Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • ütopya03.03.2004 - 11:52

    ÜTOPYALAR

    Ütopya, aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum ve devlet şekli anlamı taşır. Ütopyalar, ideal düzen arayışlarının tasarlanmış tipik örnekleridir. Ütopyalar üzerine görüşler iki biçimde ortaya çıkmıştır. Bir kısmı özendirici, istenen nitelikte, diğer bir kısmı ise korkutucu, ürkütücü ütopyalardır.

    İstenen (Özendirici nitelikte) Ütopyalar

    Bu tür ütopyalar, ideal bir toplum ve devlet tasarımlarıdır. Bu özellikteki ütopyaların en önemlileri şunlardır:

    Platon’un Ütopyası

    Platon, 'Devlet' adlı eserinde ideal devletin nasıl olacağını belirtmiştir. Bu devlette insanlar üç sınıfa bölünmüştür; Çalışanlar (işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar) , bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler sınıfı toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir.

    Bu toplumda her sınıfın bir erdemi vardır. İşçi sınıfının erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sınıfının erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir.

    Platon’un açtığı bu ütopik devlet anlayışı yolu, gelecekte hem doğu hem de batı felsefelerinde temsilciler bulmuştur. Doğu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayışını Fârâbî’de görmekteyiz.

    Fârâbî’nin Ütopyası

    Platon’dan etkilenen Fârâbî, 'Medinet’ül Fâzıla' (Erdemli Şehir) adlı esrinde böyle ütopik bir devlet tasarlamıştır. Ona göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır.

    Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler. Bunu sağlayan bu şehrin yöneticisidir. Yönetici, peygamber ile filozofun erdemlerini kendinde toplayan kişidir ve bu özeliklerini topluma yayarak devleti yönetir. Bireylerin de yöneticinin bilgilerine katılmasıyla mutlu bir şehir doğar.

    Thomas Morus‘un Ütopyası

    Roman tarzında yazdığı 'Ütopya Adası' adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir.

    Tommaso Campanella’nın Ütopyası

    Güneş Devleti adlı eserinde ütopik bir devlet yasarımı yaparken, o da Platon’un etkisi altında kalır. Güneş kentte her şey ortaktır. Aile yoktur. Eşlerin seçimi yönetimce yapılır. Kent bir rahip tarafından adilce yönetilir. Herkes dört saat çalışır. Geri kalan zamanda sanat, eğlence, okuma, beden ve ruhları eğitme gibi zevk veren işlere ayrılır. Yöneticinin yetkisi mutlaktır. Adları 'Güç', 'Akıl', ' Sevgi' anlamına gelen üç yardımcısı vardır.

    Francis Bacon’un Ütopyası

    Yeni Atlantis adlı eserinde ütopik devletini tanıtır. 'Ben Salen' adlı adada sağlam bir ahlâk anlayışı egemendir. Özel bir örgüt, halkın bu yüksek bilgi ve kültürünü planlar ve yürütür. Buna göre 'Yeni Atlantis' bir bilgi devleti olarak tasarlanmıştır.

    Korkutucu Nitelikte Ütopyalar

    Günümüzde de ütopyalar yazılmaktadır. Ancak, bunların ortak bir niteliği vardır, o da toplumları gelecekte bekleyen tehlikeleri göstermektir. Bu tehlike, bir yandan makineleşen bir toplumda insanın duygu, düşünce ve değer sistemleri ile yok olup gitmesidir. Öte yandan, insan özgürlüklerinin, demokratik hakların kurulacak bir despotik devlet tarafından yok edilmesidir. Bu ütopyalar, insanları, bu türden tehlikeler için önceden uyarmaktadır.

    Huxley’in Ütopyası

    Yeni Dünya adlı eseri bir bilim-kurgu özelliği taşır. 'Yeni Dünya' da teknoloji çok gelişmiştir. İnsanlar suni yoldan üremektedir. Evlilik yoktur. İnsanlar çalışır ve eğlenirler. Hastalanma ve yaşlanma yoktur. Geçmiş, tüm değerleriyle yok edildiği için, geçmişi düşünme ve özlem duyma yoktur. Bu ütopya, doğal yaşamdan kopmayı dile getirme açısından geleceğe ilişkin bir korku ütopyasıdır.

