Kur’ân, ezelden-ebede insanlığın ışığı, rehberi, ruhu ve destanıdır. Bu itibarla onda yer alan her şey, kıyamete kadar bütün insanlığı ilgilendirir. Kur’ân’daki kıssalara bu açıdan baktığımızda, bizim onlardan aldığımız ve alacağımız derslerin, ibretlerin olduğu ve olacağı da muhakkaktır. İşte bu yönüyle kıssaların anlatılmasının temel sebeplerinden biri daha belirlenmiş olur. Ancak, kıssalar bu açıdan tahlile tâbi tutulurken, şu hususun da unutulmaması gereklidir; kıssalar zaman, mekân, şahıs ve toplumlarla mukayyet hadiselerdir. Bizim onlardan gerekli dersi alabilmemiz, bu üç unsurun gözetilmesi ile mümkündür. Yoksa onları genelleme içinde ele alıp, zamanımıza indirgediğimizde, başka bir tabirle vak’aların tarihî, siyasî, askerî, coğrafî, kültürel ve dinî arka plânını gözardı ettiğimizde, ulaşacağımız neticelerin yanlış olacağı da izahtan vârestedir. Bu küllî hakikat mahfuz, Kur’ân’a ait bir hususu vurgulamak isterim; Kur’ân, bahsini ettiğimiz kıssaları öyle bir üslup ve şive ile bize sunar ki, insan hemen ondaki bu zamanüstü edada kendine hitap edildiğini anlar ve muhatap tavrına girer. Yani zaman, mekân, insan faktörlerine takılmadan, ondan gerekli olan mesajı alabilir. Ne var ki, bunun, herkesin yapabileceği çok kolay bir şey olmadığı da açıktır.
Zamanüstülük meselesiyle alâkalı şöyle bir yaklaşım uygun olsa gerek: Allah (c.c) mazi, hâl ve istikbali birden ihata eden bir Zat-ı Ecell-i A’lâ’dır. Zaten zamanı yaratan da O’dur. Kur’ân’ın evrensel ve kıyamete kadar bütün insanlığın model ve rehber kitabı olmasından ötürü, Allah (c.c) bütün insanlığı hesaba katmış, onların hayal ve kurgu dünyalarını dahi istiab edecek ölçüde, anlattığı kıssa veya verdiği mesajları değişik kalıplara dökmüştür. Kur’ân’a zamanüstülük kazandıran da her hâlde onun bu özelliğidir. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, herhangi bir kıssanın gerçek anlamda değerlendirilebilmesi, onun ön ve arka plân şartlarının bütününün gözetilmesi ile mümkündür.
Bazı kıssalar Kur’ân’da değişik yerlerde ve defaatla anlatılmaktadır. Dikkat edildiği takdirde, ilgili kıssanın anlatıldığı her yerde, başka bir yanına vurgu yapılmakta, vurgu yapılan yer ön plâna çıkartılarak, mevzûun ana temasını oluşturmaktadır ki, bu hususun gözden uzak tutulmaması gerekir.
Kıssalarda dikkatimizi çeken bir diğer özellik; kıssalarda anlatılan hakikatlerin, Allah Resûlü (s.a.s.) döneminde de az veya çok var olmasıdır. Mesela, Hz. Lut kavminde livatacılık, Hz. Şuayb’da tefecilik veya daha genel bir ifadeyle ticarî ahlâksızlık gibi unsurlar bunlardandır. Aynı şeyler Efendimiz’in içinde neş’et ettiği toplumda da vardı. Bu meselenin işaret ettiği bir husus da, Efendimiz (s.a.s.) câmî bir peygamberdir. Bu, O’nun taşıdığı sıfatlarda böyle olduğu gibi, ortaya koyduğu sistem itibarıyla da böyledir. Bu ise, Hz. Âdem’de icmal edilip, Efendimiz’e kadar gelen peygamberlerle tafsil edilen meseleler ve sıfatlar, Efendimiz’de tekrar icmal ediliyor demektir. Ve bunun bir adım ötesi, bunlar ümmet-i Muhammed’de, ümmet-i Muhammed’le tekrar tafsil edilecektir. Ümmet-i Muhammed’de dediğimiz sıfat, ümmet-i Muhammed’le dediğimiz şey bir mesele veya sistemdir. Zaten teknik ve teknolojik gelişmeler, muhabere ve muvasala -telekomünikasyon ve ulaşım- vasıtalarının gelişimi bunun alt yapısını hazırlamış durumdadır. Dünya artık bugün herkesin bildiği ve kullandığı bir kavram ile global bir köy haline gelmiştir. Sınırlar ister-istemez farklılaşmış ve millî kültür, örf, âdet vb. millî damgasını vurduğumuz çok şey bir dengelenme sürecine girmiştir. Bu husus gelecekte idarî sistemlere de yansıyacaktır.. ve daha şimdiden yansımaya da başlamıştır.
