Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • kıbrıs02.06.2004 - 17:08

    Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethinden sonra kendisine Doğu Akdeniz hâkimiyeti yolu açılan Osmanlı Devleti'nin Girit ve Kıbrıs Adaları'nı da alması askerî ve siyasî bir zorunluluk halini almıştı.

  • nato02.06.2004 - 16:55

    NATO NEDİR, TÜRKİYE İLE YUNANİSTAN'IN NATO'DAKİ KONUMU NEDİR?

    İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Kuzey Atlantik bölgesindeki memleketlerin müşterek güvenini sağlamak üzere görüşmeler yapıldı. Sonunda 17 Mart 1948'de Brüksel'de beş devlet arasında 'Beşli Pakt' imzalandı. Daha sonra birleşik savunma sisteminin genişletilmesi için diğer devletlerin başvurması üzerine 4 Nisan 1949'da 'Kuzey Atlantik Antlaşması' imzalandı.
    Bu antlaşmayı imzalayan devletler şunlardır: Birleşik Amerika Devletleri, Büyük Britanya, Fransa, Kanada, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İtalya, Potekiz, Norveç, Danimarka ve İzlanda.

    Böylece İtalya ve Portekiz gibi Kuzey Atlantik bölgesiyle ilgisi olmayan devletler de pakta alındılar. Bu nedenle Türk ve Yunan Hükümetleri de Atlantik Paktına girmek istediğiler ve isteklerini pakta dahil devletlere bildirdiler.

    Türkiye ve Yunanistan'ın 1952'de, Batı Almanya'nın 1955'te ve İspanya'nın 1982 yılında NATO'ya katılması ile NATO üyelerinin sayısı 16'ya çıkmıştır.

    NATO'nun kuruluşu ile Sovyetlerin Avrupa'daki yayılması durdurulmuştur.

    Antlaşmanın başında, imza atan ülkelerin, milletlerin, demokrasi ilkeleri ve kişi hürriyetleri ve hukuk üstünlüğüne dayanan hürriyetlerini ve ortak savunmaları ile barış ve güvenliklerini korumak için birleşmiş oldukları belirtilmiştir:

    'Taraflardan bir veya birkaçına, Avrupa'da yahut Kuzey Amerika'da yapılacak herhangi bir tecavüz, pakta dahil bütün devletlere birden yapılmış sayılacak, her devlet, tecavüze uğrayanların yardımına koşacaktır'.

    NATO'nun ilk merkez karargahı Paris yakınında kurulmuş, sonradan Brüksel'e alınmıştır. NATO'nun Güney-doğu Komutanlığının karargahı ise İzmir'dedir.

    KAYNAK:
    Armaoğlu, Prof. Dr. Fahir-; 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Alkım Yayınevi, Genişletilmiş 12. Baskı, Ankara, s. 447-449.

  • insan02.06.2004 - 16:44

    insan

    Doğadaki diğer biyolojik canlılarda olduğu gibi varolduğu yaşam serüveninde bir çok evrimsel süreçten geçmiştir insan… Ayakları üzerinde durabilmiş, maddeye şekil verip tasarımlar yapabilmiş, elleri ile üretebilmiş ve tüm bunların sonucunda kendini bir bütün olarak ifade edebilecek sanatı ve kültürünü oluşturmuştur. Belki de bu şekilde yaşamı anlamayı, kendini duyumsayabilmeyi öğrenebilmiştir. Ama asıl önemlisi, kendini bir varlık olarak algılama becerisini gösterebilen bilinen tek varlık olmuştur. Sancılı bir süreçtir bu…Eski Hint kültüründe, insan bütün canlılarla kendini bir algılar. Bu düşünüşe göre doğada canlılar birbirlerine bağlı olarak bir aradadır. Klasik Yunanda ise insanın düşünce ve duyguları ile diğer canlılardan ilk kez ayrıldığı görülmektedir; İnsana özgü olan akıl ile insan kendisini diğer varlıkların önüne çıkarır ve bir noktada tanrılıkla bağlanır (Logos) . Descartes’ da insan aklı ile tanrısallık bir arada algılanır. Dünyanın varlığından tanrıya giden yol bırakılıp, Tanrılıkta kökünü bulan, bilen aklın ışığından dünyanın çıktığı şeklinde bir sonuçlanmaya varılır. İbni Sina’dan Spinoza’ya ve Hegel’e kadar gelen panteizm, insan tini ile Tanrısal tinin özdeşliğini ana öğretilerden biri haline getirmiştir. Artık insanın tinsel farklılığı irdelenmektedir. Leibniz bunu daha da ileri götürmüştür. Ona göre insan kendinde bir tür küçük tanrıdır.