    G. Orwel’ın Ütopyası

    Orwel, '1984' adlı eserinde despotizmin (zorbalık) egemen olduğu bir dünyayı tasvir eder. Bu ütopyaya göre, dünya eşit güce sahip üç bloka ayrılmıştır. Yönetenler tek egemen güçtür. İnsanlar yöneticilerin korkusu ile sinmiş, özgürlükler kaldırılmış, ahlâki ve insani duygular yok edilmiş, düşünme ve düşündüğünü söyleme yasaklanmış, yaşam tüm güzelliklerini yitirmiştir. Hiç kimse birbirine güvenememektedir. Çoğu kişiler casustur. En yakınlarını yönetime gammazlama bir ödev haline getirilmiştir. Bireylerin kişilikleri tamamen silinmiştir.

    Orwel bu eserinde, gelecek üzerine korkularını dile getirmiştir. İnsanları, modern dünyayı etkileyebilecek sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltmek istemiştir.

  • ateizm17.02.2004 - 11:54

    SEBEBİNİ KAYBEDEN İNSAN VE ATAİZM

    Yalan ile gerçek arasındaki ince çizgiyi silmek için bir silgi aradı insanoğlu. Ne o çizgiyi, ne de o silgiyi bulabildi. Ama aramaktan da vazgeçmedi.
    Tanımsızlık, yalan ile gerçeğin birbirine karışmış olma durumu. İnsan, insan olduğundan beri, tanımından rahatsız. Hep boşalmak, hep rahatlamak, hep üzerinden ağırlıkları atmak istiyor. Kısacası insan tanımsızlık istiyor. Düşü, bir kaosta kaybolup gitmek, unutmak, yok olmak… İşte bu yüzden, yalan ile gerçek arasındaki çizgiye düşman. Önüne konan sınırları hep bu çizgi sanır insanoğlu. Bundan dolayı, sınır tanımamazlık, baş özelliği olmuştur insanın.
    İnsan iki evrende yaşar: Madde(zahiri) Evreni, Mana(batıni) Evreni. Çoğu zaman insanın bir evrendeki yaşamı diğerinkiyle uyuşmazç Bu uyuşmazlık insanın içinde iki kutup olusturur. Birbirine düşman iki kutup. Hep bir savaş vardır bu iki evren arasında. Her zaman biri diğerine üstün gelmeye çalışır. Madde evreni somutluğu temsil eder. Günlük yapıp etmeler, bu evrenin içinde yaşanır. Mana evreni ise soyutluğun temsilidir. Duyguler, düşünceler, rüyalar, hayaller hep bu evrende yaşanır. İki evrenin birbiriyle mücadele etmesinin en kolay yolu, diğerini reddetmesidir. Onun için iki evrende birbirini yok sayar. Fakat bu savaş, hiçbir zaman sonuç vermez ve hiçbir zaman biri diğerine üstünlük sağlayamaz. Bu üstünlük sağlayamama, bir kaos yaratır insanda. Hep bir değiskenlik vardır, yani yapım ile yıkımın iç içe girmesi…
    İnsanın sınır tanımama egosunu tatmin için iki evrende de bir çok imkanlar teşekkül etmiştir. Lakin, bu imkanların hepsi sunni, hepsi yalan… İnsan bu yalanların kalbalıklığında, perdelenmiş olarak yaşar. Bu perdelenme, gerçeği görmesine engel olur. Yalan gerçek olmuştur, gerçek yalan. Bu noktaya gelmiş insan, çizgiyi sildigini zanneder. Oysa çizgi hep vardır ve insan çizginin bir o tarafına bir bu tarafına şaşkın şaşkın atlar durur.
