Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Cay Keyfi
Cay Keyfi

SEN DE KİMSİN :)

  • prof. dr. mehmet kaplan20.12.2003 - 11:08

    Hocalarımın hocası ve yanına yaklaşmakta güçlük çektikleri şahsiyet. Ders anlatırken bir ince ses dahi duymayı istemeyen şahıs...Edebiyatımınızın mümtaz şahsiyetlerinden biridir kendileri... Edebiyat tarihimize toparladığı için Orhan Akay hocamızla ondan Allah razı olsun...
    Ama yazmış olduğunuz Dil ve Kültür, edebiyat tahllileri birçoğumuzun başını yaktı. Allah ziden razı olsun yine de....
    Prof. Dr. Mehmet Kaplan 5 Mart 1331'de (18 Mart 1915)
    Bugün Eskişehir'e bağlı, Sivrihisar'da doğdu. Babası Halil İbrahim Bey, annesi Fatma Hanımdır. Mehmet Kaplan Sivrihisar ilkokulunu bitirir (1928) .
    Aileyi Eskişehir'e yerkeşince Eskişehir Lisesi'ne devam eder. 1935 yılında liseyi bitiren Mehmet Kaplan, hocalarının etkisiyle Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girmek üzere İstanbul'a gelir.
    Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne kaydını yaptırır, yardımcı disiplin olarak felsefe, psikoloji ve sosyoloji derslerine devam eder.

    Reşit Rahmeti Arat'ın temin ettiği bir bursla 1936 yılında Almanya'ya gider. Almanca öğrenir, bir yandan da lise yıllarında başladığı Fransızcasını ilerletmek için tercümeler yapar.
    Mehmet Kaplan, Almanya'dan döndükten sonra, Eşrefoğlu Rumî-Hayatı ve Eserleri adlı bir travay hazırlar. 1939 yılında Emir Sultan isimli lisans teziyle mezun olur. Fuat Köprülü tarafından asistan namzedi olarak Fakülteye alınır (1939) , ancak Köprülü siyasete atılarak Fakülteden ayrılınca, yerine tayin edilen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın asistanı olur.

    1939 yılında Namık Kemal hakkındaki doktora tezine başlar. 14 Ekim 1942 yılında, Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri adlı teziyle Türkiye'de Ali Nihat Tarlan'dan sonra ikinci 'edebiyat doktoru' unvanını alır. Aynı yılın Şubat'ında edebiyat öğretmeni Behice Moyuncur Hanımla evlenir. 28 Mart 1944 tarihinde Tevfik Fikret ve Şiiri adlı teziyle doçent olur. 1944-1946 yılları arasında Büyük Çekmece ve Konya Askerî Ortaokulu'nda vatanî görevini yapar. 1949 yılında Fakülte kontenjanından bir yıllığına Fransa'ya gider. Sorbonne Üniversitesinde ders, seminer ve konferansları takip eder, ilmî çalışmalar yapar. 1950 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında Londra'ya geçer.
    1958 yılında eğitim ve öğretime başlayan Atatürk Üniversitesi'nin kurucu hocaları arasında gönüllü olarak yer alan Mehmet Kaplan, Edebiyat Fakültesi dekanlığı ve Rektör vekilliği yapar.
    Mehmet Kaplan, 24 Ocak 1962 tarihinde Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın vefatı üzerine Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü başkanlığına getirilmiştir.

    1 Ocak 1984 tarihinde yaş haddinden emekli olan Mehmet Kaplan, vefatına kadar (23 Ocak 1986 Perşembe) Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri vermeğe devam etmiştir

  • çikolata20.12.2003 - 10:58

    Yemede yanında yat :)
    Çikolatayı çok seven insanların karakteristik özellikleri:
    Genellikle kararsızdırlar, nadir karar alırlar :) Bu yazdığım bir hakikat.Nedenini bilmiyorum bilimsel bir araştırma..
    Herhalde çikolatayı elimize aldığımızda yesem mi yemesem mi tereddütüne girdiğimiz için olmalı... Yediğiniz zaman çikolatasız kalacaksınız.