    Tarih boyunca kendi üzerindeki bilincinin gelişip artmasıyla insan artık kendisinin kim olduğu, bu evren içerisinde yerinin ne olduğu sorularını da sormaya başlamıştır. Scheler’e göre insanın bu sorgulamaları onu birçok sonuca götürmüş, bu sonuçların etkileri de kendisini insanlık tarihi olarak ortaya koymuş olduğundan, tarihte ortaya çıkan insanlıkla ilgili ide’leri beş farklı ana madde üzerinde toplamıştır;

    Scheler, özellikle Yahudi ve Hıristiyan geleneğine bağlı olan çevrelerin, dinsel inancın insan üzerindeki ide’si ile algılanan insan düşüncesini dile getirir. Tanımlanan bu ilk ide, Tanrı tarafından yaratılan bir çift insan tasarımının (Adem- Havva) insanlık üzerinde kendisi hakkında bıraktığı etkidir. Bu düşünceye göre, insan daha doğuştan günahkardır. Çünkü aklı ve özgür iradesiyle işlediği günah sonucu Tanrı tarafından cennetten kovulmuştur. İnsanın aklı sayesinde ulaştığı Tanrı kavramı, yine bu aklın, Tanrıyla ama temelde kendisiyle çatışması olarak belki de insanlığın yarattığı ilk mitos biçiminde ortaya çıkmış olması gerçekten çok ilginçtir.

    İnsanlık üzerinde en çok kabul gören ikinci ide “Homo sapiens” ide’sidir. Yunanlıların ulaştığı bu düşünce, insanın bir “akıl varlığı” olduğudur. Bu düşünce ilk olarak Anaksogoras tarafından dile getirilmiş, Platon ve Aristoteles tarafından da felsefi biçimde açıklanmaya çalışılmıştır. Aristoteles’e göre “Anima rationalis” ide’si yani aklın yolundan giderek bilgi ağacını tanıma ve cennetten kovulma düşüncesi sonraları Hıristiyan felsefesinde de insan özünün “Anima rationalis” ide’si ile tanımlanmasını doğurmuş, bilgi ile günah bir arada algılanır hale gelmiştir. Homo sapiens ide’si insanı hayvandan ayıran bir özelliktir. Akıl aracılığı ile insan varolanı olduğu gibi tanımaya, Tanrıyı, evreni ve kendini bilmeye elverişli hale gelebilmiştir. Aristoteles’ten Kant’a homo sapiens ide’sini kabul eden hemen bütün filozoflar için insan Tanrıca bir etmendir. İşte bu etmen, kaosu kozmos’a çeviren şey ile ilkece aynıdır. Bu durum ise “aklın değişmezliği” tartışmalarına neden olmuştur. Hegel tarafından yadsınmış olan aklın değişmezliği ona göre eksik bir bakış açısıdır. Hegel tarihi aklın ürünlerinin bir toplamı olarak değil, insanlık tininin bir biçimlenmesi olarak görür. Tarih ona göre, Tanrılığın insanın ideler dünyasında anlaşılması ve kendi kendisinin farkına varılmasının meydana getirdiği sürecin adıdır.

    İnsan üzerindeki üçüncü ide, naturalist, pozitivist, ve daha sonra pragmatist öğretilerin kabul ettiği “homo faber” ide’sidir. Bu düşünceye göre insan temelde hayvanlardan çok da farklı olmayan bir “içgüdü varlığı”dır. Bacon, Hume, Spencer gibi pozitivistlerin insan anlayışları, onun içgüdü varlığı olduğu yönündedir. Çalışan, konuşan, alet yapan, aklını ve mantığını ancak uğraşları ile kuran bir varlıktır insan. Özde düşünen değil yapabilen, şekil veren, üretebilendir.