    İnsan her ne kadar sınırsızlık isterse istesin, özlediği sınırsızlığa her iki evreninde de ulaşamaz. Madde evreninde tüm fizik kanunları, onun sınırsızlığına düşman sınırlar olarak belirirler. Mana evreninde ise insana iki sınır koyucu vardır. Bu sınır koyuculardan biri, aklı. İkinci sınır koyucu iseö insanın nereden kaynaklandığını bir türlü anlayamadığı vicdanıdır(Vicdan kelimesini ilerki paragraflarda daha deteylı bir şekilde ele alacağız) .
    İnsan bu sınırlarla ilk karşılaştığı zaman bir bocalama dönemine girer. ' Ben neyim? Ne yapıyorum? Nerden geldim? Nereye gidiyorum? ' gibi sorular ilk olarak, bu devrede şiddetli tokatlar gibi sarsmaya başlar insanı. Artık bir arayış içindedir insan. Kainatı kavramada aklının zavallı kalışını seyreder. Sonuçta bir yol ayrımına varır. Bu yollardan biri, onu, tüm sebeplerin yaratıcısı bir ilahi kudretin varolduğuna; diğeri de, onun kendi kendinin sebebi olan bir varlık olduğu sonucuna götürür.
    Ataizmin(tanrıtanımamazlık) temeli, insanın kendi kendinin sebebi olan bir varlık olması düşüncesiyle atılır. Kendi kendinin sebebi olan bir varlık, kendi hakkındaki tüm ıyı ve kötü ayrımlarıda iöinde bulunduruyor demektir. Bu noktada, kendi için neyin doğru neyin yalniş olacağınıda en iyi kendisi bilecektir. Ahlaki değerler tümüyle kendi içinde depolanmıştır ve kendisi herşeyin üstündedir. İnsan bu yüzden, sınırlara boyun eğen değil, bizzat sınır koyandır.
    Tüm ahlaki değerler, tim bilim, tüm sınır koyuculuk kendi özünde depolanmıştır insanın. İşte bundan dolayı, tanrı gibi yüce bir varlığın varlığı gereksizdir ve onu reddeder. Buraya kadar anlatılanları kabul eden bır düşünce sistemi, karşısında şu soruyu buldu: Madem, insan kendi özünde tüm ahlaki değerleri, tüm bilmi, tüm sınır koyuculuğu barındırıyor, bugün insanoğlunun içinde bulunduğu çürük toplumsal yapı nasıl açıklanabilir? Bu soruyla muhattap olan ataizm, soruya cevap verebilmek için 'yabancılaşma kuramı'nı ortaya attı. İsmet Özel' in Üç Mesele isimli kitabında, batının ataizmin yıkılan kulesine destek olmak için ortaya attığı yabancılaşma kuramı şöyle özetleniyor:' …bu şartlar(çürük toplum yapısı içinde) karşısında bulunan insan, insan değildi, kendisi değildi, kendi insanlığının bilincinde değildi, insan olarak kendi bütünlüğünden ayrılmış, kendinden kopmuş, kendine yabancılaşmıştı. Büyük bir ihtimalle insan bir zamanlarbir bütüni kendi yüceliğinin ve mutluluğunun sahibi bir varlıktı ve yine böyle bir varlık olamaya çabalamalıydı.' Buna göre, insanın şu anda içinde bulunduğu durumun dışında, mükemmelliği temsil eden ideal bir insan var. İdeal insanın varlığı, böylelikle tanrı düşüncesini ahlaki davranişların dışında tutabiliyor. Ataizm, bu şekilde sağlam temellere(!) oturtulmuş oluyor.