  • orhan veli20.12.2003 - 10:52

    Orhan Veli Kanik 13 Nisan 1914'de,Istanbul'da dogdu.Galatasaray'da basladigi ögrenimini kisa bir süre sonra babasinin atandigi Ankara'da surdurdu.Lise siralarinda Oktay Rifat ve Melih Cevdet'le tanisip arkadas oldu.Liseyi bitirince Istanbul'a gelerek Edebiyat Fakültesi Felsefe Bolumune girdiysede bir sure sonra ogrenimini yarim birakti.1936 'da Ankara'ya dondu ve askere gidene kadar PTT Genel Mudurlugu'nde memurluk yapti.Yedek subayligini tamamlayinca,iki yıl kadar,gene Ankara'da,Milli Egitim Bakanligi Tercume Buro'sunda çalisti.1947'de,bu kurumda 'antidemokratik bir hava'esmeye basladigini söyleyerek istifa etti.1 Ocak 1949'da yayimlamaya basladigi,on bes gunde bir cikan,iki sayfalik 'Yaprak' dergisini 15 Haziran 1950'ye kadar yirmi sekiz sayi surdurdu.Dergiyi cikaramayacagini anlayinca Ankara'dan ayrilip Istanbul'a gitti.Gene o yil kasim ayı icinde,bir haftaligina geldigi Ankara'da bir gece,yolda,tamirat icin kazilmis bir cukura düserek yaralandi.Istanbul'a dondukten bir iki gün sonra bir arkadasinin evindeyken birdenbire fenalasarak kaldirildigi Cerrahpasa Hastanesi'nde,14 Kasım 1950'de,beyin kanamasindan oldu.
    Orhan Veli Kanık'ın edebiyatımızdaki yeri getirmiş olduğu Garip akımıdır.Bu yüzdenedebiyat çevresinde yoğun eleştirilere sebebiyet vermiştir. O güne kadar olan ahenk kavramını Orhan Veli silmiştir. Ona göre şiirde o an aklınıza ne geliyorsa bazen birşey ifade etmese de yazılmalıdır. Ayağındaki nasırdan bahsettiği şiir buna örnek verilebilir.
    Orhan Veli Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarımızdan,
    Klasikleşen şiirlerinin dışında en çok ilgili çeken;

    Açlıktan bahsediyorsun
    Demek ki sen komünistsin
    Demek büütn binaları yakan sensin.
    İstanbul' dakileri sen,
    Ankara'dakileri sen...
    Sen ne domuzsun, sen!
    Selam ve Dua İle

  • oportünizm20.12.2003 - 10:42

    İlk çıkışı anlamlı olsda daha sonra bireylerin çarpıtması ile anlamını kaybetmiş bir kavram...
    Hedefime ulaşmak içinherşey mübahtır anlayışına sahip şu an.

  • orhun yazıtları20.12.2003 - 10:40

    Orhun abideleri, Türk tarihinin eşsiz parçaları, Türk tarihinin çağlar öncesine dayandığını gösten abide.,Türk devlet, sosyal yaşam, kültür yardımlaşma örnekleri...
    Türk devletine karşılaşacağı tehlikeler hakkında kılavuz... Türk edebiyatının temel taşı. Keskin bir uslup ve mükemmel işlenmiş bir dil....Türk askeri ve devlat yapısı hakkında size tarihi bilge niteliği taşıyacak eser.
    Bu milletin yüzyıllar önce de büyük bir kültüre sahip olduğunu gösteren yegane örnek.

