Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • kapital07.07.2004 - 14:05

    Karl Marks'ın yazdığı Das Kapital'in Türkçe'ye çevrilmiş ismi.

  • marksist felsefe07.07.2004 - 13:56

    Sosyalizm ve Komünizmi, sadece Marksizmden ibaret zannedenlere bir çift sözümüz var:
    1.
    bugün sosyalizm ya da komünizm denildiğinde en başta 1848, 1871, 1917 devrimleriyle biçimlenmiş, aydınlanma düşüncesi ve hegel felsefesi ile politik iktisadın kapitalizm analizine, pozitivizm, ve doğa bilimlerince geliştirilen bilimsellik anlayışına dayalı, örgütlenme biçimi olarak temsiliyetçi, merkeziyetçi, devrimci parti yoluyla ayaklanarak herhangi bir coğrafyadaki mevcut ulus-devlet iktidarını ele geçirip devirip ardından üretim araçlarının devlet eliyle kolektifleştirilmesi projesine dayalı devletçi sosyalizmler anlaşılır. bu aslında kısmen doğru bir sosyalizm imgesidir. her ne kadar marksist sosyalizm, çeşitli sosyalizmler arasında kendi farkını, işçi sınıfının bilinçli eyleminin tarihteki tüm sınıfları ortadan kaldırması ve komünizme, yani sınıfsız ve devletsiz topluma giden yolu açması olarak özgülleştirse de bu aslında onun ayrıcalığı değildir. 19. yüzyılın sosyalist akımlarının bir çoğunda bu temalar dağınık halde zaten mevcuttur. bu temaları oldukça “bilimsel” bir politik ekonomi ile diyalektik ve tarihsel materyalizm felsefesi olarak tümüyle tutarlı olmaya çalışan bir sistem içinde bir araya getirmesi ve takdir etmek gerekir ki sahip olduğu entelektüel karizmasıyla başaran karl marx’ın önemi elbette büyüktür. ancak tarihe bugün durduğumuz yerden değil de olumsal gelişimi açısından bakarak soralım: acaba 1917’de, dünyanın en eski imparatorluklarından birinde, bu kadar geniş bir coğrafyayı hakimiyeti altına alacak bir devrim -bolşevikleri iktidara getiren pek çok rastlantıyı, lenin’in korkunç iktidar iradesini, ve tüm farklı sosyalizmleri tasfiye ve yok etme operasyonunu da göz önünde bulundurarak- iktidarı almayı ve onu bir yetmiş küsur yıl sürdürmeyi başaramasaydı yahut bu devrim kendisine ideoloji olarak mesela bir lassale ya da bernstein sosyalizmini seçseydi, acaba bu durumda, bugün sosyalizm kelimesi akıllara marksizmi getirir miydi? marksist tarih yazımının en korkunç sonuçları verecek olan hatalarından birisi -ki bu onu tipik olarak alman ideolojisi’ndeki türden bir ideolojiye dönüştürmüştür- kendi tarihi içinde yer alan bütün sosyalist kaynakları ve yoldaşı olması gereken akraba akımları bir kertede çöpe atıp hepsini sosyalizmin prehistoryasına yerleştirmiş olmasıdır. ve bugünkü komedi böyle doğar: marksistler diğer marksistleri, sosyalistler diğer sosyalistleri sosyalist olmamakla suçlar. ispanya devrimini yaşamış bir anarko komünist işçinin dediği gibi “komünistler, komünistleri, komünizm adına öldürmeye gelmişlerdi.” işte size komedinin trajediye dönüşmesi.