    İnsan için ortaya atılan dördüncü ide ise, onun tarih içerisindeki soysuzlaşmasına değinir. Bu görüş, evrimleşme sürecini tamamlayamayan insanın bu eksikliğini giderebilmek üzere varolmak için üretmek zorunda olduğu aletleri kullanma gereksiniminden bahseder. Evrimsel olarak genetik yapılanmasını doğa ile uyumlu hale getiremeyen insan yok olması gereken bir canlı türüdür. Ancak bu yok oluşu o kendi tinsel yapısı ve aklı ile aşmıştır

    İnsan üzerine günümüz felsefesinde ortaya konan beşinci ide Scheler’e göre kendisini öylesine mağrur ve baş döndürücü bir yüksekliğe koymuştur ki artık insan, üst insan kimliği ile karşılaştırıldığında “utanç verici” bir varlıktır. Üst insan tek sorumlu olan bir efendidir. Yaratıcıdır. Tarihin kendisinde anlam bulduğu yegane varlıktır. Özde ortaya konan bu ateizm kavramı, insanın bir kişi olması için teist Tanrı kavramının varolmaması gerekliliği esasına dayanır. Hartman’a göre insanın dışında bir varlığın geleceği belirlemesi özgür ve kendinden sorumlu bir varlık olarak insanı ortadan kaldırır.

    İnsanın insan hakkında düşünce tarihinde söylediği yığınla söz ve ürettiği çok sayıda düşünceden sonra vardığı nokta aslında bir yere varamamış olmasının yarattığı içsel çelişkidir. Tarih boyunca insanın aklı ve tinsel yapısıyla ulaştığı Tanrı kavramı, yine aynı akıl tarafından yok edilebilmektedir. Ama asıl paradoksu oluşturan, Tanrıyı reddedebilen insanın, evrende kendisini farklı bir yere koyarken ve insanı tanımlarken, Tanrıyı algılamasını sağlayan tinsel özelliğini her şeye rağmen ortaya koyma çabasıdır. Dolayısıyla aslında insanoğlu bilir ki, Tanrıyı anlamak insana özgüdür ve insanca bir eylemdir. Özetle, bu bir çıkmaz sokaktır. Bu durum ise yaşadığımız çağda, kendi ürettiği en büyük soruya yanıt bulduğunu kabul eden insanı başka açmazlara götürür. İşte böylesi bir durumda da sorulması gereken temel soru, düşünen insanın felsefi “uyanış” ını reddeden çözümlerin oluşturduğu problemlerin neler olabileceğidir?

    Bir yanda, Tanrıyı sorgulayarak ondan bir şekilde uzaklaşmayı becermiş insan gerçeği vardır. Tanrıyı anlamayı düşünsel boyutta artık gerekli bulmayan insan, varoluşunu anlamak, kendini bilmek adına girdiği bu savaştan vazgeçerek ve tinsel yapısından tekrar koparak bir anlamda insanlığından uzaklaşmakta mıdır? Evet…yanıtlanması zor bir sorudur bu. Ancak insan olma bilinci ve kişi olma sorumluluğu insanı tam anlamıyla tüketmiştir. Belki de bu yüzden vazgeçmiştir günümüz insanı. Yenilmiştir. 19. yüzyıl sonrası ortaya çıkan bilimselci anlayışın faydacı bir bakış açısıyla bütünleşerek değerlendirme ölçütü haline gelmesi başka hangi nedenlerden dolayıdır? Tanrıya insanlaşması için gereksinimi olan insanın onu reddedemeyip göz ardı etme çabasıdır bu. Artık gerçek, sadece denenebilir ve tekrar edilebilir doğruların kendisidir.

    Öte yanda ise, sanki başka bir dünyada aynı süreç, tanrıyı değil kurallarını yaşamak adına koşulsuz ve sorgusuz bir inancı önermektedir. Çünkü yine yanıtın bulunduğu kabul edilmiştir. Ancak sorunun yanıtını kim vermiştir? soruyu soran akıl mı? Yoksa aklın bulduğu Tanrı mı? Neden artık insanın tinselliği bir yerden sonra gereksiz yada yetersiz bulunabilmektedir? Sanırım yanıtımız ne olursa olsun, bu düşüncenin, sonuçları açısından yine benzer bir şekilde, insanı, sorgulamama noktasına getirebilmesi oldukça düşündürücüdür.

