YOLSUZLUK YETMEZ KARAPARA ÇOK ÖNEMLİDİR Sermayenin ilk birikimini anlatırken Marx, 'kan ve gözyaşından' söz açarak, birikimin temelinde hiç de saf-temiz bir efsane olmadığını yazar. Elbette burada anlatılan,yani emekle piyasada buluşan sermayenin birikimidir. Fetihler, sömürgeler, köleleştirilen halkları vs. kasteder düşünürümüz. Ancak tarihi randevusunu verdiği emekle buluşmak için pazara geldiğinde kendine, insanların 'çalışa çalışa, hiç harcamadan, çok tutumlu davrananların, bütün kazancını harvurup harman savuran ve böylece emeklerinden başka satacak şeyleri kalmayanlara inat' oluşturdukları saf tertemiz 'sermaye' olduğunu anlatır. Daha ilk ortaya çıkışta, kendini oluşturan önemli ögelerin başında, haydutluk, soygunculuk, hırsızlık olduğunu saklarken, emekle birleşerek oluşturduğu sistemi insancıl özelliklere dayanan 'doğal' bir sistem olarak tanıtmakta çok başarılı olur. Fakat bu sistemin bir vazgeçemediği zayıf yanı vardır. Para olarak kalması yetmediği gibi, sermaye olabilmesi için 'değer doğurması' ve giderek sürekli kendini büyütmek, yeniden üretmek zorundadır. Fakat bu büyüme,sermayenin büyümesi için gerekli artı değerin küçülmesi, sabit sermayenin değişken sermaye karşısında çeşitli nedenlere daralması ve daha bir takım unsurların birlikteliği sonucu duru ve bu da giderek krizlere neden olur. Kapitalizmin içine düştüğü bu krizlerin bedelini elbette kapitalistin kendisi dışında kalan tüm kesimler öder ve en çok da elbette emeği ile çalışan halk öder. Ancak işin bu tarafı değil bizi ilgilendiren. Bu yazının çercevesi, paranın mübadele aracı olmaktan çıkıp, kendisinin mübadele konusu olması aşamasından sonra, banka sermayesi ile sanayii sermayesinin içiçe geçmesi ve kapitalist yoğunlaşmanın yeni biçimlerine ulaşmasında özel bir durumun kapitalizm açısından vazgeçilmez olduğudur. Bu çok özel durumu, 'kara para' denilen ve tek özelliği 'yasa dışı' denilerek tanımlanamayacak paranın sistem içine alınmasına olan gereksinimidir. Basit rakamlarla açıklamak için, Maliye Bakanlığı bünyesindeki Mali Suçlar Araştırma Kurulu tüm dünyadaki 'uyuşturucu parasının' 400 milyar dolar olduğunu ve bunun yüzde kırkının Türkiye üzerinde geçerek tüm dünyaya dağıldığını saptadığını söylemek yeter. Yani devletin tespitlerine göre bu miktar en kaba hesapla 16 milyar dolardır. Tüm dünyada olduğu gibi, 'kara paranın' engellenmesi çabası içindeymiş gibi gözüken kapitalist sistemin aslında bunu ehlileştirmekten öteye bir çabası olması abesle iştigaldir. Bu para bir şekilde yeniden üretime katılmalıdır. Bunun tek yolu elbette bankacılık sistemidir. İlk başlarda, altın üzerine kurgulanan bu 'aklama' işlemi artık 'paranın yüksek hareket' yeteneği ile çok daha kolaylaşmış görünmektedir. İkide bir ileri sürülen, 'halkın yastık altındaki altınlarını' piyasa çıkarabilme ve 'üretime katkı' olarak kullanabilmenin yollarını araştırmak ve önermek modadır. Gerçekten de halkın tasarruflarını ilk başlarda altına yatırdığı veya şimdilerde olduğu gibi dövize yöneldiği doğrudur. Ancak bunun bir açıklaması, halkın küçük tasarruflarını kendince güvence altına almasına dayanma güdüsüne dayanmaktadır. O nedenle de ortaya çıkarılması çok da mümkün olmayan küçük miktarları içerir. Zaten yasal yapılanmaların düzenlenmesi de hep bu doğrultudadır. Bir dönem çıkarılan, 'isimsiz hesap', bankaların dağıttığı 'hamiline yazılı' hediye çekleri, isimsiz, şifre esasına dayalı banka hesapları ve dokunulmazlıkla donatılan banka kasaları, halkın elindeki bu zavallı 'birikim' için değil doğrudan 'kara para' nın finansman sektörüne döndürülmesi içindir. 'Nereden buldun' yasası bunun için çıkarılmaz. Kaldı ki sorun sadece bankacılık sermayesi ile sanayici arasında değildir. Finans sermayesi zaten önünde sonda 'yoğunlaşma' dediğimiz süreç içinde tek egemen olmuştur. Türkiye'de bu adımlar 1980 ihtilalcilerinin koruması altında atılmıştır. Dövizin serbest bırakılmasının hemen ardından döviz mevduat hesaplarındaki yükseliş bile kara paranın sisteme legal yollardan entegrasyonun başlı başına bir göstergesidir. Şimdilerde halkın yararına gibi gösterilen, cebinde 10 dolar yakalatan yıllarca hapis yatardı edebiyatı, aslında binlerce doları bulan kara para aklamasının kılıfı değil midir? Bu adımlar son derece yararlı olmuştur. Öte yandan ortalığı çiğ gibi bir müteahhitler ordusu sarmıştır. Ordu ihaleleri ile, devlet ihaleleri ile bir anda aile resimlerine giren türedi fabrikatörlerle ortalığın dolması ve giderek türedi iş adamlarının her birinin kendine banka kurması raslantı mıdır? Öte yanda şöyle bir düşünürsek, Türkiye'nin geçmişe dayanan tüm sanayicilerinin birer banka kurması da bu sürecinin başlangıcı değil midir? Yanlış anlaşılmasın elbette 1980 sonrası müteahhitlerinin, sanayicilerinin, bankacılarının sadece kara para aklayarak, kendilerini varettiğini ileri sürmüyorum elbette. Fakat Türkiye'nin üzerinden geçtiğini devletin kendisinin açıkladığı 16 milyarın (bu sadece uyuşturucu parası) düzeninin legal çarkları içine entegre olmasını sağlamak yolundaki çabalarının bu türedilerin oluşmasında hiç mi payı yok? Örneğin Uğur Mumcu'nun zamanında belgeleriyle açıkladığı silah ticaretinden gelen kara paranın bu ülkede büyük finans sermayesinin oluşmazsın da dahli olmadı mı? Bu paralar sermaye tarafından içselleştirilmedi mi? Siirt'li aşiret reisi, İstanbul'un en lüks semtinde onlarca apartman satın alırken, ülkücü gangster belediye inşaatları yoluyla uyuşturucu parasını sisteme sokmuyor mu? Bir general Türkiye'nin en pahallı yerlerinde yazlıklar yaptırarak 'tüm alınterini' sisteme entegre etmiyor mu? Bunları siz çok daha uzatabilirsiniz. Ama kapitalizmle 'kalkınmak' istiyorsanız, sürekli bunu söyleyen partilere oy veriyorsanız, en yakışıklı iktisatçı silahşörlerinizi televizyon televizyon gezdirip yetmezmiş gibi üniversitelerde magazin programlarla (içtenlikle söylüyorum çok sempatik ve etkili oluyorlar bence) kapitalizmin erdemlerini anlattırıyorsanız (ve iktisat profesörü olarak buna inanıyorsanız) yolsuzluktan ve kara yollarda gelen paranın aklanmasında, sadece daha rafine yollar bularak, patronlarınızın takdirini kazanmaya çalışmanız gerekir. Kapitalizm karapara ile mücadele etmez, edemez. Etmemesi gerekir. Kapitalizm, Alcapon'ları karapara kazandığı için değil, bu paranın vergisini ödemediği için mahkum eder. Çok yakın tarihte hepsi işinin başına dönecek olan Kartal Cezaevi misafirleri içlerini rahat tutsun.