    Bir varlığın sebebinin yine o varlıkta var olduğunu kabul etmek, o varlığa bilinen ve bilinmeyen tüm bilimlerin bilgisini yüklemekle mümkün olabilir. Ataizm, insanın sebebini insanda görür. Bir bütünün sebebini yine o bütünün kendisinde görmekö ancaka ve ancak o bütünü oluşturan parçaların sebeplerinin yine o parçaların kendilerinden kaynaklandığını kabul etmekle umkun. Yani, eğer ınsan kendi kendisinin sebebiyse, onu oluşturan bütün parçalarda ayrı ayrı kendilerinin sebebi. Tümden gelim yapacak olursak, ulaşacağımız son parcalardan biri atom. Bu noktada, insanı olusturan bütün atomlar kendi kendilerinin sebebi ve kendi kendilerinin sebebi oldukları için sonsuz bir bilgiyi kendi bünyelerinde bulunduruyorlar. Yani, her atom kendi kendinin sebebi olduğu için bulunduğu, yapmakla yükümlü olduğu fonksiyonları, diğer atomlarla arasındaki ilişkiyi önceden biliyor ve bu bilgiyle varlık buluyor. Bu yüzden, insanın kendi sebebini kendinde bulundurduğu iddeası, onu oluşturan tüm zerrelerin, kendini ve icinde bulunduğu tüm evreni tanıma, anlama ve bilme gibi, sonsuz bir ilme sahip olduğunu kabul etmek zorunda. Hücreyi oluşturan atomların herbiri nerede bulunacaklarını, ne yapacaklarını biliyorlar; bunlardan oluşan hücrede aynı şekilde nerede bulunacağını ve ne yapacağını biliyor. Sonra bu hücrelerden oluşmuş organlarda ne yapacaklarını ve nerede bulunacaklarını biliyorlar. Böylece insan oluşuyor ve bu insan tüm sebeplerini içersinde bulundurmuş oluyor.
    Ataizm, herşeyi bilen, herşeyi düzenleyen, yüce bir kudreti yok saymakla, kainatı oluşturan tüm zerrelere herşeyi bilmek gibi bir kudret yüklüyor ki; bir tanrının varlığını reddetmekle, kainatta bulunan tüm zerreler miktarında tanrı var olduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Ataizm, yabancılaşma kuramı, humanizm 'tanrıyı reddetme' amacının kılık değiştirmiş halleri, özleri hep aynı.

