İstiklal savaşımızın en önemli aşaması BÜYÜK TAARRUZ ve BAŞKOMUTANLIK (Dumlupunar) MEYDAN MUHAREBESİ:
Sakarya Savaşı'ndan sonra, kamuoyunda ve TBMM'nde taarruz için sabırsızlık baş göstermişti. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922'de Büyük Millet Meclisi'nin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklamalar yapmıştı.
'Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür' diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken, diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlıyordu. Haziran 1922 ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçmek kararını almıştı. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı. Mustafa Kemal Paşa, ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir'e davet etti. Böylece Yunanlıların ve İşgal Devletlerinin dikkatleri çekilmeyecekti. 28 Temmuz gecesini, komutanlarla genel taarruz hakkında konuşarak geçirdi ve gereken direktifleri verdi. Mustafa Kemal Paşa, daha sonra 20 Ağustos 1922'de Ankara'dan Akşehir'e giderek, 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini verdi. Çok gizli bir şekilde yürütülen bu olayları kamuoyundan saklamak maksadıyla, 21 Ağustos'da Çankaya köşkünde bir çay daveti verileceği gazete ve ajanslara bildirilmişti.
26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa(Çakmak) , Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı. Büyük taarruz burada başladı. Topçuların sabah saat 4:30'da taciz ateşi ile başlayan harekat, saat 5:00'de önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Piyadelerimiz, Sabah 6:00'da Tınaztepe'ye hücum mesafesine yaklaşarak, tel örgüleri aşıp, Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra, Tınaztepe'yi ele geçirdiler. Bundan sonra, saat 9:00'da Belentepe, daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğiltepe'ye kadar onbeş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçird. 5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.
26 Ağustos günü Türk Ordusunun Büyük Taarruz'u, Genelkurmay Başkanlığı'nca TBMM'ne bildirildi. Bu haber Meclis'i coşturdu ve heyecanlı gösterilere vesile oldu.
27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi. 27 Ağustos saat 18:00'de, Afyon 8. Tümen tarafından kurtarıldı. Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuştu. Başkomutanlık karargahı ile Batı Cephesi Komutanlığı karargahı Afyon'a taşındı.
28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekatı ile düşmanın 5. Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar. Karar süratli ve düzenli bir şekilde gerçekleştirildi. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekatı Türk Ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası askeri tarihimize Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir.
30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar'da Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta tamamen yok edilmiş veya esir edilmişti. Böylece tasarlanan kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam başarı ile uygulanmıştı. 30 Ağustos 1922'nin gurur verici zaferi ile Mustafa Kemal, kaçabilen düşmanın takip edilmesini ve üç koldan Ege'ye doğru ilerlemesini uygun buldu. 'Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri' diyerek, tarihi emrini 1 Eylül 1922'de verdi. Yunanlılar, İzmir'e doğru kaçmaktaydı. Başta Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis olmak üzere çok sayıda esir ele geçirilmişti.
Ordumuz bu muharebede, on beş günde 400 kilometre katederek, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girdi. Sabuncu Bel'den geçen 2. Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir'e doğru akarken, bunun solunda 1. Tümen de Kadife Kale'ye doğru yürüyordu. Bu Tümenin 2. Alayı Tuzluoğlu Fabrikası'ndan geçerek Kordonboyu'na ulaştı. Yüzbaşı Şeref Bey Hükümet Konağına, 5. Süvari Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık dairesine, 4. Alay Komutanı Reşat Bey de Kadife Kale'ye bayrağımızı çektiler.
İzmir'de askerlerimiz coşku içinde karşılandılar ve çiçek yağmuruna tutuldular. Süvarilerimizin Kordon boyundan geçişi çok görkemli idi. Kurtuluş zaferinin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir'in kurtuluşunu Belkahve'den seyretti. Türk Ordusunun, 400 kilometrelik bir mesafeyi savaşarak katedip İzmir'e ulaşması içerde ve dışarda hayret ve takdir uyandırdı.
Büyük Türk zaferi karşısında endişeye düşen ve o anda da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını işgal altında bulunduran İtilaf Devletleri, savaşı durdurmayı ve Türklerin haklı isteklerini yerine getirmeyi kendi çıkarlarına uygun buldular. Lord Kinross'a göre,'İngiltere, ciddi bir krizle karşı karşıya bulunduğunu anlamaya başlıyor. Halk, Türklerle yeni bir savaştan korkuyordu'. 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla, silahlı çatışma durdurulduğu gibi, Edirne dahil Trakya'nın da Türkiye'ye bırakılacağı ve bir ay içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacağı kabul edildi. Anadolu'da Yunan politikasını yürüten İngiltere Başbakanı Lloyd George, bu gelişmeler üzerine istifa etti.
'Bu köşede, okurlarımı bıktırırcasına Ülkü Ocakları'na cinayet silahları veren jandarma yüzbaşılarını yazdım durdum, kimse kulak asmadı. Bu silahların kayıt sayılarını bile verdim, hiçbir asker ve sivil yönetici bana mısın demedi. Ankara'da Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi öğrencilerinin üzerine Amerikan yapısı ve ordu malı bomba atıldığını yazdım, bu bombanın marka ve sayısını bildirdim, kimse tınmadı. Ne oluyor, ne oluyor, kim yönetiyor bu devleti? ! ..'