    Günümüz dünyasında felsefi eğitim konusunda niçin eksik kalınmıştır? Neden ısrarla felsefi düşünceden bilinçli bir şekilde uzaklaşılmakta, bahis konusu edilmemektedir? Öyle görünüyor ki bu durum günümüz dünyasını belirleyen değerlerle, anlayışlarla ve görme açılarıyla ilgilidir. Artık “insan olma bilincinin” rafa kaldırıldığı 21. yüzyılın başlarında “humanitas” idealinin üst bir noktası olarak insan hakları düşüncesine ulaşabilmiş olan insanın, bu hakların ihlalinin önüne neden geçemediği de kanımca son derece açıktır. Felsefi bilginin temeli olarak bağımsız ve yaratıcı düşünmenin zayıfladığı, kendini dar çevresinden soyutlayarak bir bütün olarak algılayabildiği “theoria” yönünü yitirdiği, bilginin, bütünlüğü olmayan ve birbirinden kopuk uzmanlıklarla sınırlandırıldığı dünyamızda insanın kendini anlama çabası, faydacı anlayışından dolayı son derece gereksiz bulunmaktadır. İşte bu yüzden toplum bilimcilerin ısrarla sorgulamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı insanın etik anlayışı yok olma sürecine girmiştir. İşte bu yüzden günümüz Türkiye’sinde temel eğitimin üzerinde böylesine hesaplar yapılmakta, “kişi” olabilecek kuşakların, yönetenlerin faydacı anlayıştan kaynaklanan çıkarları uğruna, sorgulayamayan “sürü insan”lar haline gelebilmesi için elden gelen her çaba sarf edilmektedir. Ve işte bu yüzden, tüm teknolojik avantajlarına rağmen günümüz insanı için “İNSAN OLMA SORUNU” ve “İNSAN NEDİR? ” sorusu daha önemli hale gelmiş, onun insanlaşması için temel gerekliliğin yanıtın kendisinde değil sorulan sorunun oluşturduğu eylemde, yani “ARAMAK” ta olduğu inanıyorum ki daha da belirginleşmiştir.

  • tavşan02.06.2004 - 16:37

    Sıçrayan tavşanın gövdesi ve kuyruğu aynı uzunlukta olup, boyu 50 cm.dir. Tehlike anında kangurular gibi zıplayarak kaçar ve her sıçrayışta 2 m. gider.

    Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı:212, Temmuz 1985, s.13

  • timsah02.06.2004 - 16:35

    YAVRU TİMSAHLAR

    Bazı timsah türleri yuvalarını toprağın üzerine yaparlar. Bu yuvalarda malzeme olarak kimi zaman yaprakları kimi zaman dalları, kimi zamansa çamuru kullanırlar. Bu malzemeleri topladıktan sonra anne timsah yaklaşık 2 m. genişliğinde, 1 m. yüksekliğinde bir yığının içerisine yumurtalarını yerleştirir, sonra da üzerlerini kapatır. Yapraklar ve dallar çürüdükçe yumurtaları sıcak tutabilmek için onlara yeterli ısıyı sağlar. Anne timsahlar genellikle yumurtaları koruyabilmek için yuvanın yakınında kalırlar. Annelerinin koruması altında olan yavru timsahların, burunlarının ucunda yumurtalarının kabuklarını kırabilmelerine yardımcı olacak sivri uçlu dişleri vardır. Yumurtadan çıkar çıkmaz, bu diş hemen dökülür.