ÖZET OLARAK Kapitalizm için 'karapara' nın dayanılmaz vazgeçilmezliği vardır. Kapitalizme akıl vermek haddimiz değil ama, hiç olmazsa bizi enayi yerine koymasınlar
Mehmet Ali Aybar: 'Bilimsel Sosyalizm adı verilen teori her sorunu yanıtlamış ve dolayısıyla 'noktalanmış' bir teori değildir. Gerek teori alanında, gerekse pratikte, yeni yeni sorunlara çözüm bulmak zorundadır. Her bilim teorisi gibi o da eleştiriye açıktır. Yarınlara bakmak ve ilerlemek; karşımıza çıkacak yeni yeni sorunlara çözüm getirmekle olanaklıdır....'Raslantısallık' örneğinde olduğu gibi Marx eleştiriye ve tartışmaya açıktı. Bilimsellik iddiası da ancak böyle ciddiye alınır.'
Nihat Behram ın Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ın yakalandıklarından asılmalarına kadar olan süreçte olanları anlatan kitabı, ' Darağacında Üç Fidan ' 1976'da yasaklanmış ve 1998'de tekrar piyasaya sürülmüştür.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi(THKP-C) 'nin kurucularından, Mahir Çayan, 14 Ağustos 1945'de Samsun'da doğdu. Babası devlet memuruydu. İlköğretimine Üsküdar'da Halil Güçlü İlkokulu'nda başladı ve Paşakapısı İlkokulu'nda tamamladı. Ortaokul ve liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde tamamlayan Mahir Çayan, 1963'te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Ancak burada bir yıl öğrrenim gördükten sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne kaydoldu. Bu arada Türkiye İşçi Partisi(TİP) 'ne ve Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF) 'na bağlı SBF Fikir Kulübü'ne de giren Çayan, 1965'de bu örgütün başkanlığını yaptı. 1967'de kısa bir süre için Fransa'ya gitti. 1968'de İzmir'de 6.Filo'yu protesto gösterilerinde gözaltına alındı, sonra serbest bırakıldı. Bu yıllarda TİP ve FKF içinde başlayan tartışmalarda Milli Demokratik Devrim(MDD) görüşünü benimsedi. SBF içindeki etkinliğinde bu görüş doğrultusunda davrandı. Yusuf Küpeli'nin FKF genel başkanı olduğu bu dönemde, gerek SBF'de gerekse Ankara'daki devrimci mücadele içinde aktif olan Çayan, TİP adına Zonguldak'da ve Karadeniz Ereğlisi'nde çalışmalarda bulundu. Bu gezide Sadun Aren ile TİP Senatörü Fatma İşmen'in tutumunu eleştirdi. Bu konudaki görüşlerini 'Aren Oportunizminin Niteliği' adı altında Türk Solu adlı dergide yayınladı. Bu arada Milli Demokratik Devrim doğrultusunda ideolojik çalışmalarını yoğunlaştıran Mahir Çayan, Emek dergisinde Kenan Somer'in 'Devlet Devrim ve Lenin' ve 'Devrim Nasıl Tanımlanmalı' başlıklı yazılarına Türk Solu'nda 'Revizyonizmin Keskin Kokusu' adlı iki yazıyla cevap verdi. 9-10 Ekim 1969'da Ankara'da yapılan ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev-Genç) adını alan FKF kurultayında yapmış olduğu uzun konuşmayla dikkati çekti. Bu dönemde Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile davranan Mahir Çayan, 1970'de Gülten Savaşçı ile evlendi. 17-18 Ekim 1970'te divan başkanlığını Yusuf Küpeli'nin yaptığı son Dev-Genç genel kurulunda da önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Mihri Belli ile olan ayrılıkların üstüne giden Çayan, MDD stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu ve bunun bir savaş örgütü yani bir parti ile gerçekleşebileceğini savundu.