Tekrar sadede dönecek olursak, Kur’ân kıssalarının, yukarıda kısaca bahsettiğimiz unsurların gözetilerek okunması ve değerlendirilmesi bana çok önemli geliyor. Evet, Kur’ân’ı tebliğ ve temsille mükellef insanların, her âyetten mesajlar çıkartıp, onu hayatlarına tatbik etmeleri gerekmektedir. Bu da, her şeyden önce Kur’ân’ı, kendine nâzil oluyormuşçasına okumakla mümkündür ki böyle bir okuyuş Kur’ân’ı anlamada merdivenin ilk basamağı sayılır. Şahsen ben, değil Müslüman Türk milleti, bütün bir İslâm âleminin daha bu basamağa bile adım atamadıkları kanaatindeyim. Tabiî, İlahî inayetin desteklediği şahsiyetler müstesnâ.
Bugüne dek İslam'ın ılımlı sesi olarak tanıtılan, hoşgörüsü ile çok geniş kesimlerin övgülerine ve hayranlıklarına mazhar olan Fethullah Gülen'in bu açıklamalarına bakılırsa, ateist insanlarla teröristler arasında hiçbir fark bulunmuyor. Bu çerçevede ateist olan, ama kendine ait bir değerler sistemi içinde kimseye kötülük etmeyen, iyilik timsali bir insanla İkiz Kuleler'e saldırı emrini veren Usame bin Ladin'in bir tutulması gerekiyor. Ve bu ateist insanı bekleyen son, Fethullah Gülen'in buyurduğu üzere ‘ebediyen cehennemde yanmaktır.’ Tam bir hoşgörülülük hali sizin anlayacağınız...
Ayrıca, ateistin yerini cehennem olarak gösteren bir İslam düşünürü, laik de olamaz.”
İsra Suresinin 33. ayeti şöyle başlar: “Ve yine sakın haklı bir gerekçeye dayanmaksızın Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın.”
Bu ayetle Allah, açık bir şekilde, çok haklı bir gerekçe olmadıkça insanın yaşama hakkının elinden alınmasını men etmiştir. Kuran’da aynı emrin tekrarlandığı onlarca ayet mevcuttur.
“Sana saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: ’O ayda savaşmak çirkin bir şeydir; ancak insanları Allah yolundan geri çevirmek, O’nu inkar etmek ve Mescid-i Haram’a girmekten onları menetmek ve halkını oradan sürmek, bütün bunlar Allah katında daha da kötüdür, çünkü zulüm ve baskı öldürmekten daha korkunçtur.” Bakara Suresi: 217
Bu ayette ise, Allah’ı inkar etmenin ve yukarıda bahsedilen eylemlerin, öldürmekten daha korkunç olduğu çok net bir şekilde anlatılmıştır.
Bu iki ayete baktığımızda, haklı bir gerekçe olmadan bir insanı öldürmek ne kadar kötü ve yanlış ise, Allah’ı inkar etmek, öldürmekten daha da kötü ve yanlıştır diye bir sonuca varırız.
Kısacası Fethullah Gülen, yukarıdaki sözleri hoşgörüsüz bir yaklaşım içinde değil, sadece Kuran perspektifinden bakarak söylemiştir. Bu, ne Fethullah Gülen’in, ne de bir başkasının ateist hakkında verdiği bir hükümdür, Tanrı’nın hükmüdür.
Fethullah Beyin avukatı değilim ama bu yanlış anlamaları düzeltmedikçe, ne İslam dini anlaşılır, ne de bir Müslüman.
“Fethullah Gülen'in buyurduğu üzere ‘ebediyen cehennemde yanmaktır.’ Tam bir hoşgörülülük hali sizin anlayacağınız...” Ateistin cehennemde ebediyen yanması, Fethullah Gülen buyurduğu için değil, Tanrı buyurduğu içindir. Tanrı’nın hükmü böyledir. Siz buna inanıp, inanmamakta özgürsünüz. Ama bir Müslüman bu gerçeğe inanır ve de inancını anlatır. Çünkü o da bu konuda özgürdür.
