Her 10 Kasım’da, bir milletin kalbi aynı anda hüzünle ve gururla çarpar. Hüzünle, çünkü 1938’in o sessiz sabahında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü sonsuzluğa uğurladık. Gururla, çünkü o bize yalnızca bir ülke değil, özgürlüğün, çağdaşlığın ve aklın ışığında yükselen bir cumhuriyet armağan etti.
Atatürk; cesaretiyle bir ulusu küllerinden doğuran, ileri görüşlülüğüyle geleceği şekillendiren, bilime ve sanata inancıyla medeniyet yolunu aydınlatan büyük bir liderdir. O, sadece bir komutan değil, bir fikir adamıydı; sadece bir devlet kurucusu değil, bir milletin yeniden doğuşuydu.
Bugün onun izinde yürüyen milyonlarca yürek, “En büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatma kararlılığındadır.
Atam, seni saygı, minnet ve özlemle anıyoruz. Fikrin, yolumuz; mirasın, gururumuzdur. Sonsuza dek izindeyiz.
“Kalbin Temizse, Hikayen Her Zaman Mutlu Biter” cümlesi bana önce içtenlik ve samimiyetin hayatın zorluklarına karşı bir kalkan olduğunu düşündürtüyor. Ne olursa olsun, niyetin ve duyguların temiz, saf olduğu sürece, hayatın eninde sonunda bir şekilde iyiye, huzura doğru akıyor demek.
Bu söz, mutluluğun dış koşullardan değil, iç dünyamızın temizliğinden, samimiyetimizden ve iyi niyetimizden kaynaklandığını çağrıştırıyor. Yani, ne yaşarsak yaşayalım, temiz bir kalple yaşamak zaten başarıdır; çünkü o kalp, sonunda kendi hikayesini mutlu bitirmeyi hak eder.
“Rüzgar Sesi” bana önce doğanın fısıltısı gibi gelir. Görünmez ama varlığı hissedilen, bir tür hareket ve değişim sembolü. Aynı zamanda yalnızlık ve hüzün de çağrıştırabilir; çünkü rüzgar sessizce eser, bazen içimizi ürperten bir yankı bırakır.
Bir başka çağrışımı da zamansızlık ve geçicilik olabilir. Rüzgar sesi, oradan oraya savrulan anılar, unutulmuş kelimeler gibi... Ulaşılmaz, dokunulmaz ama kalıcı.
Kalemden kalbe uzanan o sihirli yolculuğa hazır mısın? Duyguların en derinine, kelimelerin en ince kıvrımlarına… Antoloji.com’da buluşalım, şiirin büyüsüne ortak ol!
Hakaret etmek... Yani kelimeleri alıp sivriltip karşındakine saplamaya çalışmak. Ama dostum, bu bir kelime olimpiyatı değil ki jüriden puan alasın. Hem hakaret etmek, zekânın değil, Wi-Fi’nin çekmediği yerlerdeki iletişim çabasıdır.
Bak mesela, birine “salak” demekle tatmin oluyorsan, bu hem kelime dağarcığına hem de mizah anlayışına yapılan açık bir hakarettir zaten. Çünkü “salak” demek kolaydır, ama onu öyle güzel bir cümleyle anlatırsın ki hem kırılmaz hem ne demek istediğin anlaşılır işte esas ustalık orada!
Hakaret, karşı tarafa değil, aslında kişinin kendi sabırsızlığına atılmış bir tokattır. Düşünsene, biri sana çirkin dediğinde “Aaa bu estetik uzmanıymış demek!” deyip geçsen, kim üzülür? O değil, sinirden kendi kendine kükreyen o kişi! Çünkü hakaret edenin derdi, seninle değil; kendi hayatındaki ‘hatalı kullanıcı deneyimi’yle.
Ayrıca şunu da unutma: Hakaret etmek, kavanozun kapağını açamayan adamın öfkeyle kavanozu yere atması gibidir. Sonuç? Ne turşu kaldı ne kavanoz… Ama mutfak hâlâ kötü kokuyor.
Kısacası; hakaret etme, çünkü dilin kemiği yok ama senin vicdanın hâlâ yerli yerinde dursun. Mizah yap, ince dokundur, ama karşındakini değil egonu kır. En kötü ihtimalle, suratına “Aptal” demek yerine, “Zeka seviyeni Google bile bulamaz” dersin hem güler, hem geçer gider. Hem sen kibar kalırsın, hem o yavaş yavaş düşünsün diye bırakılır.
