan uzaklığımı. Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...
GÜNLERDE Geçip gideceksin Karanlığın Nereye götürdüğünü bilmeden hiç
Analar kızlar nineler oğullar Daha da üzülürken sızlarken Güzelleşirken daha da
Dönerdi değil mi her akşam Kurdu andıran dağ doruğunda Kuzey yıldızı
Verirdi ya Anılarındaki kırmızıyı Ağaçlar her kirazında
Sevmez miydi oğlanın esmerliğini İnince perdeler Kız geceleyin
Emekli nasıl da bomboştu kahvede Anlatırdı gözleri ıslak Elleri uykulu
Bir çağrısı yok muydu ha Gün doğar doğmaz Yeni otomobillerin
Kötüydü biliyorsun Gazetedeki yazılar Savaşlardan ekmekten kiralardan ötürü
Sen geçip gideceksin Bütün aydınlığı Böylece bırakıp
HASRET Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye: Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye
NEREYE Nereye sevdiğin benim, inandığım nereye Rüyaların yarasalar gibi uçuştuğu geceler içinden. Dalgınlığımla hareketlerini seçemiyorum Varlığının altın kafiyesini arıyorken ben.
Hangi dünyaları dolaştıktı bilmiyorum O nasıl bir adaydı, nasıl bir deniz. Gök, bir söğüt dalı gibi eğilmişti sulara doğru Ve eğilmiştik o dal gibi hayata doğru ikimiz.
Kim ellerini alnımda gezdirirken o ten, ses ile Bana kalbin musikisini verecek, haberi olmadan. Geceyi avuçlarımda siyah bir gül gibi duyuyorum Ve sen misin bilmiyorum bu gülü bırakan.
Nereye, ey göz yaşlarımın sıcaklığı Ki başka birisi yok beni duyan. Rüyalar nereye gidiyor, anlamıyorum; Ve sen nereye gidiyorsun, hatıralardan. FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
Üç şeyin bana çağrıştırdıkları: Benim üç tuhaflarım... 1. Ümraniye Belediyesinin açtıği şiir yarışmasında jürinin MUTEŞEM JÜRİ diye tanımlaması. Bence 'Ümraniyenin MUHTEŞEM Başkanının Belediyesince düzenlenen şiir yarışması' denmeliydi. 2. Yargıtay üyelerinin altısının KAPATMAYA EVET, sedece Başkanın HAYIR demesi. Size garip gelmiyor mu? Ayrıca altıya 1 çoğunluk oyuyla kapanamayan partinin 11'e 4 gibi bir azınlık oyuyla devlet bütçesinden aparılan, seçim yolluğundan mahrum edilmesi ilginç değil mi? Gerçi partilerin içinde yetim hakkının da bulunduğu bu haçıkassımlığı almaya hiç bir partinin de hakkı yok ya... 3. Tayip amcanın ansızın Atatürkçü, cumhıriyetçi kesilmesi.
Silifke'nin anlamaını merak ettim. Araştırırken buraya düştü yolum. Yukarıda biri bay, ikincisdi bayan olan iki arkadaşın konuyla ilgili görüşleri var. Bayanın ifadesi ne kadar hanımefendiceyse beyin de o kadar nobran. Yurdum kadınlarıykla erkekleri arasındaki bu değişmez farka üzülmemek elde mi?
Siklifke'nin 'Cenneti andıran sulak yer, ova anlamını içerdiğini düşünüyorum. Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar.
Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur. 80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.
Daha fazla bilgisi olan varsa lütfen esirgemesin.
Silifke'nin anlamaını merak ettim. Araştırırken buraya düştü yolum. Yukarıda biri bay, ikincisdi bayan olan iki arkadaşın konuyla ilgili görüşleri var. Bayanın ifadesi ne kadar hanımefendiceyse beyin de o kadar nobran. Yurdum kadınlarıykla erkekleri arasındaki bu değişmez farka üzülmemek elde mi?
Siklifke'nin 'Cenneti andıran sulak yer, ova anlamını içerdiğini düşünüyorum. Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar.
Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur. 80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.
Daha fazla bilgisi olan varsa lütfen esirgemesin.
Ben Öğretmenken:
Tüzel
1960'lı yılların sonlarına doğru öğretmenlik yapmıştım Gebe köyünde. Çevre köylerden okulu olan tek köydü Gebe. İnceyol'dan, Mülk'ten, Tüzel'den gelen öğrencilerim vardı.
TÜZEL DERESİ
Mülk'ün, Gebe'nin yakınından, Tüzel'in içinden geçen bir dere vardı. Tüzel suyuydu adı. Umarım şimdilerde kurumamıştır. O yıllarda gür suyu vardı. Gaziantep'in Alleben deresine benzetirdim. Aradaki tek fark, Alleben'in iki kıyısı dev söğüt ağaçlarıyla kaplıydı. Tüzel'de ise bir tek fidan bile yoktu.
Su öyle kadar dururdu, köylüler Tüzel suyuna bakar dururdu. Kimsenin aklına gelmezdi bu sudan yararlanmak. Oya küçük bir motorla susuz tarlalarını sulu bostanlara dönüştürebilirlerdi. Verdiğim akla gülüp geçti köylüler.
'Bir bent olsun yapın şa suyun önüne,' dedim köyün muhtarına. 'Nasıl yapacağız? ' diye sordu. 'İmeceyle,' dedim. 'Ya, biz milletin uşağıyız. Biz yapalım, el alem yararlansın.' Yapmadılar.
TÜZEL TEPESİ
Tüzel'de tarihi bir yığma tepe var. Bir ilkbahar gününde o tepeye pikniğe götürdüm öğrencilerimi. Yeşil çimenler üstünde koşup durdu çocuklarım. Mis gibi temiz havayla doldurdular ciğerlerini. Bense bir yamaca oturmuş, keyifle onları izliyordum.
Oturduğum yerde kırmızı bir taş parçası dikkatimi çekti. Bir çöple kurcaladım. Parmak büyüklüğünde bir küp parçası çıktı. 'Kim bilir daha neler vardır bu höyüğün içinde' diye düşündüm.
Ertesi gün köylülere gösterdim bulduğum küp kırığını. Köylülerim az gülmediler bunun için ardım sıra.
Sevindi köyüne yakın olan Gebe'de öğretmendim. Sevindili çocuklar sabah erkeenden yola düşerlerdi okula gelmek için. Korkarım en az 10 km olan yolu güle oynaya alırlardı. Kar kış demezlerdi. 1960'lı yılların sonuna doğruydu. O yıllarda okul yoktu Sevindi'de. Yürüyerek Gebe'ye okula gelen o çocuklara özel bir sevgi duyardım. Keşke biri çıksa da, 'o öğrencilerden biri bendim' dese. Gözlerinden öpmek isterdim onların.
FEVZİ GÜNENÇ
Öğretmen
22 Ekim 2008 Pazartesi
Melekler dinlesin artık şiirlerini
Ekim’i severim, güzel Cumhuriyetim Ekim ayında ilan edildi. Ekim Devrimi kendi adını taşıyor zaten.
13 sayısını severim. Genelde “uğursuz sayıdır” derlerse de inanmayın. Bu batılıların tevatürü. İstanbul 29 Mayıs 1453’te Rumi takvimin 13’üne denk gelen günde Türkler’in olmuş. O yüzden uğursuz sayar batılılar güzelim 13 sayısını. Uğurlu mu uğursuz mu siz karar verin artık.
Ekimi de, 13’ü de ne denli seversem seveyim, ikisi bir araya gelince sevmez oldum. 2008 yılı Ekim’inin 13’ünde dünya şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yitirdik de onun için.
Şairin aramızdan ayrılmasının üstünden 80 gün geçmiş. “Onu yitirdiğimizde yazmıştın zaten, bugün nereden çıktı bu? ” deyin. O zaman ben de sudan bir yanıt bulurum elbet.
Yitirdiklerimizi hep kırkında mı anacağız? Kıkında da anarız, 80’inde de… Dahası, 134’ünde de anacağız, 169’unda da... “Öbürlerini anladık da 134, 139 niye? ” diye sorun.
