Özelleştirmeciler, borda yasa değişikliği ile yeni bir oyun daha sergiliyor.
Sendikamız ve diğer ilgili tüm taraflarca değiştirilmemesi yönündeki taleplerin ısrarla dile getirilmiş olmasına karşın, borların kamu eliyle işletilmesi ve pazarlanmasına son verilerek, bu alanın yabancı ve yerli firmalara açılması yönünde 2840 sayılı Yasa'nın 2. Maddesinin değiştiren bir taslak hazırlanmış olup, Meclise getirilmek üzeredir. Yasanın değiştirilme gerekçesinde; borların stratejik olmadığı ve üretim, işlenmesi ve pazarlanmasında “bir tüccar gibi” davranılmadığı yaklaşımında bulunarak, bor ruhsat ve işletmesinin yerli-yabancı şirketlere açılması gereği açıkça ifade edilmektedir.
Yapılmak istenen bu değişiklik ile bor madenlerinin devlet eliyle işletmesine son verilerek, tamamen yabancı tekelin eline geçecek biçimde yeni bir düzenlemeye gidilmekte ve böylece borlar, yeni bir özelleştirilme sürecine daha sokulmaktadır.
Oysa, Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından 20.12.2000 tarihinde alınan Eti Holding A.Ş.’yi özelleştirme kararı kamu oyunun geniş kesimlerinden gelen tepkiler üzerine 2001 başında Bakanlar Kurulunca geri alınmış, Sendikamızın açtığı dava ile 26 Nisan 2001’de yürütmeyi durdurma kararı aldırılmış ve 16 Temmuz 2001 tarihinde de Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile Eti Holding tamamen özelleştirme kapsamından çıkarılmıştı.
Halkın arasına çıkamayacak kadar tükenmiş ve seçim barajı altında kaldıklarını kendilerinin de dile getirdiği bir koalisyon hükümeti son çırpınışları içinde, bir yandan çalışanların kazanılmış haklarını yok etmeye çalışmakta, diğer yandan da özelleştirme yağmasını sürdürmektedir.
Halkın gözünde meşruluğunu yitiren ve yalnızca IMF'nin desteğiyle ayakta kalabilen bu hükümetin aldığı kararlar ve yaptıkları da meşru değildir. Türkiye'nin petrolü ve önde gelen ulusal kaynağı durumunda olan bor madenleri üzerinde, tamamen dünya bor tekelinin (USA Boraks-Rio Tinto, E.ON.AG, Citicorp Venture Capital) çıkarına olarak oyun oynamaya kimsenin hakkı yoktur.
Ham madde yetersizliğinden yüzde 50 kapasite ile çalışan ABD bor işletmelerinin acilen Türkiye’deki bor rezervlerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle 130 yıldır sürdürdükleri borlarımızı ele geçirme çabalarını çok daha artırmışlardır.
Bir kez daha dile getiriyoruz ki bor madenleri stratejiktir. Çünkü;
Bor madenlerinin stratejik değeri yüz yılı aşan geçmişi ve kullanım alanlarının genişliği ile kanıtlanmış, sürekli dünya bor tekelinden korunmaya çalışılmıştır. Çünkü dünyadaki bor maden rezervinin yüzde 70'i Türkiye'dedir.
Bor madenlerinin işlenmesi ile sağlanacak gelir yılda 1 milyar doları dahi bulabilecek olup, her türlü engele rağmen bor madeni ve ürünlerinden yılda 260 milyon dolar ihracat geliri sağlanmaktadır.
Türkiye bor madenlerini ele geçiren firma, dünyada bor üretim ve satışının tek belirleyicisi olacak, kendi bor ürün gereksinimimiz için dahi bu ulusötesi tekellere muhtaç durumda kalınacaktır. Türkiye kendi borlarını işlediğinde ise dünya pazarındaki payını çok daha artırabilecektir.
Borlar ve işlenmeleri Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik sorunlarını çözmede ve özellikle içinde bulunulan kriz koşullarında eşsiz bir kaynak durumundadır.
Böylesi stratejik değerleri ve Türkiye'nin en önemli doğal kaynağı durumunda olan bor madenleri, 2840 sayılı Yasa’da yapılan ve Meclisten geçirilmeye hazırlanan bu değişiklik ile belki yerli ortak aracılığı ile ulusötesi tekele sunulacaktır. Ulusötesi tekelin çıkarını değil, ülke halkının çıkarını düşünmeye mecbur olan mevcut hükümet, hazırlanmış olan bu yasa taslağını derhal geri almalıdır. Saygı ile kamu oyuna duyurulur.
Mustafa Öztaşkın (Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı) - www.inadina.com
Dünyada tek güç olma, patronluğunu pekiştirme iddiasında olan ABD, yönetmeye talip olduğu dünyanın en pis ucuyla, uluslararası terör ile tanııtı. Olayın önemi ABD'nin terör kurbanı olması ya da bu tür saldırı ile ilk kez karıılaıması değil. Daha önce de bu tür olaylar olmuıtu. Son terör saldırısının önemi, olayın ABD'nin kendi evinde gerçekleımesi, daha önce görülmemiı boyutlara ulaıması ve üstün bir organizasyon ve teknik beceri ürünü olduğu izlenimi vermesidir. Bunlar son terör saldırısının sergilediği ilklerdir.
ABD'yi altüst eden, dünyayı şaşkına çeviren terör saldırısının yarattığı moral çöküntü ve paniğin alışılmış ölçülerin dışına taşmasının temel nedeni de bu ilklerdir. Olayı bu açıdan değerlendirince, tüm bu ilkleri çevreleyen bir baıka ilk'e, terörün küreselleımesinin ilk örneğine tanık olduğumuzu söylemek de mümkün.
Bunu da nereden çıkarttın, diyebilirsiniz. Bu da kafasını küreselleşmeye taktı, her şeyin altında küreselleıme arıyor, diye düıünebilirsiniz. Ben öyle düşünmüyorum, tersine küreselleşmenin somut, hemen görülebilen, küresel ölçekte izlenen, yarattığı etkilerin pekçoğunun hemen ölçülebileceği, küresel kordinatlarına kolayca ayrılabilen ender küreselleşme örneklerinden birisi ile karıı karııyayız diye düşünüyorum.
Sergilenen terörün hedefi, kurgusu ve oldukça karmaşık teknolojilerin kullanımında gözlenen organizasyon becerisi, bu saldırının ardında tek bir örgütün, tek bir ulus devletin ya da tekil bir gücün olabileceği yönündeki görüılere pek fazla prim vermiyor doğrusu. Hele ilk sanıkların dünyanın görece geri kalmış yörelerinden aday gösterilmesi, hepten şaşkın bir eğilim gibi görünüyor.