Çünkü en sert cevap bazen… sessizce yapılan göz devirme olabilir.
Sivas, o Temmuz gecesi... Zaman, ağır aksak ilerliyordu. Gökyüzü, korkunun ve öfkenin kara bulutlarıyla kaplanmış gibiydi. Madımak Oteli’nin duvarları sessizce, çaresizce bekliyordu. O dört duvar arasına hapsedilen sadece insanlar değildi; orada saklı kalan hayaller, umutlar, koca bir toplumun yüreğine işleyen farklılıklar vardı. Ve o gece, alevler sadece tahtayı değil, aynı zamanda o insanlığın en temel değerlerini de yaktı.
O gece, Madımak’ta yaşananlar; öfkenin, ötekileştirmenin ve tahammülsüzlüğün nasıl canavarlaşabileceğinin canlı bir kanıtı oldu. Gözler, aynı havayı soluyan insanların birdenbire nasıl yabancılaştığını, nasıl birbirine düşman olduğunu gördü. İnsanlık, o ateşin içinde eriyip gitti. Çığlıklar, yangının kavurduğu odalardan taştı; yanık tenlerden yükselen duman kadar ağır, kalplerde bıraktığı yara kadar derin. O gece, sadece bedenler yok olmadı; yüreklerde sevgi, umut ve barışın tohumları da kül oldu.
Bir insanın yaşam hakkının, nefretin körleştirdiği kalpler tarafından hiçe sayıldığı o karanlık anlarda, Türkiye’nin ortak vicdanı ağır bir yara aldı. Madımak, sadece bir bina değil, aynı zamanda bu yara ile birlikte yüklenen toplumun taşıması gereken bir sorumluluk haline geldi. O kara gece, bir ülkenin derin sessizliğini ve aynı zamanda suskunluğunu simgeledi.
Madımak’ın alevlerinde yok olanlar sadece bireyler değil; insanlığın en saf ve en güçlü bağlarından biri olan dayanışma ve kardeşlik de kül oldu. O gece, farklılıkların zenginlik değil, tehlike olarak görüldüğü, öfkenin ve korkunun hayatı esir aldığı an oldu. İnsanların canı yanarken, yanan sadece bedenleri değildi; yanan aynı zamanda ortak yaşama iradesiydi. Ve işte o an, toplumun ne kadar kırılgan olduğunu bir kere daha hatırlattı.
Gözlerin kapanıp, hayatın solduğu o saatlerde, dünyada binlerce hayat aynı anda kayboluyordu; evlatlar, anneler, babalar, kardeşler… Yitirilen her bir hayat, ardında derin bir sessizlik ve tarifsiz bir acı bıraktı. İnsanlığın ne kadar kırılgan olduğunu ve sevginin ne kadar gerekli olduğunu o gece hep birlikte öğrendik. Ama ne yazık ki, acılar bu derslerin en sert öğretmeniydi.
Yıllar geçtikçe, Madımak olayı hafızalarda bir iz bıraktı, ama o iz ne kadar derinse, onun üstüne basarak yürüyen zaman o acıyı silemedi. O gece, yalnızca geçmişin karanlık bir parçası değil, geleceğe yönelik bir uyarı oldu. İnsanlar hâlâ farklılıklarla yaşamayı öğrenemedi, öfke hâlâ bazen sesini yükseltiyor. Ama Madımak bize söylüyor: “Bu son olsun. Bir daha asla.”
Küller arasında filizlenen umut kırıntıları da vardır. Çünkü insanlık, karanlıkta en küçük ışığı arar. Madımak’ın külleri arasında, empati, hoşgörü ve barış tohumları ekilmelidir. Yitip giden canların anısına, toplumun kalbinde bir iyileşme başlamalıdır. Bu acı, sadece bir yas değil, aynı zamanda daha iyi bir geleceğin inşası için bir çağrıdır.
Unutulmamalı ki; acıların üzeri kapatılamaz, onları hatırlamak ve anlatmak gerekir. Çünkü unutmak, aynı yarayı yeniden açmak demektir. Madımak, bir tarih sayfası olarak değil, insanlığın vicdanına kazınmış bir ders olarak kalmalıdır.