Bundan sonra 29-30 Ekim 1971'de Ankara'da TİP Genel Kurulu toplandığı sırada, bu kongreye katılmamış MDD görüşünü benimseyen delegelerle ve delege olmayan işçi ve öğrencilerle birlikte düzenlenen 'Proleter Devrimcilerin Sohbet Toplantısı'ndan sonra Mihri Belli ve grubu ile olan anlaşmazlık kopma noktasına geldi. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Ramazan Aktolga imzasıyla yayınlanan 'Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup' ise bu süreci noktaladı. Bu sırada birlikte hareket ettiği arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Halk Partisi(THKP) 'nin kuruluş çalışmalarını da yürüten Mahir Çayan, örgütün genel komitesi tarafından Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ile birlikte Merkez Komitesi'ne getirildi. Komite içinde yapılan görev bölüşümü sonucunda, THKP'nin siyasal ve ideolojik görüşlerinin biçimlenmesinden sorumlu oldu. Bu konuda Kurtuluş dergisinde yazılar yazdı. 'Yayın Politikamız' ve 'Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi' başlıklı yazılarda partinin devrim anlayışını formüle etti. Daha sonra bu görüşlerini 'Kesintisiz Devrim I-II-III' adlı broşürde daha açıklayıcı biçime sokarak, kesinleştirdi. Bu arada THKP'nin şehir gerillası eylemlerini de planlayan Çayan, 12 Şubat 1971'de Ankara'da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi soygununa katıldı. Şubat 1971'de Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kamil Dede, ve Oktay Etiman'la birlikte İstanbul'a geldi ve örgütün eylemlerine burada devam edilmesi için hazırlıklarda bulundu. 15 Mart 1971'de Türk Ticaret Bankası Erenköy Şubesi soygununa katıldı. Bunun ardından 4 Nisan 1971'de işadamları Mete Has ve Talip Aksoy'un kaçırılıp 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi. Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin tüzüğünü Münir Ramazan Aktolga'yla birlikte hazırladı. Aynı günlerde 'İhtilalin Yolu' adlı parti bildirisini de kaleme alan Mahir Çayan, 17 Mayıs 1971 günü İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Ephrahim Elrom'un kaçırılması eylemini Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir'le birlikte gerçekleştirdi. 29 Mayıs 1971'de Hüseyin Cevahir'le birlikte kaldıkları evden kaçıp, sığındıkları bir başka evde Sibel Erkan'ı alıkoydular. Burada güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatıldılar. 1 Haziran 1971'de polisin açtığı ateş sonunda Hüseyin Cevahir öldü. İntihara teşebbüs eden Mahir Çayan yaralı olarak ele geçti. Bir süre hastanede yatan Çayan, daha sonra tutuklanarak hakkında TCK'nın 146. maddesini ihlal etmekten dolayı dava açıldı. Mahir Çayan duruşmasının savunma aşamasında 29 Kasım 1971 günü Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı ve Ömer Ayna'yla birlikte Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı. Bir süre İstanbul'da kalan Çayan, bu süre zarfında örgüt içinde başgösteren anlaşmazlığı tartışmak üzere 12 Aralık 1971'de Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile görüştü. Ancak bu görüşmede bir sonuç sağlanamadı ve Çayan içerde oldukları süre içinde partinin çizilmiş olan stratejisini terkettikleri gerekçesiyle Merkez Komitesi'ndeki bu iki arkadaşını suçladı. Daha sonra Genel Komite'deki diğer üyelerin de onayını ile Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga'nın THKP'den ihraç edilmelerini sağladı. Ocak 1972'de İstanbul'dan Ankara'ya gelen Çayan, burada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO) 'yla birlikte bir eylem yapılması konusunda Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'yla görüş birliğine vardı. Mart 1972'de Fatsa'ya gelen Mahir Çayan ve arkadaşları 26 Mart 1972'de Ünye'deki Radar Üssü'nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırdılar. Bundan sonra İngilizlerle birlikte Niksar'ın Kızıldere köyüne gelen Mahir Çayan ve arkadaşları, gizlendikleri evi kuşatan güvenlik güçlerinin açtığı ateşle 30 mart 1972'de öldürüldüler.
'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar- Türkiye İşçi partisi -TİP- genel başkanı)
'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar-Türkiye İşçi Partisi Genel başkanı)
'...hiçbir bilim dalında 100 yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (M.A.Aybar)
Mark (Apter) uyarmıştı:'... gözlerine uzun bakma sakın, adamı efsunluyor! . Oysa Çıtra Roy'un -asıl adı başka- asıl bakılacak yeri, zaman zaman, kadife yeşiline çalan,bal sarısı, iri gözleri; : derinliğine daldın mı, sanki esrarengiz bir yıldızlı maytabın, pırıltılarını seçiyorsun!
Çıtra Roy, Hindu, besbelli yüksek bir kastın mensubu: Ailesi, Hindistan alt/kıt'ası majestelerinin imparatorluğu sayılırken; ya yüksek yönetim katında görevliydi ya da komprador bir iş adamı. Fransızca'yı sökmeye uğraştığımız, Alliance Française'e İngiltere'den geldi; orada sanat tarihi okuyormuş, ille Fransızca'yı da sökecek: olmazsa olmaz! O, hayatım boyunca, sohbet edebildiğim iki Hintliden birisi. Öteki İzmir gazeteciliğinde, demokrat İzmir'i ziyarete gelmiş, bir Hindistan Büyükelçisi idi ki, Çıtra Roy'dan zevahirde farklı, esasta aynı kumaşlar!
Demek istediğim şu: Çıtra Roy'un herhangi bir İngiliz kızından hiç bir farkı yok; kılığı kıyafeti, süsü püsü, alışkanlıkları ve tercihleri aynı: Şiir yazdığını Mark'tan öğrenmiş, sözü oraya getirip İngiliz şiirinin büyük isimlerini ardı ardına sıralıyor, bilmediği yok! Buna mukabil soydaşı Tavore'u önemsemedi; zaten Gandhi ve Nehru'ya da burun kıvırıyordu, Londra Hindistan da uyguladığı eğitim ve öğretimi, adab-ı muhaşereti, zevk yelpazesi ve itiyatlarıyla, ne yapmış yapmış; Çıtra Roy'da adından ve gözlerinden başka, Hindu hiç bir şey bırakmamıştı; halkını Handiyse maymun sürüsü gibi görüyor.