Terörün hedefi olan ABD, bugünün dünyasında, alelade, kendi halinde bir ulus devlet değil. Tersine, hegomonik bir egemen haline gelmek isteyen, küreselleımenin finansörü ve kuıkusuz jandarması olma görevlerini üstlenmiı olan ve dolayısıyla dünyanın ayrık bir noktada duran bir devlet ABD. Bu konumu ile küreselleıme karııtı öfkenin neredeyse bütününü üstüne çeken bir ülke bu. Son olayın bu tür küresel öfkenin ürünü olduğunu düıünmek, tekil bir örgütün ya da ülkenin ABD ile olabilecek hesaplaımasının doğurduğu bir etki olobileceğini düıünmekten daha doğru olacaktır.
Terörist saldırısının aynı anda birden fazla hedefe yönlenmeyi hedefleyen bir kurgu içinde yürütülmesi de olayın arkasında bu tür bir kurguyu kurabilecek becerinin varlığına iıaret etmektedir. Bu kurgu becerisini küçümsemek yanlıı olur.Üstelik bu bestseller romanlarda gördüğümüz türde, hayal gücünü sergileyen, soyut bir kurgu becerisi de değildir. Somuttur ve uygulanmııtır. Bu anlamıyla hayal gücünden çok, teknik bir becerinin iıaretlerini taıımaktadır. Bu tür bir beceri de dünyada pek yaygın değildir ve sanık adayı yörelerde hemen hiç yoktur. Dolayısıyla olayı tekil bir yörenin kurgu becerisinden çok, birden fazla becerinin bir araya getirildiği bir organizasyon ürünü olduğunu düıünmek daha doğru olabilir.
Saldırının uygulanmasında ortaya çıkan tablo böylesi çok katılımlı bir organizasyon izlenimini pekiıtiren özelliklere sahiptir. Olayın bir yanında hava teknolojisinin eıanlı olarak ve hedeflere yaklaıım açıları, hızları gibi ciddi yatkınlıklar sergilenerek kullanılma becerisi vardır. Öte yandan ise hedefe doğrudan dalarak, intahar etmek gibi görece ilkel bir güdünün iıaretleri yer almaktadır. Benim aklım bunları yanyana getirince, yerelliğin çok ötesine geçen küresel kaygıların, öfkelerin, becerilerin ve güdülerin bir araya getirildiği bir organizasyonun ABD'ye yönelttiği bir saldırının söz konusunu olduğu sonucuna ulaııyor.
Bu olayın pek çok yansıması olacaktır. Örneğin küresel terörün bu biçimde sergilenmesinin, küreselleıme konusunda aymazlıklarda ısrar eden çevreleri de düıündüklerinin tersine ikna edebilecek önemli bir örnek olabileceği kanısındayım.
Küreselleımenin varlığını inkar edip çağa damgasını basacak bir süreci eski bir hikayenin tekrarı olarak algılama hafifliği içinde olanlar, küresel tepkinin bu boyutlara ulaıması ve hızlı teröre bulaıarak kirlenmesi karıısında, kendi düıüncelerini yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyacaklardır sanırım.
Küreselleşmenin herkese, her zaman yarar getireceği, bütünüyle nesnel ve üretken bir süreç olduğu hayaliyle oyalanan aymazların ise bu olaydan yüklü ve pahalı bir ders aldıklarını düıünüyorum. Bu dersin patronun evinde ve total bir faturanın ödenmesini gerektiren biçimde öğrenilmesi ise olayın kirli yüzüdür. Bu bile kafi derecede öğreticidir, diye düşünüyorum.
11 eylül 2001 sonrası sol partilerin açıklamaları:
Emeğin Partisi Genel Başkanı Levent TÜZEL 11 Eylül Olayından sonra basına verdiği demeçte: 'Yayılmacı sömürgeci politikaları çağın gereği sayıp bütün dünya halklarına korku salanlar, şantaj, tehdit, baskı ve savaş politikalarından çıkarı olanlar kimlerse saldırıların gerçek sorumlusu da onlardır. Yine tüm dünya ülkelerine dayatmalarla egemen kılınan ve her geçen gün derinleştirilen ekonomik, siyasal ve askeri politikaların yapıcısı ve uygulayacısı kimlerse, saldırının sorumluları onlardır.' (...) ABD ve diğer emperyalist ülkelerin, uluslararası terörle mücadele etmek adına başta Ortadoğu olmak üzere dünyayı emperyalist terörün arenasına çevirmelere kabul edilemez. Şiddetin, şantaj ve tehditin, gerilim siyasetinin faturası başta Arap İslam halkları olmak üzere sömürü ve baskı altında tutulan halklara kesilemez. Dün olduğu gibi bugün de Türkiye böyle bir emperyalist saldırganlığın destek üslerinden biri yapılmak istenecektir. Devletle hükümetin bu konuda işbirlikçi tutumunu sürdürmesi, ülkemizi yeni felaketlerin ve belki de yeni bir dünya savaşının bataklığının içine geri dönülemez biçimde çekecektir. Bunun için, emperyalistlerle yapılan açık gizli tüm anlaşmalar iptal edilmelidir. İncirlik üssü ve diğer ABD- NATO üslerinin emperyalist saldırılarda kullanılmasına izin verilmemeli ve bu üsler kapatılmalıdır.
Özgürlük Ve Dayanışma Partisi Genel Başkanı Ufuk URAS 'Dünya yeni bir dönemin eşiğindedir. Bu saldırı kültürler ve ülkeler arası yeni çatışmalara ve savaşlara yol açmamalıdır. (...) Sürmekte olan sermayenin küreselleşmesinden ve bunun yarattığı şiddet politikalarından kaynaklanan sürecin yarattığı dışlanma, ezilme ve yoksullaşmanın toplumlarda büyük bir çaresizlik, öfke ve şiddet ortamı geliştirmiştir. Seçildiğiden bu yana şahinlerin şahini bir politika izleyen Bush, dünyadaki kısmi barış ortamını bile her geçen gün zedeleyen adımlardan vazgeçmelidir. Yaşananlar dünyadaki eşitsizliklere, adaletsizliklere ve haksızlıklara yol açan politikalardan vazgeçilmesi için fırsat olmalıdır.
Sosyalist İktidar Partisi(bugünkü TKP) 'nden yapılan açıklamada: Saldırıların ABD emperyalizmin ekmeğine yağ sürdüğü belirtilerek saldırının insani ve siyasi açılardan anlayışla karşılanması mümkün değildir denildi. Amerikan emperyalizminin bu tür katliamlarla zayıflayacağı ya da alt edileceğini düşünmek için bir neden olmadığını, saldırının anti emperyalist olarak değerlendirilmemesi gerektiğine dikkat çekildi. Açıklamada, ABD'de gerçekleştirilen eylemler kınandı ve bu eylemlerden yararlanarak daha saldırgan bir politika izleyeceği belli olan ABD emperyalizmi ile mücadelenin öneminin arttığı gerçeğinden hareket edilmelidir denildi.