Ve belki de en önemlisi, her kaybedilen hayatla beraber, yüreğimizin biraz daha kırıldığı gerçeğidir. O geceyi yaşayanlar, kaybedenler, bıraktıkları aileler ve tüm toplum, hüzün ve umudun iç içe geçtiği bir sınavdan geçti. İnsanlık sınavı.
Madımak, sadece yangın değil; yanan bir ülkenin ruhu, sönen umutlar ve kaybolan insanlık değerlerinin yansımasıdır. O yüzden hüzünlüdür, çünkü her gece o alevler, yanan hayatlar yeniden gözlerimizin önünde canlanır. Her yıl, her an, o acı hatırlanır, yaşanır.
Ve bizler, o geceyi unutmamalı, insan olmanın anlamını yeniden düşünmeliyiz. Çünkü insanlık, acıyla büyür; sevmek için öğrenir, dayanmak için güç bulur. Madımak’ın külleri üzerine kurulan gelecek, ancak barışla, anlayışla, insanlıkla yeşerir.
Kadın, masanın köşesine oturmuş, ellerini birbirine kenetlemişti. Erkek, pencerenin önünde, dışarıya bakıyor ama hiçbir yeri görmüyordu. Sessizlik vardı; ama bu, huzurlu bir sessizlik değil, yorgun bir suskunluktu. İkisi de konuşursa bir şey kırılacak gibiydi belki bardak değil ama bir ömür.
“Çay soğuyor,” dedi kadın. Sesi usulca, neredeyse kırık dökük bir hatıraydı.
“İçmeyeceğim,” dedi adam. Cümlesi bitse de, bakışı hâlâ geçmişteydi.
Bir zamanlar bu evde kahkahalar vardı. Çocuk gibi birbirlerine kızarlar, sonra çocuk gibi barışırlardı. Şimdi ise biri ağlasa, diğeri susuyordu. Ses bile dokunuyordu çünkü.
Kadın başını kaldırmadan sordu: “Gerçekten bu mu olacak sonumuz?”
Adam cevap vermedi. Sadece başını eğdi. Sessizlik evin duvarlarında yankılandı. Sanki kapı kapanmamış, umut aralık kalmış gibiydi ama kimse dönüp bakmıyordu artık.
Kadın ayağa kalktı. Çaydanlığı aldı, iki bardaktan birine yeniden doldurdu. Ama sadece birine. Öbürü olduğu gibi kaldı. Soğuk. Sahipsiz. Terkedilmiş.
Çayı önüne koydu adamın.
“Bu evde biri hâlâ vazgeçmedi,” dedi. “Ama ikimiz birden yorulduk.”
Adam bir an sustu, sonra başını kaldırdı. Gözlerinde bin kelimelik bir sitem, bir damla pişmanlık vardı. Ama o da sadece bakmakla yetindi.
Sonra kadın sessizce yürüdü. Kapının yanındaki sandalyeden ceketini aldı. Anahtarı cebine koydu. Ayakkabısını giymedi. Çünkü bazen insan bir evden değil, bir hayattan çıkarken sessiz olmak isterdi.
Kapıyı araladı. Bir süre orada durdu. Son kez sordu:
“İçmeyecek misin?”
Adam bir şey söylemedi.
Kadın gitti.
Masada, bardakta çay vardı. Sıcak. Ama içilmeyecek kadar yalnızdı.
1. Sessizlikle Değil, Saygıyla Konuşun Kavga değil, konuşma iyileştirir. Hakaretin ve suçlamanın değil, empati ve anlayışın gücünü kullanın. Birbirinize "ne söylediğinizden çok nasıl söylediğiniz" belirleyici olabilir.
2. Duygularınızı Bastırmayın, Ama Patlatmayın da Kırgınlık, öfke, pişmanlık… Bunlar insanidir. Ama bu duyguların sizi değil, sizin onları yönetmeniz gerekir. Öfkeyle alınan kararlar çoğu zaman ömür boyu taşınır.
3. Hatırlayın: Neden Başlamıştınız? İlk zamanlarınızı düşünün. El ele verdiğiniz, hayal kurduğunuz, beraber güldüğünüz zamanları… Bu sadece nostalji değil; kaybedilen duyguları yeniden bulmanın anahtarı olabilir.
4. Profesyonel Destek Almaktan Çekinmeyin Bir evliliğin içinden çıkmak zordur, içinden geçmek daha da zordur. Bir çift terapisti, tarafsız bir gözle ilişkinizi görmenize ve çözüm üretmenize yardımcı olabilir.