Yıllarca sonra İzmir'de karşıma çıkan büyükelçinin İngilizcesi, tam tersine zayıf; Fransızcayı sular seller gibi konuşuyor; sohbetimiz de o yüzdten uzamadımı? O da Hindu ama, giyim kuşam tarzından eğitim ve öğretimine, edebiyat merakından içki ve sofra zevklerine kadar herşeyiyle sanki bir Fransız! Nasıl mı olur, o halde siz sömürgelik döneminde Hindistan'ın galiba doğu kıyısında Pondiçherry adında bir yörenin, Fransız yönetiminde kaldığını bilmiyorsunuz: Oradaki Hindular, Senegal'daki ya da Tunus'daki yerliler gibi tam bir Fransiz eğitimi alıyor, öyle yetişiyorlardı. Bu bakımdan ahbaplık ettiğim büyükelçi, OETF'in Hindistan'da yaptığı Pondiçherry belgeselinde seyrettiğim o mutsuz savcının hık demiş, adeta burnundan düşmüştü.
Fransa'ya Az, Türkiye'ye Fazla mı?
Meraklısı onu Hangi Batı'dan hatırlayacaktır; daha sonra TRT/2'deki zaman yolculuklarında sözünü etmiştim: Derli toplu hatta kerli ferli bir zat; işi gücü yerinde, nasiyesi temiz! Çıtra Roy ne kadar, ilk bakışta bir İngiliz kızını andırıyorsa; o da Paris'teki herhangi bir Dupont Kahvesi'nde yanınızdaki masada oturup şarabını yudumlarken Figaro Gazetesini gözden geçirecek, Fransız bir savcıdan ayrılamaz ama; tragedyası bu benzerliğin altında yatıyor. Mikrofona diyor ki:
'... sömürge düzeni sürseydi, belki olmazdı bu; çünkü Fransız kültürü ve yaşama tarzı başattı; ben onun ürünüyüm, öyle yaşayıp gidecektik ama, sürmedi: Bağımsızlık biz Pontiçherry aydınlarına çifte bir yabancılaşma getiriyor: Hitli olmamız lazım, Fransız gibiyiz; zaten onlar da o kadar İngiliz ki, bizi nasıl Hindulaştıracaklar?
Önce pek çarpmıyor belki, oysa adamın tragedyası hem ağır, hem çok boyutlu, beşeri yanı var, toplumsal yanı var, ekonomik yanı var; galiba 'kültürsüzleşme' olayındaki vahşetin ve hınzırlığın olanca dehşetiyle ilk olarak o belgeseli izlerken karşılaşmıştım; ne diyordu Pondiçherry Savcısı:
'... Halkımla benim aramdaki aidiyet bağı koptu; elimde olmaksızın onları hor gördüğümü saptıyor bundan utanıyorum; üzerindeki baskı o mertebeye vardı ki bir ara asıl ait olduğumu sandığım yere gidip, orada yaşamaya karar verdim; uyguladım da bu kararı, ne yazık ki Fransa'da ulaştığım sonuç, yalnızlığımı ve yabancılaşmamı yoğunlaştırmaktan başka işe yaramadı; çünkü ben kendimi Fransız sayıyor, halkıma yabancılaşıyordum ama; Fransız beni kendinden saymıyordu ki, onun gözünde ben Fransızlığa özenen kötü bir Hindu idim; bunu kibarca da olsa, bütün davranışlarıyla yüzüme vuruyorlardı...'
Türkiye hiç bir zaman tam sömürge olmadı ama, Tanzimat sonrasının Osmanlı aydınlarını; milli şef kültür çağının Cumhuriyet aydınlarını; 1950 sonrasının demokrasi aydınlarını; Pondiçherry savcısının o kadar yakındığı yabancılaşma'ya -daha doğru bir deyişle - kültürsüzleşmeye sevk ettiği söylenemez mi? Zira içlerinden birisi, Fransa'da yaşamakla Türkiye'de yaşamak arasında tercih yapamadığını anlatırken bana, durumun ne kadar aynı olduğunu şu söyledikleri açıkça kanıtlamıştı:
'... olmuyor yahu! Ne yapacağımı şaşırdım. Türkiye'ye fazla geliyorum, Fransaya az! En ağır dıramı biz yaşamaktayız! '
Farkında görünmüyordu ya 'komprador alafrangalığı'nın bunun getirdiği sözde seçkinliğin', gerçekte 'Emperyalizm'in korkunç operasyonu 'kültürsüzleştirme' demek olduğunu söylüyordu.
İki Temel Irkçı Düşünce..
Sıra geldi, bu operasyonun nasıl yapıldığını, incelemeye! Meraklısı bilir, yıllardır bahis açıldıkça J.M. Albertini'nin, o son derece aydınlatıcı kitabından hlep aynı alıntıyı yaparım; daha önce görmediyseniz, Batı'lı bir aydın, Batılılaşma'nın aslında ne anlama geldiğini nasıl itiraf ediyor göreceksiniz, belki şaşacaksınız da!
'...(Batı'lı) sömürücü yerli halkın metropoliten sömürgeci halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara yeni bir biçim vermeye çalışır; ama, yerlileri aşağı düzeyde tutarak tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır...'
'... bu politika iki temel 'ırkçı' düşünce üzerine kurulmuştur; bu düşüncelere göre, hiç bir insan için bir Avrupalıya benzemekten daha güzel bir şey olamayacağından ötürü Afrika Asya ve Latin Amerika halkına, 'Batı Uygarlığı' aktarılmalıdır; ve hiç bir uygarlık, Avrupa uygarlığından üstün değildir. Bu arada, 'yerli'nin aşağılık bir varlık olduğuna ve hiç bir zaman düzelemeyeceğine inanılmaktadır...'
'...ekonomik ve politik egemenliğin ötesinde 'sömürgecilik' üçüncü dünya halkının kişiliğini, derinliğini hedef alan genmiş bir beyin yıkama kalkışımı olmaktadır. Sömürgeleşmiş ülke sömürgeciyi taklit etmesi gerektiğine inandırılmak istenmektedir.(...) sömürge halkının sanatı, felsefesi ve dini yok sayılmakta, giderek bu halkın kişiliği yok edilmektedir....'
(buraya dikkat!) '... Bağımsızlık, elde edildiği zaman bile özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklit edilmesi süregelir...' ('Az gelişmişliğin mekanizması', s:141/142, May Yayınları, 1974) .
Mağrada doğduğunu her tv programı içerisinde, yada konserinde en az 1 kere söyler...
Bugün Yargıtay 9. Ceza Dairesi, kapatılan DEP'in 4 eski milletvekili hakkında yeniden yargılama sonucunda verilen kararı oybirliğiyle bozdu.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin bu kararından sonra Leyla Zana ve arkadaşları Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak yeniden yargılanacaklar.