Uğur MUMCU (Cumhuriyet, 27 Kasım 1979, Kim Kaçırdı? ..)
59. HÜKÜMET: Başbakan: Recep Tayyip ERDOĞAN Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Abdullah GÜL Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Abdüllatif ŞENER Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Mehmet Ali ŞAHİN Devlet Bakanı: Beşir ATALAY Devlet Bakanı: Ali BABACAN Devlet Bakanı: Mehmet AYDIN Devlet Bakanı: Güldal AKŞİT (*) Adalet Bakanı: Cemil ÇİÇEK Milli Savunma Bakanı: Vecdi GÖNÜL İçişleri Bakanı: Abdülkadir AKSU Maliye Bakanı: Kemal UNAKITAN Milli Eğitim Bakanı: Hüseyin ÇELİK Bayındırlık ve İskan Bakanı: Zeki ERGEZEN Sağlık Bakanı: Recep AKDAĞ Ulaştırma Bakanı: Binali YILDIRIM Tarım ve Köyişleri Bakanı: Sami GÜÇLÜ Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: Murat BAŞESGİOĞLU Sanayi ve Ticaret Bakanı: Ali COŞKUN Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: Hilmi GÜLER Kültür ve Turizm Bakanı: Erkan MUMCU (*) Orman Bakanı: Osman PEPE Çevre Bakanı: Kürşat TÜZMEN
Tren kazası, tam bir demokrasi kazası haline geldi. Konuya geçen yazıda başladığım yerden devam edeyim. Beni, iktidarın kaza sonrası tavır ve üslubundan da çok, İslamcı veya muhafazakâr basının tavrı üzdü, hayal kırıklığına uğrattı. Zira, hadi, iktidarın tavrı, Türkiye'nin siyasal kültürü çerçevesinde alışıldık bir durum, ya başörtüsü, konu imam-hatip okulları olunca demokratlığı bayrak yapan medyanın tavrını nasıl açıklayacağız? Türban konusunda da, imam-hatip konusunda da ne düşündüğümü, beni okuyan herkes biliyor, ama, sorulması gereken önemli bir soruyu es geçemeyiz; demokrasinin, hatta insanlığın sınırı başörtüsü ve imam-hatiple mi başlayıp bitiyor? Görünen o ki, bazıları için öyle. Öyle olduğu için de, bu sorunlara sahip çıkmak giderek zorlaşıyor, ikna ediciliğini, saygınlığını yitiriyor. Bakın kazanın hemen ertesinde, kraldan çok kralcılığa soyunan Vakit gazetesinin manşeti şu; 'Makinist hatası'! Baş köşede, Ali Karahasanoğlu, olayın sorumluluğunu, hükümet ve münhasıran bu seferi alelacele başlatan bakanlık hariç, her şeye fatura etme çabası içinde, 'Bilim adamları filim adamı olursa! ...' (24 Temmuz 2004) başlıklı bir mantık şaheseri döşenmiş. Efendim, Türkiye'de bilime saygı o kadar zedelenmiş ki, o nedenle, kimse bilim adamlarına güvenemez olmuş. Bununla bitmiyor, ertesi ve bir sonraki gün devamı geliyor; 'Kazanın baş sorumlusu YÖK! ' (25 Temmuz) ve 'Yoksa makinist İLH'li miymiş? ' (26 Temmuz) . Bu mantık silsilesi içinde iş geliyor, 'Niçin Türkiye'de makinist yetiştiren yüksekokul yok? ' sorusuna kadar dayanıyor. Bu noktadan sonra, gazetede yayımlanan, diğer savunma yazılarına değinmeyi gereksiz buluyorum. Irak tezkeresi konusunda, son derece çoksesli, mesafeli bir yayın yapan Yeni Şafak gazetesi de, bu kazaya kurban gitmiş vaziyette. Daha sonraki günlerde, Kürşat Bumin, Ali Bayramoğlu, Akif Emre gibi köşe yazarları eleştirilerini dile getiriyorlar, ancak, kazanın hemen ertesinde Yeni Şafak, 'resmi gazete' gibi; Cumartesi manşet; Ulaştırma Bakanı'nın beyanı, ertesi gün ise, '20 saniyelik hata'. Daha kötüsü, başyazarlardan ve saygın bir isim olan Ahmet Taşgetiren'in, kazadan sorumlu olanlar yerine, onu eleştirenleri, hükümeti 'ayak sürçtüğü anda üzerine çullanmaya hazır' diyerek suçladığı, 26 Temmuz tarihli yazısı. Dahası, Yalçın Akdoğan'ın, 'Tren kazası ve meslek ahlakı' başlıklı talihsiz yazısı! Dikkatiniz çekerim, eleştirel basını, 'siyasal mühendislik'le suçlayan Akdoğan, Başbakan'ın danışmanlarından. Malum, 'siyasal mühendislik' muhayyel bir yakıştırma, ama Başbakanlık danışmanlığı değil. Nitekim, gerek kendisinin, gerek, milletvekili-danışman Ömer Çelik'in Sabah gazetesindeki yazılarında danışmanlıkla, 'savunmanlık', (Vakit gazetesindeki yazıların düzeyinde olmasa da) fazlasıyla karışmış vaziyette. Bu durumda, meslek ahlakından söz edilecekse, iktidar danışmanı olan kimselerin köşe yazarlığı konusundan başlamakta yarar var. Sözün kısası, tren kazası, başta da söylediğim gibi, tam bir demokrasi kazasına dönüşmüş vaziyette. Demokratlığı geçin, siyasi-insani duruş konusunda ne noktada olduğumuz ortada. Bunun sadece AKP ve yandaşı basına özgü bir durum olmadığı kesin. Ancak, demokrasi tartışmasının tam merkezinde yer alan, başörtüsü ve imam-hatip gibi konularda taraf olarak gözüken kesimin bu türden bir zaaf içinde olması fazladan üzüntü verici ve düşündürücü. Nuray MERT / Radikal - 29 temmuz parşembe
sonuç: ÖYS de SIFIR puan alan 35 bin kişi, LGS de SIFIR puan alan 60 bin kişi.... Bravo Menderes, bravo Demirel, bravo Ecevit, bravo Özal, bravo Yılmaz, bravo Çiller, bravo Bahçeli...Eserinizle övünün!