Bir Müslüman’ım ama eşimin ateist oğluna veya yine aynı inanca sahip halamın oğluna saygılı ve de inancına hoşgörülüyüm. Onları yargılayamam, çünkü böyle bir hakka sahip değilim. Sadece onlar için dua edebilirim. Fethullah Gülen’in de bir Müslüman olarak, bu şekilde düşündüğünden eminim.
Tanrı, Kendisine inanıp inanmama özgürlüğünü insana vermişken, bir başka insanın bu duruma müdahalesi beklenemez. Tanrı’nın, inanmayan insan hakkındaki hükmüne inanan bir insana da, inancından dolayı hiçbir insan müdahale edemez. İşte hoşgörü bu nokta da gereklidir.
Müslüman olduğunu iddia eden her insanın vazifesi Kuran’ın içindeki gerçekleri öğrenmektir. Başkalarının anlattıkları ile yetinmeden! Ama bir Müslüman, bu vazifesini yapıp yapmamakta dahi özgürdür. Daha güzel bir din düşünebilir misiniz? Biz, birbirimize böyle demokrat olabiliyor muyuz?
Demokraside, tercih hakkımız vardır ama tercihlerimiz yasalarla sınırlıdır. Bu yasaları ihlal ettiğimiz zaman neticelerine katlanırız. Yani cezalandırılırız.
Tanrı’nın insana sunduğu özgürlük içinde, tercihlerimizi istediğimiz şekilde kullanabiliriz. Ama aynen demokraside olduğu gibi, Tanrı’nın da yasaları vardır. Tanrı’nın yasalarını ihlal ettiğimizde, sonuçlarına katlanmak zorundayız. Biz, insan olarak yasaları çiğneyenleri cezalandırırken, Tanrı’nın cezalandırması için sitem edebilir miyiz? ASLA!
ideolojisini yapadan gitti,belki kafasına kurşun sıkamadı ama
ben ağlamazken açıldı perde düştü masken
bişey gelir diye hişşşşşşşşşt BEKLEYİŞLER
haremde curcuna............
onun değerini bilemiyoruz
yeni albüm geliyor ve bir film
yalan dolan yazmayan gazete
Onlar, üstlerindeki semâya bakmıyorlar mı? Hiç bir çatlaklığı olmadığı halde onu nasıl binâ etmiş ve donatmış” (Kâf/6) .
Kur’ân, ezelden-ebede insanlığın ışığı, rehberi, ruhu ve destanıdır. Bu itibarla onda yer alan her şey, kıyamete kadar bütün insanlığı ilgilendirir. Kur’ân’daki kıssalara bu açıdan baktığımızda, bizim onlardan aldığımız ve alacağımız derslerin, ibretlerin olduğu ve olacağı da muhakkaktır. İşte bu yönüyle kıssaların anlatılmasının temel sebeplerinden biri daha belirlenmiş olur. Ancak, kıssalar bu açıdan tahlile tâbi tutulurken, şu hususun da unutulmaması gereklidir; kıssalar zaman, mekân, şahıs ve toplumlarla mukayyet hadiselerdir. Bizim onlardan gerekli dersi alabilmemiz, bu üç unsurun gözetilmesi ile mümkündür. Yoksa onları genelleme içinde ele alıp, zamanımıza indirgediğimizde, başka bir tabirle vak’aların tarihî, siyasî, askerî, coğrafî, kültürel ve dinî arka plânını gözardı ettiğimizde, ulaşacağımız neticelerin yanlış olacağı da izahtan vârestedir. Bu küllî hakikat mahfuz, Kur’ân’a ait bir hususu vurgulamak isterim; Kur’ân, bahsini ettiğimiz kıssaları öyle bir üslup ve şive ile bize sunar ki, insan hemen ondaki bu zamanüstü edada kendine hitap edildiğini anlar ve muhatap tavrına girer. Yani zaman, mekân, insan faktörlerine takılmadan, ondan gerekli olan mesajı alabilir. Ne var ki, bunun, herkesin yapabileceği çok kolay bir şey olmadığı da açıktır.