Hürriyet, 'Abdullah Öcalan MİT'te ofis boydu' diyor. Radikal yazarı Avni Özgürel, 'Fikir Ajans' adlı bir kuruluşta getir-götür işlerini görürken tanıdığı genci yıllar sonra Bekaa'da Abdullah Öcalan kimliğiyle karşısında bulunca şaşırmış... Meğer, Fikir Ajans, MİT'in bir yan kuruluşu değil miymiş?
Hani, Yeniçeri'nin 'Sen bizim İsa Efendimizi öldürmüşsün' diye boğazına sarıldığı Musevi, 'İyi ama, o dediğin olay 1500 yıl önce oldu' deyince aldığı cevabı gel de hatırlama: 'Ben yeni duydum...' Avni Özgürel hakkı teslim etmiş ve 'Öcalan sağcı geçmişini hiçbir zaman gizlemedi zaten' demiş... Hürriyet de, haberine, 'Öcalan'ın MİT irtibatına Uğur Mumcu ışık tutmuştu' ayrıntısını eklemekte...
Her ikisi de doğru. Abdullah Öcalan, Ankara'ya ilk geldiğinde namaz kılan bir Anadolu çocuğu olduğunu kendisi defalarca anlatmıştı. Mahir Sayın'ın ilk bakışta adı tuhaf gelen 'Erkeği Öldürmek' kitabı Öcalan'la konuşmalardan oluşur; orada o günlerdeki Öcalan kimliğine ışık tutan bölümler vardır... Aynı kitapta, eşi Kesire'nin babası Ali Yıldırım'ın ve Diyarbakır günlerinde yardımını aldığı, PKK'nın kuruluşunda emeği geçen 'Pilot Necati' lâkaplı Necati Kaya'nın MİT ile ilişkili olduğu da anlatılır...
Sizin anlayacağınız, bu iki ayrıntının da bugün için haber değeri bulunmuyor...
Uğur Mumcu, rahmetli, bu tuhaf ilişkilere ilk ışık tutan yazardı. Ölümünden hemen önce kaleme aldığı yazılar bu konudaydı. Suikasta uğradığında, yakınları, 'PKK ile ilgili bir kitap hazırlığındaydı, bazı belgelere ulaşmıştı' bilgisini vermişlerdi. Yazdığı kadarı kitaplaştı, ama ülkeyi ayağa kaldıracak olağanüstülükte bilgiler yoktu kitapta...
İşin ilginç tarafı şudur: Öldürülmeden önce çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin o zamanki yayın müdürü Özgen Acar, suikastın üzerinden tam altı yıl geçtikten sonra, Uğur Mumcu'nun konuya açıklık getirecek bilgileri nereden sağladığını anlamamıza yarayacak bir ifşaatta bulundu. Kaynaklardan biri Milli Güvenlik Kurulu imiş...
Özgen Acar'ın kaleminden okuyalım: 'Işık içinde yatsın Uğur Mumcu, öldürülmeden önce çeteler kadar Apo'ya da takmıştı. PKK bağlantıları konusunda yoğun bir araştırma yürütüyordu. Ölümünden sonra Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nden yüksek düzeyde bir yetkili bana –o zaman Genel Yayın Yönetmeni olduğum için– şöyle dedi: Rahmetli Mumcu öldürülmeden 3-5 gün önce Apo hakkında bize bazı sorular yönetti. Kendisine sınırlı olmak koşulu ile bazı bilgiler derlemeye söz verdim. Araştırmacılığını bildiğim için onu yönlendirmek amacıyla kısa bir not hazırladım. Pazartesi günü kendisine verecektim ki o pazar öldürüldü. Bu notu size veriyorum.'
Nasıl, ilginç geldi mi?
Konu, Uğur Mumcu'nun epey önemli yerlere uzanabilmesi bakımından ilginç. Cumhuriyet yazarının MGK genel sekreterliğinden bilgi talep edebilecek durumda olduğu anlaşılıyor. Suikast sonrası, dönemin Genelkurmay başkanı Org. Doğan Güreş, evini ziyaret ettiğinde, 'Dostumdu, zaman zaman görüşürdük' demiş, Emniyet genel müdürü Yılmaz Ergun da, 'Bizden bilgi isterdi, verirdik; suikastten kısa süre önce yine aramış, bazı belgeler talep etmişti, hazırlıyorduk' anlamında sözler sarf etmişti.
Daha sonra, Emin Çölaşan, gazeteci Celalettin Çetin'e, bazı başka gazetecilerle birlikte RV Restoran'da oturup Uğur Mumcu'yla son çalışması üzerine konuştuklarını anlatmıştı. Orada, 'Medyadaki 2. Cumhuriyetçiler ve gericilere karşı mücadele etmeye' söz verdiklerini de söylüyordu Çölaşan; Mumcu'nun belinden çıkarttığı silâhı ellerine alarak...
Bugün Uğur Mumcu kadar geniş irtibatlı bir yazar var mıdır, bilemem... Varsa bile, yazdıklarını zevkle okutacak biri olmadığı ortada... 'Kâtilleri yakalandı' denilmesine, hatta suikastla irtibatlandırılıp birileri cezalandırılmasına rağmen Mumcu Ailesi tatmin olmuş görünmedi... Yıllar sonra, Mehmet Ağar, bakanlık koltuğunda otururken, acılı eş Güldal Mumcu'ya, 'Bu işin arkasını bırakın' tavsiyesinde bulunurken, 'Devletle ilgili şeyler duvara benzer, alttan bir tuğla çektiğinizde bütünü yıkılır' benzetmesinde de bulunmuştu...
Abdullah Öcalan'ın 'sağcı' geçmişi ile yakınlarının MİT irtibatını herkese anlatmaya hazır olduğu günler sonradan geldi. Uğur Mumcu, henüz bu konuları kimse bilmezken ipin ucunu yakalamış çözmeye başlamıştı. Tapu Kadastro Lisesi mezunu Öcalan'ın Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girebilmesini, bir eylem yüzünden gözaltına alındığı halde yurtta kalmaya ve devletten kredi almaya devam etmesini yadırgatıcı buluyordu Cumhuriyet yazarı... PKK öncesi dönemde MİT'le irtibatlı Pilot Necati ve Ali Yıldırım'ın Öcalan'a yakınlıklarını da... Buradan çıkartacağı sonuç yazmakta olduğu kitabın tezi olacaktı besbelli...