Bir Uğur Mumcu eseri:PAPA - MAFYA - AĞCA Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi... Katil zanlısı, ülkücü Mehmet Ali Ağca... Ağca'nın İstanbul Metris Askeri Cezaevinden kaçırılışı... Sahte pasaportla yurtdışına çıkışı... Bulgaristan, İsviçre, İtalya dolaşırken, Roma'da, bir 'açık hava ayini' sırasında Papa II Jean Paul'e ateş etmesi... Bütün bunların, CIA, KGB, benzeri, tüm gizli servislerle, ajanlarla, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlantılı terörle ilişkisi...
'Ağca olayında söz söyleyebilmek için, bizim Türkiye olarak öncelikle ve kesinlikle İpekçi cinayetini aydınlatmamız gerekir. Bunu bu aşamaya kadar yapmış değiliz.
Abdi İpekçi’nin öldürülmesi olayında birinci derecede sorumlu olan ve Ağca’yı, İpekçi’yi öldürmesi için azmettiren Mehmet Şener, İsviçre’de yakalanmış ancak Türkiye’ye getirilmesi bugüne kadar sağlanamamıştır. Mehmet Şener Türkiye’de yargılanmazsa, İpekçi cinayeti hiçbir zaman aydınlatılamaz. Adalet Bakanlığı kamuoyuna, hiç olmazsa Şener’in niçin bugüne kadar Türkiye’ye getirtilmesinin sağlanamadığını açıklamalıdır.' Uğur MUMCU ------------- Uğur Mumcu’nun Ağca olayı ile ilgili olarak üzerinde ısrarla durduğu isimlerden biri de Oral Çelik’ti. Şener’den farklı olarak, Çelik Türkiye’ye geldi, getirildi. Ama susuyor. Ülkesinin yargı organlarına konuşmayan Çelik’in, konuşmak için yabancı televizyon kanallarından yüzlerce trilyon istediği düşünülürse Mumcu’nun ısrarları herhalde daha iyi anlaşılacaktır.
'Papa-Mafya-Ağca'nın not defteri, hazırlık çalışmaları. Türkiye sınırları içinde sağlanan belge ve bilgiler. Papa- Mafya-Ağca'da Uğur Mumcu artık Türkiye dışına da açılıyor. Bizzat yerinde gidip görerek, görüşerek; Roma'da Ağca ile, savcılarla, yargıçlarla... Roma mahkemesindeki duruşmaları izleyerek, İtalyan televizyonlarında, konuyla ilgili programlara katılarak. Ama 'Ağca Dosyası' da bütün bu çalışmaların bir 'not defteri'. Papa-Mafya-Ağca'nın 'ana rahmi'.