Yanıt: Dağlarca’nın sağlığında 134 şiir kitabı Türk şiir severleriyle, dünya okurlarıyla buluşmuştu da onun için… Yayınlanmamış 35 kitabı daha bulunan büyük şairimizin, bu betikleri de basılmış olsaydı şiir kitabının sayısı 169’a ulaşacaktı.
Dünyada başka bir şair daha gösterebilir misiniz bana bu kadar çok şiir kitabı olan? Eğer kitaplı şairler peygamber sayılsaydı, herhalde Dağlarca 169 kere peygamber sayılırdı. Tanrı’nın şairlere doğru dürüst şiir yazmasını belletmek için gönderdiği şiirin peygamberi olurdu o zaman.
Bir örneğini daha gösterebilir misiniz bana, ömrünün her gününde hiç aksatmadan her gün güzel bir şiir yazan başka bir şair daha? İstanbul’da yaşadığım yıllarda fırsat buldukça onun Aksaray’daki Kitap Kitabevi’ne gider, cama astığı o günün şiirini keyifle okurdum.
O şiirlerden unutamadığım şiirlerden biri sanırım “Söyle sevda içinde türkümüzü”ydü. Şiir işliğimizin en genç bayan şairi Ayça Atay’a gitsin.
”Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
Ayrı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken? ”
Bizim GASET (Gaziantep Kültür, Sanat, Edebiyat Derneği) bünyesinde kurduğumuz bir Şiir işliğimiz oldu. Şair arkadaşlarımız her hafta belirli bir konuda şiir yazıyor.
İlk haftanın konusu “fark etmez” idi. fark etmezli üç şiir yazdık. Sonra katılmalar oldu. Arkadan gelenler de eklediler kendi “fark etmez”lerini. Onları da astık işliğimizin duvarına. Bir yazı konusu da onu yaparım sonra.
Haftada bir başa çıkamadık da 15 günde bire uzattık şiir çalışmalarımızı. Kim bilir, belki de yarın bir gün ayda bire uzatırız. Hepimiz Dağlarca olabilir miyiz?
Dağlarca’mızın 80’inci gününde (bugün) onun sevdiğim şiirlerinden bir demet yaptım. İşliğimizin şairlerine, çiçek niyetine birer tane dağıtacağım.
“ANIMSAMALAR
Dünya kadar büyük bir günüydü çocukluğumun
Mektebe ilk gittiğim o altın sabah
Omzumda kalmıştı el sıcaklığıyla
Anamın okşarken söylediği bir “Bismillah”
İlk ders bir bayramın sonu gibi soğuktu
Gördük karatahtada “Hesap” denen karaltıyı
Ezberletti kendi numarasını hoca, herkese
Ben de öğrendim iki haneli seksen altı’yı
Oyunlar ve neşelerle geçti o gün
Ve tatlı rüyalar gibi bitti mektep
Bilgimi düşürmeden eve götürmek için
İçimden seksen altı, seksen altı diyordum hep”
Kendime armağan ettim 86’nın bu şiirini ilk başta. Neden? Aramızda hemen bir akrabalık kurdum da ondan. Benim ilkokul birinci sınıftaki numaram da 219’du. Bakın, ben de anımsıyorum. Öyleyse akrabayım büyük şairle.
Rahime Kaya, eleştiriye dayanıklı, kendine güveni olan bir şair. “Şiirimi ben onarırım, noktasına, virgülüne bile kimseyi dokundurtmam,” diyenlerden değil.
Eleştiriye açık olması, şiiri için söylenenleri kulak ardı etmemesi, kendisinde şiirini yenileştire, ileriye, yükseklere taşıma sevdası, çabası varken bu ereğine ulaşacak da o.
Şiirin, duygudan çok düşünce işi olduğunu yakalayan Rahime Kaya’ya da kendi şiirini anımsatan bir Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri getirdim:
“SULAR BİZDEN AKILLIDIR
Sular bizden akıllıdır, daha evvel görür akşamı,
İner havadan önce, karanlığa,
Büyük bir balık gibi ortadan silinir,
Kaçışırken hayvanlar dağa.