5. Kazanmak Değil, Anlamak Üzerine Kurun İletişimi Tartışmalarda “haklı” çıkmak yerine, “anlaşılmış” olmak daha kıymetlidir. Evlilik bir savaş değil, bir ortaklıktır. Karşınızdaki düşmanınız değil; yol arkadaşınızdır.
6. Çocuk Varsa, Önce Onlara Duygusal Güvenlik Sağlayın Boşanma sürecinde en çok etkilenenler çocuklardır. Onlara çatışma değil, şefkatli bir rehberlik sunun. Sizi örnek alacaklarını unutmayın.
7. “Boşanma” Kelimesini Silah Gibi Kullanmayın Tehdit, şantaj ya da duygusal şok etkisi yaratmak için sıkça kullanılan bu kelime, ilişkinin temeline dinamit koyar. Bu karar geri dönülmez bir noktaya getirmemeli.
8. İkinizin de Değeri Olduğunu Kabul Edin Hiçbir ilişki tek taraflı bozulmaz. Herkesin katkısı, ihmali ya da aşırılığı vardır. Suçu dışarıda değil, içerde de aramak gerekir. Bu olgunluk, değişim için ilk adımdır.
9. Ayrılmadan Önce Elinizden Gelen Her Şeyi Yapın Bir gün “ya yeniden deneseydik” dememek için, denenecek her yolu deneyin. Böylece kararınız ne olursa olsun, pişmanlık duymadan yürürsünüz yolunuzu.
10. Ayrılmak Kötü Değil, Eksik Kalmak Kötüdür Her evlilik kurtarılmak zorunda değildir. Ama her insan, kendini tanıma ve tamamlanma yolculuğunda hak eder ki saygıyla yürüsün. Ayrılık da bazen bir iyileşmedir.
İlişkiler kırılabilir ama onarılabilir de. Eğer içinde hâlâ sevgiye, saygıya, emek vermeye niyet varsa; “son” dediğiniz şey bazen “yeni bir başlangıç” olabilir.
Her 10 Kasım’da, bir milletin kalbi aynı anda hüzünle ve gururla çarpar.
Hüzünle, çünkü 1938’in o sessiz sabahında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü sonsuzluğa uğurladık. Gururla, çünkü o bize yalnızca bir ülke değil, özgürlüğün, çağdaşlığın ve aklın ışığında yükselen bir cumhuriyet armağan etti.
Atatürk; cesaretiyle bir ulusu küllerinden doğuran, ileri görüşlülüğüyle geleceği şekillendiren, bilime ve sanata inancıyla medeniyet yolunu aydınlatan büyük bir liderdir. O, sadece bir komutan değil, bir fikir adamıydı; sadece bir devlet kurucusu değil, bir milletin yeniden doğuşuydu.
Bugün onun izinde yürüyen milyonlarca yürek, “En büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatma kararlılığındadır.
Atam, seni saygı, minnet ve özlemle anıyoruz.
Fikrin, yolumuz; mirasın, gururumuzdur.
Sonsuza dek izindeyiz.
“Kalbin Temizse, Hikayen Her Zaman Mutlu Biter” cümlesi bana önce içtenlik ve samimiyetin hayatın zorluklarına karşı bir kalkan olduğunu düşündürtüyor. Ne olursa olsun, niyetin ve duyguların temiz, saf olduğu sürece, hayatın eninde sonunda bir şekilde iyiye, huzura doğru akıyor demek.
Bu söz, mutluluğun dış koşullardan değil, iç dünyamızın temizliğinden, samimiyetimizden ve iyi niyetimizden kaynaklandığını çağrıştırıyor. Yani, ne yaşarsak yaşayalım, temiz bir kalple yaşamak zaten başarıdır; çünkü o kalp, sonunda kendi hikayesini mutlu bitirmeyi hak eder.
“Rüzgar Sesi” bana önce doğanın fısıltısı gibi gelir. Görünmez ama varlığı hissedilen, bir tür hareket ve değişim sembolü. Aynı zamanda yalnızlık ve hüzün de çağrıştırabilir; çünkü rüzgar sessizce eser, bazen içimizi ürperten bir yankı bırakır.
Bir başka çağrışımı da zamansızlık ve geçicilik olabilir. Rüzgar sesi, oradan oraya savrulan anılar, unutulmuş kelimeler gibi... Ulaşılmaz, dokunulmaz ama kalıcı.