  • yunus emre19.12.2003 - 19:24

    Anadolu Selçuklu devletinin zamanla zayıflaması, özellikle Kösedağ savaşında Moğollar’a yenilmesi Anadolu’daki Moğol felaketinin başlangıcı olmuştur. 1260 yılından sonra zayıflayan otorite kuramayan Anadolu Selçuklu Devleti’nin yerine Moğol egemenliği hüküm sürmeye başlamış, ancak Moğollar da her tarafta askeri üstünlük sağlayamamış, gönderilen Moğol güçleri merkezlerini tanımayarak isyan etmiş ve bağımsızlıklarını ilan etme gibi girişimlerde bulunmuşlardır. Bunun nedeni olarak o devir her iki yerde; gerek Anadolu gerekse Orta Asya’da karışıklar ve belirsizlikler hakim durumdaydı. Çünkü Yunus Emre’nin yaşadığı zaman olan (12.asrın sonları ve 13 asrın başları) Anadolu’da; Selçukluların dağılması ve beyliklerin otaya çıkmasıyla ortada tam bir kargaşalık vardı. Kısmen Anadolu’ya Moğollar hakimdi. Bu durum Karamanoğulları’nın bağımsızlık ilan etmesine sebep olmuştur. Ve Karamanoğulları Beyliği 1256 yılında bir Kolonizatör Türkmen dervişi olan Nure Sofi’nin oğlu olan Kerimüddin KARAMAN önderliğinde kurulmuştur. Diğer taraftan Orta Asya’da da yine Moğollar her tarafı yıkıp döküyorlardı. Özellikle bu devirlerde Anadolu’da bir iç isyanın çıkmamasında ve Moğolların onca istilalarına ve baskınlarına rağmen ayakta durmalarında başta Yunus Emre olmak üzere Anadolu’da bulunan birçok Türk dervişinin Alp-Erenlerinin ve Türkiye mutasavvıfların tesiri büyüktür. Bu bakımdan tekke ve dergahta bulunan dervişler ve onların erlerine büyük görevler düşüyordu. Çünkü Anadolu'da devlet otoritesi iyice zayıflamış ve Moğollar gibi dış güçlere karşı her zaman hazırlıklı ve moralli olmak gerekiyordu. Bunu da Yunus Emre gibi dervişler ve Erenler sağlıyordu. Orta Asya’da durum bundan farklı değildi. Hoca Ahmet Yesevi bir taraftan Ortaasyada durumu düzeltmeye çalışırken diğer taraftan yetiştirdiği yüzlerce Türkiye Mutasavvıflarını Anadolu'ya gönderiyor ve Anadolu'nun Müslümanlaşmasını sağlıyordu. 12. asırda başlayan bu İslamlaştırma hareketi gerek Selçuklu gerekse Osmanlı devletinin Anadolu’da yerleşmesi bakımından büyük kolaylık sağlamış bir çok yöre kılıçsız ve kalkansız birden İslam’ı kabul etmişlerdir. Bu konuda en büyük görevi tartışılmaz bir şekilde bir çok ilim adamımızın da belirttiği gibi kolonizatör Türkiye dervişleri üstlenmişlerdir. Anadolu’nun Müslümanlaşmasında daha Türkler Malazgirt savaşından önce Anadolu’ya ayak basmamışken ve Anadolu bir Rum diyarı iken Orta Asya’da bulunan Hoca Ahmet Yesevinin telkinleriyle burulara gelen ve burada aileleriyle yerleşen geldikleri yöreleri Müslümanlaştıran Alp-Erenler yani Türk dervişleridir.
    Yunus Emre geldiği dönemde, her zaman olduğu gibi gereken yoldand evam etmiştir. Yolu tasavvuf yoludur. Fenafillah makamına erip Allah'la naz makamına çıkan nadide insanlardan biridir.
    Yunus asla hümanist değildir. Hümanizmde sadece insanın çıkarlarına dayanan bir insan sevgiis vardır. Fakat Yunus'daki Sevgi ilahi kaynaklıdır. Ben gelmedim dava için benim işim sevi için der Yunus.....

    Bütün tasavvuf ehlinde olduğu gibi, Yunus Emre’de de Allah sevgisi en üst düzeydedir. Ve şiirlerinin başlıca temasıdır. Hemen hemen bütün şiirlerinde Allah sevgisi işler, aşık olanın sevgilisine duyduğu hislerin daha fazlasını duyarak şiirlerinde bunu dile getirir:

    “Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni,

    Ben yanarım dünü günü bana seni gerek seni..

