İnsan insan dedikleri İnsan nedir şimdi bildim Can, can deyü söylerlerdi Ben can nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Görünür herşeyde hazır Ayan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim İnsan insan dedikleri İnsan nedir şimdi bildim Can, can deyü söylerlerdi Ben can nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Gorünür herşeyde hazır Ayan nedir, pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim Kendisinde buldu bulan Bulmadı taşrada kalan Canların kalbinde olan İnanç nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Gorünür herşeyde hazır Ayan nedir, pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim İnsan insan dedikleri İnsan nedir şimdi bildim Can, can deyü söylerlerdi Ben can nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Gorünür herşeyde hazır Ayan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim Kendisinde buldu bulan Bulmadı taşrada kalan Canların kalbinde olan İnanç nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Gorünür herşeyde hazır Ayan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim İnsan, insan dedikleri İnsan nedir şimdi bildim Can, can deyü söylerlerdi Ben can nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Gorünür herşeyde hazır Ayan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim Kendisinde buldu bulan Bulmadı taşrada kalan Canların kalbinde olan İnanç nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Görünür herşeyde hazır Ayan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim İnsan insan dedikleri İnsan nedir şimdi bildim Can, can deyü söylerlerdi Ben can nedir şimdi bildim Muhyiddin der hak kadir Görünür herşeyde hazır Ayan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim Kendisinde buldu bulan Bulmadı taşrada kalan Canların kalbinde olan İnanç nedir şimdi bildim Ayan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi bildim
. ... . yürüdüğüm sapa yolları örten ve uzun yaşamış bir insan ömrü kadar yaşlı, çınar ağaçlarının rengi geçkin yaprakları, henüz güze boyun eğmiş değilken iyi kalpli eylülde, çıksam da baksam yâren; şu hurma endamlı çınarın, zarif yaprakları arasında mısın ki…,
yâr ile hemdem iken, âyârın verdiği eziyete, katlanmaktır aşk…,
ve usulca avuçlarından öpmek, hafifçe koklamaktır ayrılığı ve, sürekli anıp, hep hatırda tutmaktır yâri…; gamsız bakmak hiçbir yere, ve her yere muhabbet serpmektir,
hz.muhammed efendimizin hicretinin ardından geçmiş, bindörtyüz küsur yılın, sene başı muharrem hilâlinden, yirmibeş akşam geçmişken ve keza, hz.isa peygamberin de, buna beşyüz bilmem ne yıl ilaveli senesi, kaç gün olacağı istikrarsız ayının, yirmidördüncü günü, günlerden cumaydı; yine böyle kritik bir ikindi vakti ertesiydi ve kentin o en uzlaşmasız meydanında duyduğum, kâfûr kokulu sesinin geldiği yöne baktım…, ki o an ölmenin hemen öncesiydi, ah;
ve bir çocuk masumluğundaki bakışlarımdan geçiyordu; sak/lan/baç çiçekleri körebesinin köşe kapmacasında, uzun eşeğin üstünden ırmakta taş sektirişim, elektronik beyin adı verilen bir kasabalı kuzu gibi; çelik çomaktan bıkkınken, ve micozun kırdığı biricik mavi bilyenin, talihsizliğine içerlemiş, ve dahası kanatlılar bilmecesindeki bıçak da, yağmur erteleri oynan kader çizgisi oyununda dar boğaza saplanmışken, ve belki de panayırda kaybolmuş bir çocuktum, tuzlu kocaman gözlerimle ve, atlı karınca döndükçe, hareleri oyuncak çemberiydi ne malum,
ve belki mutlu çocuk yüzleri biriktiriyordum, yüzümü yasladığım parlak bir yıldızın yanağında; zaman, pastasını bir kez daha keserken…,
derken gök; matem giysisini geçirip üstüne, tülden siyah örtüsüyle, sildi tuzlarını çocuğun gözlerinden, ve üfledi mumu…,
bir dilek panayıra düştü, belki de yine bir düştü…, kaybolmuş bir çocuktum belki kendi karanlık ormanımda ve yağmur kokusu avuç içlerimde, alnı buz gibi bir çocuk…, . ... .