Sular bizden akıllıdır, memnun olur,
Sadece ağaçlardan.
Başka insanlardan değil,
Bizi yalnız bırakan.
Sular bizden akıllıdır, uyumaz,
Açar maviliğe, iri gözlerini.
Ve bekler bir ölüm sırrı içinde,
Kendi hayatının yerini.”
Dağlarca’ya sormuşlar. “En çok sevdiğin şiirin hangi şiirin? ” diye. Hiçbir şair şu şiirimi öbürler,nden çok severim” diyemez. Şiirleri çocukları gibidir şairlerin. Hangi baba “şu çocuğumu öbürlerinden fazla seviyorum,” diyebilir.
Dağlarca der ama. Sözün acısını da esirgemez, sevgisini de. “Asu” demiş hiç duraksamadan. Şiir İşliğimizin yeni katılımcısı Başak Tarım. Daha ilk şiirini okur okumaz “şair bu” demiştim. Gaziantep’imizin çok havasını kokladı, çok suyunu içti bu Eskişehşir toprağından kopup gelen şair. Biliyoum onun da en çok hangi şiirini sevfiğini Dağlarca’nın. Ben de o şiirini armağam ediyorum büyük şairirmizin kendisine, ASU:
Suçu büyüktü Âsû'nun göklerecek
Taş atmıştı güneşe doğru
Bilinmeyen türküsünde
Bilinmeyen çağından
Açtı uykusuzdu sayrıydı
Dolmuştu şeytanların soluğu derisine
Kötü bir ışık
Ve mavilikte duruşu çarpık ağaçların
Sövmüş Tanrısına sövmüş
Âsû Âsû
Yakılacak yakılacak
Âsû Âsû
Doymuşlar bir ilk zaman içinde
Ki sürer sıcaklığı karın karın
Kartalla doymuşlar yılanla doymuşlar
Doymuşlar yellerle yıldızla yalazla
Var olmanın yeğnikliği alna çizilmiş
Kötü ruhlar uyusun türlü boyalar içre
Ve ta masallara uzanır
Dudakların kızıl süsleri
Agaç, davulların seslerinden
Âsû Âsû
Yeşiller allar sarılar
Âsû Âsû
Halay çeker korku
Uzak kuşakların acısına karışık
Yontulmuş taşlarda susar
Güçsüz yumuşaklığı etin
Büyünün kara kanını üfler boynuzlara
Toprakta kök
Açık bir esrikliktir apaçık bir uykudan
Ve avın kurtuluşu işte
Kişinin gücü Tanrının büyüklüğüne
Âsû Âsû
Yankılanır dağdan dağa insandan insana
Âsû Âsû
Devrilmiş gözleri ak
Patlamış ürküden göğsü
Bütün oba ateş bütün oba ölüm
Bütün oba çırılçıplak
Açlığı uykusuzluğu sayrılığı tükenmez ama
Düşer elleri
Yaşaması parlamaz ama Âsû'nun
Ölüsü parlar
Aydınlık yitiverir yeryüzü yalnızlığından
Âsû Âsû
Seni senin karanlığın sever ancak
Âsû Âsû
Dikkatli, gözlemci, sözcükleri imbikten geçirerek altın yüzük, gümüş bilezik yapan Pınar Atay’a sunuyorum dördüncü Dağlarca çiçeğini:
GEÇEN ŞEY
Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız,
Ve minnacık bir ``hane´´:
Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan,
Anısız, uykusuz,
Kokar nane.
Ta öncelerden beri mestolmuş herkes,
Bir bakıma her şey ``mestane´´.
Hayal edilir nazlı yar yönlerden,
Aşk ile kuşlar süzülür,
Değisir gökler şahane.