Kalemden kalbe uzanan o sihirli yolculuğa hazır mısın?
Duyguların en derinine, kelimelerin en ince kıvrımlarına…
Antoloji.com’da buluşalım, şiirin büyüsüne ortak ol!
Sen bu satırları okuyorsan, demek ki kader biraz şakacı, çünkü kalbim zaten sana ‘takip et’ demişti.
Hakaret etmek... Yani kelimeleri alıp sivriltip karşındakine saplamaya çalışmak. Ama dostum, bu bir kelime olimpiyatı değil ki jüriden puan alasın. Hem hakaret etmek, zekânın değil, Wi-Fi’nin çekmediği yerlerdeki iletişim çabasıdır.
Bak mesela, birine “salak” demekle tatmin oluyorsan, bu hem kelime dağarcığına hem de mizah anlayışına yapılan açık bir hakarettir zaten. Çünkü “salak” demek kolaydır, ama onu öyle güzel bir cümleyle anlatırsın ki hem kırılmaz hem ne demek istediğin anlaşılır işte esas ustalık orada!
Hakaret, karşı tarafa değil, aslında kişinin kendi sabırsızlığına atılmış bir tokattır. Düşünsene, biri sana çirkin dediğinde “Aaa bu estetik uzmanıymış demek!” deyip geçsen, kim üzülür? O değil, sinirden kendi kendine kükreyen o kişi! Çünkü hakaret edenin derdi, seninle değil; kendi hayatındaki ‘hatalı kullanıcı deneyimi’yle.
Ayrıca şunu da unutma:
Hakaret etmek, kavanozun kapağını açamayan adamın öfkeyle kavanozu yere atması gibidir. Sonuç? Ne turşu kaldı ne kavanoz… Ama mutfak hâlâ kötü kokuyor.
Kısacası; hakaret etme, çünkü dilin kemiği yok ama senin vicdanın hâlâ yerli yerinde dursun. Mizah yap, ince dokundur, ama karşındakini değil egonu kır. En kötü ihtimalle, suratına “Aptal” demek yerine, “Zeka seviyeni Google bile bulamaz” dersin hem güler, hem geçer gider. Hem sen kibar kalırsın, hem o yavaş yavaş düşünsün diye bırakılır.
Çünkü en sert cevap bazen… sessizce yapılan göz devirme olabilir.
Sivas, o Temmuz gecesi... Zaman, ağır aksak ilerliyordu. Gökyüzü, korkunun ve öfkenin kara bulutlarıyla kaplanmış gibiydi. Madımak Oteli’nin duvarları sessizce, çaresizce bekliyordu. O dört duvar arasına hapsedilen sadece insanlar değildi; orada saklı kalan hayaller, umutlar, koca bir toplumun yüreğine işleyen farklılıklar vardı. Ve o gece, alevler sadece tahtayı değil, aynı zamanda o insanlığın en temel değerlerini de yaktı.
O gece, Madımak’ta yaşananlar; öfkenin, ötekileştirmenin ve tahammülsüzlüğün nasıl canavarlaşabileceğinin canlı bir kanıtı oldu. Gözler, aynı havayı soluyan insanların birdenbire nasıl yabancılaştığını, nasıl birbirine düşman olduğunu gördü. İnsanlık, o ateşin içinde eriyip gitti. Çığlıklar, yangının kavurduğu odalardan taştı; yanık tenlerden yükselen duman kadar ağır, kalplerde bıraktığı yara kadar derin. O gece, sadece bedenler yok olmadı; yüreklerde sevgi, umut ve barışın tohumları da kül oldu.
Bir insanın yaşam hakkının, nefretin körleştirdiği kalpler tarafından hiçe sayıldığı o karanlık anlarda, Türkiye’nin ortak vicdanı ağır bir yara aldı. Madımak, sadece bir bina değil, aynı zamanda bu yara ile birlikte yüklenen toplumun taşıması gereken bir sorumluluk haline geldi. O kara gece, bir ülkenin derin sessizliğini ve aynı zamanda suskunluğunu simgeledi.
Madımak’ın alevlerinde yok olanlar sadece bireyler değil; insanlığın en saf ve en güçlü bağlarından biri olan dayanışma ve kardeşlik de kül oldu. O gece, farklılıkların zenginlik değil, tehlike olarak görüldüğü, öfkenin ve korkunun hayatı esir aldığı an oldu. İnsanların canı yanarken, yanan sadece bedenleri değildi; yanan aynı zamanda ortak yaşama iradesiydi. Ve işte o an, toplumun ne kadar kırılgan olduğunu bir kere daha hatırlattı.