    İnsanın sebebinin kendinde var olamayacağını anlatmaya çalıştıktan sonra, şimdi de yüce bir yaratıcının varlığı hakkında (haddimi aşmamaya calışarak) bir kaç söz söyleyerek bu bahsi kapatmak istiyorum.
    Bediuzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatında, yüce bir yaratıcının varlığına dört delil gösteriyor. Bunlar, kainat kitabi, Kuran-ı Kerim, Peygamber(S.A.V) Sünneti, ve son olarak vicdan. Samimiyetle arayan insan, eminim Kuran-ı Kerim ve Peygamber(S.A.V) Sünneti'nde yüce bir yaratıcının varlığına dair birçok delil bulacaktır. Ama şu anda, background umun yetersizliğinden dolayı sadece kainattan ve vicdandan bahsedeceğim.
    Kainatta, bir yüce yaratıcının varlığını gösteren deliller bulunduğunu, daha önce birçoklarının yaptığı gibi, kainattaki düzeni, ihtişamı ve mükemmelliği anlatarak ispatlama yoluna gitmeyeceğim. Zaten bunlar daha önce yüzlerce kez anlatılmış. Bu sefer, bu konuyu başka bir açıdan ele almak istiyorum. Öncelikle bir soru koyacağım önüme, sonra bu soruyu kurcalayarak bir yerlere ulaşmaya çalışacağım. Soru şu: Kainatın bir sınırı var mı? Bu soruya cevap olabilecek yalnızca iki önerge bulunabilir. Bu önergelerden birisi: Kainat sınırsızdır. Bu önerge göründüğünden çok daha karmaşık kavramları içinde barındırıyor. Kainatın sınırsızlığını kabul ettiğimiz zaman, 'yok' kelimesini lügatımızdan çıkarmamız gerekiyor. 'yok' gittiği zaman, olmaz, olamaz gibi ifadelerde ğüç kaybediyorlar, hatta siliniyorlar. Peki, kainatın sınırsızlığı 'yok'u nasıl siliyor? Bu cevaplaması kolay bir soru. Sınırsızlığı kabul etmek, hep bir 'ulaşılamayan'ın var olduğunu kabul etmek anlamına geliyor. Varılan nokta hiçbir zaman son olmuyor; her zaman daha ilerde varılacak başka bir yer oluyor. Burada 'yok olanın' daha doğrusu 'yok sanılanın', ilerde bir yerlerde var olmadığını söylemek, bu önerge kabul edildiği zamn imkansız. Başka bir ifadeyle, bu önergenin kabulu, 'ulaşılamayan' ın, 'ulaşılamayacak olan' ın var olduğunun kabulu alamına geliyor.
    Yukarıdaki soruya cevap olabilecek ikinci ve son önerge ise şu: Kainat sınırlıdır. Hemen burda belirtelim; kainatın bir sınırı olduğunu kabul etmek ancak ve ancak o sınırın geçilmez olduğunu kabul etmekle mümkün. Nasıl? Şöyle: Kainata bir sınır koyup, o sınırı geçebildiğiniz zaman, sınır kabul ettiğiniz noktayı geçtikten sonra vardığınız noktalarıda kainat denilen bütünün içersine katmışşınız demektir. Böyle olunca, sınır kabul ettiğiniz noktanın, sınır olama özelliği ortadan kalkmış oluyor. O halde, kainat sınırlıdır demekle, o sınırın geçilebilirolduğunu kabul etmek birbirleriyle örtişmeyen ifadeler. Çünkü biraz öncede ifade ettiğim gibi, sınır kabul edilen noktadan sonra varılan her nokta, kainat bütününün içine dahil edilmiş oluyor. Sınırın geçilebilir olduğunu kabul etmek, aslında sınırsızlığı kabul etmek manasına geliyor. Sonuç olarak, kainat sınırlıdır dediğimiz zaman, o sınırın geçilmez olduğunu önergemize eklememiz gerekiyor. Peki, kainatın sınırlılığı ve o sınırın geçilmezliği ne manaya geliyor? Önümüzde bir sınır varsa ve o sınırın ötesine geçemiyorsak, o 'öte'de ne olduğunu da bilmiyoruz demektir. Bu bimemezlik, şimdiki zamanla sınırlı kalmayacak, tüm zamana yayılacaktır. Bu şekide, kainatın sınırlı olduğunu kabul ettiğimiz zaman, o sınırın ötesinde ne olduğunu bilemediğimiz için, burada 'yok olanın' veya 'yok sayılanın' orada da yok olduğunu iddea edemeyiz ve bize yine her zaman bir 'ulaşılamayan' ın, bir 'ulaşılamayacak olan' ın varlığını gösterir.
    Yukarıda anlatmaya alıştığım sınırlıdır-sınırsızdır yaklaşımını, sadece maddesel boyuta hapsetmemek lazım. Üzerinde düşünüldüğü zaman, bu yaklaşımın maddesel boyut dışında diğer boyutlarada başarıyla uygulanabileceği görülecektir. Mesela zaman boyutunu ele alalım. Yukarıda kainat üzerinde anlşatmaya çalıştığım model aynı şekilde zaman üzerinde de işliyor ve yukarıda ulaşılan sonuca zaman baz alınarakta ulaşılıyor. İşte soru: Zaman sınırlı mıdır? Cevabı okura bırakıyorum.

    Son olarak vicdan dan bahsederek bitirmek istiyorum. Vicdan, insanın içinde hissettiği derin sızı. Herşeyi maddesel boyutta lagılama eğilimi olan insan, karşısına dikilen vicdanı karşısında çaresizdir. Onun bildiği aci fiziksel acıdır. Oysa vicdan fiziksel olarak can yakmaz. İnsan vicdanını maddesel evrende bir anlama oturtamadığı için, tanımsız damgası vurur vicdanının üzerine. Mana evreninin hayal artığıdır ona göre vicdan. Gelip geçici bir rüya der önce. Oysa, o rüya şeklinde nitelediği, hiç geçmez, hiç bitmez, hiç zayıflamaz; hep güçlenir, hep büyür içinde. Hata işlediği zaman, işlediği hataların dışarıdan gelecek bir tepkiyle cezalandırılmasını bekleyen insan; içersindeki o anlam veremediği duygu karışımının yumruk misali sorularına maruz kalır. Bu soruların en ağırı ' Sen kimsin? ' sorusudur. Bir müddet sonra, ' Sen kimsin? ' sorusu taşınmaz bir ağırlık olur insanın içinde. Bu soruyu çözmeden, hiç feraha kavuşamayacaktır. Vicdanın sorduğu bu soruyu içinde bir ağırlık olarak taşıyan insan, eninde sonunda yüce bir yaratıcının varlığını bulacaktır.