    Zoobooks, Eylül 1995, s.13

  • timsah02.06.2004 - 16:34

    TİMSAHLARIN YUVALARI

    Sürüngenlerin sadece yumurtalarını bir yere bıraktığı ve yavruların kendi kendilerine kuluçkadan çıktıkları zannedilebilir. Oysa bu doğru değildir. Örneğin anne timsahlar, yumurtalarından çıkmadan önceki ve daha sonraki birkaç aylık süre boyunca yavrularına çok fazla koruma sağlarlar. Bütün timsahlar farklı türlerde yuvalar yaparlar, fakat amaçları aynıdır; yavrularını yumurtadan çıkana kadar güvenlikli bir yerde tutabilmek… Timsahlar genellikle yerde derin bir oyuk açarak yuva yaparlar. Yaklaşık 50 yumurtayı dikkatli bir şekilde iki ya da üç tabakanın üzerine yerleştirirler. Daha sonra yumurtaları sıcak tutabilmek için üzerlerini kumla örterler. Yer, çok ısınmaya başladığında dişi timsah yuvaya su sıçratmaya ya da serinliği sağlayabilmek için yuvanın üstüne çimen yerleştirmeye başlar. Ayrıca anne timsah gerektiğinde yavruların yumurtaların kabuğunu kırabilmelerine yardımcı olabilmek için dişlerini kullanır.

  • kıyas02.06.2004 - 16:19

    Aristoteles, muhakeme yöntemleri olarak hem diyalektiğin hem de biçimsel mantığın sistematik bir değerlendirmesini yapan ilk kişiydi. Biçimsel mantığın amacı, geçerli savları geçersiz savlardan ayırmak için bir çerçeve sunmaktı. Aristoteles bunu kıyaslar biçiminde yaptı. Gerçekte aynı tema üzerinde varyasyonlar olan farklı kıyas biçimleri vardır.

    Aristoteles Organon’unda, daha sonra Hegel’in yazılarında tam ifadesine kavuşacak olan diyalektik mantığın temelini oluşturan on kategoriyi anar: töz, nicelik, nitelik, bağıntı, yer, zaman, durum, iyelik, etkinlik, edilginlik. Aristoteles’in mantık üzerine çalışmasının bu yanı çoğunlukla gözardı edilmektedir. Örneğin, Bertrand Russell bu kategorileri anlamsız buluyordu. Ama Russell gibi mantıksal pozitivistler* (kendi dogmalarıyla çakışan parçalar ve kırıntılar dışında) pratikte tüm felsefe tarihini “anlamsız” bularak bir kenara attıkları için, bu bizi ne şaşırtmalı ne de pek fazla sıkıntıya sokmalıdır.

    Kıyas, mantıksal muhakemenin, çeşitli şekillerde ifade edilebilecek bir yöntemidir. Bizzat Aristoteles tarafından verilen tanım şöyleydi: “Belirli şeylerin ifade edilmiş olmasından, ifade edilmemiş başka bir şeyin zorunlu olarak çıktığı konuşma.” En basit tanım A. A. Luce tarafından verilmektedir: “Bir kıyas, Sonuç denilen önermenin, Öncül denen diğer iki önermeden zorunlu olarak çıktığı, bağlantılı bir önermeler üçlüsüdür.”[6]

    Ortaçağ uleması, dikkatini, Aristoteles’in Birinci ve İkinci Analitikler’de geliştirdiği bu biçimsel mantığa odaklamıştı. Aristoteles’in mantığı işte bu biçimde Ortaçağdan bugüne gelmiştir. Pratikte kıyas iki öncül ve bir sonuçtan oluşur. Sonucun öznesi ve yüklemi, her iki öncülde de bulunan, ama sonuçta bulunmayan bir üçüncü terimle (orta terim) birlikte, her biri öncüllerden birinde olmak üzere açığa çıkar. Sonucun yüklemi büyük terimdir; bunu içeren öncül büyük öncüldür; sonucun öznesi küçük terimdir; ve onu içeren öncül de küçük öncüldür. Örneğin,

    a) Tüm insanlar ölümlüdür. (Büyük öncül)

    b) Sezar bir insandır. (Küçük öncül)

    c) O halde Sezar ölümlüdür. (Sonuç)

    Buna olumlu kategorik önerme denir. Bu, her aşamanın bir öncekinden zorunlu olarak çıktığı, mantıki bir muhakeme zinciri izlenimi verir. Ama aslında durum öyle değildir, çünkü “Sezar” zaten “tüm insanlar”da içerilmektedir. Hegel gibi Kant da kıyası (onun tabiriyle, şu “sıkıcı öğretiyi”) aşağılıyordu. Ona göre kıyas, aldatıcı biçimde bir muhakeme görünüşü vermek için, sonuçların öncüllere zaten gizlice dahil edildiği “bir sahtekârlıktan öte bir şey değil”di.[7]