YOLSUZLUK YETMEZ
KARAPARA ÇOK ÖNEMLİDİR
Sermayenin ilk birikimini anlatırken Marx, 'kan ve gözyaşından' söz açarak, birikimin temelinde hiç de saf-temiz bir efsane olmadığını yazar. Elbette burada anlatılan,yani emekle piyasada buluşan sermayenin birikimidir. Fetihler, sömürgeler, köleleştirilen halkları vs. kasteder düşünürümüz. Ancak tarihi randevusunu verdiği emekle buluşmak için pazara geldiğinde kendine, insanların 'çalışa çalışa, hiç harcamadan, çok tutumlu davrananların, bütün kazancını harvurup harman savuran ve böylece emeklerinden başka satacak şeyleri kalmayanlara inat' oluşturdukları saf tertemiz 'sermaye' olduğunu anlatır. Daha ilk ortaya çıkışta, kendini oluşturan önemli ögelerin başında, haydutluk, soygunculuk, hırsızlık olduğunu saklarken, emekle birleşerek oluşturduğu sistemi insancıl özelliklere dayanan 'doğal' bir sistem olarak tanıtmakta çok başarılı olur.
Fakat bu sistemin bir vazgeçemediği zayıf yanı vardır. Para olarak kalması yetmediği gibi, sermaye olabilmesi için 'değer doğurması' ve giderek sürekli kendini büyütmek, yeniden üretmek zorundadır. Fakat bu büyüme,sermayenin büyümesi için gerekli artı değerin küçülmesi, sabit sermayenin değişken sermaye karşısında çeşitli nedenlere daralması ve daha bir takım unsurların birlikteliği sonucu duru ve bu da giderek krizlere neden olur. Kapitalizmin içine düştüğü bu krizlerin bedelini elbette kapitalistin kendisi dışında kalan tüm kesimler öder ve en çok da elbette emeği ile çalışan halk öder.
Ancak işin bu tarafı değil bizi ilgilendiren. Bu yazının çercevesi, paranın mübadele aracı olmaktan çıkıp, kendisinin mübadele konusu olması aşamasından sonra, banka sermayesi ile sanayii sermayesinin içiçe geçmesi ve kapitalist yoğunlaşmanın yeni biçimlerine ulaşmasında özel bir durumun kapitalizm açısından vazgeçilmez olduğudur. Bu çok özel durumu, 'kara para' denilen ve tek özelliği 'yasa dışı' denilerek tanımlanamayacak paranın sistem içine alınmasına olan gereksinimidir. Basit rakamlarla açıklamak için, Maliye Bakanlığı bünyesindeki Mali Suçlar Araştırma Kurulu tüm dünyadaki 'uyuşturucu parasının' 400 milyar dolar olduğunu ve bunun yüzde kırkının Türkiye üzerinde geçerek tüm dünyaya dağıldığını saptadığını söylemek yeter. Yani devletin tespitlerine göre bu miktar en kaba hesapla 16 milyar dolardır.
Tüm dünyada olduğu gibi, 'kara paranın' engellenmesi çabası içindeymiş gibi gözüken kapitalist sistemin aslında bunu ehlileştirmekten öteye bir çabası olması abesle iştigaldir. Bu para bir şekilde yeniden üretime katılmalıdır. Bunun tek yolu elbette bankacılık sistemidir. İlk başlarda, altın üzerine kurgulanan bu 'aklama' işlemi artık 'paranın yüksek hareket' yeteneği ile çok daha kolaylaşmış görünmektedir. İkide bir ileri sürülen, 'halkın yastık altındaki altınlarını' piyasa çıkarabilme ve 'üretime katkı' olarak kullanabilmenin yollarını araştırmak ve önermek modadır. Gerçekten de halkın tasarruflarını ilk başlarda altına yatırdığı veya şimdilerde olduğu gibi dövize yöneldiği doğrudur. Ancak bunun bir açıklaması, halkın küçük tasarruflarını kendince güvence altına almasına dayanma güdüsüne dayanmaktadır. O nedenle de ortaya çıkarılması çok da mümkün olmayan küçük miktarları içerir. Zaten yasal yapılanmaların düzenlenmesi de hep bu doğrultudadır. Bir dönem çıkarılan, 'isimsiz hesap', bankaların dağıttığı 'hamiline yazılı' hediye çekleri, isimsiz, şifre esasına dayalı banka hesapları ve dokunulmazlıkla donatılan banka kasaları, halkın elindeki bu zavallı 'birikim' için değil doğrudan 'kara para' nın finansman sektörüne döndürülmesi içindir. 'Nereden buldun' yasası bunun için çıkarılmaz. Kaldı ki sorun sadece bankacılık sermayesi ile sanayici arasında değildir. Finans sermayesi zaten önünde sonda 'yoğunlaşma' dediğimiz süreç içinde tek egemen olmuştur. Türkiye'de bu adımlar 1980 ihtilalcilerinin koruması altında atılmıştır. Dövizin serbest bırakılmasının hemen ardından döviz mevduat hesaplarındaki yükseliş bile kara paranın sisteme legal yollardan entegrasyonun başlı başına bir göstergesidir. Şimdilerde halkın yararına gibi gösterilen, cebinde 10 dolar yakalatan yıllarca hapis yatardı edebiyatı, aslında binlerce doları bulan kara para aklamasının kılıfı değil midir? Bu adımlar son derece yararlı olmuştur. Öte yandan ortalığı çiğ gibi bir müteahhitler ordusu sarmıştır. Ordu ihaleleri ile, devlet ihaleleri ile bir anda aile resimlerine giren türedi fabrikatörlerle ortalığın dolması ve giderek türedi iş adamlarının her birinin kendine banka kurması raslantı mıdır? Öte yanda şöyle bir düşünürsek, Türkiye'nin geçmişe dayanan tüm sanayicilerinin birer banka kurması da bu sürecinin başlangıcı değil midir? Yanlış anlaşılmasın elbette 1980 sonrası müteahhitlerinin, sanayicilerinin, bankacılarının sadece kara para aklayarak, kendilerini varettiğini ileri sürmüyorum elbette. Fakat Türkiye'nin üzerinden geçtiğini devletin kendisinin açıkladığı 16 milyarın (bu sadece uyuşturucu parası) düzeninin legal çarkları içine entegre olmasını sağlamak yolundaki çabalarının bu türedilerin oluşmasında hiç mi payı yok? Örneğin Uğur Mumcu'nun zamanında belgeleriyle açıkladığı silah ticaretinden gelen kara paranın bu ülkede büyük finans sermayesinin oluşmazsın da dahli olmadı mı? Bu paralar sermaye tarafından içselleştirilmedi mi? Siirt'li aşiret reisi, İstanbul'un en lüks semtinde onlarca apartman satın alırken, ülkücü gangster belediye inşaatları yoluyla uyuşturucu parasını sisteme sokmuyor mu? Bir general Türkiye'nin en pahallı yerlerinde yazlıklar yaptırarak 'tüm alınterini' sisteme entegre etmiyor mu? Bunları siz çok daha uzatabilirsiniz. Ama kapitalizmle 'kalkınmak' istiyorsanız, sürekli bunu söyleyen partilere oy veriyorsanız, en yakışıklı iktisatçı silahşörlerinizi televizyon televizyon gezdirip yetmezmiş gibi üniversitelerde magazin programlarla (içtenlikle söylüyorum çok sempatik ve etkili oluyorlar bence) kapitalizmin erdemlerini anlattırıyorsanız (ve iktisat profesörü olarak buna inanıyorsanız) yolsuzluktan ve kara yollarda gelen paranın aklanmasında, sadece daha rafine yollar bularak, patronlarınızın takdirini kazanmaya çalışmanız gerekir.