. ... . yürüdüğüm sapa yolları örten ve uzun yaşamış bir insan ömrü kadar yaşlı, çınar ağaçlarının rengi geçkin yaprakları, henüz güze boyun eğmiş değilken iyi kalpli eylülde, çıksam da baksam yâren; şu hurma endamlı çınarın, zarif yaprakları arasında mısın ki…,
yâr ile hemdem iken, âyârın verdiği eziyete, katlanmaktır aşk…,
ve usulca avuçlarından öpmek, hafifçe koklamaktır ayrılığı ve, sürekli anıp, hep hatırda tutmaktır yâri…; gamsız bakmak hiçbir yere, ve her yere muhabbet serpmektir,
hz.muhammed efendimizin hicretinin ardından geçmiş, bindörtyüz küsur yılın, sene başı muharrem hilâlinden, yirmibeş akşam geçmişken ve keza, hz.isa peygamberin de, buna beşyüz bilmem ne yıl ilaveli senesi, kaç gün olacağı istikrarsız ayının, yirmidördüncü günü, günlerden cumaydı; yine böyle kritik bir ikindi vakti ertesiydi ve kentin o en uzlaşmasız meydanında duyduğum, kâfûr kokulu sesinin geldiği yöne baktım…, ki o an ölmenin hemen öncesiydi, ah;
ve bir çocuk masumluğundaki bakışlarımdan geçiyordu; sak/lan/baç çiçekleri körebesinin köşe kapmacasında, uzun eşeğin üstünden ırmakta taş sektirişim, elektronik beyin adı verilen bir kasabalı kuzu gibi; çelik çomaktan bıkkınken, ve micozun kırdığı biricik mavi bilyenin, talihsizliğine içerlemiş, ve dahası kanatlılar bilmecesindeki bıçak da, yağmur erteleri oynan kader çizgisi oyununda dar boğaza saplanmışken, yine, yap/boz/yap memleket haritasında yerini bulamadığım uşak kayıpken, bir insan anatomisindeki iç organların yeri bile, gözü kapalı bulunabiliyordu hayatta sanki artık, tekrar, tekrar ve tekrardan…,
ve belki de panayırda kaybolmuş bir çocuktum, tuzlu kocaman gözlerimle ve, atlı karınca döndükçe, hareleri oyuncak çemberiydi ne malum,
ve belki mutlu çocuk yüzleri biriktiriyordum, yüzümü yasladığım parlak bir yıldızın yanağında; zaman, pastasını bir kez daha keserken…,
derken gök; matem giysisini geçirip üstüne, tülden siyah örtüsüyle, sildi tuzlarını çocuğun gözlerinden, ve üfledi mumu…,
bir dilek panayıra düştü, belki de yine bir düştü…, kaybolmuş bir çocuktum belki kendi karanlık ormanımda ve yağmur kokusu avuç içlerimde, alnı buz gibi bir çocuk…, . ... .
. ... . sonsuzluğu sevmek benim dinim imanım, ve benim, sonsuzluğadır ayak ucuna bakan nazar berkademim…, sonsuzlukta yol almaktır ciğerimin yarası ki duasıdır kalbimin, vakit tamam dendiğinde, o mübarek menzile yürümek erenlerce; lâhavlevelâkuvveteillâbillah azığıyla, ki bu konma göçmenin ayet/el kürsîleri ertesinde, bir fatihadır aşk…,
turna katarları geçer her kandilde içimden, ve yutkunarak akar içime kanat sesleri, göç mevsimi..., ah;
uzatsam elim sanki dokunacak öteler yakınımdayken hep, lakin her bağım koptuğunda dağılıyorum senden ve yokluğunda yaşaması tuhaf kaçıyor hayatı, nicedir özlediğim hekimim…,
allahın şarkılarından bir buhur sonrası, döşeği topraktan tahta bir sedire kıvrılıp, dualarla üstünü örtmüşken insanlar, hayatla aralarındaki paravan aralanır..., ve herkes kendi kadar özlediğiyle kalır, ah kalbimizi kussak bedenimizden, safrası hayattır ve, sarı bir gül gibi uzanır aramıza, ötelerle…,
benliğimizde ötelediğimiz ayrılık; kavuşturur bizi esasında sevdiklerimize unutmayalım ve çıplak bir tebessümün asıldığı, kefen altındaki yüz kadar bizdedir ki…, zahirle çevrelenmiş gözlerimin, en kuytu yerindeki gözyaşı kadar gönlümde, ve bana aitsin ayrılık, aşk belki de sadece imkansıza meyyaldir,
ah hekimim, semt çorbacısı sabahı dahi olsa şu her an, kimse seni benim kadar sevemez diyemem, ömrümün kalbine düşen iç sesli duasın, söylediğim her sözden bana gelen yankın içime dolan çocukluk sevincimdir…, buz tutmuş bir nehrin üstünde, kızak kayan kabansız bir çocuğun o masum ve sıcak gülücüğüsün sen, \ah..., . ... .