    2.
    günümüz sosyal demokrasisi, bilindiği gibi i. enternasyonaldeki tartışmaların sonucu sosyalistlerin bölünmesinin meyvesiydi. bütün mesele burjuva devletini reforme ederek dönüştürmek mi yoksa ele geçirip yeni bir sosyalist devlet kurmak mı meselesi gibi görünüyordu. ancak yol ayrımı, 1. dünya savaşında alman sosyal demokratlarının militarizmin yanında yer almasıyla daha çetrefil hale gelmişti. böylece hem alman komünistlerinin işçi hareketinden tasfiyesi, hem de militarizme boyanmış bir toplumun faşizme karşı savunmasız kalışının yolu açılmıştı. gerisi bilinir... faşizmlerin şokuyla sarsılan avrupa’da, özellikle büyük bunalımın ardından, ve sovyet devriminin tehdidi karşısında, keynesçi politikaların icraat yolu olarak yeni bir emek-ücret rejimi oluşturulmasında sosyal demokrasi yeniden işlev kazanmıştı. böylece emperyalist avrupa'nın dünyadan devşirdiği artı değerin kısmen daha “adil” bir paylaşım mekanizmasıyla topluma paylaştırılması sağlanmış; yani işçi sınıfının gelirlerinin artışı, yani tüketim artışı, yani istihdam artışı, yani toplumu bölen uzlaşmaz çelişkilerin gizlenmesi, yani ulusal bütünlüğün yeniden kurulması temin edilmiştir. o kadar ki tüm dünyanın çeşitli ulusal kurtuluş hareketleriyle sarsıldığı zamanlarda avrupa işçi sınıfı, marksist sınıf analizlerini boşa çıkarırcasına öylesine yerinde saymıştır ki bunun üzerine koca bir marksist külliyat birikmiştir.
    ekmek ve sirk: alın size refah toplumu ve kitle kültürü.
    ideolojik ayrımların ve siyasal hamasetin kafa bulandırıcı gözleriyle bakmadığımızda göreceğimiz şudur: devletçi sosyalizmin bir kanadı, ayrışarak kendi kaynaklarından birine, liberalizme geri dönmüştür. böylece bugün artık sosyal demokrasi dendiğinde kimsenin aklına anti-kapitalist bir hareket gelmez. olsa olsa sivil haklar ve özgürlükler retoriğine bulanmış, tutarlı bir siyasi liberalizm gelir. sosyal demokrasinin “sosyal”i -ekonomide devletçi düzenlemeler- bugünün küresel kapitalizminin ihtiyaçları açısından demode olduğundan, yalnızca “demokrasi”si kalmıştır, o da zaten liberal siyasetin vazgeçilmezi olarak iş görmeye devam etmektedir. “sosyal” yaklaşımın, yani refah devleti düzenlemelerinin zorunluluğunun ortadan kalktığı “küreselleşme” çağında liberalizm de kendi içinde tuhaf bir dönüşüme uğramıştır: neo-liberalizm. bu aslında kimilerince neo-konservatizm olarak da adlandırılır haklı olarak. “bırakınız yapsınlar” kapitalizmini sınırsızca gerçekleştirmek adına emeğin koşullarının daha da ağırlaştırılması, eski ücret rejimlerinin ve sosyal devlet düzenlemelerinin terk edilmesi, toplumu bütünleştiren, bir ulusal cemaat haline getiren değerlerin güçlü bir savunusu halinde, faşizme de giderek göz kırpan, artık önündeki yaprağı tamamen düşmüş bir “liberalizm”dir söz konusu olan. tam da bu noktada sosyal demokrasi de refah devleti anlayışını terk ederek klasik liberalizme kadar gerilemiştir. devlete ve iktisadi mantığa olan sarsılmaz bağlılıktan olsa gerek sol giderek “sağa” çekmektedir. bir zamanlar solun tarihine yerleştirilen sosyal demokrasinin bugün liberalizmin ta kendisi haline gelişi de gösteriyor ki bu akım iktisadi liberalizm ile siyasi liberalizmi ve aydınlanmacı düşünce geleneğini tutarlı bir şekilde içeren modernist bir siyasetten başka bir şey değildir. böyle bakıldığında, sosyal demokrasinin, kendisini kapitalizm karşıtlığıyla tanımlayan proleter sosyalizm geleneği ile sanki hiç bir ilgisi yokmuş gibi görünür... keşke bu kadar kolay olsaydı.