Kapitalizm karapara ile mücadele etmez, edemez. Etmemesi gerekir. Kapitalizm, Alcapon'ları karapara kazandığı için değil, bu paranın vergisini ödemediği için mahkum eder.
Çok yakın tarihte hepsi işinin başına dönecek olan Kartal Cezaevi misafirleri içlerini rahat tutsun.
ÖZET OLARAK
Kapitalizm için 'karapara' nın dayanılmaz vazgeçilmezliği vardır. Kapitalizme akıl vermek haddimiz değil ama, hiç olmazsa bizi enayi yerine koymasınlar
A.ATEŞ (inadına.com)
Mehmet Ali Aybar: 'Bilimsel Sosyalizm adı verilen teori her sorunu yanıtlamış ve dolayısıyla 'noktalanmış' bir teori değildir. Gerek teori alanında, gerekse pratikte, yeni yeni sorunlara çözüm bulmak zorundadır. Her bilim teorisi gibi o da eleştiriye açıktır. Yarınlara bakmak ve ilerlemek; karşımıza çıkacak yeni yeni sorunlara çözüm getirmekle olanaklıdır....'Raslantısallık' örneğinde olduğu gibi Marx eleştiriye ve tartışmaya açıktı. Bilimsellik iddiası da ancak böyle ciddiye alınır.'
Nihat Behram ın Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ın yakalandıklarından asılmalarına kadar olan süreçte olanları anlatan kitabı, ' Darağacında Üç Fidan ' 1976'da yasaklanmış ve 1998'de tekrar piyasaya sürülmüştür.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi(THKP-C) 'nin kurucularından, Mahir Çayan, 14 Ağustos 1945'de Samsun'da doğdu. Babası devlet memuruydu. İlköğretimine Üsküdar'da Halil Güçlü İlkokulu'nda başladı ve Paşakapısı İlkokulu'nda tamamladı. Ortaokul ve liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde tamamlayan Mahir Çayan, 1963'te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Ancak burada bir yıl öğrrenim gördükten sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne kaydoldu. Bu arada Türkiye İşçi Partisi(TİP) 'ne ve Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF) 'na bağlı SBF Fikir Kulübü'ne de giren Çayan, 1965'de bu örgütün başkanlığını yaptı. 1967'de kısa bir süre için Fransa'ya gitti. 1968'de İzmir'de 6.Filo'yu protesto gösterilerinde gözaltına alındı, sonra serbest bırakıldı. Bu yıllarda TİP ve FKF içinde başlayan tartışmalarda Milli Demokratik Devrim(MDD) görüşünü benimsedi. SBF içindeki etkinliğinde bu görüş doğrultusunda davrandı. Yusuf Küpeli'nin FKF genel başkanı olduğu bu dönemde, gerek SBF'de gerekse Ankara'daki devrimci mücadele içinde aktif olan Çayan, TİP adına Zonguldak'da ve Karadeniz Ereğlisi'nde çalışmalarda bulundu. Bu gezide Sadun Aren ile TİP Senatörü Fatma İşmen'in tutumunu eleştirdi. Bu konudaki görüşlerini 'Aren Oportunizminin Niteliği' adı altında Türk Solu adlı dergide yayınladı. Bu arada Milli Demokratik Devrim doğrultusunda ideolojik çalışmalarını yoğunlaştıran Mahir Çayan, Emek dergisinde Kenan Somer'in 'Devlet Devrim ve Lenin' ve 'Devrim Nasıl Tanımlanmalı' başlıklı yazılarına Türk Solu'nda 'Revizyonizmin Keskin Kokusu' adlı iki yazıyla cevap verdi. 9-10 Ekim 1969'da Ankara'da yapılan ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev-Genç) adını alan FKF kurultayında yapmış olduğu uzun konuşmayla dikkati çekti. Bu dönemde Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile davranan Mahir Çayan, 1970'de Gülten Savaşçı ile evlendi. 17-18 Ekim 1970'te divan başkanlığını Yusuf Küpeli'nin yaptığı son Dev-Genç genel kurulunda da önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Mihri Belli ile olan ayrılıkların üstüne giden Çayan, MDD stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu ve bunun bir savaş örgütü yani bir parti ile gerçekleşebileceğini savundu.