Olmadı, suikasta uğradı... 'Radikal İslâmcı teröristler öldürdü' denilip bir örgüte mâl edildi cinayet... Oysa, son olarak üzerinde çalıştığı konular ve araştırmalarını genişletmek için başvurduğu adreslerin de soruşturma kapsamına sokulması gerekirdi... 'Ben, PKK'nın kuruluşundaki esrarengiz irtibatları araştırıyorum' diye etrafına duyurması, bazılarının kulağına kar suyu kaçırmış olamaz mı? Taha Kıvanç(yeni şafak-ekim 2003)
Ölen 37 kişinin 23'ü henüz 25 yaşın altında, bunların da 11'i, 20 yaşın altındaydı.Bu gencecik çocukların annelerini-babalarını düşünün...Kimin aklına gelirdi bir 'şenlik'te çocuklarının katledileceği..........Derin devletten başka...? ! ! ! !
İnanmayan birisi için dinsel inanç ve onun gerekleri olan pratiklerin, son derece saçma olması gayet tabii. İnsanların, akıllarına hiç yatmayan inanış ve pratiklere karşı sempati duymalarının ve onları sonuna kadar desteklemelerinin zor olması da anlaşılır bir şey. Ancak Demokrasi fikri tam da bu yüzden önemli; başkası için önemli ve anlamlı olan bir şeye SAYGI duymak ve onunla yaşamayı öğrenmek zorundayız.
. Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir.
İki sıkımlık demokrasi Son AİHM kararı ile yeniden alevlenen türban tartışması, öyle kolayca sonuçlandırılabilecek bir tartışma değil. Çünkü türban da, imam-hatip liseleri de, ilk ve ortaöğretimde din dersleri konusu da, tek tek içinden çıkılabilecek, 'inanç özgürlüğü' çerçevesinde halledilebilecek konular değil. Aslında, hep, genel olarak din ve demokrasiyi tartışıyoruz, hiç yol alamıyoruz, o ayrı. Başından başlayalım, şimdiye kadar, demokrasi söz konusu olduğunda model olarak görmeye alıştığımız Batı demokrasileri, dinsel inanç ve pratiklerin halihazırda toplumsal ve bireysel hayatta geri çekilmiş, yani sekülerleşmiş toplumlarda yaşanan siyasi pratikler. Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir. Ben, İslam coğrafyasında bu süreçler yaşanmak zorunda kalınmaksızın, demokrasilerin mümkün olduğunu düşünenlerdenim. Ancak, bu imkânın hayata geçmesi için, demokrasi üzerinde çok ciddi biçimde yeniden düşünmek, yeni konvansiyonlar üretmek zorundayız. Dinsel baskı öngörmeyen ancak, Müslümanların toplumsal taleplerini dikkate alan bir demokratik konvansiyon mümkün. Demokraside ısrarlı ve samimiysek bunu kurmak elimizde, yok aklımız dayatmaya yatıyorsa, o zaman boşuna nefes tüketmeyelim. Halihazırda, çözüm adına, açıkça dayatmadan yana olmayanlardan, kimisi 'kamusal alan', 'hizmet alan/hizmet veren' gibi kavramlar icat ediyor, kimisi 'dinsel reform' adı altında Protestanlaşma teklif ediyor. Açık konuşalım, bunlar da dayatma anlayışının farklı biçimleri. Yine açık konuşalım, inanmayan birisi için dinsel inanç ve onun gerekleri olan pratiklerin, son derece saçma olması gayet tabii. İnsanların, akıllarına hiç yatmayan inanış ve pratiklere karşı sempati duymalarının ve onları sonuna kadar desteklemelerinin zor olması da anlaşılır bir şey. Ancak demokrasi fikri tam da bu yüzden önemli; başkası için önemli ve anlamlı olan bir şeye saygı duymak ve onunla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Dindar insanlardan bunu talep ederken herkes son derece rahat, aynı şeyi inanmayanlardan beklemekse son derece zor. Halbuki, inanmayan biri için din ne kadar saçma ise, inanan biri için de, inanmamak en az o kadar saçma, ilkel ve sığ bir yaşama biçimi. Buna rağmen aynı toplumsal hayatı paylaşacaksak, öncelikle her iki durumun da eşit konumda olduğunu algılamak zorundayız. Buna benzer şeyleri daha önce defalarca yazdım, tekrar tekrar yazmamın nedeni, bu istikamette olumlu yol almaktan uzak olmamızın ötesinde, durumun giderek daha vahim bir hal alması. Bakıyorum, Avrupa'da yaşanan yasaklama örneklerinin artmasıyla, Önceleri sadece demokrasi kaygıları fazla olmayanların kullandığı dil, artık demokratlık konusunda iddialı çevrelere de sirayet etmeye başladı. Özgürlük ve Demokrasi Partisi eski genel başkanı, ayetlerden seçmelerle İslam'ın aslında şiddete ne kadar yatkın olduğuna işaret edebiliyor. Saygın bir sol demokrat gazete olarak ortaya çıkan Birgün gazetesinde, İslam ve türban konusunda son derece seviyesiz ve saldırgan yazılar yayımlanıyor. Son olarak, Radikal İki'de, 'türbanın dayatma simgesi' olduğu ileri sürülüyor (Yüksel Işık, 11 Temmuz 2004) . Bu iddianın sahibi, 'Türban gibi simgeler, simge olmaktan çok çağrıştırdıkları yaşam biçimini herkese dayatmanın aracı haline dönüşmüş durumdadır' demiş. Nasıl yani? Cevabı yok! İki sıkımlık demokratlık da, AİHM'nin son derece tartışmalı kararı ile tükenmiş görünüyor. Demek ki, işimiz giderek daha zorlaşacak, şimdi de, her adımda, demokrasiyi 'Avrupa'ya ait her şey' olarak algılayan zihniyetin tezahürleri ayağımıza dolanmaya başlayacak. Kısacası, demokratikleşme açısından, tüm dünya için çok önemli bir dönemeçte, Üçüncü Dünya Batıcılığından öteye bir adım atamayacağız. Üzücü olan, farklı fikirlerin ifade edilmesi değil, farklı görüntüler altında dayatmacılığın çeşitlenerek gelişmesi. Nuray Mert(Radikal)
Halk otobüsü, Halk ekmek, Halk eğitim merkezi, Halk plajı, Halk oyunları, Halk günü, Halk'a inmek kavramlarını düşününce, ülkedeki fakir ve cahil kesimden bahsediliyormuş hissi veren kelime.
BORDA YENİ OYUN: 2840 SAYILI YASA’DA DEĞİŞİKLİĞİ
Özelleştirmeciler, borda yasa değişikliği ile yeni bir oyun daha sergiliyor.