Farkında değil gönül,
Sanki hepten divane;
İçimizden, dışımızdan
Geçer vakit
Zalim, zalimane! ”
Çok bilinen, pek çok ders kitabından aşinalığımız olan aşağıdaki Dağlarca şiirini, işliğimizin çok genç yeni şairine, Vahittin Bozgeyik’in yeğeni İbrahim Akmelek’e armağan ediyorum.
Çocukluğunu bilirim onun. Hasta yattığı günlerden birinde, içtenlikli dostum Vahittin’le hasta bellemeye girmiştik.
Birkaç kilo meyve, bir şişe kolonya ile… Sanmam ki ne o meyvelerden tatabilmiş, ne de kolanyayı koklayabilmiş olsun.
O da sayıklıyordu esrimiş halde, alnı boncuk boncuk terlerken, o hasta yatağında. Bilseydi bu şiiri sayıklardı İbrahim. Hastalıktan bir takım yitiklerle çıktı ama genlerindeki şiir yeteneğini yitirmedi o.
Bugünlerde ayrı bir yazıyla, “Gaziantepli 30 Şair/SİMURG” Güldesteme katacağım şiirleriyle size tanıtacağım kendisini.
AĞIR HASTA
“Üfleme bana anneciğim korkuyorum
Dua edip edip, geceleri.
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.
Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgarlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir.
Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış.
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona, susamış.”
Ben şair değilim der ama şiiri gözünden tanır. Okunu attı mı da onu alnından vurur Gılman Kahyaoğlu. İşte şu Dağlarca çiçeği gibi kırmızı, kadife renginde.
SAVCIYA
Savcı, nedir düşündün mü,
Dağları sorguçlu kılan?
Onlar susmaz, gece gündüz, onlar haykırır yüceden.
Gelmiş dağlardan yalnayak, durmuş kapına bir ıssız,
Seni bile içli kılan.
Savcı, nedir düşündün mü,
Bıçakları uçlu kılan?
Bir eski hak alınmamış, bir dere kan sorulmamış,
Şunun bunun alın teri,
Alınları taçlı kılan.
Savcı, nedir düşündün mü?
Yazıları suçlu kılan?
Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı,
Ama nedir çağlar üzre,
Beni senden güçlü kılan.
Şiirlerinde toplumun önemli yaralarını deşmekten geri durmayan Ahmet Ayaz’a bu dünya şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri de:
“DIŞARDAN GAZEL
Siz Ali Bey, Veli Beyefendi busunuz,
Gelecekler önünde suçlusunuz.
Yöneteceksiniz de ulaşacak ha,
Çağdaş Uygarlığa ulusunuz.
Ön karanlık, art karanlık, Sağ karanlık, sol karanlık
Kara toprak içine mi gömülüyoruz.
Bir ülke, yarısı çırılçıplak,
Yarısının yediği ekmek tuz.
Uyur itleri, inekleri, ayıları,
Bütün aydınları uykusuz.
Milyonu trahom toplumun, milyonu sıtma,
Milyonu verem, bilmiyor muyuz?
Ne olmuşuz, ne yapmışlar bize,
Nasıl bağlanmış elimiz, kolumuz.
Böyle giderse biline hep.
Mustafa Kemal'le bile yokuz.
De, yüreğin nice yanarsa yansın,
Efendilerin yüreği buz.”
Sanki vedalaşmak için gitmiştim İstanbul’a. Kadıköy rıhtımındaki bütün kahvehaneleri dolaştım. “Dağlarca ile arkadaşları burada mı buluşuyor diue sordu giriğim her kıraathanenin garsonlarına.
Bulamadı bu beceriksiz adam o kıraathaneyi. Vedalaşamadan yitirdi o büyük ozanı.
Ne mutlu ona şiirle dopdolu 94 yıl ömür sürdü.
Teşekkürler sana şiirimizin büyük ustası, Türk edebiyatına yüzlerce, binlerce çok iyi şiirler kattığın için. Melekler dinlesin artık şiirlerini.
FEV
Bir şair nasıl ölebilir yaşamak bunca güzelken?