    3.
    sosyalizm elbette sosyal demokrasi ile olduğu kadar liberalizm ile de akrabalıklar taşır. daha doğrusu modern siyaset tarihi içinde aydınlanma düşüncesi soyundan gelirler. ancak bu akrabalık bir süre sonra düşmanlık ilişkilerine dönüşmüştür haklı olarak. 20 yüzyılın ateşli siyasal tartışmalarının atmosferinde farklar açıkça vurgulanmış ve düşmanlıklara dönüşmüştür. oysa zaman zaman, sosyal demokrasi ile sosyalizmin, aralarındaki uzak akrabalık ilişkisinin de bir sonucu olarak birlikte davrandığı anlar oldu: örneğin fransız direnişinde ve ispanyol devriminde... aralarındaki ortaklaşmalar yalnız anlık temaslar ve işbirlikleri ile bitmemişti elbette. söylemlerini ve icraatlarını biçimlendiren ontolojik temelleri de ortaktır: ilerlemeci tarih anlayışı, rasyonalizm, pozitivizm, ulus-devletçilik, temsiliyet, sanayileşme...

    4.
    her şeye rağmen fransız devrimi ve 1848 işçi devrimleri ile dünyaya saçılan sosyalist-komünist düşünceleri bir soyağacı olarak da düşünmek mümkün. bu soyağacının devletçi sosyalizmler veya komünizmler ile özgürlükçü sosyalizmler ya da komünizmler olarak kabaca iki geleneğe ayrıldığı söylenir. (bkz: kropotkin) bu geleneklerden devletçi olanı giderek kendisini komünizmden, yani devletsiz özgürlükçü toplumdan ziyade devlete yaslamaya ağırlık gösterdikçe, komünizmden tuhaf bir biçimde bir tür liberalizm yapmıştır. (söz konusu devletçi komünizm, liberalizmin geçirdiği bütün değişimlere de karşılık gelir.) burada bir duralım. aristokrasinin dine ve kralın kutsal haklarına dayalı egemenliğini kırmak isteyen burjuvazinin, savaşını rasyonalizm ile başlatması doğaldı. sanayileşme, kuşkusuz toprak kölesi olarak yaşayan serflerin ücretli işçilere dönüştürülmesini ve daha verimli bir üretim sistemini doğuracaktı. teknolojik gelişim için hurafelerden uzaklaşmış deneysel bilim, iç pazarın ele geçirilmesi için birleşik bir rasyonel hukuk sistemi ve soydan gelen ayrıcalıkların ortadan kaldırılması -yani yasalar karşısında eşit ve özgür insan- gerekliydi. bütün bunlar, aristokrasinin katı ideolojisi ile kaba güce dayalı iktidarına karşı amansız bir savaşımı doğurdu. elbette bir tahakküm sisteminin (her ne kadar yerine bir başkasını kurmak için de olsa) karşısında mücadele edenlerin ideolojileri özgürlükçü (liberal) adını alacaktı. kimin için? tarihsel kapitalizmin temellerini atacak olan burjuvazi için. tarihte bir ilk olan, soydan gelen ayrıcalıkların yasal düzlemde kaldırılması, kralın mutlak egemenliğinin sınırlanması, soyluluğun iktidardan tasfiyesi, dinin toplumsal yaşamı düzenleyici bir kurum olarak yerinden edilmesi, doğal olarak daha radikal özgürlük taleplerini de doğurmuştu. çok kalın çizgileriyle sosyalist komünist akımların liberalizmle aynı devrimci potadan doğması şaşırtıcı değildi. ve doğal olarak bu akımlardan bazıları devletin ve egemenliğin eleştirisini en tutarlı noktasına kadar götürüp onun kalıntılarından sıyrılmıştır.