. ... . ki üstünü örttüğüm her acım, bir gece yarısı üstü açık kalan bilincin altını üstüne getiren hırsızken...,
içim; alt çekmecenin en çıfıt tıkılmışı ve ucu saçak saçak suda yüzen bir halat gibi, kocamış kutsal balıkların geçtiği yosun tutmuş yoldayken içim…, bir düşkün silueti yansır aynada bana bakan; bana…,
ve ağlayan bir tebessümü, brunonun sabîsine yamayan rüya çöplüğüm; ne çok görülmüş ve hayal meyal tasalı kâbuslarım, bir sırdaş adı sayıklıyor şimdi dilsiz dudaklarım…,
ey rabbim, yolda kalmış susuzların imdadına koşar yardımın ve, anımsaması imkansız bir rüyada, muhabbete verilmiş bir sadaka olur kalbim..., ah; . ... .
. ... . işaretlerinle yükseliyorum basamak basamak, uzaklıkta yakınımsın sen benim, serinliğim, ışığımsın sen benim, sır kâtibim…, ah;
bana pür/nûrdur senin nârın, ağyarını alev alev yakar, kandilimsin gönlüm ve lisanımda, yıkandım yüreğindeki esrarlı ırmakta ve çağladım; aşkınla yoğrulup ötelere ağladım…,
seni üzgün bulsam ben solarım, iyi görmeliyim sürekli seni, ki belki bencillik, belki haksızlık bu bilemem, yakıştıran yaradan sana sevdanın karasını, bir de ben yakıştırdım kendimi yamacına, senden habersiz, ah;
hasreti içime dolan, bendesi olduğum yârim, beni özleyen beni anan yârim, vadesizim, mecalsizim, çaresizim, şu kandil gününde, münzevi bir derviş kadar sensizim, sahipsizim, garibim, bir fukara isimsizim, ah;
yüreğine kara kirpiklerle diktin beni, sana bulutları göstererek, - bu tabloyu kim yapmış diye sormuştum, sense, - gökyüzümsün dedin bana madem, o halde söyle hekimim; hangi yeryüzü gökyüzüne bakmaz…, ve sanılıyor mu ki, gökyüzü de yeryüzüne meftun değildir…, . ... .
. ... . hoşçakal ve benden uzak, mülevveslerin kalbinde emmare nefsim, yine de hoşt çakal demiyorum, ve görüyorsun; ne denli inceldiği yerden bağlandığımı edebe ya hû…,
elbette samanyolu galaksisine savrulan kahve çekirdeği kokusuydu hasret, ve sen; her daim smokinli, paytak paytak yürüyen bir penguendin, ya ben, bir yekpare orman çıtırtılarının ürpertisi…,
benliğiyle efsunkâr o karaca nazarına bakamazken, yan yana fakat karşı karşıyaydık…, ve aynı yöne bakarken, o gece gündüz açık esnaf lokantasında, sabah çorbalarımızın buharı, birbirine karmaşıyordu…;
ah; aşk…, yüreklerimizin buzulunda, kızakla kayan bir çocuğun, hırkasına sakladığı çekiç ile kırmasıydı buzu…,
ve kulaç attık farklı iklimlerin soğuğuna ve, şimdi titriyoruz tir\tir, ayrılık deyince..., ki ayrılık, yüzümün atlasına sinen, çam kokusu ile, kar tebessümleriydi…, . ... .