    Yunustur benim adım, gün geldikçe artar oldum

    İki cihanda maksudum bana seni gerek seni”

    diyerek Allah’a karşı olan sevgisini iki cihanda bile tek istediğinin Allah sevgisi olduğunu belirtir. Yunus Emre’de Allah sevgisi diğer şairlere benzemez. O söylemek istediği duyguların sade bir Türkçe ile söyler. Aşağı yukarı aynı zamanda yaşamış mevlana; aynı duyguları eserlerle çevresine telkin ederken o sade bir anlatımla insanlara anlatmış duygularını. Allah aşkını her şeyin üstünde tutar. Hatta kendinin yerine içinde sadece Allah aşkının olmasını ister.:

    “İlahi bir aşk ver bana, kandalığımı (nerede olduğumu) bilmeyeyim

    Yavu kılayım (kaybolayım) ben beni isteyüben bulmayayım”

    Diyerek, Allah aşkını tamamen benliğini sarmasını ister. Bu bakımdan adeta Allah sevgisini kendi benliğiyle bütünleşip insanlıktan sıyrılmak ister. Ve bu bütünleşmeyi

    “Aşktır bu derdin dermanı, aşk yolunda verem canı,

    Yunus Emre eydür bunu, bir dem aşksız olmayayım”

    diyerek ebedi sürmesini ister. Bunun da gerçekleştiğini yani Allah sevgisi ile bütünleştiğini söyler bize Yunus Emre.

    'Beni bende demen bende değilim,

    Bir ben vardı bende benden içeri”

    derken öte yandan;

    “Yürür isem gönlümde söyler isem dilimde,

    Çalab (Allah) kendi nurunu gözüme tuş eyledi”

    diyerek bu isteğini gerçekleştiğini belirtiyor. Allah sevgisine ve Allah’a ulaşmada hiç bir engel tanımaz ve Allah katında kıymetinin çok olduğuna inandığı Hz. Muhammed’den tutunda Gözü yaşlı Yakub (a.s) ’a kadar herkesle birlikte Allah’ı ve Allah sevgisini çağırır. Burada Yunusun büyüklüğü bir daha ortaya çıkıyor. Öyle ki insanların dini önemli değildir. Ve bütün dinlerin semavi dinlerin ortak noktası Yüce Allah’tır. İşte yine Yunus Emre bütün dinlerle çağırıyor Allah’ı, aşkını ve sevgisini. Şu dizeler sanırım bunu çok güzel ifade ediyor:

    “Gökyüzünde İsa ile, tur dağında Musa ile,

    Elindeki asa ile çağırayım Mevlam seni..

    Derdi ökküş Eyyub ile, gözü yaşlı Yakup ile

    Ol Muhammed mahbub ile çağırayım Mevlam seni”..


    Yunus Emre her şeyden önce gönül insanıdır. Sevgi aşığıdır. Onun tek istediği sevgiye balı olan her şeydir. İnsanın ilk önce gönlüne önem verir. Bir gönül yıkmayı büyük günah sayar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Yunus Emre genel felsefesi insan ve aşk özellikle ilahi aşk üzerinedir. Günümüzde herkes bir demokrasi havarisi kesiliyor. Özgürlükler deniliyor, temel hak ve hukuk deniliyor. Yunus Emre bunu asır öncesinden halletmiştir. Çünkü “Yaratılanı sev yaratandan ötürü” diyerek bütün insanlığı bütün mahlukatı bütünü mevcudatı kısaca yaratılmış olan her şeyi sevmemiz gerektiğini söylüyor. İnsanların kimlikleri ve milliyetleri önemli değildir, hatta ve hatta dinleri de önemli değildir Yunus Emre için. Önemli olan yaratılmış olması ve onu da bir yaratanının bulunması yani Yüce Allah tarafından yaratılmış olmasıdır. İnsan değer verilmiş yaratılmıştır. İnsan ne kadar kötü olsa da ne kadar istemediğimiz düşmanımız olsa da Hakkın hatırı için Yaratanının hatırı için sevmek zorundayız, ve biz de bir yaratılmış olduğum z için sevilmek zorundayız. Zaten yine Yunus Emre “Sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalamaz” diyerek insanın dünyada ki amacının ne olması gerektiğin açıklıyor. Sevmek Yüce Allah tarafından bize verilmesi en büyük nimettir. Yüce Allah’ı sevmekle kalmayıp ona aşık olmamız gerektiğini de söylüyor. Zaten şiirlerinde ana tema bu yöndedir. Aşksız insanın odundan farkı olmayacağın da söylüyor.