Sendikamız ve diğer ilgili tüm taraflarca değiştirilmemesi yönündeki taleplerin ısrarla dile getirilmiş olmasına karşın, borların kamu eliyle işletilmesi ve pazarlanmasına son verilerek, bu alanın yabancı ve yerli firmalara açılması yönünde 2840 sayılı Yasa'nın 2. Maddesinin değiştiren bir taslak hazırlanmış olup, Meclise getirilmek üzeredir. Yasanın değiştirilme gerekçesinde; borların stratejik olmadığı ve üretim, işlenmesi ve pazarlanmasında “bir tüccar gibi” davranılmadığı yaklaşımında bulunarak, bor ruhsat ve işletmesinin yerli-yabancı şirketlere açılması gereği açıkça ifade edilmektedir.
Yapılmak istenen bu değişiklik ile bor madenlerinin devlet eliyle işletmesine son verilerek, tamamen yabancı tekelin eline geçecek biçimde yeni bir düzenlemeye gidilmekte ve böylece borlar, yeni bir özelleştirilme sürecine daha sokulmaktadır.
Oysa, Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından 20.12.2000 tarihinde alınan Eti Holding A.Ş.’yi özelleştirme kararı kamu oyunun geniş kesimlerinden gelen tepkiler üzerine 2001 başında Bakanlar Kurulunca geri alınmış, Sendikamızın açtığı dava ile 26 Nisan 2001’de yürütmeyi durdurma kararı aldırılmış ve 16 Temmuz 2001 tarihinde de Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile Eti Holding tamamen özelleştirme kapsamından çıkarılmıştı.
Halkın arasına çıkamayacak kadar tükenmiş ve seçim barajı altında kaldıklarını kendilerinin de dile getirdiği bir koalisyon hükümeti son çırpınışları içinde, bir yandan çalışanların kazanılmış haklarını yok etmeye çalışmakta, diğer yandan da özelleştirme yağmasını sürdürmektedir.
Halkın gözünde meşruluğunu yitiren ve yalnızca IMF'nin desteğiyle ayakta kalabilen bu hükümetin aldığı kararlar ve yaptıkları da meşru değildir. Türkiye'nin petrolü ve önde gelen ulusal kaynağı durumunda olan bor madenleri üzerinde, tamamen dünya bor tekelinin (USA Boraks-Rio Tinto, E.ON.AG, Citicorp Venture Capital) çıkarına olarak oyun oynamaya kimsenin hakkı yoktur.
Ham madde yetersizliğinden yüzde 50 kapasite ile çalışan ABD bor işletmelerinin acilen Türkiye’deki bor rezervlerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle 130 yıldır sürdürdükleri borlarımızı ele geçirme çabalarını çok daha artırmışlardır.
Bir kez daha dile getiriyoruz ki bor madenleri stratejiktir. Çünkü;
Bor madenlerinin stratejik değeri yüz yılı aşan geçmişi ve kullanım alanlarının genişliği ile kanıtlanmış, sürekli dünya bor tekelinden korunmaya çalışılmıştır. Çünkü dünyadaki bor maden rezervinin yüzde 70'i Türkiye'dedir.
Bor madenlerinin işlenmesi ile sağlanacak gelir yılda 1 milyar doları dahi bulabilecek olup, her türlü engele rağmen bor madeni ve ürünlerinden yılda 260 milyon dolar ihracat geliri sağlanmaktadır.
Türkiye bor madenlerini ele geçiren firma, dünyada bor üretim ve satışının tek belirleyicisi olacak, kendi bor ürün gereksinimimiz için dahi bu ulusötesi tekellere muhtaç durumda kalınacaktır. Türkiye kendi borlarını işlediğinde ise dünya pazarındaki payını çok daha artırabilecektir.
Borlar ve işlenmeleri Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik sorunlarını çözmede ve özellikle içinde bulunulan kriz koşullarında eşsiz bir kaynak durumundadır.
Böylesi stratejik değerleri ve Türkiye'nin en önemli doğal kaynağı durumunda olan bor madenleri, 2840 sayılı Yasa’da yapılan ve Meclisten geçirilmeye hazırlanan bu değişiklik ile belki yerli ortak aracılığı ile ulusötesi tekele sunulacaktır. Ulusötesi tekelin çıkarını değil, ülke halkının çıkarını düşünmeye mecbur olan mevcut hükümet, hazırlanmış olan bu yasa taslağını derhal geri almalıdır. Saygı ile kamu oyuna duyurulur.
Mustafa Öztaşkın
(Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı) - www.inadina.com
Küreselleşmenin Terör Yüzü
Dünyada tek güç olma, patronluğunu pekiştirme iddiasında olan ABD,
yönetmeye talip olduğu dünyanın en pis ucuyla, uluslararası terör ile
tanııtı. Olayın önemi ABD'nin terör kurbanı olması ya da bu tür saldırı
ile ilk kez karıılaıması değil. Daha önce de bu tür olaylar olmuıtu. Son
terör saldırısının önemi, olayın ABD'nin kendi evinde gerçekleımesi,
daha önce görülmemiı boyutlara ulaıması ve üstün bir organizasyon ve
teknik beceri ürünü olduğu izlenimi vermesidir.
Bunlar son terör saldırısının sergilediği ilklerdir.
ABD'yi altüst eden, dünyayı şaşkına çeviren terör saldırısının yarattığı moral çöküntü ve paniğin alışılmış ölçülerin dışına taşmasının temel nedeni de bu ilklerdir. Olayı bu açıdan değerlendirince, tüm bu ilkleri
çevreleyen bir baıka ilk'e, terörün küreselleımesinin ilk örneğine tanık
olduğumuzu söylemek de mümkün.
Bunu da nereden çıkarttın, diyebilirsiniz. Bu da kafasını küreselleşmeye
taktı, her şeyin altında küreselleıme arıyor, diye düıünebilirsiniz. Ben öyle düşünmüyorum, tersine küreselleşmenin somut, hemen görülebilen,
küresel ölçekte izlenen, yarattığı etkilerin pekçoğunun hemen ölçülebileceği, küresel kordinatlarına kolayca ayrılabilen ender
küreselleşme örneklerinden birisi ile karıı karııyayız diye düşünüyorum.
Sergilenen terörün hedefi, kurgusu ve oldukça karmaşık teknolojilerin
kullanımında gözlenen organizasyon becerisi, bu saldırının ardında tek
bir örgütün, tek bir ulus devletin ya da tekil bir gücün olabileceği
yönündeki görüılere pek fazla prim vermiyor doğrusu. Hele ilk sanıkların
dünyanın görece geri kalmış yörelerinden aday gösterilmesi, hepten
şaşkın bir eğilim gibi görünüyor.