YİNE AĞCA Abdi İpekçi’nin katili ülkücü Mehmet Ali Ağca şimdi de Papa’ya karşı düzenlenen suikastla karşımıza çıkıyor. Dün akşam BBC radyosundan, suikastçı olarak “Ağca” adını duyunca İpekçi cinayeti ile birlikte bütün olayları, geriye doğru dönüp tek tek anımsadım; tıpkı sizler gibi... İpekçi nasıl vurulmuştu? Ağca, İstanbul’da ülkücü militanların karargâhı bir lokalde nasıl ele geçirilmiş; poliste ne gibi itiraflarda bulunmuş ve tutuklu bulunduğu Kartal-Maltepe Askeri Tutukevi’nden nasıl kaçırılmıştı? Ağca bireysel bir terörist değildi; görevliydi. Arkasında bir takım gizli örgütler, uğursuz karargâhlar bulunmaktaydı. Bunların yurt içi ve dışı bağlantıları, bu azılı katili korumuşlardı. Ve Ağca cezaevinden kaçırıldıktan, İstanbul’da yeni cinayetler işledikten, Ankara’da, Yozgat’ta ve Erzurum’da elini kolunu sallayarak dolaştıktan sonra yurtdışına çıkabilmiş ve yakın bir zamana kadar Almanya’da üs kurabilmişti. Evet, anlaşılıyor. Bu bir örgüt işidir. Bu, yurt içinde ve dışında örgütlenmiş uluslararası bir terör örgütünün işidir. Bu bir kanlı zincirdir. Şimdi geriye dönüp düşünelim. Acaba İpekçi cinayeti ve askeri tutukevinden kaçırılış olayı, geçmiş dönemlerde bu açıklıkta, bu netlikte görülebilmiş miydi? Sanmıyoruz. Türkiye’deki sağ teröristlerin Batı Almanya’da örgütlendiklerini herkes biliyor. Yine Almanya’daki sağ teröristlerin uyuşturucu madde kaçakçıları ile içiçe olduklarını herkes biliyor. Bu karanlık ilişkiyi kanıtlayan bir çok olay, Alman mahkemelerine kadar yansımış, haftalık dergilere kadar taşmıştı. Bugün Türkiye’de, devletin resmi belgeleri ile açıklanan gerçekler, Batı Almanya’daki örgütlü sağcı militanlarla “bazı servislerin”, yani uluslararası istihbarat örgütlerinin içiçe çalıştıklarını da ortaya koymuştur. Olayları böyle bir zincir içinde düşünürsek, Hristiyan dininin bu uygar, bu insancıl liderine karşı düzenlenen suikast olayını basit bir saldırı olarak göremeyiz. Bu bir örgüt işidir ve bu örgüt Türkiye’nin dış saygınlığını yok etmeye yönelmiştir. Bu, Türk diplomatlarına karşı Ermeni soykırımı örgütlerince düzenlenen alçakça saldırıları dünya kamuoyunda mazur göstermek ve denetlemek için sahneye konmuş kanlı bir senaryonun satırbaşıdır. Nitekim Papa’nın 1979’da Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında, “Gizli Ermeni Kurtuluş Örgütü”nce Madrid’de yayınlanan bir bildiride bu gizli örgüt, “Papa’nın Türkiye’ye gitmesine engel olunmazsa saldırılarımız Türk hükümetini destekleyenlere karşı da yoğunlaşacaktır” demişti. Tüm bu olayların her türlü olasılıkla birlikte ele alınması gerekmektedir. Bize düşen, İpekçi cinayetini akla gelen ve gelmeyen bütün olasılıkları ile yeniden değerlendirmek ve Ağca’yı gerek İpekçi, gerek Papa olayında piyon olarak kullanan bu uluslararası terör çetesini daha yakından tanımaktır. Bunun için zaman geçmiş değildir. Papa olayı, İpekçi olayının yeniden ele alınmasını gerektirmelidir. Bakın, İpekçi cinayetinin kan izleri, nerelere kadar uzanıyor? Bu olaydan ders alalım... UĞUR MUMCU (Cumhuriyet, 14 Mayıs 1981)
Monarşik bir yönetim yapısına sahip olan İngiltere de; gerçek iktidar, seçimlerde birinci olan partinin lideri ve aynı zamanda Bakanlar kurulunun başkanı olan Başbakan'ın idaresinde bir Krallıktır. Başbakan hükümetin başında bulunur. Devletin başında ise Kraliçe bulunur. Kraliçenin sembolik başkanlık konumuna karşın yasama görevi meclise aittir. Yasama işlevini yerine getiren İngiliz meclisi Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası diye iki bölüme ayrılır. Lordlar Kamarası (House of Lords) üyeleri babadan oğula geçen lord unvanı taşıyanlardan ya da Kraliçenin atadığı isimlerden oluşur. Avam Kamarası ise (House of Commons) seçimle işbaşına gelen 650 kişiden oluşan bir meclistir. Yasalar çıkarılırken önce Avam Kamarası'nda ele alınır ardından Lordlar Kamarasında da ele alınmasından sonra Kraliçenin onayı ile yürürlüğe konulur. İngiltere, yazılı anayasasının olmaması ile hemen hemen benzersizdir ve devlet yapısını, genel hukuk, kanunlar, özel kararlar ve uzun vadeli uluslararası anlaşmalar teşkil eder. Muhafazakarlar ve Emek Partisi; başlıca siyasi partiler olsa da, 1980'lerin ortalarında (daha sonra Liberal Demokratlar ismini alan) Liberal ve Sosyal-Demokrat partilerin ittifakı bu dengeyi tehdit etmiştir. İngiltere'de etkin bu iki partiden hiç biri, Unionistler ve SDLP ile ortak yönetilen Kuzey İrlanda'nın Yönetim Meclisi'nde millet vekili koltuğuna sahip değildir. İngiltere Parlamentosu'nda Wales ve İskoçya’nın Milliyetçi hareketlerini temsil eden birkaç millet vekili vardır. Bununla birlikte, partinin ulusal seçimlerde kazandığı başarı, Parlamento'da alacağı koltuk sayısı ile orantılı olduğu için mecliste küçük partilere rastlanmaz. Tarihini tespit etme başbakanın elinde olsa da, seçimler düzenli olarak her beş yıl yapılır.. Şu anda İngiliz hükümetin başında bulunan İşçi Partisi lideri Tony BLAİR, 1997 seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak işbaşına gelmiştir.