Gözlerin kapanıp, hayatın solduğu o saatlerde, dünyada binlerce hayat aynı anda kayboluyordu; evlatlar, anneler, babalar, kardeşler… Yitirilen her bir hayat, ardında derin bir sessizlik ve tarifsiz bir acı bıraktı. İnsanlığın ne kadar kırılgan olduğunu ve sevginin ne kadar gerekli olduğunu o gece hep birlikte öğrendik. Ama ne yazık ki, acılar bu derslerin en sert öğretmeniydi.
Yıllar geçtikçe, Madımak olayı hafızalarda bir iz bıraktı, ama o iz ne kadar derinse, onun üstüne basarak yürüyen zaman o acıyı silemedi. O gece, yalnızca geçmişin karanlık bir parçası değil, geleceğe yönelik bir uyarı oldu. İnsanlar hâlâ farklılıklarla yaşamayı öğrenemedi, öfke hâlâ bazen sesini yükseltiyor. Ama Madımak bize söylüyor: “Bu son olsun. Bir daha asla.”
Küller arasında filizlenen umut kırıntıları da vardır. Çünkü insanlık, karanlıkta en küçük ışığı arar. Madımak’ın külleri arasında, empati, hoşgörü ve barış tohumları ekilmelidir. Yitip giden canların anısına, toplumun kalbinde bir iyileşme başlamalıdır. Bu acı, sadece bir yas değil, aynı zamanda daha iyi bir geleceğin inşası için bir çağrıdır.
Unutulmamalı ki; acıların üzeri kapatılamaz, onları hatırlamak ve anlatmak gerekir. Çünkü unutmak, aynı yarayı yeniden açmak demektir. Madımak, bir tarih sayfası olarak değil, insanlığın vicdanına kazınmış bir ders olarak kalmalıdır.
Ve belki de en önemlisi, her kaybedilen hayatla beraber, yüreğimizin biraz daha kırıldığı gerçeğidir. O geceyi yaşayanlar, kaybedenler, bıraktıkları aileler ve tüm toplum, hüzün ve umudun iç içe geçtiği bir sınavdan geçti. İnsanlık sınavı.
Madımak, sadece yangın değil; yanan bir ülkenin ruhu, sönen umutlar ve kaybolan insanlık değerlerinin yansımasıdır. O yüzden hüzünlüdür, çünkü her gece o alevler, yanan hayatlar yeniden gözlerimizin önünde canlanır. Her yıl, her an, o acı hatırlanır, yaşanır.
Ve bizler, o geceyi unutmamalı, insan olmanın anlamını yeniden düşünmeliyiz. Çünkü insanlık, acıyla büyür; sevmek için öğrenir, dayanmak için güç bulur. Madımak’ın külleri üzerine kurulan gelecek, ancak barışla, anlayışla, insanlıkla yeşerir.
“Bardakta Kalan Son Yudum”
Mutfakta çay hâlâ sıcaktı. Ama kimse içmiyordu.
Kadın, masanın köşesine oturmuş, ellerini birbirine kenetlemişti. Erkek, pencerenin önünde, dışarıya bakıyor ama hiçbir yeri görmüyordu. Sessizlik vardı; ama bu, huzurlu bir sessizlik değil, yorgun bir suskunluktu. İkisi de konuşursa bir şey kırılacak gibiydi belki bardak değil ama bir ömür.
“Çay soğuyor,” dedi kadın. Sesi usulca, neredeyse kırık dökük bir hatıraydı.
“İçmeyeceğim,” dedi adam. Cümlesi bitse de, bakışı hâlâ geçmişteydi.
Bir zamanlar bu evde kahkahalar vardı. Çocuk gibi birbirlerine kızarlar, sonra çocuk gibi barışırlardı. Şimdi ise biri ağlasa, diğeri susuyordu. Ses bile dokunuyordu çünkü.
Kadın başını kaldırmadan sordu:
“Gerçekten bu mu olacak sonumuz?”
Adam cevap vermedi. Sadece başını eğdi. Sessizlik evin duvarlarında yankılandı. Sanki kapı kapanmamış, umut aralık kalmış gibiydi ama kimse dönüp bakmıyordu artık.