Bundan sonra 29-30 Ekim 1971'de Ankara'da TİP Genel Kurulu toplandığı sırada, bu kongreye katılmamış MDD görüşünü benimseyen delegelerle ve delege olmayan işçi ve öğrencilerle birlikte düzenlenen 'Proleter Devrimcilerin Sohbet Toplantısı'ndan sonra Mihri Belli ve grubu ile olan anlaşmazlık kopma noktasına geldi. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Ramazan Aktolga imzasıyla yayınlanan 'Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup' ise bu süreci noktaladı. Bu sırada birlikte hareket ettiği arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Halk Partisi(THKP) 'nin kuruluş çalışmalarını da yürüten Mahir Çayan, örgütün genel komitesi tarafından Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ile birlikte Merkez Komitesi'ne getirildi. Komite içinde yapılan görev bölüşümü sonucunda, THKP'nin siyasal ve ideolojik görüşlerinin biçimlenmesinden sorumlu oldu. Bu konuda Kurtuluş dergisinde yazılar yazdı. 'Yayın Politikamız' ve 'Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi' başlıklı yazılarda partinin devrim anlayışını formüle etti. Daha sonra bu görüşlerini 'Kesintisiz Devrim I-II-III' adlı broşürde daha açıklayıcı biçime sokarak, kesinleştirdi. Bu arada THKP'nin şehir gerillası eylemlerini de planlayan Çayan, 12 Şubat 1971'de Ankara'da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi soygununa katıldı. Şubat 1971'de Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kamil Dede, ve Oktay Etiman'la birlikte İstanbul'a geldi ve örgütün eylemlerine burada devam edilmesi için hazırlıklarda bulundu. 15 Mart 1971'de Türk Ticaret Bankası Erenköy Şubesi soygununa katıldı. Bunun ardından 4 Nisan 1971'de işadamları Mete Has ve Talip Aksoy'un kaçırılıp 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi. Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin tüzüğünü Münir Ramazan Aktolga'yla birlikte hazırladı. Aynı günlerde 'İhtilalin Yolu' adlı parti bildirisini de kaleme alan Mahir Çayan, 17 Mayıs 1971 günü İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Ephrahim Elrom'un kaçırılması eylemini Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir'le birlikte gerçekleştirdi. 29 Mayıs 1971'de Hüseyin Cevahir'le birlikte kaldıkları evden kaçıp, sığındıkları bir başka evde Sibel Erkan'ı alıkoydular. Burada güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatıldılar. 1 Haziran 1971'de polisin açtığı ateş sonunda Hüseyin Cevahir öldü. İntihara teşebbüs eden Mahir Çayan yaralı olarak ele geçti. Bir süre hastanede yatan Çayan, daha sonra tutuklanarak hakkında TCK'nın 146. maddesini ihlal etmekten dolayı dava açıldı. Mahir Çayan duruşmasının savunma aşamasında 29 Kasım 1971 günü Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı ve Ömer Ayna'yla birlikte Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı. Bir süre İstanbul'da kalan Çayan, bu süre zarfında örgüt içinde başgösteren anlaşmazlığı tartışmak üzere 12 Aralık 1971'de Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile görüştü. Ancak bu görüşmede bir sonuç sağlanamadı ve Çayan içerde oldukları süre içinde partinin çizilmiş olan stratejisini terkettikleri gerekçesiyle Merkez Komitesi'ndeki bu iki arkadaşını suçladı. Daha sonra Genel Komite'deki diğer üyelerin de onayını ile Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga'nın THKP'den ihraç edilmelerini sağladı. Ocak 1972'de İstanbul'dan Ankara'ya gelen Çayan, burada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO) 'yla birlikte bir eylem yapılması konusunda Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'yla görüş birliğine vardı. Mart 1972'de Fatsa'ya gelen Mahir Çayan ve arkadaşları 26 Mart 1972'de Ünye'deki Radar Üssü'nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırdılar. Bundan sonra İngilizlerle birlikte Niksar'ın Kızıldere köyüne gelen Mahir Çayan ve arkadaşları, gizlendikleri evi kuşatan güvenlik güçlerinin açtığı ateşle 30 mart 1972'de öldürüldüler.
'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar- Türkiye İşçi partisi -TİP- genel başkanı)
'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar-Türkiye İşçi Partisi Genel başkanı)
'...hiçbir bilim dalında 100 yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (M.A.Aybar)
'Batılılaşma'nın, 'Gerçek' Anlamı! ..
Mark (Apter) uyarmıştı:'... gözlerine uzun bakma sakın, adamı efsunluyor! . Oysa Çıtra Roy'un -asıl adı başka- asıl bakılacak yeri, zaman zaman, kadife yeşiline çalan,bal sarısı, iri gözleri; : derinliğine daldın mı, sanki esrarengiz bir yıldızlı maytabın, pırıltılarını seçiyorsun!
Çıtra Roy, Hindu, besbelli yüksek bir kastın mensubu: Ailesi, Hindistan alt/kıt'ası majestelerinin imparatorluğu sayılırken; ya yüksek yönetim katında görevliydi ya da komprador bir iş adamı. Fransızca'yı sökmeye uğraştığımız, Alliance Française'e İngiltere'den geldi; orada sanat tarihi okuyormuş, ille Fransızca'yı da sökecek: olmazsa olmaz! O, hayatım boyunca, sohbet edebildiğim iki Hintliden birisi. Öteki İzmir gazeteciliğinde, demokrat İzmir'i ziyarete gelmiş, bir Hindistan Büyükelçisi idi ki, Çıtra Roy'dan zevahirde farklı, esasta aynı kumaşlar!
Demek istediğim şu: Çıtra Roy'un herhangi bir İngiliz kızından hiç bir farkı yok; kılığı kıyafeti, süsü püsü, alışkanlıkları ve tercihleri aynı: Şiir yazdığını Mark'tan öğrenmiş, sözü oraya getirip İngiliz şiirinin büyük isimlerini ardı ardına sıralıyor, bilmediği yok! Buna mukabil soydaşı Tavore'u önemsemedi; zaten Gandhi ve Nehru'ya da burun kıvırıyordu, Londra Hindistan da uyguladığı eğitim ve öğretimi, adab-ı muhaşereti, zevk yelpazesi ve itiyatlarıyla, ne yapmış yapmış; Çıtra Roy'da adından ve gözlerinden başka, Hindu hiç bir şey bırakmamıştı; halkını Handiyse maymun sürüsü gibi görüyor.