İstiklal savaşımızın en önemli aşaması BÜYÜK TAARRUZ ve BAŞKOMUTANLIK (Dumlupunar) MEYDAN MUHAREBESİ:
Sakarya Savaşı'ndan sonra, kamuoyunda ve TBMM'nde taarruz için sabırsızlık baş göstermişti. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922'de Büyük Millet Meclisi'nin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklamalar yapmıştı.
'Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür' diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken, diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlıyordu. Haziran 1922 ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçmek kararını almıştı. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı. Mustafa Kemal Paşa, ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir'e davet etti. Böylece Yunanlıların ve İşgal Devletlerinin dikkatleri çekilmeyecekti. 28 Temmuz gecesini, komutanlarla genel taarruz hakkında konuşarak geçirdi ve gereken direktifleri verdi. Mustafa Kemal Paşa, daha sonra 20 Ağustos 1922'de Ankara'dan Akşehir'e giderek, 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini verdi. Çok gizli bir şekilde yürütülen bu olayları kamuoyundan saklamak maksadıyla, 21 Ağustos'da Çankaya köşkünde bir çay daveti verileceği gazete ve ajanslara bildirilmişti.
26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa(Çakmak) , Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı. Büyük taarruz burada başladı. Topçuların sabah saat 4:30'da taciz ateşi ile başlayan harekat, saat 5:00'de önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Piyadelerimiz, Sabah 6:00'da Tınaztepe'ye hücum mesafesine yaklaşarak, tel örgüleri aşıp, Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra, Tınaztepe'yi ele geçirdiler. Bundan sonra, saat 9:00'da Belentepe, daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğiltepe'ye kadar onbeş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçird. 5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.
26 Ağustos günü Türk Ordusunun Büyük Taarruz'u, Genelkurmay Başkanlığı'nca TBMM'ne bildirildi. Bu haber Meclis'i coşturdu ve heyecanlı gösterilere vesile oldu.
27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi. 27 Ağustos saat 18:00'de, Afyon 8. Tümen tarafından kurtarıldı. Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuştu. Başkomutanlık karargahı ile Batı Cephesi Komutanlığı karargahı Afyon'a taşındı.
28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekatı ile düşmanın 5. Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar. Karar süratli ve düzenli bir şekilde gerçekleştirildi. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekatı Türk Ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası askeri tarihimize Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir.
30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar'da Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta tamamen yok edilmiş veya esir edilmişti. Böylece tasarlanan kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam başarı ile uygulanmıştı. 30 Ağustos 1922'nin gurur verici zaferi ile Mustafa Kemal, kaçabilen düşmanın takip edilmesini ve üç koldan Ege'ye doğru ilerlemesini uygun buldu. 'Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri' diyerek, tarihi emrini 1 Eylül 1922'de verdi. Yunanlılar, İzmir'e doğru kaçmaktaydı. Başta Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis olmak üzere çok sayıda esir ele geçirilmişti.
Ordumuz bu muharebede, on beş günde 400 kilometre katederek, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girdi. Sabuncu Bel'den geçen 2. Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir'e doğru akarken, bunun solunda 1. Tümen de Kadife Kale'ye doğru yürüyordu. Bu Tümenin 2. Alayı Tuzluoğlu Fabrikası'ndan geçerek Kordonboyu'na ulaştı. Yüzbaşı Şeref Bey Hükümet Konağına, 5. Süvari Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık dairesine, 4. Alay Komutanı Reşat Bey de Kadife Kale'ye bayrağımızı çektiler.
İzmir'de askerlerimiz coşku içinde karşılandılar ve çiçek yağmuruna tutuldular. Süvarilerimizin Kordon boyundan geçişi çok görkemli idi. Kurtuluş zaferinin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir'in kurtuluşunu Belkahve'den seyretti. Türk Ordusunun, 400 kilometrelik bir mesafeyi savaşarak katedip İzmir'e ulaşması içerde ve dışarda hayret ve takdir uyandırdı.
Büyük Türk zaferi karşısında endişeye düşen ve o anda da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını işgal altında bulunduran İtilaf Devletleri, savaşı durdurmayı ve Türklerin haklı isteklerini yerine getirmeyi kendi çıkarlarına uygun buldular. Lord Kinross'a göre,'İngiltere, ciddi bir krizle karşı karşıya bulunduğunu anlamaya başlıyor. Halk, Türklerle yeni bir savaştan korkuyordu'. 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla, silahlı çatışma durdurulduğu gibi, Edirne dahil Trakya'nın da Türkiye'ye bırakılacağı ve bir ay içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacağı kabul edildi. Anadolu'da Yunan politikasını yürüten İngiltere Başbakanı Lloyd George, bu gelişmeler üzerine istifa etti.
Bugün BBP genel başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu sağ-sol çatışmalarının en çok olduğu 1977-78 yıllarında Ülkü Ocakları Genel Başkanıydı..
'Bu köşede, okurlarımı bıktırırcasına Ülkü Ocakları'na cinayet silahları veren jandarma yüzbaşılarını yazdım durdum, kimse kulak asmadı. Bu silahların kayıt sayılarını bile verdim, hiçbir asker ve sivil yönetici bana mısın demedi. Ankara'da Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi öğrencilerinin üzerine Amerikan yapısı ve ordu malı bomba atıldığını yazdım, bu bombanın marka ve sayısını bildirdim, kimse tınmadı. Ne oluyor, ne oluyor, kim yönetiyor bu devleti? ! ..'