    Yunus Emre’de insanı dili dini önemli değildir demiştik. Yunus Emre için bütün insanlar birdir. Aynı gözle insan gözüyle bakılmasını ister. Bu bakımdan insanlar eşittir ona göre.

    'Yetmiş iki millete bir göz ile bakamayan,

    Şer’in evliyasıyla hakikatte asidir”

    der. Yine burada Kur'anı Kerim’in kardeşlik formülünü uyguladığını şu dizeleriyle öğreniyoruz

    “Hakkı gerçek sevenlere, cümle alem kardeş gelir”..

    Kur'anı Kerim de “inanalar kardeştir” (Hucurat 10) diyordu. Yunus Emre ana hedefini ve dünyada ki amacını şöyle açıklar:

    “Ben gelmedim dava için,

    Benim işim sevi (sevgi) için”.

    İçinde bulunduğumuz şu hoşgörü ve barış ortamına çok muhtaç olduğumuz bu ortamda bu satırlar sanırım insanımızı kendisine gelir. Ortadan kin ve nefret duyguları kalkar da özlediğimiz aydınlık yarınlara bir an önce kavuşuruz.

    Yunus Emre, bir büyük alimin deyimiyle, tasavvuf yolunda hangi makama çıktı isem, önümde Anadolu Ereninin ayak izlerini gördüm.
    Yunus Emre bulunduğı çağın Gavsı olarak nitelendirilir. Yaşar Nuri Hocamın kabul etmediği tarikattan sayılır kendileri



    Geldi geçti ömrüm benim
    Þ ol yel esip geçmiþ gibi
    Hele bana þ öyle geldi
    Þ ol göz yumup açmý þ gibi

    İşbu söze Hak tanıktır
    Bu can gövdeye konuktur
    Bir gün ola çıka gide
    Kafesten kuş uçmuş gibi

    Miskin âdem oğlanını
    Benzetmişler ekinciye
    Kimi biter kimi yiter
    Yere tohum saçmış gibi

    Bir hastaya vardın ise
    Bir içim su verdin ise
    Yarın orda karşı gele
    Hak şarabın içmiş gibi

  • yecüc-mecüc19.12.2003 - 19:05

    Kur'anda kıyamet alametlerinden biri olarak gösterilen ve büyük bir fitneye neden olacağı bilinen kavim. Bazı abartma kaynaklarında kulklarının yere kadar uzandığı ve onu örtü olarak kullandıkları yazılır. Özellikle Türk düşmanlığına sakhip bazı kişilerce bu kavim türkler olarak ifade edilmiştir. Kavmin özellikleri anlatırken kavmin her türlü hayvanı yediği ifade edilir. Fakat tarihsel gerçeklerin belirttiği gibi Türkler bugüne kadar her önüne gelen hayvanı yeme girişimini göstermemişlerdir.
    Bu yorumlara uyan, bir kavim var. Kimseyi zan altında bırakmak istemiyorum :)

  • saddam hüseyin18.12.2003 - 21:54

    Bir insanın yaşam hikayesinin herkes tarafından bilinmesi buna denilir.
    Saddam Hüseyin bir yaşamın kısa ve öz anlatımı.......
    Var iken yok olmak.....
    Severim keratayı :)

  • ayna13.12.2003 - 16:48

    Ayna ayna ellere
    ayna düştü yerlere
    Ayna kurban olayım seni tutan ellere

  • üç şey11.12.2003 - 18:49

    Ana.................
    Baba...............
    Kardeş...........
    Geri kalan herşey boş!