Yıllarca sonra İzmir'de karşıma çıkan büyükelçinin İngilizcesi, tam tersine zayıf; Fransızcayı sular seller gibi konuşuyor; sohbetimiz de o yüzdten uzamadımı? O da Hindu ama, giyim kuşam tarzından eğitim ve öğretimine, edebiyat merakından içki ve sofra zevklerine kadar herşeyiyle sanki bir Fransız! Nasıl mı olur, o halde siz sömürgelik döneminde Hindistan'ın galiba doğu kıyısında Pondiçherry adında bir yörenin, Fransız yönetiminde kaldığını bilmiyorsunuz: Oradaki Hindular, Senegal'daki ya da Tunus'daki yerliler gibi tam bir Fransiz eğitimi alıyor, öyle yetişiyorlardı. Bu bakımdan ahbaplık ettiğim büyükelçi, OETF'in Hindistan'da yaptığı Pondiçherry belgeselinde seyrettiğim o mutsuz savcının hık demiş, adeta burnundan düşmüştü.
Fransa'ya Az, Türkiye'ye Fazla mı?
Meraklısı onu Hangi Batı'dan hatırlayacaktır; daha sonra TRT/2'deki zaman yolculuklarında sözünü etmiştim: Derli toplu hatta kerli ferli bir zat; işi gücü yerinde, nasiyesi temiz! Çıtra Roy ne kadar, ilk bakışta bir İngiliz kızını andırıyorsa; o da Paris'teki herhangi bir Dupont Kahvesi'nde yanınızdaki masada oturup şarabını yudumlarken Figaro Gazetesini gözden geçirecek, Fransız bir savcıdan ayrılamaz ama; tragedyası bu benzerliğin altında yatıyor. Mikrofona diyor ki:
'... sömürge düzeni sürseydi, belki olmazdı bu; çünkü Fransız kültürü ve yaşama tarzı başattı; ben onun ürünüyüm, öyle yaşayıp gidecektik ama, sürmedi: Bağımsızlık biz Pontiçherry aydınlarına çifte bir yabancılaşma getiriyor: Hitli olmamız lazım, Fransız gibiyiz; zaten onlar da o kadar İngiliz ki, bizi nasıl Hindulaştıracaklar?
Önce pek çarpmıyor belki, oysa adamın tragedyası hem ağır, hem çok boyutlu, beşeri yanı var, toplumsal yanı var, ekonomik yanı var; galiba 'kültürsüzleşme' olayındaki vahşetin ve hınzırlığın olanca dehşetiyle ilk olarak o belgeseli izlerken karşılaşmıştım; ne diyordu Pondiçherry Savcısı:
'... Halkımla benim aramdaki aidiyet bağı koptu; elimde olmaksızın onları hor gördüğümü saptıyor bundan utanıyorum; üzerindeki baskı o mertebeye vardı ki bir ara asıl ait olduğumu sandığım yere gidip, orada yaşamaya karar verdim; uyguladım da bu kararı, ne yazık ki Fransa'da ulaştığım sonuç, yalnızlığımı ve yabancılaşmamı yoğunlaştırmaktan başka işe yaramadı; çünkü ben kendimi Fransız sayıyor, halkıma yabancılaşıyordum ama; Fransız beni kendinden saymıyordu ki, onun gözünde ben Fransızlığa özenen kötü bir Hindu idim; bunu kibarca da olsa, bütün davranışlarıyla yüzüme vuruyorlardı...'
Türkiye hiç bir zaman tam sömürge olmadı ama, Tanzimat sonrasının Osmanlı aydınlarını; milli şef kültür çağının Cumhuriyet aydınlarını; 1950 sonrasının demokrasi aydınlarını; Pondiçherry savcısının o kadar yakındığı yabancılaşma'ya -daha doğru bir deyişle - kültürsüzleşmeye sevk ettiği söylenemez mi? Zira içlerinden birisi, Fransa'da yaşamakla Türkiye'de yaşamak arasında tercih yapamadığını anlatırken bana, durumun ne kadar aynı olduğunu şu söyledikleri açıkça kanıtlamıştı:
'... olmuyor yahu! Ne yapacağımı şaşırdım. Türkiye'ye fazla geliyorum, Fransaya az! En ağır dıramı biz yaşamaktayız! '
Farkında görünmüyordu ya 'komprador alafrangalığı'nın bunun getirdiği sözde seçkinliğin', gerçekte 'Emperyalizm'in korkunç operasyonu 'kültürsüzleştirme' demek olduğunu söylüyordu.
İki Temel Irkçı Düşünce..
Sıra geldi, bu operasyonun nasıl yapıldığını, incelemeye! Meraklısı bilir, yıllardır bahis açıldıkça J.M. Albertini'nin, o son derece aydınlatıcı kitabından hlep aynı alıntıyı yaparım; daha önce görmediyseniz, Batı'lı bir aydın, Batılılaşma'nın aslında ne anlama geldiğini nasıl itiraf ediyor göreceksiniz, belki şaşacaksınız da!
'...(Batı'lı) sömürücü yerli halkın metropoliten sömürgeci halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara yeni bir biçim vermeye çalışır; ama, yerlileri aşağı düzeyde tutarak tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır...'
'... bu politika iki temel 'ırkçı' düşünce üzerine kurulmuştur; bu düşüncelere göre, hiç bir insan için bir Avrupalıya benzemekten daha güzel bir şey olamayacağından ötürü Afrika Asya ve Latin Amerika halkına, 'Batı Uygarlığı' aktarılmalıdır; ve hiç bir uygarlık, Avrupa uygarlığından üstün değildir. Bu arada, 'yerli'nin aşağılık bir varlık olduğuna ve hiç bir zaman düzelemeyeceğine inanılmaktadır...'
'...ekonomik ve politik egemenliğin ötesinde 'sömürgecilik' üçüncü dünya halkının kişiliğini, derinliğini hedef alan genmiş bir beyin yıkama kalkışımı olmaktadır. Sömürgeleşmiş ülke sömürgeciyi taklit etmesi gerektiğine inandırılmak istenmektedir.(...) sömürge halkının sanatı, felsefesi ve dini yok sayılmakta, giderek bu halkın kişiliği yok edilmektedir....'
(buraya dikkat!) '... Bağımsızlık, elde edildiği zaman bile özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklit edilmesi süregelir...' ('Az gelişmişliğin mekanizması', s:141/142, May Yayınları, 1974) .
Bence, bir kere daha, düşünmelisiniz!
Attila İlhan (Cumhuriyet Gazetesi - 24 Ekim 2001)