Terörün hedefi olan ABD, bugünün dünyasında, alelade, kendi halinde bir
ulus devlet değil. Tersine, hegomonik bir egemen haline gelmek isteyen,
küreselleımenin finansörü ve kuıkusuz jandarması olma görevlerini
üstlenmiı olan ve dolayısıyla dünyanın ayrık bir noktada duran bir
devlet ABD. Bu konumu ile küreselleıme karııtı öfkenin neredeyse
bütününü üstüne çeken bir ülke bu. Son olayın bu tür küresel öfkenin
ürünü olduğunu düıünmek, tekil bir örgütün ya da ülkenin ABD ile
olabilecek hesaplaımasının doğurduğu bir etki olobileceğini düıünmekten
daha doğru olacaktır.
Terörist saldırısının aynı anda birden fazla hedefe yönlenmeyi
hedefleyen bir kurgu içinde yürütülmesi de olayın arkasında bu tür bir
kurguyu kurabilecek becerinin varlığına iıaret etmektedir. Bu kurgu
becerisini küçümsemek yanlıı olur.Üstelik bu bestseller romanlarda
gördüğümüz türde, hayal gücünü sergileyen, soyut bir kurgu becerisi de
değildir. Somuttur ve uygulanmııtır. Bu anlamıyla hayal gücünden çok,
teknik bir becerinin iıaretlerini taıımaktadır. Bu tür bir beceri de
dünyada pek yaygın değildir ve sanık adayı yörelerde hemen hiç yoktur.
Dolayısıyla olayı tekil bir yörenin kurgu becerisinden çok, birden fazla
becerinin bir araya getirildiği bir organizasyon ürünü olduğunu düıünmek
daha doğru olabilir.
Saldırının uygulanmasında ortaya çıkan tablo böylesi çok katılımlı bir
organizasyon izlenimini pekiıtiren özelliklere sahiptir. Olayın bir
yanında hava teknolojisinin eıanlı olarak ve hedeflere yaklaıım açıları,
hızları gibi ciddi yatkınlıklar sergilenerek kullanılma becerisi vardır.
Öte yandan ise hedefe doğrudan dalarak, intahar etmek gibi görece ilkel
bir güdünün iıaretleri yer almaktadır.
Benim aklım bunları yanyana getirince, yerelliğin çok ötesine geçen
küresel kaygıların, öfkelerin, becerilerin ve güdülerin bir araya
getirildiği bir organizasyonun ABD'ye yönelttiği bir saldırının söz
konusunu olduğu sonucuna ulaııyor.
Bu olayın pek çok yansıması olacaktır. Örneğin küresel terörün bu
biçimde sergilenmesinin, küreselleıme konusunda aymazlıklarda ısrar eden
çevreleri de düıündüklerinin tersine ikna edebilecek önemli bir örnek
olabileceği kanısındayım.
Küreselleımenin varlığını inkar edip çağa damgasını basacak bir süreci
eski bir hikayenin tekrarı olarak algılama hafifliği içinde olanlar,
küresel tepkinin bu boyutlara ulaıması ve hızlı teröre bulaıarak
kirlenmesi karıısında, kendi düıüncelerini yeniden gözden geçirme
ihtiyacı duyacaklardır sanırım.
Küreselleşmenin herkese, her zaman yarar getireceği, bütünüyle nesnel ve
üretken bir süreç olduğu hayaliyle oyalanan aymazların ise bu olaydan
yüklü ve pahalı bir ders aldıklarını düıünüyorum. Bu dersin patronun
evinde ve total bir faturanın ödenmesini gerektiren biçimde öğrenilmesi
ise olayın kirli yüzüdür. Bu bile kafi derecede öğreticidir, diye
düşünüyorum.
Taner BERKSOY
11 eylül 2001 sonrası sol partilerin açıklamaları:
Emeğin Partisi Genel Başkanı Levent TÜZEL
11 Eylül Olayından sonra basına verdiği demeçte: 'Yayılmacı sömürgeci politikaları çağın gereği sayıp bütün dünya halklarına korku salanlar, şantaj, tehdit, baskı ve savaş politikalarından çıkarı olanlar kimlerse saldırıların gerçek sorumlusu da onlardır. Yine tüm dünya ülkelerine dayatmalarla egemen kılınan ve her geçen gün derinleştirilen ekonomik, siyasal ve askeri politikaların yapıcısı ve uygulayacısı kimlerse, saldırının sorumluları onlardır.' (...)
ABD ve diğer emperyalist ülkelerin, uluslararası terörle mücadele etmek adına başta Ortadoğu olmak üzere dünyayı emperyalist terörün arenasına çevirmelere kabul edilemez. Şiddetin, şantaj ve tehditin, gerilim siyasetinin faturası başta Arap İslam halkları olmak üzere sömürü ve baskı altında tutulan halklara kesilemez. Dün olduğu gibi bugün de Türkiye böyle bir emperyalist saldırganlığın destek üslerinden biri yapılmak istenecektir. Devletle hükümetin bu konuda işbirlikçi tutumunu sürdürmesi, ülkemizi yeni felaketlerin ve belki de yeni bir dünya savaşının bataklığının içine geri dönülemez biçimde çekecektir. Bunun için, emperyalistlerle yapılan açık gizli tüm anlaşmalar iptal edilmelidir. İncirlik üssü ve diğer ABD- NATO üslerinin emperyalist saldırılarda kullanılmasına izin verilmemeli ve bu üsler kapatılmalıdır.
Özgürlük Ve Dayanışma Partisi Genel Başkanı Ufuk URAS
'Dünya yeni bir dönemin eşiğindedir. Bu saldırı kültürler ve ülkeler arası yeni çatışmalara ve savaşlara yol açmamalıdır. (...) Sürmekte olan sermayenin küreselleşmesinden ve bunun yarattığı şiddet politikalarından kaynaklanan sürecin yarattığı dışlanma, ezilme ve yoksullaşmanın toplumlarda büyük bir çaresizlik, öfke ve şiddet ortamı geliştirmiştir.
Seçildiğiden bu yana şahinlerin şahini bir politika izleyen Bush, dünyadaki kısmi barış ortamını bile her geçen gün zedeleyen adımlardan vazgeçmelidir. Yaşananlar dünyadaki eşitsizliklere, adaletsizliklere ve haksızlıklara yol açan politikalardan vazgeçilmesi için fırsat olmalıdır.