Kadın ayağa kalktı. Çaydanlığı aldı, iki bardaktan birine yeniden doldurdu. Ama sadece birine. Öbürü olduğu gibi kaldı. Soğuk. Sahipsiz. Terkedilmiş.
Çayı önüne koydu adamın.
“Bu evde biri hâlâ vazgeçmedi,” dedi. “Ama ikimiz birden yorulduk.”
Adam bir an sustu, sonra başını kaldırdı. Gözlerinde bin kelimelik bir sitem, bir damla pişmanlık vardı. Ama o da sadece bakmakla yetindi.
Sonra kadın sessizce yürüdü. Kapının yanındaki sandalyeden ceketini aldı. Anahtarı cebine koydu. Ayakkabısını giymedi. Çünkü bazen insan bir evden değil, bir hayattan çıkarken sessiz olmak isterdi.
Kapıyı araladı. Bir süre orada durdu. Son kez sordu:
“İçmeyecek misin?”
Adam bir şey söylemedi.
Kadın gitti.
Masada, bardakta çay vardı. Sıcak. Ama içilmeyecek kadar yalnızdı.
1. Sessizlikle Değil, Saygıyla Konuşun
Kavga değil, konuşma iyileştirir. Hakaretin ve suçlamanın değil, empati ve anlayışın gücünü kullanın. Birbirinize "ne söylediğinizden çok nasıl söylediğiniz" belirleyici olabilir.
2. Duygularınızı Bastırmayın, Ama Patlatmayın da
Kırgınlık, öfke, pişmanlık… Bunlar insanidir. Ama bu duyguların sizi değil, sizin onları yönetmeniz gerekir. Öfkeyle alınan kararlar çoğu zaman ömür boyu taşınır.
3. Hatırlayın: Neden Başlamıştınız?
İlk zamanlarınızı düşünün. El ele verdiğiniz, hayal kurduğunuz, beraber güldüğünüz zamanları… Bu sadece nostalji değil; kaybedilen duyguları yeniden bulmanın anahtarı olabilir.
4. Profesyonel Destek Almaktan Çekinmeyin
Bir evliliğin içinden çıkmak zordur, içinden geçmek daha da zordur. Bir çift terapisti, tarafsız bir gözle ilişkinizi görmenize ve çözüm üretmenize yardımcı olabilir.
5. Kazanmak Değil, Anlamak Üzerine Kurun İletişimi
Tartışmalarda “haklı” çıkmak yerine, “anlaşılmış” olmak daha kıymetlidir. Evlilik bir savaş değil, bir ortaklıktır. Karşınızdaki düşmanınız değil; yol arkadaşınızdır.
6. Çocuk Varsa, Önce Onlara Duygusal Güvenlik Sağlayın
Boşanma sürecinde en çok etkilenenler çocuklardır. Onlara çatışma değil, şefkatli bir rehberlik sunun. Sizi örnek alacaklarını unutmayın.
7. “Boşanma” Kelimesini Silah Gibi Kullanmayın
Tehdit, şantaj ya da duygusal şok etkisi yaratmak için sıkça kullanılan bu kelime, ilişkinin temeline dinamit koyar. Bu karar geri dönülmez bir noktaya getirmemeli.
8. İkinizin de Değeri Olduğunu Kabul Edin
Hiçbir ilişki tek taraflı bozulmaz. Herkesin katkısı, ihmali ya da aşırılığı vardır. Suçu dışarıda değil, içerde de aramak gerekir. Bu olgunluk, değişim için ilk adımdır.
9. Ayrılmadan Önce Elinizden Gelen Her Şeyi Yapın
Bir gün “ya yeniden deneseydik” dememek için, denenecek her yolu deneyin. Böylece kararınız ne olursa olsun, pişmanlık duymadan yürürsünüz yolunuzu.
10. Ayrılmak Kötü Değil, Eksik Kalmak Kötüdür
Her evlilik kurtarılmak zorunda değildir. Ama her insan, kendini tanıma ve tamamlanma yolculuğunda hak eder ki saygıyla yürüsün. Ayrılık da bazen bir iyileşmedir.
İlişkiler kırılabilir ama onarılabilir de. Eğer içinde hâlâ sevgiye, saygıya, emek vermeye niyet varsa; “son” dediğiniz şey bazen “yeni bir başlangıç” olabilir.
Güçlü olmak, her şeye dayanmak değil, bazen sessizce vazgeçmektir.