    Tüm bu delillere rağmen, insanlar arasında inanmayanlar çıkar, çıkacaktır. Kainatın bu ihtişamı karşısında, yaratıcıyı reddeden, bu akıl fukaralarını anlamakta güçlük çekiyorum. Nasıl vicdanlarını yenipte inanmayabiliyorlar? Aklım bu soru karşısında eriyor. Cevabı yine yaratanın kendisi veriyor: '(2/6) Şüphe yok ki, inkar edenleri, başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar. (2/7) Allah onların kalblerini ve kulaklarini mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.' Zaten, kalbe mühür vuracak, vicdanı kör edecek sonsuz kudret bir tek onda var.
    İnsan nankör. İşte bir ayet: (22/26) Hakikat, (şu) insan çok nankördür. Ey sana verdiği bunca nimete rağmen, 'O' na sırt çeviren nankör. Varken, varlıkların en üstüyken, 'hiç' olmayı isteyecek kadar zavallısın.

    Bitirirken…
    Kainattan bahsederken, hep bir 'ulaşılamayan'ın, bir 'ulaşılamayacak olan'ın varolduğunu göstermeye çalıştım. İşte Allah o 'ulaşılamayan' dır. İslami anlayış şöyle: Ne ki Allah zannedersin, o zannettiğin şey Allah'a perdedir. Büyük veli, bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri ise şöyle diyor: Allah veraların (ötelerin) verasında, onunda verasında, onunda verasında. Hemen burada belirtmeme gereken başka bir husus daha var. Biz, Allah'ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna inanıyoruz. Burada, Necip Fazıl'ın kader hakkında yazdığı nefis bir paragrafı aklıma geldi:Allah hem kulunu muhtar olarak yaratmak, hemde önceden kuşatmış olmak gibi, akıl almaz tezatı birleştiren kudrettir. Aklın durduğu ve kıpırdayamaz olduğu bu noktadaki sonsuz kudrettirki, Allah'tır. Sen yaratıcıyı kendi seviyene mi indiriyorsun ki, sence birleştirilmesi muhal olan bir teztı, onca da birleştirilemez farzediyorsun. Nereden çıktı diyeceksiniz. Çıkış noktam, yukarıda Necip Fazıl'ın anlattığı ile, biraz önce bahsettiğim meselenin benzer yönlerinin oluşu. İşte benzerlik: Allah, hem kuluna şah damarından daha yakın olmak, hem de ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, onun da ötesinde olmak gibi akıl almaz tezatı birleştiren sonsuz kudrettir. Aklın kuyusuna düşüpte çıkmayı başramayanlar ve 'O'nu reddeden zavallılar keşke bilselerdi… Keşke

  • ernesto che guevara 20.01.2004 - 12:10

    Dünya böylesine güzel
    olur muydu yine
    diplomasını çerçeveleyip
    para kazanma derdine
    düşseydi Dr. Che
    yüreğini dağlara asmak yerine

  • ateizm02.01.2004 - 12:05

    [HAMİŞ BEYE İTHAFAEN] 1 Evrim Teorisi, Tesadüfleri Yaratıcı Bir İlah Olarak Görür


    Evrimcilerin en büyük yanılgılarından biri ilkel dünya olarak adlandırdıkları ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir.
    Evrim teorisinin iddiasına göre, fosfor, karbon gibi bilinçsiz, akılsız, yeteneksiz, bilgisiz ve cansız atomlar tesadüfler sonucunda biraraya gelmişler, yıldırımlar, volkanlar, ultraviyole ışınları, radyasyon gibi doğal olaylar sonucunda kendilerini kusursuzca organize ederek proteinleri, hücreleri, balıkları, kedileri, tavşanları, aslanları, kuşları, insanları ve tüm canlılığı meydana getirmişlerdir.