Uğur MUMCU (Cumhuriyet, 27 Kasım 1979, Kim Kaçırdı? ..)
59. HÜKÜMET:
Başbakan: Recep Tayyip ERDOĞAN
Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Abdullah GÜL
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Abdüllatif ŞENER
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Mehmet Ali ŞAHİN
Devlet Bakanı: Beşir ATALAY
Devlet Bakanı: Ali BABACAN
Devlet Bakanı: Mehmet AYDIN
Devlet Bakanı: Güldal AKŞİT (*)
Adalet Bakanı: Cemil ÇİÇEK
Milli Savunma Bakanı: Vecdi GÖNÜL
İçişleri Bakanı: Abdülkadir AKSU
Maliye Bakanı: Kemal UNAKITAN
Milli Eğitim Bakanı: Hüseyin ÇELİK
Bayındırlık ve İskan Bakanı: Zeki ERGEZEN
Sağlık Bakanı: Recep AKDAĞ
Ulaştırma Bakanı: Binali YILDIRIM
Tarım ve Köyişleri Bakanı: Sami GÜÇLÜ
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: Murat BAŞESGİOĞLU
Sanayi ve Ticaret Bakanı: Ali COŞKUN
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: Hilmi GÜLER
Kültür ve Turizm Bakanı: Erkan MUMCU (*)
Orman Bakanı: Osman PEPE
Çevre Bakanı: Kürşat TÜZMEN
Tren kazası, tam bir demokrasi kazası haline geldi. Konuya geçen yazıda başladığım yerden devam edeyim. Beni, iktidarın kaza sonrası tavır ve üslubundan da çok, İslamcı veya muhafazakâr basının tavrı üzdü, hayal kırıklığına uğrattı. Zira, hadi, iktidarın tavrı, Türkiye'nin siyasal kültürü çerçevesinde alışıldık bir durum, ya başörtüsü, konu imam-hatip okulları olunca demokratlığı bayrak yapan medyanın tavrını nasıl açıklayacağız?
Türban konusunda da, imam-hatip konusunda da ne düşündüğümü, beni okuyan herkes biliyor, ama, sorulması gereken önemli bir soruyu es geçemeyiz; demokrasinin, hatta insanlığın sınırı başörtüsü ve imam-hatiple mi başlayıp bitiyor? Görünen o ki, bazıları için öyle. Öyle olduğu için de, bu sorunlara sahip çıkmak giderek zorlaşıyor, ikna ediciliğini, saygınlığını yitiriyor.
Bakın kazanın hemen ertesinde, kraldan çok kralcılığa soyunan Vakit gazetesinin manşeti şu; 'Makinist hatası'! Baş köşede, Ali Karahasanoğlu, olayın sorumluluğunu, hükümet ve münhasıran bu seferi alelacele başlatan bakanlık hariç, her şeye fatura etme çabası içinde, 'Bilim adamları filim adamı olursa! ...' (24 Temmuz 2004) başlıklı bir mantık şaheseri döşenmiş. Efendim, Türkiye'de bilime saygı o kadar zedelenmiş ki, o nedenle, kimse bilim adamlarına güvenemez olmuş. Bununla bitmiyor, ertesi ve bir sonraki gün devamı geliyor; 'Kazanın baş sorumlusu YÖK! ' (25 Temmuz) ve 'Yoksa makinist İLH'li miymiş? ' (26 Temmuz) . Bu mantık silsilesi içinde iş geliyor, 'Niçin Türkiye'de makinist yetiştiren yüksekokul yok? ' sorusuna kadar dayanıyor. Bu noktadan sonra, gazetede yayımlanan, diğer savunma yazılarına değinmeyi gereksiz buluyorum.
Irak tezkeresi konusunda, son derece çoksesli, mesafeli bir yayın yapan Yeni Şafak gazetesi de, bu kazaya kurban gitmiş vaziyette. Daha sonraki günlerde, Kürşat Bumin, Ali Bayramoğlu, Akif Emre gibi köşe yazarları eleştirilerini dile getiriyorlar, ancak, kazanın hemen ertesinde Yeni Şafak, 'resmi gazete' gibi; Cumartesi manşet; Ulaştırma Bakanı'nın beyanı, ertesi gün ise, '20 saniyelik hata'. Daha kötüsü, başyazarlardan ve saygın bir isim olan Ahmet Taşgetiren'in, kazadan sorumlu olanlar yerine, onu eleştirenleri, hükümeti 'ayak sürçtüğü anda üzerine çullanmaya hazır' diyerek suçladığı, 26 Temmuz tarihli yazısı. Dahası, Yalçın Akdoğan'ın,
'Tren kazası ve meslek ahlakı' başlıklı talihsiz yazısı! Dikkatiniz çekerim, eleştirel basını, 'siyasal mühendislik'le suçlayan Akdoğan, Başbakan'ın danışmanlarından. Malum, 'siyasal mühendislik' muhayyel bir yakıştırma, ama Başbakanlık danışmanlığı değil. Nitekim, gerek kendisinin, gerek, milletvekili-danışman Ömer Çelik'in Sabah gazetesindeki yazılarında danışmanlıkla, 'savunmanlık', (Vakit gazetesindeki yazıların düzeyinde olmasa da) fazlasıyla karışmış vaziyette. Bu durumda, meslek ahlakından söz edilecekse, iktidar danışmanı olan kimselerin köşe yazarlığı konusundan başlamakta yarar var.