    sosyalist komünist düşünce tam da mutlak biçimde devlet karşıtı olan uğrağına 1848 devrimlerine doğru proudhon’un şahsında anarşizm adıyla ulaştı. seçilen ad, bir anlamda sosyalizmi/komünizmi devletçilik ve iktidar sevgisine dönüştürenlere karşı alınmış bir önlem haline de geldi. seçilen ad, bugüne kadar anarşizmin herhangi bir iktidar ve egemenlik ilişkisinin dümen suyunda yozlaşmamış oluşunun da kanıtladığı gibi yerindedir. iktidarı alt edemeyeceği zamanlarda radikal siyaset, gerçekçilik retoriği ve popülizm yoluyla ara yollara girmek ve dejenere olmaktansa yok olup yeraltı akımlarına dönüşerek, başka akraba akımlarla buluşarak, başka bir zaman ve mekanda, yenilenmiş, bilenmiş ve bellek sahibi bir akım olarak zuhur edip durur. anarşizmin yer altı tarihi de bunun çisimleşmesidir... burjuvazinin aristokrasiyle el ele verip işçi devrimlerini bastırması burjuvazinin liberalizminin ne olduğunu açığa vurmuştu. devlet gücünün, devredilmiş iktidarın, kimin hangi niyetin elinde olursa olsun tahripkar olduğunu görmüşlerdir anarşistler. bir yandan özyönetime ve federasyona dayanan proudhon’un toplumsal anarşizminin, öbür yandan da bireysel bağımsızlığı en ileri noktasına kadar götüren stirner’in bireysel anarşizminin aynı dönemlerde (1840’larda) birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkışı, her türden aşkın egemenliğin reddedilmesi ile kapitalizm ve devlet eleştirisinden kaynaklanan siyasal radikalizmin en uçtaki ufkunu oluşturmuştur. bundan sonraki tüm radikalizmler ya bu iki radikal ucun arasında ya da gerisinde -bireycilik ile devlet karşıtlığı arasında- salınmışlardır.

    5.
    bugünden baktığımızda marksizm’in, liberalizm, ulus-devletçilik ve devletçi komünist düşünceleri birleştiren bir sosyalist geleneğin en rafine şekli olduğunu söylenebilir. 19. yüzyıl sosyalizm/komünizmleri, birbiriyle iletişim halinde ve çok çeşitli bir görünüm sergilerler. buna karşın, 20. yüzyılın sömürgecilik karşıtı ulusal bağımsızlık hareketleri, emek hareketleri, emperyalizme ve sosyalizme karşı sosyalist mücadeleler, faşizme karşı direnişler gibi birbirlerinden çok farklı karakterdeki sayısız hareketin içinde yer almış bulunan sosyalistler ise kendi içlerinde ne kadar bölünmüş olursa olsun marksizm karşısında tuhaf bir birlik sergilerler. sayısız yoruma da sahip olsa, versiyonlar hep marksizm'in versiyonlarıdır, sosyalizmin ya da komünizmin değil. bu durum genellikle marksistler tarafından tek ve bütün bir tarih olarak övünç kaynağı gibi malzeme haline getirilse de bu sayısız “marksizmler” arasındaki mücadelede hadsiz hesapsız kan döküldüğü bilinir.