Aşık Beyhani
Kirpiklerini Ok Eyle
Vur Sineme Öldür Beni
Bıktım Dünyanın (Derdinden) Halından
Vur Sineme Öldür Beni
Yoktur Aleme Mihnetim
İndinde Var Mı Kıymetim
Eğer Satmaksa Niyetin
Vur Sineme Öldür Beni
Bülbüller Özlermiş Gülü
Garibim Beklerim Yolu
Unuttun Beyhani Kulu
Vur Sineme Öldür Beni
İnsan insan dedikleri
İnsan nedir şimdi bildim
Can, can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Görünür herşeyde hazır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
İnsan insan dedikleri
İnsan nedir şimdi bildim
Can, can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Gorünür herşeyde hazır
Ayan nedir, pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
Kendisinde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Canların kalbinde olan
İnanç nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Gorünür herşeyde hazır
Ayan nedir, pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
İnsan insan dedikleri
İnsan nedir şimdi bildim
Can, can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Gorünür herşeyde hazır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
Kendisinde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Canların kalbinde olan
İnanç nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Gorünür herşeyde hazır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
İnsan, insan dedikleri
İnsan nedir şimdi bildim
Can, can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Gorünür herşeyde hazır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
Kendisinde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Canların kalbinde olan
İnanç nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Görünür herşeyde hazır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
İnsan insan dedikleri
İnsan nedir şimdi bildim
Can, can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Muhyiddin der hak kadir
Görünür herşeyde hazır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
Kendisinde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Canların kalbinde olan
İnanç nedir şimdi bildim
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
muhyiddin abdal
:(
(:
.
...
.
yürüdüğüm sapa yolları örten ve
uzun yaşamış bir insan ömrü kadar yaşlı,
çınar ağaçlarının rengi geçkin yaprakları,
henüz güze boyun eğmiş değilken
iyi kalpli eylülde,
çıksam da baksam yâren;
şu hurma endamlı çınarın,
zarif yaprakları arasında mısın ki…,
yâr ile hemdem iken,
âyârın verdiği eziyete,
katlanmaktır aşk…,
ve usulca avuçlarından öpmek,
hafifçe koklamaktır ayrılığı ve,
sürekli anıp, hep hatırda tutmaktır yâri…;
gamsız bakmak hiçbir yere,
ve her yere muhabbet serpmektir,
hz.muhammed efendimizin hicretinin
ardından geçmiş, bindörtyüz küsur yılın,
sene başı muharrem hilâlinden,
yirmibeş akşam geçmişken ve keza,
hz.isa peygamberin de,
buna beşyüz bilmem ne yıl ilaveli senesi,
kaç gün olacağı istikrarsız ayının,
yirmidördüncü günü,
günlerden cumaydı;
yine böyle kritik bir ikindi vakti ertesiydi
ve kentin o en uzlaşmasız meydanında duyduğum,
kâfûr kokulu sesinin geldiği yöne baktım…,
ki o an ölmenin hemen öncesiydi,
ah;
ve bir çocuk masumluğundaki bakışlarımdan geçiyordu;
sak/lan/baç çiçekleri körebesinin köşe kapmacasında,
uzun eşeğin üstünden ırmakta taş sektirişim,
elektronik beyin adı verilen bir kasabalı kuzu gibi;
çelik çomaktan bıkkınken,
ve micozun kırdığı biricik mavi bilyenin,
talihsizliğine içerlemiş,
ve dahası kanatlılar bilmecesindeki bıçak da,
yağmur erteleri oynan kader çizgisi oyununda
dar boğaza saplanmışken,
ve belki de panayırda kaybolmuş bir çocuktum,
tuzlu kocaman gözlerimle ve,
atlı karınca döndükçe,
hareleri oyuncak çemberiydi ne malum,
ve belki mutlu çocuk yüzleri biriktiriyordum,
yüzümü yasladığım parlak bir yıldızın yanağında;
zaman, pastasını bir kez daha keserken…,
derken gök;
matem giysisini geçirip üstüne,
tülden siyah örtüsüyle,
sildi tuzlarını çocuğun gözlerinden,
ve üfledi mumu…,
bir dilek panayıra düştü,
belki de yine bir düştü…,
kaybolmuş bir çocuktum belki
kendi karanlık ormanımda
ve yağmur kokusu avuç içlerimde,
alnı buz gibi bir çocuk…,
.
...
.
.
...
.