Sözün kısası, tren kazası, başta da söylediğim gibi, tam bir demokrasi kazasına dönüşmüş vaziyette. Demokratlığı geçin, siyasi-insani duruş konusunda ne noktada olduğumuz ortada. Bunun sadece AKP ve yandaşı basına özgü bir durum olmadığı kesin. Ancak, demokrasi tartışmasının tam merkezinde yer alan, başörtüsü ve imam-hatip gibi konularda taraf olarak gözüken kesimin bu türden bir zaaf içinde olması fazladan üzüntü verici ve düşündürücü.
Nuray MERT / Radikal - 29 temmuz parşembe
sonuç:
ÖYS de SIFIR puan alan 35 bin kişi,
LGS de SIFIR puan alan 60 bin kişi....
Bravo Menderes, bravo Demirel, bravo Ecevit, bravo Özal, bravo Yılmaz, bravo Çiller, bravo Bahçeli...Eserinizle övünün!
Bir Uğur Mumcu eseri:PAPA - MAFYA - AĞCA
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi... Katil zanlısı, ülkücü Mehmet Ali Ağca... Ağca'nın İstanbul Metris Askeri Cezaevinden kaçırılışı... Sahte pasaportla yurtdışına çıkışı... Bulgaristan, İsviçre, İtalya dolaşırken, Roma'da, bir 'açık hava ayini' sırasında Papa II Jean Paul'e ateş etmesi... Bütün bunların, CIA, KGB, benzeri, tüm gizli servislerle, ajanlarla, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlantılı terörle ilişkisi...
Bir Uğur Mumcu araştırması: 'Ağca Dosyası'
'Ağca olayında söz söyleyebilmek için, bizim Türkiye olarak öncelikle ve kesinlikle İpekçi cinayetini aydınlatmamız gerekir. Bunu bu aşamaya kadar yapmış değiliz.
Abdi İpekçi’nin öldürülmesi olayında birinci derecede sorumlu olan ve Ağca’yı, İpekçi’yi öldürmesi için azmettiren Mehmet Şener, İsviçre’de yakalanmış ancak Türkiye’ye getirilmesi bugüne kadar sağlanamamıştır. Mehmet Şener Türkiye’de yargılanmazsa, İpekçi cinayeti hiçbir zaman aydınlatılamaz. Adalet Bakanlığı kamuoyuna, hiç olmazsa Şener’in niçin bugüne kadar Türkiye’ye getirtilmesinin sağlanamadığını açıklamalıdır.'
Uğur MUMCU
-------------
Uğur Mumcu’nun Ağca olayı ile ilgili olarak üzerinde ısrarla durduğu isimlerden biri de Oral Çelik’ti. Şener’den farklı olarak, Çelik Türkiye’ye geldi, getirildi. Ama susuyor. Ülkesinin yargı organlarına konuşmayan Çelik’in, konuşmak için yabancı televizyon kanallarından yüzlerce trilyon istediği düşünülürse Mumcu’nun ısrarları herhalde daha iyi anlaşılacaktır.
'Papa-Mafya-Ağca'nın not defteri, hazırlık çalışmaları. Türkiye sınırları içinde sağlanan belge ve bilgiler. Papa- Mafya-Ağca'da Uğur Mumcu artık Türkiye dışına da açılıyor. Bizzat yerinde gidip görerek, görüşerek; Roma'da Ağca ile, savcılarla, yargıçlarla... Roma mahkemesindeki duruşmaları izleyerek, İtalyan televizyonlarında, konuyla ilgili programlara katılarak. Ama 'Ağca Dosyası' da bütün bu çalışmaların bir 'not defteri'. Papa-Mafya-Ağca'nın 'ana rahmi'.
YİNE AĞCA
Abdi İpekçi’nin katili ülkücü Mehmet Ali Ağca şimdi de Papa’ya karşı düzenlenen suikastla karşımıza çıkıyor. Dün akşam BBC radyosundan, suikastçı olarak “Ağca” adını duyunca İpekçi cinayeti ile birlikte bütün olayları, geriye doğru dönüp tek tek anımsadım; tıpkı sizler gibi...
İpekçi nasıl vurulmuştu? Ağca, İstanbul’da ülkücü militanların karargâhı bir lokalde nasıl ele geçirilmiş; poliste ne gibi itiraflarda bulunmuş ve tutuklu bulunduğu Kartal-Maltepe Askeri Tutukevi’nden nasıl kaçırılmıştı?
Ağca bireysel bir terörist değildi; görevliydi. Arkasında bir takım gizli örgütler, uğursuz karargâhlar bulunmaktaydı. Bunların yurt içi ve dışı bağlantıları, bu azılı katili korumuşlardı. Ve Ağca cezaevinden kaçırıldıktan, İstanbul’da yeni cinayetler işledikten, Ankara’da, Yozgat’ta ve Erzurum’da elini kolunu sallayarak dolaştıktan sonra yurtdışına çıkabilmiş ve yakın bir zamana kadar Almanya’da üs kurabilmişti.