Sosyalist İktidar Partisi(bugünkü TKP) 'nden yapılan açıklamada: Saldırıların ABD emperyalizmin ekmeğine yağ sürdüğü belirtilerek saldırının insani ve siyasi açılardan anlayışla karşılanması mümkün değildir denildi. Amerikan emperyalizminin bu tür katliamlarla zayıflayacağı ya da alt edileceğini düşünmek için bir neden olmadığını, saldırının anti emperyalist olarak değerlendirilmemesi gerektiğine dikkat çekildi. Açıklamada, ABD'de gerçekleştirilen eylemler kınandı ve bu eylemlerden yararlanarak daha saldırgan bir politika izleyeceği belli olan ABD emperyalizmi ile mücadelenin öneminin arttığı gerçeğinden hareket edilmelidir denildi.
Büyük ifşaat
Hürriyet, 'Abdullah Öcalan MİT'te ofis boydu' diyor. Radikal yazarı Avni Özgürel, 'Fikir Ajans' adlı bir kuruluşta getir-götür işlerini görürken tanıdığı genci yıllar sonra Bekaa'da Abdullah Öcalan kimliğiyle karşısında bulunca şaşırmış... Meğer, Fikir Ajans, MİT'in bir yan kuruluşu değil miymiş?
Hani, Yeniçeri'nin 'Sen bizim İsa Efendimizi öldürmüşsün' diye boğazına sarıldığı Musevi, 'İyi ama, o dediğin olay 1500 yıl önce oldu' deyince aldığı cevabı gel de hatırlama: 'Ben yeni duydum...' Avni Özgürel hakkı teslim etmiş ve 'Öcalan sağcı geçmişini hiçbir zaman gizlemedi zaten' demiş... Hürriyet de, haberine, 'Öcalan'ın MİT irtibatına Uğur Mumcu ışık tutmuştu' ayrıntısını eklemekte...
Her ikisi de doğru. Abdullah Öcalan, Ankara'ya ilk geldiğinde namaz kılan bir Anadolu çocuğu olduğunu kendisi defalarca anlatmıştı. Mahir Sayın'ın ilk bakışta adı tuhaf gelen 'Erkeği Öldürmek' kitabı Öcalan'la konuşmalardan oluşur; orada o günlerdeki Öcalan kimliğine ışık tutan bölümler vardır... Aynı kitapta, eşi Kesire'nin babası Ali Yıldırım'ın ve Diyarbakır günlerinde yardımını aldığı, PKK'nın kuruluşunda emeği geçen 'Pilot Necati' lâkaplı Necati Kaya'nın MİT ile ilişkili olduğu da anlatılır...
Sizin anlayacağınız, bu iki ayrıntının da bugün için haber değeri bulunmuyor...
Uğur Mumcu, rahmetli, bu tuhaf ilişkilere ilk ışık tutan yazardı. Ölümünden hemen önce kaleme aldığı yazılar bu konudaydı. Suikasta uğradığında, yakınları, 'PKK ile ilgili bir kitap hazırlığındaydı, bazı belgelere ulaşmıştı' bilgisini vermişlerdi. Yazdığı kadarı kitaplaştı, ama ülkeyi ayağa kaldıracak olağanüstülükte bilgiler yoktu kitapta...
İşin ilginç tarafı şudur: Öldürülmeden önce çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin o zamanki yayın müdürü Özgen Acar, suikastın üzerinden tam altı yıl geçtikten sonra, Uğur Mumcu'nun konuya açıklık getirecek bilgileri nereden sağladığını anlamamıza yarayacak bir ifşaatta bulundu. Kaynaklardan biri Milli Güvenlik Kurulu imiş...
Özgen Acar'ın kaleminden okuyalım: 'Işık içinde yatsın Uğur Mumcu, öldürülmeden önce çeteler kadar Apo'ya da takmıştı. PKK bağlantıları konusunda yoğun bir araştırma yürütüyordu. Ölümünden sonra Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nden yüksek düzeyde bir yetkili bana –o zaman Genel Yayın Yönetmeni olduğum için– şöyle dedi: Rahmetli Mumcu öldürülmeden 3-5 gün önce Apo hakkında bize bazı sorular yönetti. Kendisine sınırlı olmak koşulu ile bazı bilgiler derlemeye söz verdim. Araştırmacılığını bildiğim için onu yönlendirmek amacıyla kısa bir not hazırladım. Pazartesi günü kendisine verecektim ki o pazar öldürüldü. Bu notu size veriyorum.'
Nasıl, ilginç geldi mi?
Konu, Uğur Mumcu'nun epey önemli yerlere uzanabilmesi bakımından ilginç. Cumhuriyet yazarının MGK genel sekreterliğinden bilgi talep edebilecek durumda olduğu anlaşılıyor. Suikast sonrası, dönemin Genelkurmay başkanı Org. Doğan Güreş, evini ziyaret ettiğinde, 'Dostumdu, zaman zaman görüşürdük' demiş, Emniyet genel müdürü Yılmaz Ergun da, 'Bizden bilgi isterdi, verirdik; suikastten kısa süre önce yine aramış, bazı belgeler talep etmişti, hazırlıyorduk' anlamında sözler sarf etmişti.
Daha sonra, Emin Çölaşan, gazeteci Celalettin Çetin'e, bazı başka gazetecilerle birlikte RV Restoran'da oturup Uğur Mumcu'yla son çalışması üzerine konuştuklarını anlatmıştı. Orada, 'Medyadaki 2. Cumhuriyetçiler ve gericilere karşı mücadele etmeye' söz verdiklerini de söylüyordu Çölaşan; Mumcu'nun belinden çıkarttığı silâhı ellerine alarak...
Bugün Uğur Mumcu kadar geniş irtibatlı bir yazar var mıdır, bilemem... Varsa bile, yazdıklarını zevkle okutacak biri olmadığı ortada... 'Kâtilleri yakalandı' denilmesine, hatta suikastla irtibatlandırılıp birileri cezalandırılmasına rağmen Mumcu Ailesi tatmin olmuş görünmedi... Yıllar sonra, Mehmet Ağar, bakanlık koltuğunda otururken, acılı eş Güldal Mumcu'ya, 'Bu işin arkasını bırakın' tavsiyesinde bulunurken, 'Devletle ilgili şeyler duvara benzer, alttan bir tuğla çektiğinizde bütünü yıkılır' benzetmesinde de bulunmuştu...
Abdullah Öcalan'ın 'sağcı' geçmişi ile yakınlarının MİT irtibatını herkese anlatmaya hazır olduğu günler sonradan geldi. Uğur Mumcu, henüz bu konuları kimse bilmezken ipin ucunu yakalamış çözmeye başlamıştı. Tapu Kadastro Lisesi mezunu Öcalan'ın Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girebilmesini, bir eylem yüzünden gözaltına alındığı halde yurtta kalmaya ve devletten kredi almaya devam etmesini yadırgatıcı buluyordu Cumhuriyet yazarı... PKK öncesi dönemde MİT'le irtibatlı Pilot Necati ve Ali Yıldırım'ın Öcalan'a yakınlıklarını da... Buradan çıkartacağı sonuç yazmakta olduğu kitabın tezi olacaktı besbelli...