yürüdüğüm sapa yolları örten ve
uzun yaşamış bir insan ömrü kadar yaşlı,
çınar ağaçlarının rengi geçkin yaprakları,
henüz güze boyun eğmiş değilken
iyi kalpli eylülde,
çıksam da baksam yâren;
şu hurma endamlı çınarın,
zarif yaprakları arasında mısın ki…,
yâr ile hemdem iken,
âyârın verdiği eziyete,
katlanmaktır aşk…,
ve usulca avuçlarından öpmek,
hafifçe koklamaktır ayrılığı ve,
sürekli anıp, hep hatırda tutmaktır yâri…;
gamsız bakmak hiçbir yere,
ve her yere muhabbet serpmektir,
hz.muhammed efendimizin hicretinin
ardından geçmiş, bindörtyüz küsur yılın,
sene başı muharrem hilâlinden,
yirmibeş akşam geçmişken ve keza,
hz.isa peygamberin de,
buna beşyüz bilmem ne yıl ilaveli senesi,
kaç gün olacağı istikrarsız ayının,
yirmidördüncü günü,
günlerden cumaydı;
yine böyle kritik bir ikindi vakti ertesiydi
ve kentin o en uzlaşmasız meydanında duyduğum,
kâfûr kokulu sesinin geldiği yöne baktım…,
ki o an ölmenin hemen öncesiydi,
ah;
ve bir çocuk masumluğundaki bakışlarımdan geçiyordu;
sak/lan/baç çiçekleri körebesinin köşe kapmacasında,
uzun eşeğin üstünden ırmakta taş sektirişim,
elektronik beyin adı verilen bir kasabalı kuzu gibi;
çelik çomaktan bıkkınken,
ve micozun kırdığı biricik mavi bilyenin,
talihsizliğine içerlemiş,
ve dahası kanatlılar bilmecesindeki bıçak da,
yağmur erteleri oynan kader çizgisi oyununda
dar boğaza saplanmışken,
yine,
yap/boz/yap memleket haritasında
yerini bulamadığım uşak kayıpken,
bir insan anatomisindeki iç organların yeri bile,
gözü kapalı bulunabiliyordu hayatta sanki artık,
tekrar, tekrar ve tekrardan…,
ve belki de panayırda kaybolmuş bir çocuktum,
tuzlu kocaman gözlerimle ve,
atlı karınca döndükçe,
hareleri oyuncak çemberiydi ne malum,
ve belki mutlu çocuk yüzleri biriktiriyordum,
yüzümü yasladığım parlak bir yıldızın yanağında;
zaman, pastasını bir kez daha keserken…,
derken gök;
matem giysisini geçirip üstüne,
tülden siyah örtüsüyle,
sildi tuzlarını çocuğun gözlerinden,
ve üfledi mumu…,
bir dilek panayıra düştü,
belki de yine bir düştü…,
kaybolmuş bir çocuktum belki
kendi karanlık ormanımda
ve yağmur kokusu avuç içlerimde,
alnı buz gibi bir çocuk…,
.
...
.
.
...
.
sonsuzluğu sevmek benim dinim imanım,
ve benim, sonsuzluğadır ayak ucuna bakan
nazar berkademim…,
sonsuzlukta yol almaktır ciğerimin yarası
ki duasıdır kalbimin,
vakit tamam dendiğinde,
o mübarek menzile
yürümek erenlerce;
lâhavlevelâkuvveteillâbillah azığıyla,
ki bu konma göçmenin ayet/el kürsîleri
ertesinde, bir fatihadır aşk…,
turna katarları geçer her kandilde içimden,
ve yutkunarak akar içime kanat sesleri,
göç mevsimi...,
ah;
uzatsam elim sanki dokunacak
öteler yakınımdayken hep, lakin
her bağım koptuğunda dağılıyorum senden
ve yokluğunda yaşaması tuhaf kaçıyor hayatı,
nicedir özlediğim hekimim…,
allahın şarkılarından bir buhur sonrası,
döşeği topraktan tahta bir sedire kıvrılıp,
dualarla üstünü örtmüşken insanlar,
hayatla aralarındaki paravan aralanır...,
ve herkes kendi kadar özlediğiyle kalır,
ah kalbimizi kussak bedenimizden,
safrası hayattır ve,
sarı bir gül gibi uzanır aramıza,
ötelerle…,
benliğimizde ötelediğimiz ayrılık;
kavuşturur bizi esasında sevdiklerimize
unutmayalım ve çıplak bir tebessümün asıldığı,
kefen altındaki yüz kadar bizdedir ki…,
zahirle çevrelenmiş gözlerimin,
en kuytu yerindeki gözyaşı kadar gönlümde,
ve bana aitsin ayrılık,
aşk belki de sadece imkansıza meyyaldir,
ah hekimim,
semt çorbacısı sabahı dahi olsa şu her an,
kimse seni benim kadar sevemez diyemem,
ömrümün kalbine düşen iç sesli duasın,
söylediğim her sözden bana gelen yankın
içime dolan çocukluk sevincimdir…,
buz tutmuş bir nehrin üstünde,
kızak kayan kabansız bir çocuğun
o masum ve sıcak gülücüğüsün sen,
\ah...,
.