    Tesadüfleri yaratıcı bir ilah kabul eden evrim teorisinin temel iddiası budur. Böyle bir iddiaya inanmak ise akla, mantığa ve bilime karşıdır.

    2 Doğal Seleksiyon Canlılardaki Karmaşık Yapıların Nasıl Meydana Geldiğini Açıklayamaz


    Çıtanın saldırdığı bu yavru büyük bir ihtimalle kaçmayı başaramayacaktır. Çünkü çıta bu yavruya göre çok daha atik, güçlü ve tecrübelidir. Bu herkesin bildiği olayı evrimciler, 'evrimleştirici bir mekanizma' olarak topluma kabul ettirmeye çalışırlar. Oysa açıktır ki bu yavru -ne kadar zaman geçerse geçsin- başka bir canlıya dönüşmeyecektir.
    Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu 'mekanizma'yla evrimleştiğini iddia etmektedir.

    Oysa doğal seleksiyon olarak bilinen söz konusu mekanizma, canlıları evrimleştirmez, onlara yeni özellikler kazandıramaz. Sadece bir canlı türüne ait özellikleri güçlendirebilir.

    Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.

    3 Sanayi Devrimi Güveleri Doğal Seleksiyonla Evrime Delil Değildir

    Evrim teorisinin tüm dünya çapında en çok tekrar edilen sözde 'delil'lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi'nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki güve popülasyonu gelir. İddiaya göre sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli güveler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli güvelerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir güve türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nüfus oranı değişmiştir. Bunun dışında, güvelerle ilgili bu iddianın dayandırıldığı hikayenin de doğru olmadığı ortaya çıkmıştır: Güveleri ağaçlar üzerine konmuş olarak gösteren ünlü fotoğrafların sahte olduğu ve iddia edildiği gibi bir 'endüstriyel melanizm'in (endüstriyel kirlilik nedeniyle rengin koyulaşması) hiçbir zaman yaşanmadığı anlaşılmıştır.

    4 Deprem, Bir Şehri Nasıl Geliştiremezse, Mutasyonlar da Canlıları Geliştiremezler

    Mutasyonlar, insan vücuduna dair tüm bilgilerin şifreli olduğu DNA üzerindeki rastlantısal değişikliklerdir. Mutasyonlara radyasyon, kimyasallar gibi etkenler neden olur. Evrimciler, mutasyonların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Oysa mutasyonlar canlılara daima zarar verirler, onları geliştirmezler, onlara yeni özellikler (örneğin kanat, akciğer gibi organlar) kazandıramazlar. Onları ya öldürür ya da sakat bırakırlar. Mutasyonların bir canlıyı geliştirdiğini, ona yeni özellikler kazandırdığını iddia etmek, bir depremin bir şehri daha gelişmiş ve modern bir hale getirdiğini, veya bir bilgisayara çekiçle vurulduğunda bir üst modelinin ortaya çıkacağını iddia etmeye benzer. Nitekim gözlemlenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgiyi artırdığı görülmemiştir.



    5 Hayat Hayattan Gelir

    Ortaçağ'dan beri inanılan 'spontane jenerasyon' adlı yanlış bir teori, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerini öngörüyordu. 18. yüzyıla dek, böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı 19. yüzyılda ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.

    Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: 'Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.'

    Bu gerçek, yeryüzünde yaşamın kendiliğinden oluşmadığını, ancak mucizevi bir yaratılışla başladığını da bir kez daha göstermiş oluyordu.

    6 Ara Geçiş Canlılarına Fosil Kayıtlarında Rastlanmamıştır

    Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin ilkelden (basitten) karmaşığa doğru, yavaş ve aşamalı olduğunu iddia eder. Bu iddiaya göre, bu dönüşüm sırasında 'ara geçiş formu' adı verilen ucube canlıların yaşamış olması gerekir. Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık yarı sürüngenler, yarı maymun yarı insanlar, yarı sürüngen yarı kuş canlılar yaşamış olmalıdır geçmişte. Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Oysa, yıllardır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.