Olmadı, suikasta uğradı... 'Radikal İslâmcı teröristler öldürdü' denilip bir örgüte mâl edildi cinayet... Oysa, son olarak üzerinde çalıştığı konular ve araştırmalarını genişletmek için başvurduğu adreslerin de soruşturma kapsamına sokulması gerekirdi... 'Ben, PKK'nın kuruluşundaki esrarengiz irtibatları araştırıyorum' diye etrafına duyurması, bazılarının kulağına kar suyu kaçırmış olamaz mı?
Taha Kıvanç(yeni şafak-ekim 2003)
Ölen 37 kişinin 23'ü henüz 25 yaşın altında, bunların da 11'i, 20 yaşın altındaydı.Bu gencecik çocukların annelerini-babalarını düşünün...Kimin aklına gelirdi bir 'şenlik'te çocuklarının katledileceği..........Derin devletten başka...? ! ! ! !
İnanmayan birisi için dinsel inanç ve onun gerekleri olan pratiklerin, son derece saçma olması gayet tabii. İnsanların, akıllarına hiç yatmayan inanış ve pratiklere karşı sempati duymalarının ve onları sonuna kadar desteklemelerinin zor olması da anlaşılır bir şey.
Ancak Demokrasi fikri tam da bu yüzden önemli; başkası için önemli ve anlamlı olan bir şeye SAYGI duymak ve onunla yaşamayı öğrenmek zorundayız.
. Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir.
İki sıkımlık demokrasi
Son AİHM kararı ile yeniden alevlenen türban tartışması, öyle kolayca sonuçlandırılabilecek bir tartışma değil. Çünkü türban da, imam-hatip liseleri de, ilk ve ortaöğretimde din dersleri konusu da, tek tek içinden çıkılabilecek, 'inanç özgürlüğü' çerçevesinde halledilebilecek konular değil. Aslında, hep, genel olarak din ve demokrasiyi tartışıyoruz, hiç yol alamıyoruz, o ayrı.
Başından başlayalım, şimdiye kadar, demokrasi söz konusu olduğunda model olarak görmeye alıştığımız Batı demokrasileri, dinsel inanç ve pratiklerin halihazırda toplumsal ve bireysel hayatta geri çekilmiş, yani sekülerleşmiş
toplumlarda yaşanan siyasi pratikler. Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir.
Ben, İslam coğrafyasında bu süreçler yaşanmak zorunda kalınmaksızın, demokrasilerin mümkün olduğunu düşünenlerdenim. Ancak, bu imkânın hayata geçmesi için, demokrasi üzerinde çok ciddi biçimde yeniden düşünmek, yeni konvansiyonlar üretmek zorundayız.
Dinsel baskı öngörmeyen ancak, Müslümanların toplumsal taleplerini dikkate alan bir demokratik konvansiyon mümkün. Demokraside ısrarlı ve samimiysek bunu kurmak elimizde, yok aklımız dayatmaya yatıyorsa, o zaman boşuna nefes tüketmeyelim.
Halihazırda, çözüm adına, açıkça dayatmadan yana olmayanlardan, kimisi 'kamusal alan', 'hizmet alan/hizmet veren' gibi kavramlar icat ediyor, kimisi 'dinsel reform' adı altında Protestanlaşma teklif ediyor. Açık konuşalım, bunlar da dayatma anlayışının farklı biçimleri. Yine açık konuşalım, inanmayan birisi için dinsel inanç ve onun gerekleri olan pratiklerin, son derece saçma olması gayet tabii. İnsanların, akıllarına hiç yatmayan inanış ve pratiklere karşı sempati duymalarının ve onları sonuna kadar desteklemelerinin zor olması da anlaşılır bir şey.
Ancak demokrasi fikri tam da bu yüzden önemli; başkası için önemli ve anlamlı olan bir şeye saygı duymak ve onunla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Dindar insanlardan bunu talep ederken herkes son derece rahat, aynı şeyi inanmayanlardan beklemekse son derece zor. Halbuki, inanmayan biri için din ne kadar saçma ise, inanan biri için de, inanmamak en az o kadar saçma, ilkel ve sığ bir yaşama biçimi. Buna rağmen aynı toplumsal hayatı paylaşacaksak, öncelikle her iki durumun da eşit konumda olduğunu algılamak zorundayız.
Buna benzer şeyleri daha önce defalarca yazdım, tekrar tekrar yazmamın nedeni, bu istikamette olumlu yol almaktan uzak olmamızın ötesinde, durumun giderek daha vahim bir hal alması. Bakıyorum, Avrupa'da yaşanan yasaklama örneklerinin artmasıyla, Önceleri sadece demokrasi kaygıları fazla olmayanların kullandığı dil, artık demokratlık konusunda iddialı çevrelere de sirayet etmeye başladı. Özgürlük ve Demokrasi Partisi eski genel başkanı, ayetlerden seçmelerle İslam'ın aslında şiddete ne kadar yatkın olduğuna işaret edebiliyor. Saygın bir sol demokrat gazete olarak ortaya çıkan Birgün gazetesinde, İslam ve türban konusunda son derece seviyesiz ve saldırgan yazılar yayımlanıyor. Son olarak, Radikal İki'de,
'türbanın dayatma simgesi' olduğu ileri sürülüyor (Yüksel Işık, 11 Temmuz 2004) . Bu iddianın sahibi, 'Türban gibi simgeler, simge olmaktan çok çağrıştırdıkları yaşam biçimini herkese dayatmanın aracı haline dönüşmüş durumdadır' demiş. Nasıl yani? Cevabı yok!
İki sıkımlık demokratlık da, AİHM'nin son derece tartışmalı kararı ile tükenmiş görünüyor. Demek ki, işimiz giderek daha zorlaşacak, şimdi de, her adımda, demokrasiyi 'Avrupa'ya ait her şey' olarak algılayan zihniyetin tezahürleri ayağımıza dolanmaya başlayacak. Kısacası, demokratikleşme açısından, tüm dünya için çok önemli bir dönemeçte, Üçüncü Dünya Batıcılığından öteye bir adım atamayacağız. Üzücü olan, farklı fikirlerin ifade edilmesi değil, farklı görüntüler altında dayatmacılığın çeşitlenerek gelişmesi.
Nuray Mert(Radikal)
kamusal: halka yönelik, mahrem olmayan.
kamusal alan: halka için açık alan.
Halk otobüsü, Halk ekmek, Halk eğitim merkezi, Halk plajı, Halk oyunları, Halk günü, Halk'a inmek kavramlarını düşününce, ülkedeki fakir ve cahil kesimden bahsediliyormuş hissi veren kelime.