...
.
.
...
.
ki üstünü örttüğüm her acım,
bir gece yarısı üstü açık kalan
bilincin altını üstüne getiren
hırsızken...,
içim;
alt çekmecenin en çıfıt tıkılmışı
ve ucu saçak saçak suda yüzen
bir halat gibi,
kocamış kutsal balıkların geçtiği
yosun tutmuş yoldayken içim…,
bir düşkün silueti yansır
aynada bana bakan; bana…,
ve ağlayan bir tebessümü,
brunonun sabîsine yamayan
rüya çöplüğüm;
ne çok görülmüş ve
hayal meyal tasalı kâbuslarım,
bir sırdaş adı sayıklıyor şimdi
dilsiz dudaklarım…,
ey rabbim,
yolda kalmış susuzların
imdadına koşar yardımın ve,
anımsaması imkansız bir rüyada,
muhabbete verilmiş bir sadaka
olur kalbim...,
ah;
.
...
.
.
...
.
işaretlerinle yükseliyorum basamak basamak,
uzaklıkta yakınımsın sen benim,
serinliğim,
ışığımsın sen benim,
sır kâtibim…,
ah;
bana pür/nûrdur senin nârın,
ağyarını alev alev yakar,
kandilimsin gönlüm ve lisanımda,
yıkandım yüreğindeki esrarlı ırmakta
ve çağladım;
aşkınla yoğrulup ötelere ağladım…,
seni üzgün bulsam ben solarım,
iyi görmeliyim sürekli seni,
ki belki bencillik,
belki haksızlık bu bilemem,
yakıştıran yaradan sana sevdanın karasını,
bir de ben yakıştırdım kendimi yamacına,
senden habersiz,
ah;
hasreti içime dolan,
bendesi olduğum yârim,
beni özleyen beni anan yârim,
vadesizim, mecalsizim, çaresizim,
şu kandil gününde,
münzevi bir derviş kadar sensizim,
sahipsizim,
garibim, bir fukara isimsizim,
ah;
yüreğine kara kirpiklerle diktin beni,
sana bulutları göstererek,
- bu tabloyu kim yapmış
diye sormuştum,
sense,
- gökyüzümsün
dedin bana madem,
o halde söyle hekimim;
hangi yeryüzü gökyüzüne bakmaz…,
ve sanılıyor mu ki,
gökyüzü de yeryüzüne meftun değildir…,
.
...
.
.
...
.
ayrılık…;
yavaş adımlarla,
hızlı bir aşkın fren izlerini
takip etmekte…,
oysa yaşam,
parmak izi bırakmadan
eldivenlerini çıkarıyor
maktulüne tepeden bakarak,
ve zaman durdu al işte…;
bıktık artık, usandı millet, tiksindi insanlık,
bu altı ok\a hainlik eden kemalistlerden,
ruhu sömürgecilerde rehin mütedeyyinlerden ve
genleri ipotekli devrimcilerden,
tiyanşan kaçkınlarından,
ve
bilumum kurtarıcılık konforperestlerinden…,
.
...
.
.
...
.
hoşçakal ve benden uzak,
mülevveslerin kalbinde emmare nefsim,
yine de hoşt çakal demiyorum, ve görüyorsun;
ne denli inceldiği yerden bağlandığımı edebe ya hû…,
elbette samanyolu galaksisine savrulan
kahve çekirdeği kokusuydu hasret,
ve sen;
her daim smokinli,
paytak paytak yürüyen bir penguendin,
ya ben,
bir yekpare orman çıtırtılarının ürpertisi…,
benliğiyle efsunkâr o karaca nazarına bakamazken,
yan yana fakat karşı karşıyaydık…,
ve aynı yöne bakarken,
o gece gündüz açık esnaf lokantasında,
sabah çorbalarımızın buharı,
birbirine karmaşıyordu…;
ah;
aşk…,
yüreklerimizin buzulunda,
kızakla kayan bir çocuğun,
hırkasına sakladığı çekiç ile kırmasıydı buzu…,
ve kulaç attık farklı iklimlerin soğuğuna ve,
şimdi titriyoruz tir\tir, ayrılık deyince...,
ki ayrılık,
yüzümün atlasına sinen,
çam kokusu ile,
kar tebessümleriydi…,
.
...
.