    Diğer bir kıyas türü, biçim olarak koşulludur (eğer... o halde) , örneğin: “Eğer bir hayvan kaplansa, o bir etoburdur.” Bu, olumlu kategorik önermenin söylediği şeyin (bütün kaplanlar etoburdur) aynısını söylemenin başka bir yoludur. Aynı şey olumsuz biçim için de geçerlidir: “Eğer o bir balıksa, bir memeli değildir” demek, “hiçbir balık memeli değildir” demenin yalnızca başka bir yoludur. Biçimsel fark, gerçekte tek bir adım bile ilerlemediğimiz olgusunu gizlemektedir.

    Bunun gösterdiği şey, gerçekte şeyler arasındaki iç bağlantılardır, ama gerçek dünyada “A” ve “B” belirli biçimlerde “C”ye (orta terim) ve öncüle bağlıdırlar, bu bakımdan onlar birbirlerine sonuçta bağlıdırlar. Büyük bir derinlik ve sezgiyle Hegel, kıyasın gösterdiği şeyin özelin evrenselle ilişkisi olduğunu göstermiştir. Bir başka deyişle, kıyasın kendisi karşıtların birliğinin, mükemmel çelişkinin ve gerçekte her şeyin bir “kıyas” olduğunun bir örneğidir.

    Kıyasın en parlak dönemi Ortaçağdaydı. O dönemin ulemasını oluşturanlar, tüm ömürlerini her türden karanlık teolojik sorunlara (meleklerin cinsiyeti gibi) ilişkin sonu gelmez tartışmalara adıyorlardı. Biçimsel mantığın labirentvari yapıları onların gerçekte derin bir tartışmaya gömüldükleri izlenimini veriyordu, oysa onlar aslında hiçbir şey tartışmıyorlardı. Bunun nedeni, biçimsel mantığın kendi doğasında yatmaktadır. Adının da çağrıştırdığı gibi, biçimsel mantık bütünüyle biçimle ilgilidir. İçerik sorunu onun semtine uğramaz. Biçimsel mantığın esas kusuru ve onun Aşil topuğu tam da budur.

    İnsan maneviyatının o büyük yeniden uyanışı olan Rönesansla birlikte Aristo mantığından duyulan hoşnutsuzluk yaygınlaştı. Aristoteles’e karşı büyüyen bir tepki oluştu. Bu, büyük düşünüre karşı gerçekte adilâne bir tutum olmamakla beraber, kilisenin onun felsefesinde değerli olan ne varsa gizlemiş ve yalnızca cansız bir karikatürü muhafaza etmiş olmasından kaynaklanıyordu. Aristoteles için kıyas, muhakemenin yalnızca bir parçasıydı, hem de en önemli olması gerekmeyen bir parçası. Aristoteles diyalektik üzerine de yazdı, ama bu yön unutuldu. Mantığın tüm canlılığı yok edildi ve Hegel’in ifadesiyle, “bir iskeletin cansız kemiklerine” dönüştürüldü.

    Bu cansız biçimciliğe karşı duyulan tepki, bilimsel araştırma ve deneye muazzam bir itilim veren ampirizm hareketinde yansımasını buldu. Ne var ki, düşüncenin biçimlerinden tümüyle vazgeçmek mümkün olmadığı için, ampirizm daha en başından kendi yok oluşunun tohumlarını taşıdı. Yetersiz ve yanlış muhakeme yöntemlerinin tek yaşayabilir alternatifi, yeterli ve doğru olanları geliştirmektir.

    Ortaçağın sonuyla birlikte kıyas her yerde gözden düştü, alay ve küfür konusu oldu. Rabelais, Petrarch ve Montaigne onu hep mahkûm ettiler. Ama yine de Reformasyonun taze rüzgârlarından nasibini almadan, özellikle Katolik ülkelerde, ite kaka yaşamına devam etti. 18. yüzyılın sonuyla birlikte mantık öyle kötü bir duruma düşmüştü ki, Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde eski düşünce biçimlerinin genel bir eleştirisine koyulma zorunluluğunu duydu.