Zamanüstülük meselesiyle alâkalı şöyle bir yaklaşım uygun olsa gerek: Allah (c.c) mazi, hâl ve istikbali birden ihata eden bir Zat-ı Ecell-i A’lâ’dır. Zaten zamanı yaratan da O’dur. Kur’ân’ın evrensel ve kıyamete kadar bütün insanlığın model ve rehber kitabı olmasından ötürü, Allah (c.c) bütün insanlığı hesaba katmış, onların hayal ve kurgu dünyalarını dahi istiab edecek ölçüde, anlattığı kıssa veya verdiği mesajları değişik kalıplara dökmüştür. Kur’ân’a zamanüstülük kazandıran da her hâlde onun bu özelliğidir. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, herhangi bir kıssanın gerçek anlamda değerlendirilebilmesi, onun ön ve arka plân şartlarının bütününün gözetilmesi ile mümkündür.
Bazı kıssalar Kur’ân’da değişik yerlerde ve defaatla anlatılmaktadır. Dikkat edildiği takdirde, ilgili kıssanın anlatıldığı her yerde, başka bir yanına vurgu yapılmakta, vurgu yapılan yer ön plâna çıkartılarak, mevzûun ana temasını oluşturmaktadır ki, bu hususun gözden uzak tutulmaması gerekir.
Kıssalarda dikkatimizi çeken bir diğer özellik; kıssalarda anlatılan hakikatlerin, Allah Resûlü (s.a.s.) döneminde de az veya çok var olmasıdır. Mesela, Hz. Lut kavminde livatacılık, Hz. Şuayb’da tefecilik veya daha genel bir ifadeyle ticarî ahlâksızlık gibi unsurlar bunlardandır. Aynı şeyler Efendimiz’in içinde neş’et ettiği toplumda da vardı. Bu meselenin işaret ettiği bir husus da, Efendimiz (s.a.s.) câmî bir peygamberdir. Bu, O’nun taşıdığı sıfatlarda böyle olduğu gibi, ortaya koyduğu sistem itibarıyla da böyledir. Bu ise, Hz. Âdem’de icmal edilip, Efendimiz’e kadar gelen peygamberlerle tafsil edilen meseleler ve sıfatlar, Efendimiz’de tekrar icmal ediliyor demektir. Ve bunun bir adım ötesi, bunlar ümmet-i Muhammed’de, ümmet-i Muhammed’le tekrar tafsil edilecektir. Ümmet-i Muhammed’de dediğimiz sıfat, ümmet-i Muhammed’le dediğimiz şey bir mesele veya sistemdir. Zaten teknik ve teknolojik gelişmeler, muhabere ve muvasala -telekomünikasyon ve ulaşım- vasıtalarının gelişimi bunun alt yapısını hazırlamış durumdadır. Dünya artık bugün herkesin bildiği ve kullandığı bir kavram ile global bir köy haline gelmiştir. Sınırlar ister-istemez farklılaşmış ve millî kültür, örf, âdet vb. millî damgasını vurduğumuz çok şey bir dengelenme sürecine girmiştir. Bu husus gelecekte idarî sistemlere de yansıyacaktır.. ve daha şimdiden yansımaya da başlamıştır.
Tekrar sadede dönecek olursak, Kur’ân kıssalarının, yukarıda kısaca bahsettiğimiz unsurların gözetilerek okunması ve değerlendirilmesi bana çok önemli geliyor. Evet, Kur’ân’ı tebliğ ve temsille mükellef insanların, her âyetten mesajlar çıkartıp, onu hayatlarına tatbik etmeleri gerekmektedir. Bu da, her şeyden önce Kur’ân’ı, kendine nâzil oluyormuşçasına okumakla mümkündür ki böyle bir okuyuş Kur’ân’ı anlamada merdivenin ilk basamağı sayılır. Şahsen ben, değil Müslüman Türk milleti, bütün bir İslâm âleminin daha bu basamağa bile adım atamadıkları kanaatindeyim. Tabiî, İlahî inayetin desteklediği şahsiyetler müstesnâ.
Bugüne dek İslam'ın ılımlı sesi olarak tanıtılan, hoşgörüsü ile çok geniş kesimlerin övgülerine ve hayranlıklarına mazhar olan Fethullah Gülen'in bu açıklamalarına bakılırsa, ateist insanlarla teröristler arasında hiçbir fark bulunmuyor. Bu çerçevede ateist olan, ama kendine ait bir değerler sistemi içinde kimseye kötülük etmeyen, iyilik timsali bir insanla İkiz Kuleler'e saldırı emrini veren Usame bin Ladin'in bir tutulması gerekiyor. Ve bu ateist insanı bekleyen son, Fethullah Gülen'in buyurduğu üzere ‘ebediyen cehennemde yanmaktır.’ Tam bir hoşgörülülük hali sizin anlayacağınız...