    6.
    marksizm ne kadar kendini tekil bir dünya marksizmi olarak kurmaya çalıştıysa tam da aynı nedenle sayısız mezhebe bölünmüş bir iman halini almıştır. bu durumda çeşitli marksist kiliseler arasında hiçbirisinin aslında marksizmi temsil etmediği gibi bu “marksist sosyalizmlerin” 19. yüzyılın diğer sosyalist komünist akımlarla da iletişimleri neredeyse yoktur. zira marksizm’in mesihgil karakteri burada da devreye girmiştir: kendi tarihinin yazımı sırasında kendi dışındaki (burada hangi “kendi” diye sorulacak olursa cevap ilahi vahye uygun olandır, yani her biri de marx engels lenin, marx engels lenin stalin, marx engels troçki, marx engels mao, gibi bazen üçlü bazen dörtlü ama her zaman matta markos luka yuhanna’yı da çağrıştırır şekilde klasik kuruculara dayanan) bütün akımları bir tür prehistoryaya indirger. modern çağda bilim dinin yerini almıştır der feyerabend. bilimsel komünizm (marksizm) ise ortadan kalkan dinin boşluğunu bu yeni bilim söylemini de içselleştirerek doldurmuştur. böylece alt sınıfların bir türlü vazgeçemedikleri mesihçi kopuş fikrini ikame eden bir devrim teorisi oluşturup bir tek tanrılı din haline gelmiştir. ve oldukça tipik bir şekilde hıristiyanlığın niteliklerini taşır. (hegel marx bilimsel sosyalizm = teslis = baba oğul kutsal ruh) vahyin geliş anı komünist manifestonun yazılışıdır. marksist literatürde manifestodan önce ve sonra diye marx’ın peygamber oluşu dönemleştirilir. bu dönemleştirme sorunu 1960’larda içinde althusser’in başını çektiği bir genç marx tartışmasına da yol açmıştır. marx’tan önce, marx’tan sonra, marx’ın büyük bilimsel devrimi gibi marksist literatürde sık rastlanan ifadeler bu büyük bilimsel doğum anını tarihler. bizzat komünist manifestonun kendisi kendinden önceki sosyalist yazını ve akımları yanlışlayarak yapar bunu. öteki sosyalist akımlarla irtibatını kesmek ve sürekli kendi saf retoriğini oluşturmak için uğraşan marksizm, diğer sosyalist akımları, hıristiyanlığın pagan inançları lanetlemesi gibi lanetler, onları bir tür vahyedilmiş sosyalizm karşısında kafir ya da zındık ilan eder. böylece marksizm, irtibata geçebileceği diğer sosyalizmlerle polemikleşerek, onları aşağılayarak, partiden, enternasyonalden tasfiye ederek, sürerek, kampa kapatarak, öldürerek -engizisyon- sürekli olarak kendi tekilliğini vurgulamış, babasız doğan isa gibi, dünyaya geldiğinin altını çizmiştir. oysa bütün bu uğraşlara rağmen tek bir marksizm yoktur, hiç olmamıştır. tek bir sosyalizmin veya komünizmin olamayacağı gibi...

    bütün bu farklı toplumsal mücadelelerin çok katı gibi görünen, oysa paradoksal olarak her türlü toplumsal mücadeleye giydirilebilecek kadar da yoruma açık olan yapısı neyi gösterir? şu yorum konusuna da değinelim. hermeneutikin (yorumbilim) kökeni kutsal metinlerin yorumlanmasıdır. bu tür bir işlem sanırım bütün dinlerde (islam hıristiyanlık ve yahudilikte olduğu bilinir) mevcuttur. bu yorumlama süreci son derece çeşitli anlamlara çekilecek olan bu metinlerin günlük hayatın doğru bir düzenleyicisi haline getirilebilmesini sağlamak için yapılır. bir yandan da kutsal metinlerin -her türlü metnin başına geldiği- okuma biçimine ve bağlama göre değişen çok anlamlı yapısı hemen her zaman dinler içindeki ayrılıkların meşrulaştırılmasına da dayanak oluşturmuştur. marksizm’in sosyalizmler arasında bir sosyalizm olmayıp modern dünyanın dinlerinden biri haline geldiğinin en önemli belgelerinden biri de budur: bütün marksizmler kendi doğruluklarını meşrulaştırmak üzere kutsal kaynaklara refere ederek kendilerini kurarlar. alıntı yapmak marksist siyasi literatürde bir sanattır. işte marksizm’in 20. yüzyılın bütün sosyalist akımlarını bu kadar domine etmesinin, üstelik bu sosyalizmlerin de artık giderek totalitarizmlere, liberalizmlere, devlet kapitalizmlerine, milliyetçiliklere, kısaca muhafazakarlığın başka bir türü olan sol-muhafazakarlığa dönüşmesi onun bir sosyalizm ya da komünizm olmaktan çoktan çıktığını açıkça gösterir.