    7 Canlı Grupları Yeryüzünde Aniden ve Aynı Anda Ortaya Çıkmıştır


    Camın hammaddesi olan silis nasıl kendi kendine, aşama aşama bir kadehe dönüşemezse veya bir fotoğraf makinesinin parçaları yavaş yavaş biraraya gelip fotoğraf makinesini oluşturamazsa, canlılar da cansız maddelerden zaman içinde kendi kendilerine ortaya çıkamazlar.
    Bugün bilinen temel canlı kategorilerinin tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önce, 'Kambriyen Devri' adı verilen jeolojik devirde aynı anda ve aniden ortaya çıkmıştır. Süngerler, yumuşakçalar, solucanlar, derisidikenliler, eklembacaklılar, omurgalılar gibi birbirinden tamamen farklı vücut planlarına sahip canlı kategorileri, daha önceki jeolojik devirlerde hiçbir benzerleri yokken, bir anda belirmişlerdir. Bu gerçek, evrimcilerin, canlıların tek bir ortak atadan uzun zaman içinde ve aşama aşama türedikleri iddiasını çürüten önemli bir delildir.

    Yeryüzünün bir anda, son derece farklı vücut yapılarına, son derece karmaşık organlara sahip birçok canlı ile dolması, elbette ki bu canlıların yaratıldıklarını gösterir. Evrimciler, Allah'ın varlığını ve yaratışını inkar ettikleri için bu mucizevi olayı kesinlikle açıklayamazlar.

    8 Canlı Türleri Yüz Milyonlarca Yıl Boyunca Hiçbir Değişikliğe Uğramamaktadırlar

    Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.

    9 Evrimcileri Hayal Kırıklığına Uğratan Balık: Cœlecanth


    Cœlacanth
    Evrimciler 400 miyon yıllık fosilleri bulunan Cœlacanth sınıfına dahil olan balıkları, balıklar ve amfibiyenler arasında çok güçlü bir ara form delili olarak gösteriyorlardı. Bu canlının yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir tür olduğu zannedildiği için, evrimciler fosili üzerinde her türlü spekülasyonu yapmışlardı. Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu açıklarında bir Cœlacanth canlı olarak bulundu. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.

    Bu balıkların yakalanmasıyla beraber, bu canlılar üzerinde yapılan spekülasyonların temelsizliği de anlaşılmış oldu. Cœlacanth, evrimcilerin iddialarının aksine karaya çıkmak üzere olan yarı balık yarı amfibiyen özellikleri gösteren bir canlı değildi. Hatta 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı idi. Dahası, yaşayan Cœlacanthlar ile 400 milyon yıllık fosil örnekleri arasında hiçbir fark yoktu. Canlı, hiçbir 'evrim' geçirmemişti.

    10 Kuş Kanatları Tesadüflerin Eseri Değildir


    Evrimciler kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini ileri sürerler, ancak bu imkansızdır. Sadece kuş kanatları bile bunu kanıtlamaya yeter. İddia edildiği gibi bir evrim olması için, bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen mutasyonlar sonucunda kusursuz kanatlara dönüşmüş olması gereklidir ki, bu mümkün değildir. Herşeyden önce bu teorik canlı yarım kanatla uçamayacaktır. Bir yandan da ön ayaklarından mahrum kalmış olacaktır. Bu ise canlının sakat olmasına ve evrim teorisine göre elenmesine neden olacaktır. Ayrıca, uçuş için kanatların tüm detaylarının kusursuzca oluşması gerekir. Kanatların; kuşun göğüs çıkıntısına sağlam bir biçimde tutturulmuş olması gerekmektedir. Kuşu havaya kaldırmaya, havadaki dengesini ve her yöne hareketini sağlamaya elverişli bir yapıda olması, kanat ve kuyruk tüylerinin hafif, esnek ve birbiriyle orantılı olması, kısaca uçuşa imkan veren mükemmel bir aerodinamik düzende işlemesi şarttır. Kanatların bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen rastlantısal mutasyonlar sonucu meydana gelmiş olabileceği sorusu tümüyle cevapsızdır.