Ayrıca, ateistin yerini cehennem olarak gösteren bir İslam düşünürü, laik de olamaz.”
İsra Suresinin 33. ayeti şöyle başlar: “Ve yine sakın haklı bir gerekçeye dayanmaksızın Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın.”
Bu ayetle Allah, açık bir şekilde, çok haklı bir gerekçe olmadıkça insanın yaşama hakkının elinden alınmasını men etmiştir. Kuran’da aynı emrin tekrarlandığı onlarca ayet mevcuttur.
“Sana saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: ’O ayda savaşmak çirkin bir şeydir; ancak insanları Allah yolundan geri çevirmek, O’nu inkar etmek ve Mescid-i Haram’a girmekten onları menetmek ve halkını oradan sürmek, bütün bunlar Allah katında daha da kötüdür, çünkü zulüm ve baskı öldürmekten daha korkunçtur.” Bakara Suresi: 217
Bu ayette ise, Allah’ı inkar etmenin ve yukarıda bahsedilen eylemlerin, öldürmekten daha korkunç olduğu çok net bir şekilde anlatılmıştır.
Bu iki ayete baktığımızda, haklı bir gerekçe olmadan bir insanı öldürmek ne kadar kötü ve yanlış ise, Allah’ı inkar etmek, öldürmekten daha da kötü ve yanlıştır diye bir sonuca varırız.
Kısacası Fethullah Gülen, yukarıdaki sözleri hoşgörüsüz bir yaklaşım içinde değil, sadece Kuran perspektifinden bakarak söylemiştir. Bu, ne Fethullah Gülen’in, ne de bir başkasının ateist hakkında verdiği bir hükümdür, Tanrı’nın hükmüdür.
Fethullah Beyin avukatı değilim ama bu yanlış anlamaları düzeltmedikçe, ne İslam dini anlaşılır, ne de bir Müslüman.
“Fethullah Gülen'in buyurduğu üzere ‘ebediyen cehennemde yanmaktır.’ Tam bir hoşgörülülük hali sizin anlayacağınız...” Ateistin cehennemde ebediyen yanması, Fethullah Gülen buyurduğu için değil, Tanrı buyurduğu içindir. Tanrı’nın hükmü böyledir. Siz buna inanıp, inanmamakta özgürsünüz. Ama bir Müslüman bu gerçeğe inanır ve de inancını anlatır. Çünkü o da bu konuda özgürdür.
Bir Müslüman’ım ama eşimin ateist oğluna veya yine aynı inanca sahip halamın oğluna saygılı ve de inancına hoşgörülüyüm. Onları yargılayamam, çünkü böyle bir hakka sahip değilim. Sadece onlar için dua edebilirim. Fethullah Gülen’in de bir Müslüman olarak, bu şekilde düşündüğünden eminim.
Tanrı, Kendisine inanıp inanmama özgürlüğünü insana vermişken, bir başka insanın bu duruma müdahalesi beklenemez. Tanrı’nın, inanmayan insan hakkındaki hükmüne inanan bir insana da, inancından dolayı hiçbir insan müdahale edemez. İşte hoşgörü bu nokta da gereklidir.
Müslüman olduğunu iddia eden her insanın vazifesi Kuran’ın içindeki gerçekleri öğrenmektir. Başkalarının anlattıkları ile yetinmeden! Ama bir Müslüman, bu vazifesini yapıp yapmamakta dahi özgürdür. Daha güzel bir din düşünebilir misiniz? Biz, birbirimize böyle demokrat olabiliyor muyuz?
Demokraside, tercih hakkımız vardır ama tercihlerimiz yasalarla sınırlıdır. Bu yasaları ihlal ettiğimiz zaman neticelerine katlanırız. Yani cezalandırılırız.
Tanrı’nın insana sunduğu özgürlük içinde, tercihlerimizi istediğimiz şekilde kullanabiliriz. Ama aynen demokraside olduğu gibi, Tanrı’nın da yasaları vardır. Tanrı’nın yasalarını ihlal ettiğimizde, sonuçlarına katlanmak zorundayız. Biz, insan olarak yasaları çiğneyenleri cezalandırırken, Tanrı’nın cezalandırması için sitem edebilir miyiz? ASLA!
erbakanada haksızlık yapıldı gibime geliyor
mekanım üsküdar ve en son karacaahmet anla