    marksizm modern dünyanın dinlerinden biri olduğu kadar, modern liberalizmin de öteki benlerinden biridir (diğeri faşizmdir) ortak çizgileri olan pek çok siyasal mücadelenin marksizm adıyla kendisini meşrulaştırması yahut marksizm’in bunlara ideolojik besin vermesi bir tür yozlaşma mıdır? evet, ama marksizm'in değil komünizmin yozlaşmasıdır. devleti tarihten silmeyi hedefleyen bir akımın adının, tarihte görülmüş en güçlü devlet sistemlerinden birini yaratmış olması neyin nesidir? komünizmle kan uyuşmazlığı olan bütün toplumsal mücadelelerin içerisine sosyalizm ya da komünizm adları altında girip komünizm kavramını deforme eden marksizm aslında iktisadi siyasi modernizasyona son derece uyumlu bir toplumsal devrim programı olarak son derece başarılı olmuştur.
    işte bu noktada en baştaki tespite geri dönersek marksizm’in tarihsel konumu daha netleşir. marksizm, 20. yüzyılın radikal sistem karşıtı hareketlerini, tarihsel kapitalizmin sınırsız yayılma mücadelesinin sonucu olan modernleşme süreçlerine eklemlemiştir. bu aslında tarihsel olarak liberalizmin siyasal programına tekabül eder. bu nedenle devlet egemenliğine ya da devletçi kapitalizme karşı yürütülen tüm mücadelelerin, marksizm’e bağlanmamış tüm sosyalist ve devrimci hareketlerin karşısında, devlet gücünün sopasını, diyalektik denilen metafiziğin gerçeklikle uzlaştırıcı retoriğini kullanarak bütün diğer sosyalizm ve komünizmleri kendi ana akımına bağlamaya çalışmıştır. bunda kısmen başarılı olduğu söylenebilir. en başta sorduğumuz sorunun -sosyalizm ya da komünizm denilince akla neden yalnızca ana akım marksizmin geldiği sorusunun cevabı- bana kalırsa buradadır. tabii tek bir sosyalizm olmadığı gibi tek bir marksizm’in olmadığını da belirttiğimize göre, marksizm'in içinde, özgürlükçü doğrultuda mücadeleler vermiş heterodoks akımları göz ardı etmemek gerek. işte bu heterodoks marksizmler ki günümüzde marksizm dışı sol hareketlerle, geçmişin sosyalist düşünürleriyle ve başka eleştirel düşüncelerle temasa geçerek bir marksist yorumlar çokluğu oluştururlar (situasyonizm, eleştirel teori, otonomist marksizm, eko sosyalizm, sosyalist feminizm gibi..) ve giderek marksizm adının kötü çağrışımlarından da sıyrılmaya yöneldiklerinden bu ismi de bırakmaya yönelirler. şimdi yeniden 20. yüzyıl sovyet deneyimine ve komünist partilerin affedilmez icraatlarına rağmen, marksizm akımını sosyalizmler içinde bir sosyalizm olarak tarihteki yerine oturtarak komünizm kavramını, marksizm adına gerçekleştirilmiş deneyimlerin lekesinden temizlemek ve sosyalizmin gizli kalmış, tarihten silinmiş, unutulmuş akımlarına yeniden dönmek gerek. hem sosyalizmin kaynaklarından hem de bugünün radikal sistem karşıtı hareketlerinden hareketle özgürlükçü, yeni bir komünizm kavramı icat edilebilir.
    (alıntı:hafızamı kaybettim hukümsüzdür)

  • nato07.07.2004 - 13:44

    İstanbuldaki NATO zirvesinin sonucu:BM (Birleşmiş Milletler) tasviye edildi.Yani ortadan kaldırıldı.Çünkü BM Irak'ta olan bitenlerle ilgili ABD ve İsrailden hesap sormak gibi büyük bir suç işlemişti.Yerine şimdi NATOyu koyuyoruz.İnsanlığa barış ve huzur getirecek(!)

    Bir şerefli gazete yazmaz mı nerede BM nin denetçilerini raporlarını gözlemlerini...! !

  • mehmet barlas07.07.2004 - 13:32

    Irak'ta camiler bombalanıp yüzbinlerce insan ölse de onun cevabı hep tek ve aynı:'Değişime ayak uydurun'

  • toprak07.07.2004 - 11:59

    içeriği
    -mineraller (silikon,aluminyum,demir bileşikleri,vb)
    -organik maddeler (bitki,hayvan,insan atıkları ve ölüleri)
    -su
    -toprak atmosferi (karbondioksit,oksijen,azot,vb.)
    -canlı organizmalar
    olan yapı.