FEV
Dünyada 138 şiir kitabı yayınlanmış bir başka şair daha var mıdır? Yok. Kim bilir yayınlanmamış olanlar derlense, daha kaç kitabı olur…
Böyle dağlarca kitabı olan büyük şairimizi yitirdik. Kitapları çoktan dalya dedi ama yaşı diyemedi. 93 yıllık ömür de az bir ömür değil ama böyle büyük bir şaire çok fazlası yakışırdı.
O, şiirleriyle birlikte kim bilir kaç 93 yıl yaşayacak daha sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca… Bugün onun her biri bir diğerinden berceste şirleriyle süsleyeceğim köşemi.
SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ
Söyle sevda içinde türkümüzü
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan, dallarla, bulutlarla bir
Ayrı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir
Yaşamak bu kadar güzelken?
SENİ..
Seni
Öyle uzun seviyorum ki seni
Ya yaradılışta doğmuşum
Ya ölümsüzün biriyim ben...
ÖLÜ
Hangi mahallede imam yok
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.
Ölüler namına, azade ve temiz
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, haşa
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım
Ki bütün azalarım hülyada.
Hiçbir dua yerine getiremez
Benim kainatlardan uzaklığımı.
Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...
GÜNLERDE
Geçip gideceksin
Karanlığın
Nereye götürdüğünü bilmeden hiç
Analar kızlar nineler oğullar
Daha da üzülürken sızlarken
Güzelleşirken daha da
Dönerdi değil mi her akşam
Kurdu andıran dağ doruğunda
Kuzey yıldızı
Verirdi ya
Anılarındaki kırmızıyı
Ağaçlar her kirazında
Sevmez miydi oğlanın esmerliğini
İnince perdeler
Kız geceleyin
Emekli nasıl da bomboştu kahvede
Anlatırdı gözleri ıslak
Elleri uykulu
Bir çağrısı yok muydu ha
Gün doğar doğmaz
Yeni otomobillerin
Kötüydü biliyorsun
Gazetedeki yazılar
Savaşlardan ekmekten kiralardan ötürü
Sen geçip gideceksin
Bütün aydınlığı
Böylece bırakıp
HASRET
Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri
Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:
Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri
Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye
NEREYE
Nereye sevdiğin benim, inandığım nereye
Rüyaların yarasalar gibi uçuştuğu geceler içinden.
Dalgınlığımla hareketlerini seçemiyorum
Varlığının altın kafiyesini arıyorken ben.
Hangi dünyaları dolaştıktı bilmiyorum
O nasıl bir adaydı, nasıl bir deniz.
Gök, bir söğüt dalı gibi eğilmişti sulara doğru
Ve eğilmiştik o dal gibi hayata doğru ikimiz.
Kim ellerini alnımda gezdirirken o ten, ses ile
Bana kalbin musikisini verecek, haberi olmadan.
Geceyi avuçlarımda siyah bir gül gibi duyuyorum
Ve sen misin bilmiyorum bu gülü bırakan.
Nereye, ey göz yaşlarımın sıcaklığı
Ki başka birisi yok beni duyan.
Rüyalar nereye gidiyor, anlamıyorum;
Ve sen nereye gidiyorsun, hatıralardan.
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
Üç şeyin bana çağrıştırdıkları: Benim üç tuhaflarım...
1. Ümraniye Belediyesinin açtıği şiir yarışmasında jürinin MUTEŞEM JÜRİ diye tanımlaması. Bence 'Ümraniyenin MUHTEŞEM Başkanının Belediyesince düzenlenen şiir yarışması' denmeliydi.
2. Yargıtay üyelerinin altısının KAPATMAYA EVET, sedece Başkanın HAYIR demesi. Size garip gelmiyor mu? Ayrıca altıya 1 çoğunluk oyuyla kapanamayan partinin 11'e 4 gibi bir azınlık oyuyla devlet bütçesinden aparılan, seçim yolluğundan mahrum edilmesi ilginç değil mi? Gerçi partilerin içinde yetim hakkının da bulunduğu bu haçıkassımlığı almaya hiç bir partinin de hakkı yok ya...
3. Tayip amcanın ansızın Atatürkçü, cumhıriyetçi kesilmesi.