    Biçimsel mantığı kapsamlı bir eleştirel analize tâbi tutan ilk kişi Hegel oldu. Hegel bununla, Kant’ın başlatmış olduğu işi tamamlıyordu. Ama Kant yalnızca geleneksel mantıkta içkin kusurları ve çelişkileri gösterirken, Hegel, biçimsel mantığın başetmekte güçsüz kaldığı hareketi ve çelişkiyi içeren, tamamen farklı, dinamik bir mantık yaklaşımı geliştirerek çok daha öteye gitti.

  • kıyas02.06.2004 - 16:18

    Mantıksal düşünce, yani genel olarak biçimsel düşünce” diyor Troçki, “daha genel bir kıyastan, bir dizi öncül aracılığıyla gerekli sonuca ilerleyen tümdenge­lim yöntemine dayanır. Bu kıyaslar zincirine, zincirleme kıyas denir.

  • spyware02.06.2004 - 16:08

    Spyware, bir kişi ya da kurumun bilgilerini, onların haberi olmadan toplama amaçlı her türlü teknolojiye verilen genel bir addır. İnternet üzerinde, spyware bir bilgisayara gizlice yerleşir ve kullanıcı bilgisayarının bilgilerini alır ve bu bilgisayara reklam ya da benzeri bilgiler yollar. Spyware bilgisayara bir yazılım virüsü olarak alınabileceği gibi, yeni bir programın yüklenmesinin de bir sonucu olabilir. Bilgisayar kullanıcısının bilgisi dahilinde bilgisayardan bilgi toplayan programlar, eğer kullanıcı hangi bilgilerin toplandığını ya da hangi bilgilerin paylaşıldığını biliyorsa spyware değildir.

    Cookie (kurabiye) ‘ler, kullanıcıların bilgisayarından bilgi toplayan çok bilinen bir mekanizmadır. Bununla birlikte, cookie’ lerin varlığı kullanıcılardan genellikle gizlenmez, kullanıcılar da cookie’ lerin bilgi toplamasına izin vermeyebilir. Yine de, nedeni belirsiz bir şekilde bilgi toplayan cookie ‘ ler spyware olarak düşünülebilir.

  • nazım hikmet02.06.2004 - 13:44

    Nâzım Hikmet'in yaralı ve ışık dolu yüreğiyle açtığı ateş söndürülemedi. Zindan karanlıkları, yıllarca süren özlemler, adına bile konulan yasaklar Nâzım Hikmet'i halkının yüreğinden söküp atamadı.

    O, yıllarca yasaklarla yaşadı ülkesinde.

    Dünyayı kucaklayan şiirleri beyinlerden defterlere, defterlerden yüreklere taşındı.

    İnsanın, sevdanın, güzelliklerin, özgürlüğün türküsünü söyleyen Nâzım Hikmet ülkemizin ve halkımızın aydınlık savaşçısı olarak onurumuzu ve vicdanımızı temsil eden bir şair olarak yaşadı ve öldü.

    1902-1963 yılları arasında yaşayan Nâzım Hikmet'in yaşadığı ve varolduğu topraklarda yaşamanın vereceği kıvanç bile bizim için değeri ölçülemez bir güzelliktir. Nâzım Hikmet'in şiirlerine sahip kuşaklar olarak dünyanın en şanslı insanları sayabiliriz kendimizi. Sekiz ciltte toplanan şiirleri, üç romanı, iki kitapta toplanan masalları, oyunları mektupları, yazılarıyla Nâzım Hikmet, Aziz Nesin'in dediği gibi 'Türkiye Şarkısı'dır.

    Türkiye'nin siyasal-toplumsal yaşamıyla örtüşen Nâzım Hikmet'in yaşamı aynı zamanda demokratikleşme, özgürleşme, emeğin savunulması ve bağımsızlık kavgasının da tarihi gibidir. Bu anlamlı tarihi sahiplenmek ve Nâzım Hikmet'i gelecek yüzyıllara taşımak Türkiye'deki tüm özgürlük ve aydınlık savaşımcılarının zorunlu görevlerindendir.