  • vaadedilmiş topraklar07.07.2004 - 11:55

    Kenan ülkesi.Arap yarım adasının tüm batı kıyıları hatta kimilerine göre tüm arap yarım adası.

    bakınız:Siyonizm, İsrail, İllumaniti, Rockefeller, ABD...

  • Recep Tayyip Erdoğan07.07.2004 - 10:15

    NATO protestoları için '25-30 yıl önce yapıldı bunlar. Zaman zaman ben de içinde yer aldım. Ama bundan bir netice alınamayacağını gördüm. 'Go home' diyen zihniyet neyse bu da o' dedi.

    Ama yeni YÖK yasası (imam-hatip yasası) için halkın, ane babaların gereken hassasiyeti göstermediğini, sokaklara dökülmediğini, kamu oyunun gereken desteği vermediğini belirten şahıs.

    Şimdi Tayyip amca! Hak aramak için sokağa dökülelim mi dökülmeyelim mi? Karar ver...

  • osmanlı imparatorluğu07.07.2004 - 09:28

    Tarih 1875’i gösterdiğinde bütçe olanakları ve alınan yeni dış borçlarla, dış borç anapara ve faizlerini ödeyemeyen Osmanlı hükümeti, ödemeleri durdurduğunu ve İFLAS ettiğini açıkladı. Avrupa’daki sert tepkiler karşısında siyasi müdahale ile karşılaşmaktan korkan hükümet, 1881 yılında alacaklılarla anlaşmaya vardı. Dış borçlar 190 milyondan 105 milyona indirilirken, borç servisi ödemelerini düzenlemek için Düyun-u Umumiye İdaresi (DUİ) kuruldu. Osmanlı maliyesinin iflası ile DUİ’nin kuruluşu arasında toplanan 1878 Berlin Kongresi, o ana kadar yaşayan zayıf bir imparatorlukla çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan İNGİLTERE, FRANSA, RUSYA gibi güçlerin tutum değiştirip imparatorluğun yağmalanmasına yönelik politikalarının yaşama geçtiği bir dönüm noktası oldu. DUİ, bu dönüm noktasından sonra uygulanan araçlardan sadece biri oldu. (Tezel, 1994; Ortaylı, 1998)

    Düyun-u Umumiye yönetiminde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı Bankası yöneticileri yer alıyordu. Osmanlı Devleti’nin Merkez Bankası görevini de üstlenen Osmanlı Bankası,' Fransız-İngiliz sermayeli bir bankaydı.'

    Daha çok bir yardım sandığı görüntüsünde olan Ziraat Bankası hariç, ülkede ulusal banka yoktu. İmparatorluk, güçlü yabancı bankaların istilasına uğramıştı ve DUİ yönetiminde yer alan Osmanlı Bankası bunlardan sadece biriydi. Osmanlı’nın ödeyemeyeceğini ilan ettiği borçlar karşılığında, bazı eyaletlerden alınan vergiler, gümrük vergileri, tütün ve tuz tekeli, pul vergisi gibi vergileri toplama yetkisi DUİ’ne bırakıldı. Sayılan bu kalemler günden güne arttı.

    Osmanlı iktisadi hayatı artık birkaç yabancı ülkenin elindeydi....

  • osmanlı imparatorluğu07.07.2004 - 09:25

    16.yüzyıldan itibaren mali zorluklarla karşı karşıya kalan Osmanlı hükümeti, 18.yüzyılda ortaya çıkan Avrupa’dan borç alma önerilerinin günah sayılması eleştirileri karşısında bu yola başvurmadı. Yeniçeri ordusunun tasfiyesinden hemen sonra (1826) , Avrupa finans kesimleri borç para vermek için kapıyı çalmaya başladılar. Kırım Savaşı(1854) ’nın hemen sonrasında, savaşa Osmanlı’nın müttefiki olarak katılan İngiltere ve Fransa’dan İLK DIŞ BORÇ alındı. Londra ve Paris borsalarında 3.3 milyon sterlinlik tahvil satan Osmanlı hükümeti ilk borçlanmasını gerçekleştirdi.

  • marksist felsefe06.07.2004 - 17:48

    Sosyalizm ile aynı şey değildir. Eş anlamlı değildir.