Evet, anlaşılıyor. Bu bir örgüt işidir. Bu, yurt içinde ve dışında örgütlenmiş uluslararası bir terör örgütünün işidir. Bu bir kanlı zincirdir.
Şimdi geriye dönüp düşünelim. Acaba İpekçi cinayeti ve askeri tutukevinden kaçırılış olayı, geçmiş dönemlerde bu açıklıkta, bu netlikte görülebilmiş miydi? Sanmıyoruz.
Türkiye’deki sağ teröristlerin Batı Almanya’da örgütlendiklerini herkes biliyor. Yine Almanya’daki sağ teröristlerin uyuşturucu madde kaçakçıları ile içiçe olduklarını herkes biliyor. Bu karanlık ilişkiyi kanıtlayan bir çok olay, Alman mahkemelerine kadar yansımış, haftalık dergilere kadar taşmıştı.
Bugün Türkiye’de, devletin resmi belgeleri ile açıklanan gerçekler, Batı Almanya’daki örgütlü sağcı militanlarla “bazı servislerin”, yani uluslararası istihbarat örgütlerinin içiçe çalıştıklarını da ortaya koymuştur.
Olayları böyle bir zincir içinde düşünürsek, Hristiyan dininin bu uygar, bu insancıl liderine karşı düzenlenen suikast olayını basit bir saldırı olarak göremeyiz. Bu bir örgüt işidir ve bu örgüt Türkiye’nin dış saygınlığını yok etmeye yönelmiştir.
Bu, Türk diplomatlarına karşı Ermeni soykırımı örgütlerince düzenlenen alçakça saldırıları dünya kamuoyunda mazur göstermek ve denetlemek için sahneye konmuş kanlı bir senaryonun satırbaşıdır. Nitekim Papa’nın 1979’da Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında, “Gizli Ermeni Kurtuluş Örgütü”nce Madrid’de yayınlanan bir bildiride bu gizli örgüt, “Papa’nın Türkiye’ye gitmesine engel olunmazsa saldırılarımız Türk hükümetini destekleyenlere karşı da yoğunlaşacaktır” demişti. Tüm bu olayların her türlü olasılıkla birlikte ele alınması gerekmektedir.
Bize düşen, İpekçi cinayetini akla gelen ve gelmeyen bütün olasılıkları ile yeniden değerlendirmek ve Ağca’yı gerek İpekçi, gerek Papa olayında piyon olarak kullanan bu uluslararası terör çetesini daha yakından tanımaktır. Bunun için zaman geçmiş değildir. Papa olayı, İpekçi olayının yeniden ele alınmasını gerektirmelidir.
Bakın, İpekçi cinayetinin kan izleri, nerelere kadar uzanıyor? Bu olaydan ders alalım...
UĞUR MUMCU (Cumhuriyet, 14 Mayıs 1981)
Monarşik bir yönetim yapısına sahip olan İngiltere de; gerçek iktidar, seçimlerde birinci olan partinin lideri ve aynı zamanda Bakanlar kurulunun başkanı olan Başbakan'ın idaresinde bir Krallıktır. Başbakan hükümetin başında bulunur. Devletin başında ise Kraliçe bulunur. Kraliçenin sembolik başkanlık konumuna karşın yasama görevi meclise aittir. Yasama işlevini yerine getiren İngiliz meclisi Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası diye iki bölüme ayrılır. Lordlar Kamarası (House of Lords) üyeleri babadan oğula geçen lord unvanı taşıyanlardan ya da Kraliçenin atadığı isimlerden oluşur. Avam Kamarası ise (House of Commons) seçimle işbaşına gelen 650 kişiden oluşan bir meclistir. Yasalar çıkarılırken önce Avam Kamarası'nda ele alınır ardından Lordlar Kamarasında da ele alınmasından sonra Kraliçenin onayı ile yürürlüğe konulur. İngiltere, yazılı anayasasının olmaması ile hemen hemen benzersizdir ve devlet yapısını, genel hukuk, kanunlar, özel kararlar ve uzun vadeli uluslararası anlaşmalar teşkil eder. Muhafazakarlar ve Emek Partisi; başlıca siyasi partiler olsa da, 1980'lerin ortalarında (daha sonra Liberal Demokratlar ismini alan) Liberal ve Sosyal-Demokrat partilerin ittifakı bu dengeyi tehdit etmiştir. İngiltere'de etkin bu iki partiden hiç biri, Unionistler ve SDLP ile ortak yönetilen Kuzey İrlanda'nın Yönetim Meclisi'nde millet vekili koltuğuna sahip değildir. İngiltere Parlamentosu'nda Wales ve İskoçya’nın Milliyetçi hareketlerini temsil eden birkaç millet vekili vardır. Bununla birlikte, partinin ulusal seçimlerde kazandığı başarı, Parlamento'da alacağı koltuk sayısı ile orantılı olduğu için mecliste küçük partilere rastlanmaz. Tarihini tespit etme başbakanın elinde olsa da, seçimler düzenli olarak her beş yıl yapılır.. Şu anda İngiliz hükümetin başında bulunan İşçi Partisi lideri Tony BLAİR, 1997 seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak işbaşına gelmiştir.